Süleymaniye Vakfı
Allah'ın Bilgisi ve Kader

BEDİR SAVAŞI VE KADER
Kader, bir şeyin değerini, özelliklerini ve sınırlarını gösteren ölçüdür[1]. Allah Teâlâ şöyle buyurur: إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ. “Biz, yarattığımız her şeyi bir kadere /ölçüye göre yaratırız.” (Kamer 54/49) تَبَارَكَ الَّذِي بِيَدِهِ الْمُلْكُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ . الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ. “Bütün yetkileri elinde tutan Allah, her türlü iyiliğin kaynağıdır. Her şeye bir kader /ölçü koyan, ölümü ve hayatı yaratan O’dur. Bunlar, hanginiz daha güzel iş yapacak diye sizi yıpratıcı bir imtihandan geçirmesi içindir. Daima üstün olan ve kusurları örten O’dur.” (Mülk 67/1-2) Allah, sistemini imtihan için kurmuş, bunun bir bilgi imtihanı değil, cihad ve sabır imtihanı olduğunu bildirmiş, bu sebeple kimin başarılı olacağını önceden bilmediğini şöyle açıklamıştır: وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنكُمْ وَالصَّابِرِينَ وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ “Şurası kesin ki içinizden cihad edenleri ve sabırlı /kararlı davrananları bilinceye ve gerçek yüzünüzü ortaya çıkarıncaya kadar sizi zorlu bir imtihandan geçireceğiz.” (Muhammed 47/31) أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّهُ الَّذِينَ جَاهَدُواْ مِنكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ . “Yoksa Allah içinizden cihad edenleri bilmeden, sabredenleri de bilmeden Cennet’e gireceğinizi mi hesap etmiştiniz!” (Âl-i İmrân 3/142) Cihad, düşmanın, şeytanın ve arzuların baskısına var gücüyle direnmektir[2]. Sabır ise şartlar ne olursa olsun kararlı davranıp duruşunu bozmamaktır[3]. Duruşunu bozmadan yoluna devam […]

İnsanın İmtihanı ve İlahi Bilginin İnsanın Sorumluğuna Etkisi
Yüce Allah biz insanları imtihan maksadıyla yarattığını indirdiği kitabında çeşitli vesilelerle ifade etmiştir. Hiçbir insan bu imtihanın istisnası değildir. İmtihanın zaman ve koşullarını yine bizzat Yüce Allah belirlemektedir. İmtihanın maksadı; Allah’ın kendi sevgisini, yardımını ve mükâfatını hak edecek direnci gösteren kimseler ile aksi davranış gösterenleri bilip ayırması, insanın elindeki imkânlar ve karşılaştığı zorluklara rağmen üretebileceği en iyi eylemi ortaya koyması ve Allah’a olan güveninde ne kadar samimi olduğunun sınanmasıdır. İşte Allah bunu görmek istemektedir.[1] Peki, bu sınamada Yüce Allah’ın var olduğu kabul edilen ön bilgisinin bir tesiri var mıdır? Her şeyden önce “Allah’ın önbilgisi ve insan davranışlarına etkisi” konusunun, kader konusu ile iç içe olup yüzyıllardır gündemde olan bir konu olduğunu belirtmekte fayda görüyoruz.[2] Yine kendisi hakkındaki planı bilmek isteyen ve kader mevzusu üzerine tefekkür eden her insanın son noktada soracağı soru şu olacaktır“Yüce Allah hayat boyu tüm tercihlerimi ve bu tercihlerin doğuracağı sonuçları biliyor ise yani sonumuzun ne olduğu önceden biliniyor ise imtihanın anlamı ve gayesi nedir? İlahi bilgi hiçbir zaman değişmeyecek ise, biz ürettiğimiz eylemler ile sonumuzu nasıl değiştireceğiz?” Bu sorulara cevap aramadan önce “Kader ve İmtihan” konularına değinmek yerinde olacaktır. Yüce Allah kitabında insandan sürekli akletmesini, tefekkür etmesini ve tedebbür etmesini istemektedir. [3] Elbette düşünen akıl soru üretecek ya da mevcut sorulara çözümler […]

Dinci Siyasetin Allah ile Aldatma Sanatı
İnsanları ikna edebilmenin, susturmanın ve sömürebilmenin en kolay ve etkili yolu inançları üzerinden onlarla yakınlık kurmaktır. Kişiye inandığı-kutsadığı değerler üzerinden mesaj vermek isterseniz onu etkileme yolunda en zayıf yerinden yakaladınız demektir. Hele bu kişi inançlarını sağlıklı bir şekilde temellendirmemiş ve aklına göre değil de hırslarına-duygularına göre hayatına yön veriyorsa sömürülmeye ve aldatılmaya müsait bir tiple karşı karşıyayız demektir. Tüm toplum böyle kişilerden oluşur, sürü psikolojisiyle nereye götürüldüğüne bakmaksızın hareket eder hale gelirse, bu toplum sürünmeye, ezilmeye ve zalim yöneticilerin eline düşmeye mahkûm hale gelmiştir. İşte bugün dünya genelinde yaşanan da budur. Yazımızda kader inancını istismar eden yöneticileri, din adamlarını ve aynı inanış ile kendisini avutmaya çalışan toplumları konu edineceğiz. Kader İnancını En Çok İstismar Eden Siyasiler ve Din Adamları Olmuştur Din duygularını kullanarak yapılan aldatma, istismarın en tehlikelisi ve sinsi olandır. Dini inançlar içerisinde yozlaştırıldığında kitleleri ve nesilleri etkileyen, fark edilmesi yüzyılları alan ve uyuşturucu etkisi en fazla olan “kader” kavramıdır.Kader inancı, bildiğimiz kadarıyla ilk çağlardan bugüne dek düşünce tarihinin en önemli problemi olmuştur. Bu problem filozofu, politikacısı, hukukçusu, din adamı, psikoloğu ve sade müminiyle bütün toplum katmanlarını meşgul etmiş ve üzerinde çok yoğun tartışmalar meydana getirmiştir. Çünkü söz konusu problem, muayyen bir topluma özgü olmayıp, tarih boyunca, bütün insan […]

Allah’ın Bilgisi ve Kader Konusundaki Çalışmalarımız
Yüzyıllardır Müslümanların gündeminden düşmeyen ve son zamanlarda daha ateşlenen “Kader ve Allah’ın Bilgisi” konusunda Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır hocamızı Kur’an’dan yaptığı tesbitlere aşağıdaki linkleri tıklayarak ulaşabilirsiniz. Ayrıca vakfımızın çıkardığı Kitap ve Hikmet dergimizin 4. sayısında yer alan ve Fehmi İlkay Çeçen tarafından kaleme alınan “İnsanın İmtihanı ve İlahi Bilgi” isimli makalenin gözden geçirilmiş hali ile yine aynı yazarın, dergimizin 6. sayında yer alan “Dinci Siyasetin Allah İle Aldatma Sanatı” isimli makaleyi okuyabilirsiniz. Kader ve Allah’ın Bilgisi Konusunda Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır hocanın yapmış olduğu derslerin bağlantıları aşağıdadır. Aşağıda verilen linkleri sırası ile tıklayarak konunun detaylarına, soru-cevap bölümlerine ve karşı tenkitlere verilen cevaplara ulaşabilirsiniz. 1. https://www.youtube.com/watch?v=xJUg6IetHYg 2. https://www.youtube.com/watch?v=ecL5hlautDk&feature=emb_logo 3. https://www.youtube.com/watch?v=S2Ghx-kGGIk&feature=emb_logo 4. https://www.youtube.com/watch?v=aamvt9Z3TdM&feature=emb_logo 5. https://www.youtube.com/watch?time_continue=1&v=lXCVy0T8jbc&feature=emb_logo 6. https://www.youtube.com/watch?time_continue=2&v=5qwnecfrY4E&feature=emb_logo 7. https://www.youtube.com/watch?v=btzo376oWV4&feature=emb_logo 8. https://www.youtube.com/watch?time_continue=2387&v=WBoj8JI8T68&feature=emb_logo 9. https://www.youtube.com/watch?time_continue=1&v=zO_9zLPccGI&feature=emb_logo 10. https://www.youtube.com/watch?v=prUmKK6VSQ4&feature=emb_logo 11. https://www.youtube.com/watch?v=OWK1qeHgn6g&feature=emb_logo
Namaz

Namaz ve Oruç Vakitleri
Müslim[1], Allah’a teslim olan ve onun yolunda her zorluğa göğüs geren kişilere Allah’ın verdiği addır[2]. Dini, eğip bükmeden uygulayanlar onlardır. “Kimin sözü, Allah’a çağıran, iyi işler yapan ve “Ben Allah’a tam teslim olanlardanım!” diyenin sözünden daha güzel olabilir!”(Fussilet 41/33) Bu yazıda namaz ve oruç vakitleri, müslim olanlar için anlatılacaktır. Kendisini yahut bir kişiyi veya kurumu, dini konularda yetkili sayanlar, hedef kitlemizin dışındadırlar. Kur’ân’da namaz vakitleri, ayrıntılı olarak açıklanmıştır. “Namazı kıl“ emriyle başlayan iki âyet vardır: وَأَقِمِ الصَّلَاةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِنَ اللَّيْلِ إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِ ذَلِكَ ذِكْرَى لِلذَّاكِرِينَ “Namazı, gündüzün iki tarafında ve gecenin zülfelerinde/gündüze yakın vakitlerinde düzgün ve sürekli kıl.” (Hûd, 11/114) أَقِمِ الصَّلَاةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَى غَسَقِ اللَّيْلِ وَقُرْآنَ الْفَجْرِ إِنَّ قُرْآنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا “Namazı, Güneşin dülûk’ndan /tepe noktasını geçmesinden gecenin ğasakına/ gecenin soğuğunun /karanlığının bastırmasına kadar kadar düzgün ve sürekli kıl! Bir de fecrin kur’ân’ında/ doğu ufku boyunca dağılmış ışıkların bir araya toplandığı vakitte kıl! Fecrin kur’ânı meşhûddur./ Doğu ufku boyunca dağılmış ışıkların bir araya toplanması gözle görülür. “ (İsrâ 17/78) Bunlar, birbirini açıklayan ayetlerdir. Bu âyetleri, anlamaya yardımcı olan âyetlerin başlıcaları şunlardır: ومِن الليلِ فتهجد بِهِ نافِلةً لك عسى أن يبعثك ربك مقامًا محمودًا “Sana özel ek görev olarak gecenin bir kısmında namaz kılmak için uykudan kalk. Belki […]

Yatsı Namazının Vakti Ne Zaman Sona Erer?
İnsanlık tarihi kadar eski olduğu bilinen, Rasûlullah’tan en fazla fiili uygulamanın gözlemlenip nakledildiği, vakitle mukayyet olduğu için cephede dahi terkine izin verilmeyen bir ibadetin vakti konusunda, o ibadeti geçersiz kılacak herhangi bir ihtilaf beklenmemelidir. Beklenti böyle olsa da; bu konuda, mesela yatsı namazının son vaktinin ne olduğu hususunda mezhep imamları ile onların takipçileri arasında, bazen de mezheplerin genel kabulüne muhalefet gösterenler arasında görüş farklılıklarının olduğu, konuya derinlemesine eğilenlerin malumudur. Yazının Devamını Okumak İçin Lütfen Tıklayınız. Dr. Fatih Orum

Zikir ve Namaz
Zikir, çok önemli bir kavramdır. Namaz da Allah’ı zikir için kılınır. Allah Teâlâ Musa aleyhisselama şöyle emretmiştir: إِنَّنِيأَنَااللَّهُلَاإِلَهَإِلَّاأَنَافَاعْبُدْنِيوَأَقِمِالصَّلَاةَلِذِكْرِي “Ben, evet ben Allah’ım; benden başka ilah yoktur. Bana kulluk et ve benim zikrim için namaz kıl.”(Taha 20/14) Namazda zikir emri bize de verilmiştir: فَإِذَاقَضَيْتُمُالصَّلاَةَفَاذْكُرُواْاللّهَقِيَامًاوَقُعُودًاوَعَلَىجُنُوبِكُمْ… “Namazı kıldığınızda ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerinde iken Allah’ı zikredin…”(Nisa 4/103) Namaz “Allah’ın zikri için” kılındığına göre “zikir” kavramını iyi bilmek gerekir. ZİKİR Bir şeyi bağlantıları ile birlikte düşünerek öğrenmeye marifet[1], o marifeti koruyup kullanıma hazır tutmaya veya dil ile söylemeye de zikir denir[2]. Zikrin ilk kaynağı doğadır. İnsan, doğada yaptığı gözlemlerle elde ettiği bilgi parçaları arasında bağlantılar kurar ve zikre ulaşır. İlgili ayetlerden bir kaçı şöyledir: وَهُوَالَّذِيأَرْسَلَالرِّيَاحَبُشْرًابَيْنَيَدَيْرَحْمَتِهِوَأَنزَلْنَامِنَالسَّمَاءمَاءطَهُورًا.لِنُحْيِيَبِهِبَلْدَةًمَّيْتًاوَنُسْقِيَهُمِمَّاخَلَقْنَاأَنْعَامًاوَأَنَاسِيَّكَثِيرًا.وَلَقَدْصَرَّفْنَاهُبَيْنَهُمْلِيَذَّكَّرُوافَأَبَىأَكْثَرُالنَّاسِإِلَّاكُفُورًا. Rüzgârları, ikramının önünde müjdeci olarak gönderen Allah’tır. Gökten dupduru su indirir ki, onunla ölü bir beldeyi canlandırsın. Yarattıklarını; büyük ve küçükbaş hayvanları ve çok sayıda insanı suya kavuştursun. O suyu, aralarında halden hale çevirir ki tezekkür etsinler. Ama insanların çoğu, nankörlük dışında her şeye direnç gösterir[3].(Furkân 25/48- 50) Âyetteki “tezekkür” tefa’ul (تفعُّل) bâbındandır. Bu bâb[4], fiile tekellüf yani hedefe adım adım ulaşma anlamı yükler. Bu sebeple tezekkür’ün anlamlarından biri, zikre adım adım ulaşmaktır. Çünkü doğa olaylarını izleyerek bir bilgiye ulaşmak için zamana ihtiyaç olur. Doğa, bilginin kaynağıdır. Kur’ân’ın Allah’ın […]

Adetli Kadının Orucu ve Namazı
ADETLİ KADININ ORUCU VE NAMAZI Âdetli ve Lohusa Kadın ile İlgili Nesih Nesih sözlükte, bir kitaba diğerindeki bilgiyi aktarma veya bir şeyi uygulamadan kaldırıp yerine başka bir şey koyma anlamlarına gelir[1]. Neshin tarifini veren âyet şudur: مَا نَنْسَخْ مِنْ آَيَةٍ أَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَا أَوْ مِثْلِهَا أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ “Biz bir âyeti nesheder veya unutturursak, yerine daha hayırlısını ya da dengini getiririz. Bilmez misin, Allah her şeye bir ölçü koyar.” (Bakara 2/106) Buna göre nesih, bir âyeti bir başka âyetle değiştirmektir. Bu, hem Kur’an’ın ayetleri arasında, hem de Kur’an ayetleri ile önceki kitaplardaki ayetler arasında olur. Kur’an, ilahi kitapların son nüshası olduğu için ondaki ayetlerin çoğu, önceki kitaplarda olanların aynısıdır, yani onları dengiyle neshetmiştir. Allah Teâlâ şöyle demiştir: “Allah Nuh’a ne emretmişse onu, sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: “Bu dini ayakta tutun ve o konuda birbirinizden ayrı düşmeyin.” Senin çağırdığın şey müşriklere ağır gelir. Allah, bu dini tercih edeni kendi tarafına (yoluna) seçer ve ona yöneleni hedefine ulaştırır.”(Şûrâ 42/13) “Gerçekleri içeren ve kendinden öncekileri tasdik eden bu Kitab’ı sana, indiren O’dur. Tevrat’ı ve İncil’i de O indirmiştir.”(Al-i İmran 3/3) Bu ayetler, önceki kitaplardaki âyetlerin büyük […]

Herkesin Bildiği Namaz
A.GİRİŞ Namazın ilk defa Allah Rasûlü’ne öğretildiği, önceden namaz diye bir uygulamanın olmadığı düşüncesi halk arasında son derece yaygındır. İnsanlar nazarında itibar sahibi, ilim ehli olarak görülen bazı şahısların bile bu yanılgıya düştüklerini görebiliyoruz. Namaz konusunun zihinlerde yanlış ve eksik bilgilere dayandırılması, beraberinde pek çok sorunu ve soru işaretini ortaya çıkarmaktadır. Kişinin Kur’an algısının bozulması, vahiy algısının bozulması, nebî algısının bozulması, din algısının bozulması, usûl algısının bozulması vb. pek çok sorunun temelinde bu yanlış tasavvurlar yatmaktadır. Bu yazımızda namazla ilgili olarak Kur’anî bir algı ortaya koymaya çalışacağız. B. NAMAZIN KILINIŞI Kur’an’da namaz var mı? Namazın nasıl kılındığını bana Kur’an’dan gösterebilir misin? Bu gibi soruları daha önce sormuş veya benzer sorularla karşılaşmış olabilirsiniz. Aslında bu sorular birçok sorunun göstergesidir. Bunların en başında Kur’an ve din algısının doğru oluşmaması gelmektedir. Kur’an’da neler yer alır, nelerin yer alması gerekmez? Bir rasul veya nebinin Kitap’da olmaksızın dine bir şey sokup çıkarma (teşri) yetkileri var mıdır? İnsanın Kur’an dışında inanmak zorunda olduğu bir kaynak var mı? Bu ve benzeri soruların cevapları kişinin zihninde doğru bir şekilde yer etmezse doğru bir din anlayışına sahip olması imkansız hale gelir. O halde biraz Kur’an algısı üzerinde durup, Allah’ın elçisinin başta namaz olmak üzere dindeki ibadetleri nasıl ve nereden […]

Namazlarda Okunan Dua ve ZİKİRLER
1- Allâhu Ekber الله اكبر “Allah en büyüktür.” Kıbleye yani Kâbe’nin bulunduğu tarafa yönelerek ayakta, eller kulak hizasına kadar kaldırılır ve Allâhu Ekber denerek namaza başlanır. 2- Namazın başında okunan dua: “Allâhu Ekber” diyerek namaza başladıktan sonra “Sübhâneke” okunur. سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ وَبِحَمْدِكَ، وَتَبَارَكَ اسْمُكَ، وَتَعالَى جَدُّكَ وَلاَ إِلٰهَ غَيْرُكَ “Allahım, sana yöneldim. Ne yaparsan güzel yaparsın. Adın yücedir. Zenginliğin çok fazladır. Senden başka ilah yoktur.” “Sübhâneke” yerine; şu ayet de okunabilir: اِنّ۪ي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضَ حَنِيفًا مُسْلِمًا وَمَا أَنَاۨ مِنَ الْمُشْرِكِينَ إِنَّ صَلَاتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ لَا شَرِيكَ لَهُ وَبِذٰلِكَ أُمِرْتُ وَأَنَاۨ مِنَ الْمُسْلِمِينَ “Ben, bir Müslüman olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana doğrudan doğruya çevirdim. Ben müşriklerden değilim. Benim ibadetim, kurbanım, hayatım ve ölümüm, varlıkların Rabbi olan Allah içindir. Onun ortağı yoktur. Böyle emir aldım. Ben Müslümanlardanım.” Sübhâneke veya diğer duayı okuduktan sonra, 3- Eûzübillâhimineşşeytânirracîm ( أعوذ بالله من الشيطان الرجيم) = Taşlanan şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım 4- Bismillâhirrahmânirrahîm” (بسم الله الرحمن الرحيم) = “İyiliği sonsuz ikramı bol Allah’ın adıyla” denilerek Fatiha Suresine geçilir. 5- Fatiha Suresi 1. الحمد لله رب العلمين Elhamdulillâhi rabbil’âlemîn. Her şeyi güzel yapmak Allah’a mahsustur. O, varlıkların sahibidir. 2. الرحمن الرحيم […]

Haydi Hep Birlikte Namaza!
Kur’an-ı Kerim’de cemaatle namazın önemine işaret eden bazı ayetler bulunmaktadır. Bunun yanı sıra hadis kitaplarında yer alan sahih rivayetlerden anlaşıldığına göre Resûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem de cemaatle namaz kılmaya büyük önem vermiştir. İlgili ayetler ve Resûlullâh’ın uygulamaları sebebiyle sahabe döneminde özürsüz yere cemaate katılmayanlara neredeyse münafık gözü ile bakıldığı rivayetlere yansımıştır. Mesela ashâb-ı kirâm’ın önde gelenlerinden Abdulah İbn Mes’ud’un bu konuda şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Allah’a yemin ederim ki ben, münafık olduğu (ayan beyan ortada olduğu için) bilinenler veya hastalardan başka hiçbirimizin cemaatle namaza katılmaktan geri kaldığını görmedim! Hatta hastalar bile iki adamın arasına girerek/onların omuzlarına tutunarak da olsa mutlaka namaza gelirlerdi…”[1] Ashab-ı kirâm’ın namazlarını cemaatle birlikte kılmaya olan bu düşkünlükleri hiç şüphesiz ki Nebîmizi örnek almalarından kaynaklanıyordu. Zira O, farz namazlarda cemaatten hiç geri kalmadığı gibi vefatına sebep olan hastalığa yakalandığında bile Ali b. Ebî Tâlib ve Abdullah İbn Abbas’ın kolları arasında ayakları yerlere sürünür bir vaziyette dahi cemaate iştirak etmiştir.[2] Onun beş vakit namazın farzlarını cemaatle kılmasına ve kıldırmasına sıcak, soğuk, yağmur, fırtına gibi tabiat olayları ile yolculuk veya savaş durumları gibi hiçbir zorluk ve sıkıntılı durum engel olamamıştır.[3] Aşağıda görüleceği gibi Nebîmizin cemaatle birlikte namaz kılmaya bu denli önem göstermesi konuyla ilgili ayetler sebebiyle olmalıdır. Asr-ı […]

YOLCULUKTA VE KORKU HALİNDE NAMAZ
Namaz, Adem aleyhisselamdan beri devam edegelen bir ibadettir. Allah Teâlâ namazı, bütün ümmetlere emretmiştir. وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ حُنَفَاءَ وَيُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُؤْتُوا الزَّكَاةَ وَذَلِكَ دِينُ الْقَيِّمَةِ “Onlara, dine bir şey katmadan ve yanlış yola sapmadan Allah’a kulluk etmeleri, namazı düzgün ve sürekli kılmaları ve zekâtı vermeleri dışında bir emir verilmedi. Doğru din işte budur.” (Beyyine, 98/4-5) وَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى وَأَخِيهِ أَنْ تَبَوَّآ لِقَوْمِكُمَا بِمِصْرَ بُيُوتًا وَاجْعَلُوا بُيُوتَكُمْ قِبْلَةً وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ. “Musa ile kardeşine şunu vahyettik: Siz ikiniz Mısır’da halkınız için evler hazırlayın. Evlerinizi, kıbleye yönelik yapın; namazı düzgün ve sürekli kılın.” (Yunus 10/87) İsa aleyhisselâm, beşikte iken, bir mucize olarak yaptığı konuşmada şunları söylemişti: وَجَعَلَنِي مُبَارَكًا أَيْنَ مَا كُنْتُ وَأَوْصَانِي بِالصَّلَاةِ وَالزَّكَاةِ مَا دُمْتُ حَيًّا “Nerede olursam olayım (Allah) beni değerli kıldı; yaşadığım sürece bana namaz ve zekât görevi yükledi.” (Meryem, 19/31) İbrahim aleyhisselam, oğlu İsmail ile eşi Hacer’i Mekke’ye yerleştirdiğinde şu duayı yapmıştı: رَبَّنَا إِنِّي أَسْكَنْتُ مِنْ ذُرِّيَّتِي بِوَادٍ غَيْرِ ذِي زَرْعٍ عِنْدَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِ رَبَّنَا لِيُقِيمُوا الصَّلَاةَ “Rabbimiz! Ben soyumdan bir kısmını senin dokunulmazlığı olan Beyt’inin[1] yanında, çorak bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz bunu, namazı düzgün ve sürekli kılsınlar diye yaptım.” (İbrahim 14/37) İsmail aleyhisselamın bu duaya uygun hareket ettiğini de şu ayetten öğreniyoruz: وَاذْكُرْ […]
Kur'an Araştırmaları

Kur’ân Fıtrat İlişkisi
KUR’AN FITRAT İLİŞKİSİ VE TALAK ÖRNEĞİ* ÖZET Fıtrat, varlıkların temel yapısını ve onu oluşturan yaratılış, değişim ve gelişim ilke ve kanunlarını ifade eder. İnsan, fıtrata aykırı davrandığının farkında olur. İçten içe bunun rahatsızlığını duyar. Kur’an ayetleri, fıtratın Allah tarafından bildirilmiş şeklidir. Kur’an ile fıtrat arasında tam bir uyum bulunmasından dolayı, fıtratı anlamak için Kur’an’dan, Kur’an’ı anlamak için de fıtrattan yararlanmak gerekir. Bahsedilen bu ilişkiyi anlamak için Kur’an’daki talak hükümlerine bakılabilir. Fakat o hükümler, Kur’an’a aykırı biçimde yorumlandığı için talak konusu, fıtrata aykırı bir hale sokulmuştur. SUMMARY The Relation Between Fıtrat (Nature) And Quran By Given An Example Some Of The Divorse System (Talaq) The nature (fitrat) means the main structure of the beings and principles, laws of creation, change, developing that form it. The man realises if he behaives contrary to his fitrat. He feels uncomfort because of this. Quranic verses are the form of fıtrat that informed by God. Because of the harmony between Quran and Fıtrat, it is necessary to understand the fitrat for understanding Quran and also necessary to understand Quran for understanding fıtrat. For understanding this relation, we can look at quranic decrees about divorse siystem (talaq). But these decrees had been interpritated by jurisprudents not […]

Kur’ân’ı Açıklamada Usul
Birçok sure, “Bunlar o açık Kitab’ın âyetleridir”[1] diye başlar. Bir âyet şöyledir: وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِّكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ “Biz bu Kitab’ı sana indirdik ki; her şeyi açıklasın, doğru yolu göstersin, ona bağlananlara bir ikram ve bir müjde olsun.” (Nahl 16/89) Kur’ân’ın açık olması, Allah’ın rızık vermesine benzer. Allah Teâlâ şöyle buyurur: اللَّهُ الَّذِي خَلَقَكُمْ ثُمَّ رَزَقَكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ. “Allah; sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek olan, daha sonra size yeniden hayat verecek olandır.” (Rum 30/40) Rızık, insanın yararlandığı yiyecek, içecek, barınak, evlat, yağmur ve ilim anlamlarına gelir. İhtiyacımız olan bazı şeyleri hazır bulabiliriz. Ama rızkın bir bölümüne ulaşmak gayret ister. Bir parça ekmek soframıza gelsin diye ne emekler harcanır! Ne ekip çalışmaları yapılır! Allah; tohumu, suyu, güneşi, toprağı, kısaca rızık için gerekli her şeyi yaratmıştır. Ama onları bir araya getirip rızık elde etmek insanın işidir. O, şöyle buyurur: إِنَّ رَبَّكَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ إِنَّهُ كَانَ بِعِبَادِهِ خَبِيرًا بَصِيرًا. “Rabbin, tercih ettiği kişi için rızkı genişletir de daraltır da. [2] Şüphesiz o, kullarının durumunu ayrıntılarıyla bilen ve her şeyi görendir.” (İsrâ 17/30) Kur’ân’dan yararlanmak, rızka ulaşmak gibidir. Birçok âyetin açıklamaya ihtiyacı yoktur. Ama bazı âyetlerin açıklamasına ulaşmak gayret ister. Allah, Kur’ân’ı açıklamayı kendi üstlenmiş […]

Kadının Dövülmesi
GİRİŞ Nisa 34. âyette “Nüşuzundan korktuğunuz kadınlarınıza öğüt verin/güzel sözler söyleyin, yataklarından ayrılın ve onları (oraya) darb edin” emirleri yer alır. Nüşûz =نُشُوزً, gideceği zaman oturduğu yerden hafifçe kalkmaktır[1]. Darb =ضرب, bir şeyi bir şeyin üstüne vurmak veya sabitlemektir[2]. Hemen hemen her iş için kullanılan[3]darb kelimesinin anlamı, vurulan veya sabitlenen şeye göre değişir. Türkçede, darb’a en yakın olan “vurmak” fiilinin de otuz civarında anlamı vardır. Damga vurma, ayağını yere vurma, silahla, yumrukla veya sopayla vurma, ışık vurması, karaya vurma gibi kullanımlar, “bir şeyi bir şeyin üzerine vurma” anlamındadır. Duvara boya vurma, ata eğer vurma, başörtüyü boyuna vurma, binaya çatı vurma, kafayı vurup yatma, kapıya kilit vurma, soğuk vurması, dolu vurması ve birine vurulma gibi kullanımlar da “bir şeyi bir şeyin üstüne sabitleme” anlamındadır[4]. Gelenekte Nisa 34. âyetteki nüşûz’a baş kaldırma, darb’a da dövme anlamı verilmiştir. İlgili hadislere de bu anlam verilince İslâm’ın erkeğe, eşini dövme yetkisi verdiği kanaati oluşmuştur. Türkiye Diyanet Vakfı meâli şöyledir: الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاءِ بِمَا فَضَّلَ اللَّهُ بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ وَبِمَا أَنْفَقُوا مِنْ أَمْوَالِهِمْ فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللَّهُ وَاللَّاتِي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ فَلَا تَبْغُوا عَلَيْهِنَّ سَبِيلًا إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيًّا كَبِيرًا. “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün […]

Talak (Erkeğin Boşama Hakkı)
Kur’ân’a göre talak, kocanın hakkıdır. Talakla ilgili fiillerin faili kocalardır. Kadının evliliği sona erdirme hakkına iftidâ denir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: الطَّلَاقُ مَرَّتَانِ فَإِمْسَاكٌ بِمَعْرُوفٍ أَوْ تَسْرِيحٌ بِإِحْسَانٍ. “O talak iki defadır. Her birinden sonra kadını ya iyilikle tutmak, ya da güzellikle ayırmak gerekir.” (Bakara 2/229) Âyetteki الطَّلاَقُ (el-talaku) ifadesinin başındaki “ال = el” marifelik ekidir; kelimeyi et-talâku şeklinde okutur ve “o talak” anlamı verir. Talakın ne olduğu talak sûresinde açıklanmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِذَا طَلَّقْتُمُ النِّسَاءَ فَطَلِّقُوهُنَّ لِعِدَّتِهِنَّ وَأَحْصُوا الْعِدَّةَ وَاتَّقُوا اللَّهَ رَبَّكُمْ لَا تُخْرِجُوهُنَّ مِنْ بُيُوتِهِنَّ وَلَا يَخْرُجْنَ إِلَّا أَنْ يَأْتِينَ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍ وَتِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ وَمَنْ يَتَعَدَّ حُدُودَ اللَّهِ فَقَدْ ظَلَمَ نَفْسَهُ لَا تَدْرِي لَعَلَّ اللَّهَ يُحْدِثُ بَعْدَ ذَلِكَ أَمْرًا. فَإِذَا بَلَغْنَ أَجَلَهُنَّ فَأَمْسِكُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ أَوْ فَارِقُوهُنَّ بِمَعْرُوفٍ وَأَشْهِدُوا ذَوَيْ عَدْلٍ مِنْكُمْ وَأَقِيمُوا الشَّهَادَةَ لِلَّهِ ذَلِكُمْ يُوعَظُ بِهِ مَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآَخِرِ وَمَنْ يَتَّقِ اللَّهَ يَجْعَلْ لَهُ مَخْرَجًا. وَيَرْزُقْهُ مِنْ حَيْثُ لَا يَحْتَسِبُ وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ إِنَّ اللَّهَ بَالِغُ أَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللَّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا. “Ey Nebi! Kadınları boşadığınızda iddetleri içinde boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz Allah’tan çekinin; onları evlerinden çıkarmayın. Onlar da çıkmasınlar; açık bir fuhuş yapmış olurlarsa başka. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa […]

Kadınların Şahitliği
“ …Erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutun. İki erkek yoksa, kabul edeceğiniz şahitlerden bir erkek ile iki kadın da olabilir. Biri yanılırsa, diğeri hatırlatır. Şahitler çağrıldıklarında gelmezlik etmesinler. Borç, ister büyük, ister küçük olsun, vâdesi ile birlikte yazmaktan üşenmeyin. Böylesi Allah katında daha doğru, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygun olur…” (Bakara 2/282) Kur’ân, şahitlik konusunda kadın-erkek ayırımı yapmadığı halde, fıkıh geleneğinde ayrım yapılmış hatta had ve kısas davalarında şahitlerin tamamının erkek olması şart koşulmuş, diğer davalarda iki erkek veya bir erkek ile iki kadın yeterli görülmüştür. Borç doğuran hukuki ilişkileri tespit ile ilgili âyette şöyle buyurulmuştur: “…Erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutun. İki erkek yoksa kabul edeceğiniz şahitlerden bir erkekle iki kadın da olabilir. Biri yanılırsa diğeri hatırlatır…” (Bakara 2/282) Bağlantılarına bakmayınca âyetin şahitlik konusunda kadın erkek ayırımı yaptığı kanaatine varılabilir. Nitekim eski fakihler bu kanaatle hareket etmişlerdir. Âyetin devamı şöyledir: “…Şahitler çağrıldıklarında gelmezlik etmesinler. Borç, ister büyük, ister küçük olsun, vâdesi ile birlikte yazmaktan üşenmeyin. Böylesi; Allah yanında daha doğru, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygun olur….” “…Böylesi, şahitlik için daha sağlamdır…” ifadesi, borcu yazıyla tespit açısından da şahitlik nisabı açısından da değerlendirilebilir. “Daha sağlam” sözü “sağlam”ın karşıtıdır. Sağlam olan iki şey karşılaştırılınca birine […]

Kur’ân’da Hoşgörü
İÇİNDEKİLER I- HOŞGÖRÜNÜN TEMELLERİ 1- Hürriyet 2- Yalnız Allah’a köle olunur a- İnsana kölelik b- Ruhânîlere kölelik 3- Nebiler ve melekler de Allah’ın kölesidir 4- Köle-efendi ilişkisi 5- Kölelik kurumu 6- Ölümsüzlük inancı 7- İlahi denetim II- HOŞGÖRÜ 1- Davranışlarda güzellik 2- Müslümanlara karşı hoşgörü 3- Aile fertlerine karşı hoşgörü 4- İnanç hürriyeti a- İman bir kalp işidir b- Niyet c- Ehl-i kitap d- Her kesin dini kendine e- İnançlara hakaret yasağı 5- Münafıklara aldırmama 6- Kendini bilmeyenlere aldırmama 7- Her zaman adalet III- HOŞGÖRÜNÜN SINIRLARI 1- İnsanları uyarma 2- Tedbir 3- Kötü konuşmaları dinlememe 4- İyi geçinmek başka sevmek başkadır 5- Silaha silah 6- Savaşmayanlara karşı adil olma 7- Baskıya son vermek için savaş SONUÇ KUR’AN’DA HOŞGÖRÜ Her şeyimizi Allah’a borçluyuz Kimse onun verdiğinden fazlasına sahip olamaz. “Göklerde ne var ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.” (Bakara, 2/255) “Seni yaratan, düzenleyen, uyumlu kılan, istediği şekli veren odur.” (İnfitar, 82/7-8) Allah’tan başkasına ümit bağlayanlara bile “Sizi yaratan kimdir? diye sorsan hiç kuşkusuz “Allah’tır” derler. (Zuhruf , 43/87) “Kafirlere “sorsan ki; “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi, ayı buyruğu altında tutan kimdir?” , şüphesiz “Allah’tır” diyeceklerdir. Ya nasıl aldatılıyorlar? Allah rızkı , kullarından dilediğine bol da verir ölçülü de. Doğrusu Allah her […]

Nesih ve Recim Cezası
Nesih sözlükte, ‘iki şeyi yan yana getirip birindeki yazıyı diğerine aktarma’ anlamına gelir. ‘Bir şeyi uygulamadan kaldırıp yerine başka bir şey koymaya’ da nesih denir. Bir âyetteki hükmün başka âyetle hafifletilmesi böyledir. Birinci âyete mensuh ikincisine nâsih denir.[1] Buna göre bir kişinin, yazdığı bir yazıyı bir başka yere aktarması nesihtir. Bu kişi o yazının bir bölümünü çıkarır, bir bölümünü değiştirir, büyük bir bölümünü de aynen aktarır. İkinci yazı birinciyi nesheder ve onun yerine geçer. Allah’ın son Kitabı, öncekilerin yerine geçmek üzere indirilmiştir. Allah, öncekilerde olan hükümlerin bir kısmını son Kitabı’na almamış, bir kısmını daha iyisi ile değiştirmiş, büyük bir bölümünü de aynen aktarmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: شَرَعَ لَكُمْ مِنَ الدِّينِ مَا وَصَّى بِهِ نُوحًا وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِهِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى أَنْ أَقِيمُوا الدِّينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا فِيهِ. “Allah Nuh’a ne buyurmuşsa onu, sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: Bu dini ayakta tutun, gruplara ayrılmayın…” (Şûrâ 42/13) Kur’an’da, önceki kitaplarda olan bazı hükümleri hafifleten ayetler vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالْإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالْأَغْلَالَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ. “Onlar, […]

Müslüman Olmayanlarla İlişkiler
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah, dininizden dolayı sizi öldürmeye kalkışmamış ve sizi yaşadığınız yerlerden çıkarmamış kimselere iyilik etmenizi ve değer vermenizi yasaklamaz. Allah değer bilenleri sever. Allah’ın yasakladığı şey sadece, dininizden dolayı sizi öldürmeye kalkışanlara, sizi yaşadığınız yerden çıkaranlara ve çıkarılmanıza destek verenlere yakınlık göstermenizdir. Onlara yakınlık gösterenler yanlış yaparlar.“(Mumtahane 60/8–9) Ayetlere göre gayrimüslimlerle ilişkide üç kırmızı çizgimiz vardır: 1- Dinimizden dolayı bizimle savaşmaları, 2- Bizi yurdumuzdan çıkarmaları, 3- Yurdumuzdan çıkaranlara destek vermeleri. Bu çizgileri çiğneyenlerle dostluk kuramayız. Tevbe 5. âyet: Bu âyetin, Müslüman-gayrimüslim ilişkisinde esas alındığı iddia edilir: “Dokunulmaz oldukları bu aylar çıkınca (antlaşmayı bozduğu halde Mekke’den ayrılmayan) o müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayın, kuşatın ve onlar için her gözetleme yerinde bekleyin. Ama dönüş yapar, namazı düzgün ve sürekli kılar, zekatı da verirlerse artık onlara ilişmeyin. Çünkü Allah bağışlar, ikramı boldur. “ (Tevbe 9/5) Bu âyet, kırmızı çizgilerin tamamını çiğnemiş, Hudeybiye barış antlaşmasını bozmuş, Mekke’nin fethinden sonra kendilerine bir yıl dokunulmamış, ayrıca dört aylık ek süre verilmiş olan Mekkeli müşriklere yapılan son uyarı ile ilgili ayetlerdendir. Benzer durumlar olmadıkça bu hükümler uygulanmaz. Ayeti farklı anlama çekmek doğru değildir. Gayrimüslimlerden Hakaret Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Mallarınız ve canlarınız konusunda yıpratıcı bir imtihandan geçirileceğiniz kesindir. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve […]

Kadir Gecesi ve İtikâf
“Doğrusu Biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik. Bilir misin nedir kadir gecesi? Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır. O gece Rab’lerinin izniyle Ruh ve melekler, her türlü iş için iner de iner. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.”(Kadr, 97/1–5) Kadir gecesinin Ramazanda olduğu bellidir. Çünkü Allah Teala şöyle buyurur: “Ramazan öyle bir aydır ki Kur’an o ayda, insanlara doğruyu gösteren ve doğruyu yanlıştan ayıran belgeler halinde indirilmiştir…” (Bakara, 2/185) Ama Ramazanın hangi gecesinin Kadir Gecesi olduğu belli değildir. Peygamberimizin (sav) tavsiyesi onu Ramazan ayının son on gününün tek gecelerinde aramaktır. Buna göre kadir gecesi Ramazanın yirmi bir, yirmi üç, yirmi beş, yirmi yedi ve yirmi dokuzuncu gecelerinden herhangi biri olabilir. Kadir gecesi ile ilgili hadisler şöyledir: “Her kim sevabına inanıp onu kazanmak ümidiyle Kadir gecesini ihya ederse geçmiş günahları affedilir.”[1] Aişe (r. anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ramazan ayında, diğer aylarda görülmeyen bir gayrete girerdi. Ramazanın son on gününde ise çok daha çok çaba gösterirdi. Son on günde geceyi ihya eder, ailesini de (gecenin ihyası için) uyandırırdı…”[2] Aişe (r. anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat edinceye kadar Ramazan’ın son on gününde itikafa girer ve derdi ki: “Kadir gecesini Ramazan’ın son on gününde arayın.”[3] Ebu Saîd (ra) anlatıyor: “Biz Peygamberimiz (aleyhissalâtu […]

Cennete Kimler Girer?
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “(Kur’an’a) inananlar ile Yahudi, Hristiyan ve Sâbiîler var ya! Onlardan her kim Allah’a ve ahiret gününe inanır da iyi işler yaparsa ödülleri Rableri /Sahipleri katındadır. Onların üzerinde ne bir korku olur ne de üzülürler.” (Bakara 2/62) Kendine bir resulün tebliği ulaşmayan kişi, sadece şirkten ve bildiği doğrulardan sorumlu olur. Resulün tebliğ ettiği şey, Allah’ın indirdiği kitaptır. Bugün Kur’ân âyetlerini, kendi anlayacağı dille anlayarak okumamış veya dinlememiş kişilere tebliğ ulaşmış olmaz. Onun için insanlara o ayetleri kendi dilleriyle anlatmak, Müslümanların en önemli görevidir. Yukarıdaki âyetin bir benzeri Mâide suresinde geçer. O âyet, öncesi ve sonrasıyla şöyledir: “De ki: “Ey ehlikitap /kitaplarında uzman olanlar! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirilmiş olanı (Kur’an’ı) tam olarak uygulamadıkça bir temeliniz olmaz.” (Kur’an’a) inananlar ile Yahudiler, Sâbiîler ve Hristiyanlar var ya! Onlardan her kim Allah’a ve ahiret gününe inanır da iyi işler yaparsa onların üzerinde ne bir korku olur ne de üzülürler. İsrailoğullarından söz aldık, onlara resuller /elçiler gönderdik. Ne zaman bir resul onlara hoşlanmadıkları bir şey getirse kimini yalancı saydılar, kimini de öldürdüler. (Mâide 5/68-70) Konu ile ilgili bir âyet de şöyledir: “Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı bulacakları ümmi nebi olan bu resule uyanlardır. O resul onların iyi şeyleri yapmalarını ister ve kötü şeylerden sakındırır. […]

Şefaat
Şefaat, şef’ (الشَّفْع) kökünden tekliğin zıddına iki şeyin yan yana olması demektir. Birinin işini görmek için onunla birlikte gitme anlamına da gelir[1]. İnsanın bilgisi az olduğu için tanımak istediği kişiyi ona, güvendiği birinin tanıtması önemlidir. Dolayısıyla insanlar arasında bu tür şefaatler olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: مَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَصِيبٌ مِنْهَا وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَا وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ مُقِيتًا. “Her kim iyiliğe şefaat ederse (destek verirse) ondan ona pay vardır. Kim de kötülüğe şefaat ederse onun da ondan sorumluluğu vardır. Allah her şeyi korur ve kollar.” (Nisa 4/85) Şefaat, saygın birinin Allah’ın yanında başkasına arka çıkması ve yardımcı olması anlamında kullanılır. İnsanın kalbini, yaptıklarını ve yapmadıklarını bilen Allah’ın huzurunda bir kimseye arka çıkılabileceğini düşünmek ona saygısızlıktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلَا يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ . “Öyle bir günden çekinin ki, o gün kimse kimsenin yerine ceza çekmez, kimseden şefaat kabul edilmez, kimseden fidye alınmaz ve kimseye yardım edilmez.” (Bakara 2/48) Günahlarından vaz geçemeyenler, korkularından dolayı Allah’ın yanında kendilerine yardımcı olacak güçlü birini ararlar. Halbuki, bütün gücün Allah’ın elinde olduğunu da bilirler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: قُلْ […]

Allah’ın Beşer Resûlü
Tarih sürecinde peygamberlere karşı geliştirilen yanlış tutumlar, indirgemeci ve aşırı yüceltmeci olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlardan birincisine örnek, Yahudilerdir. Onların birçoğu peygamberlere gereken değeri vermemiş, onlara iftiralar atmış, sıradan bir insana gösterdikleri sevgiyi, saygıyı onlardan esirgemişlerdir. Ve nihayetinde onları öldürecek gaddarlığı da sergileyebilmişlerdir. İkincisine örnek ise Hristiyanlardır. Onlar Yahudilerin zıddına peygamber (İsa Aleyhisselâm) sevgisinde aşırıya kaçmış ve onu tanrı edinmişlerdir. Kur’an’da kendilerinden ehli kitap olarak bahsedilen Yahudi ve Hristiyanlar, peygamberlere karşı gösterilen davranışların iki aşırı ucunu oluşturmuşlardır.[1] Bu iki grubun dışında kalan milletlere de peygamberler gönderilmiştir. Genel olarak “inanmayanlar” veya “müşrikler” olarak adlandırılan bu gruplar, ehli kitabın aksine, kendilerine elçi olarak gönderilen peygamberlerin beşer olma özelliğini dillerine dolamışlardır. Bu makalede Hristiyanların İsa Aleyhisselâm hakkında sergiledikleri aşırı tutum ile inanmayanların peygamberlerin beşer oluşuna karşı geliştirdikleri söylem, İslam dünyasında karşılaşılan bazı yanlış durumlarla mukayese edilmek suretiyle incelemeye tabi tutulacaktır. Yahudilerin ve -az da olsa- bazı Müslümanların gösterdiği indirgemeci peygamber tasavvuruna bu makalede değinilmeyecektir. 1. MÜŞRİKLERİN BEKLENTİSİ: MELEK PEYGAMBER Dini tebliğ etmek için gönderilen peygamberlerin birer beşer olmalarını, inanmayanlar bir türlü kabullenmek istememişlerdir. Tarihi açıdan Nûh Aleyhisselâm zamanına kadar götürülebilecek bu durum, son nebî Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’e kadar böyle devam ede gelmiştir. Nûh Aleyhisselâm, kavmine elçi olarak gönderildiğinde ona şöyle itiraz […]

Hacda Ticaret ve Sosyal Etkinlik
Allah Teâlâ İbrahim aleyhisselama şöyle demişti: “Hac için insanlara çağrı yap da yaya olarak ve bitkin binekler üzerinde derin vadilerden geçip sana gelsinler. Gelsinler de kendi menfaatleri bizzat görsünler ve onlara rızık olarak verdiği küçük ve büyük baş hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın adını ansınlar. Onlardan yiyin, eli darda olan yoksula da yedirin. Sonra Arafat vakfesini[1] tamamlasınlar, adaklarını yerine getirsinler ve Beyt-i atîki (Kâbe’yi) tavaf etsinler.” (Hac 22/27–28) Dikkat edilirse âyetlerin iki faklı şeye vurgu yaptığı görülür; biri elde edilecek menfaat, diğeri yapılacak ibadettir. Bunların ikisi de menfaattir; biri din ile diğeri de dünya ile ilgilidir. Şu âyette de buna benzer bir vurgu vardır: “(Hac mevsiminde) Rabbinizin ikramını aramanızda bir günah yoktur. Arafat’tan boşalıp aktığınız zaman Meş’ar-i Haram yanında Allah’ı anın. Size nasıl gösterdiyse onu öyle anın. Doğrusu, bundan önce siz gerçekten, yanlış yolda idiniz.” (Bakara 2/198) Sahabeden Abdullah İbn Abbas diyor ki: “Hac ibadeti başlamadan önce insanlar Mina’da, Arafat’ta, Zü’l-mecaz panayırında ve diğer panayırlarda alım satım yaparlardı. Sonra ihramlı ilken alım satım yapmaktan korkar oldular. Bunun üzerine Allah Teâlâ yukarıdaki âyeti indirdi.” ((Ebu Davud, Sünen, Menasik 7, hadis no 1734.)) Bu panayırlar İslâm’dan sonra da kurulmaya devam etti. İlk terke uğrayan Ukâz panayırı oldu. Hâricîler zamanında (hicri 129 yılında) kurulamadı ve ondan sonra tamamen bırakıldı. […]

Oruç Fidyesi
Allah Teâlâ şöyle buyurur: اَيَّامًا مَعْدُودَاتٍۜ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَر۪يضًا اَوْ عَلٰى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَۜ وَعَلَى الَّذ۪ينَ يُط۪يقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْك۪ينٍۜ فَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَهُۜ وَاَنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ اِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ “(Size yazılan oruç) sayılı günlerde tutulur. Sizden kim, hasta veya yolculuk halinde olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde tutsun. Orucu tutabilecek olanların bir çaresizi doyuracak kadar fidye (fitre) vermesi de gerekir. Kim bir iyiliğin fazlasını yaparsa onun için iyi olur. Oruç tutmanızın ne kadar iyi olduğunu bilseniz, (hasta ve yolcu olmanıza rağmen) tutarsınız. …” (Bakara 2/184) Âyette geçen (الذين يطيقونه وعلى ) = ve alellezîne yutîkûnehû) ifadesi “…onu tutabilenlere…” anlamındadır. Ancak âlimlerimizin çoğu âyete; “…onu tutamayanlara…” şeklinde olumsuz anlam vermişlerdir. Bu, şaşırtıcı bir durumdur. Şimdi olumlu anlam ile ortaya çıkan hükümleri ve anlamı olumsuza çevirmenin sebep ve sonuçlarını görmeye çalışalım: 27.1. Olumlu Anlam Bakara 184. âyetteki ( الذين يطيقونهوعلى ) ibaresine “..onu tutabilenlere..” şeklinde olumlu anlam verince, “onu” zamiri ya bu âyette sözü edilen hasta ve yolcuların, tutamadıkları Ramazan orucunu kaza etmeleri halini ya da 183. âyette yer alan orucu (الصيام es-sıyâm) gösterir. 27.1.1. Zamirin Orucu (الصيام) Göstermesi 184. âyette olan “onu” zamirinin 183. âyetteki orucu gösterdiğini söyleyenlere göre yolcu ve hasta olmayıp oruç tutabilenler önceleri serbestti; isteyen […]

Kadir Gecesi
Kadir Gecesi’ni, kader gecesi diye tercüme edebiliriz. Kadr veya kader, ölçü koyma ve ölçü anlamlarına gelir. Kadir gecesi, bir yıllık ölçülerin belirlendiği ve görevli meleklere emirler halinde verildiği gecedir. Yaratılacak her şeyin önce ölçüsü oluşturulur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz, her şeyi bir kadere (ölçüye) göre yaratırız.”. (Kamer 54/49) Kadir gecesi Ramazan ayı içerisindedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ramazan Kur’ân’ın indirildiği aydır.” (Bakara 2/185) “Biz Kur’ân’ı Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesi nedir, sen nereden bileceksin? Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır. O gece melekler, Rablerinin izniyle, her konudaki ruhlarla (kendilerine verilmiş görevlerle) inerler. O, tanyeri ağarıncaya kadar güvenlik ve esenlik gecesidir.” (Kadr Suresi) “Hâ, Mîm. Her şeyi açıkça ortaya koyan bu Kitap önemlidir. Onu bereketli bir gecede (kadir gecesinde) indirdik. Onunla uyarılarda bulunmaktayız. Karara bağlanmış her iş için o gece görev paylaşımı yapılır. Paylaşım tarafımızdan yapılır. Biz, elçiler (melekler) göndeririz. Rabbinin /Sahibinin bir ikramı olarak… O, her şeyi dinler ve bilir. ” (Duhân 44/1-6) Kadr suresi 4. ayetteki melekler, ruh ve emir ile ilgili Nebimizden gelen bir açıklama yoktur. Bu bize konuyu Kur’ân’dan kolayca öğrenebileceğimizi gösterir. MELEKLER Allah Teâlâ meleklerle ilgili olarak şöyle buyurur: “Göklerin ve yerin fıtratını (kanun ve kurallarını) koyan, melekleri ikişer, üçer ve dörder kanatlı elçiler kılan Allah her şeyi güzel yapar. Koyduğu kurala göre yaratılışa ilavelerde de bulunur. Allah […]

Kur’ân ve Müslümanların Durumu
Allah Teâlâ tüm insanlığa elçi olarak gönderdiği[1] son peygamberi[2] Muhammed aleyhisselam’a, doğruluğunda hiç şüphe olmayan[3] ve sözlerin en güzeli[4] olan Kuranı Kerim’i her şeyi açıklamak için[5] indirmiş, ona, Kuranı Kerim’e uymayı[6] ve Kuran Kerim’i tebliğ etmeyi[7] emretmiştir. Ayrıca Kuran Kerim’i tebliğ etmezse elçilik görevini yerine getirmemiş sayılacağı konusunda uyarmıştır.[8] Peygamber aleyhisselam, Allahü Teâlâ’nın emri ile sadece Kuran’a uyacağını söylemiş[9] ve son ayetin[10] indirildiği gün tüm insanlara hitap ederek “Ben size Allah’ın kitabı olan Kuran’ı bırakıyorum. Ona sımsıkı sarılırsanız azgınlığa düşmezsiniz” [11] demiş, tüm insanlara Kuran- ı Kerim’i bir peygamber mirası olarak bırakıp gittiğini ilan etmiş ve kısa bir süre sonra vefat etmiştir.[12] Allah Teâlâ, indirdiği son ayetinde bizlere: “Bugün, dininizi kemale erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım ve din olarak size İslam’ı uygun gördü”[13] buyurmaktadır. Dolayısıyla Kuran- ı Kerim’in son ayetinin indirilmesiyle dinimiz tamamlanmıştır. Allah Teâlâ, Peygamber aleyhisselamı kıyamete kadar tüm insanlara elçi olarak gönderdiği için ona indirdiği kitabı olan Kuran- ı Kerim’in mucizeliğini ve rehberliğini de kıyamete kadar muhafaza edeceğini garanti etmiştir.[14] Bundan dolayı Cenabı Allah Kuran’ı kolay anlaşılabilir şekilde indirmiş[15] ve Peygamber aleyhisselam Allah’ın emri ile “bu Kur’an bana vahyedildi ki sizi ve ulaştığı kişileri onunla uyarayım.”[16] demiştir. Bunun içindir ki, Cenabı Allah kıyamete kadar gelecek tüm insanlara “Ey […]

Kur’ân’ı Nasıl Okumalıyız?
Gerek araştırmalar ve gerekse gözlemlere dayalı olarak yapılan tespitler gösteriyor ki, günümüzde Kur’an-ı Kerim halkımızın en çok okuduğu, ama en az anladığı bir kitap durumundadır. Müslüman Türk toplumunda neredeyse evinde Kur’an bulunmayan kimse kalmamasına rağmen, Kur’an’ı anlayarak okuyanların oranı oldukça düşük düzeydedir. Kur’an’ın gönderiliş amacı ve insanlara ulaştırmak istediği mesaj ile toplumumuzun şu an içerisinde bulunduğu durum arasında bir mukayese yapıldığında, Kur’an’ın daha ziyade anlaşılmadan okunduğunu ve onun bize sunduğu bireysel ve sosyal hayatımızla ilgili mesajlardan yeterince faydalanamadığımızı rahatlıkla anlayabiliriz. İnen ilk âyetlerinden itibaren okuyup öğrenmenin, bilimin, barışın ve hoşgörünün öneminden bahseden Kur’an-ı Kerim, bütün müslümanlar tarafından gerektiği gibi okunup yeterince anlaşılmış olsaydı, bugün toplumumuzda giderek yaygınlaşan güvensizlik, huzursuzluk, sevgi ve diyalog eksekliği, bilim ve teknolojideki konumumuz bu düzeyde olmazdı. ‘İslâm ülkeleri’ kavramı şiddet ve terör kavramlarıyla birlikte anılmazdı. Kur’an gereği gibi anlaşılmış olsaydı, İslâm dünyası diye tanımlanan toplumlarda ayrımcılık, hukuk ihlâlleri, kültürel saplantıların bir ürünü olan kan davaları, töre cinayetleri, işkence, fuhuş, soygun, rüşvet, yolsuzluk ve dolandırıcılık gibi suçlar bu kadar yaygın olmazdı. Çünkü saydığmız bütün bu olumsuzluklar, Kur’an’ın indiği dönemde Mekke toplumunda da yaygındı. Ancak Hz. Peygamber’in önderliğinde o bozulmuş ve çürümeye yüz tutmuş toplum, Kur’an’ın aydınlatmasıyla çok geçmeden medenî bir toplum haline dönüşebilmiştir. Allah (c.c) bize Kur’an-ı […]

Kur’ân-ı Kerim’de Adam Öldürmenin Cezası Kısastır
Adam öldürmelerde kısas cezası şu ayetle Müslümanlara farz kılınmıştır. “. Müminler! Öldürülen insanlar konusunda size kısas farz kılındı.” (Bakara 2/178) Kısas, suç ile ceza arasında denkliği ifade eder. Suçla ceza arasındaki denklik, Kur’ân’ın temel kuralıdır. Bir kötülüğün cezası, onun dengi bir kötülüktür. Kim bağışlar da arayı düzeltirse karşılığını Allah verir. O, yanlış yapanları sevmez.(Şura 42/40) Kur’ân’a göre kısas, can güvenliğinin teminatıdır. “Ey sağlam duruşlu kişiler[1] kısasta sizin için hayat vardır, belki korunursunuz.” (Bakara 2/179) Osmanlı mahkeme kayıtlarındaki bir kısas davasının safhalarını görmek için tıklayın. Kur’ân, davanın açılmasından cezanın infazına kadar, suçtan zarar gören tarafa yetki vererek onları tatmin eder. “Allah’ın dokunulmaz kıldığı canı öldürmeyin; haklı sebeple[2olursa başka. Kim haksız yere öldürülürse onun en yakınına (velisine) yetki vermişizdir. O da katili öldürme işinde aşırıya kaçmasın çünkü o yardım görmüştür.”(İsrâ 17/33) Öldürülenin ailesine, katili bağışlama yetkisi verilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kim, öldürülenin kardeşi (mirasçısı) tarafından bir bedel karşılığı bağışlanırsa, marufa[3*] uysun ve bedeli güzelce ödesin. Böyle olması, Sahibiniz (Rabbiniz) tarafından yapılmış bir hafifletme ve bir iyiliktir. Kim bundan sonra da düşmanlığı sürdürürse, ona acı bir azap vardır.” (Bakara 2/178) Ölenin mirasçılarından biri razı edilirse kısas cezası düşer. Bu sebeple mükellef varislerin tamamı hazır olmazsa bu ceza infaz edilemez. Çünkü onlardan birinin merhamete gelip katili affetmesi […]

Kur’ân’da Eşyanın Dili
Kur’ân, canlı cansız, bütün varlıkların dilinden, duygularından, ibadetlerinden ve görevlerinden bahseder. Burada cinler ve melekler dışındaki varlıkları anlatan ayetler görülecek ve insanla kısa bir kıyaslama yapılacaktır. 1. GÖKLER VE YER Gökler ve yer, bütün halindeyken patlatılarak ayrılmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “30. Kafirlerin görmeleri gerekmez mi, gökler ve yer bütün halinde iken patlattık[1] ve her canlı şeyi sudan yarattık, hâlâ inanmayacaklar mı?” (Enbiya 21/30) 1.1. Göklerin ve yerin Allah’a söz vermesi Allah önce yeri yaratmış ve şöyle buyurmuştur: “De ki “Yeri iki günde yaratana benzer nitelikte varlıklar oluşturarak O’nu görmezlikten gelen siz misiniz? O, bütün varlıkların Sahibidir (Rabbidir).” Üstten dibe doğru sabitleyen oturaklı dağlar yerleştirip yeri (içini) bereketlendiren ve her türden nimetin gıdalarının ölçüsünü dört günde oluşturup araştıranlar (arayanlar) için dengeli bir şekilde yayan O’dur. Sonra duman halindeki göğe yönelmiş, ona ve yere: “İsteyerek veya istemeyerek emrime girin!” demişti; ikisi de “İsteyerek emrine girdik” diye cevap vermişlerdi. Sonra onları, iki günde yedi gök olarak tamamlamış ve her gökte ona ait emri vahyetmiştir. En yakın göğü de kandillerle (yıldızlarla) süslemiş ve korumuştur. İşte bu, daima üstün ve bilgili olan Allah’ın koyduğu ölçüdür. (Fussilet 41/9–12) Gökler, görevlerini tamamlayınca yarılacak ve yeryüzü değişikliğe uğrayacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: Gök yarılmış, Sahibini dinleyip görevini […]

Kur’ân’â Göre Resulullah’ın Tebyîn Görevinin Anlamı
Tebyin, açıklamak anlamına gelmektedir.[1] Pek çok âyette Kitab’ın apaçık olduğu belirtilmektedir.[2] Bir âyet şöyledir: الۤرٰ تِلْكَ اٰيَاتُ الْكِتَابِ الْمُب۪ينِ “Elif. Lâm. Râ. Bunlar, apaçık Kitab’ın âyetleridir.” (Yusuf 12/1) Âyetlerin açıklanma işini Yüce Allah üzerine almıştır.[3] Yani açıklamaları O yapmıştır. Bir âyette şöyle buyrulmaktadır: لَا تُحَرِّكْ بِه۪ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِه۪ اِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْاٰنَهُ فَاِذَا قَرَاْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْاٰنَهُ ثُمَّ اِنَّ عَلَيْنَا بَيَانَهُ “Onunla acele hüküm vermek için dilini hareket ettirme. Onu toparlamak ve Kur’ân (kümeleşmiş) haline getirmek bizim işimizdir. Toparladığımızda hemen Kur’ânı’na (anlam kümesine) uy. Zaten onu açıklamak bizim işimizdir” (Kıyâmet 75/16–19) Yüce Allah, açıklama işini üzerine alma sebebi olarak da şöyle buyurmaktadır: الَر كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِن لَّدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ اللّهَ إِنَّنِي لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ “Elif, Lâm, Râ. Bu, âyetleri hakîm ve habîr olan Allah tarafından muhkem kılınmış ve de açıklanmış bir kitaptır. Böyle olması Allah’tan başkasına kulluk etmemeniz içindir. (De ki:) Ben de O’nun tarafından size uyarı yapan ve müjde veren biriyim” (Hûd 11/1-2) Kitabın ayetleri, Allah’tan başkasına kulluk etmememiz için Yüce Allah tarafından muhkem kılınıp açıklandığına göre, kitabın açıklamaya ihtiyacı yoktur. Bize düşen, Yüce Allahın yapmış olduğa açıklamalara bir usul çerçevesinde ulaşma gayreti göstermektir. Bizden istenen, başkalarının söyledikleri değil, Kitabın bildirdikleridir. Yüce […]

Kur’ân’da Namaz Vakitleri
Genel anlayışın aksine gündüz, geceden önce gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: لَا الشَّمْسُ يَنبَغِي لَهَا أَن تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا اللَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ وَكُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ “Güneş ayı yakalayamaz, gece de gündüzü geçemez[1*]. Her biri farklı bir yörüngede yüzüp gider” (Yasin 36/40) Gece, gündüzü geçemediği için yeni gün, güneşin doğmasıyla başlar. Bu yüzden farz namazların vakitlerini bildiren iki ayette ilk namaz, öğle namazıdır. وَأَقِمِ الصَّلَاةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِنَ اللَّيْلِ إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِ ذَلِكَ ذِكْرَى لِلذَّاكِرِينَ “Gündüzün iki bölümünde ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Çünkü iyilikler (namazlar), kabahatleri kötülükleri giderir. Bu, aklını başına alacaklar için bir hatırlatmadır.” (Hûd, 11/114) Taraf (طرف), bir şeyin bölümlerinden biri anlamına gelir[2]. “Gündüzün iki tarafı”, iki bölümü demektir. Aşağıdaki ayette görüleceği gibi namaz kılınması gereken ilk bölüm, güneşin batıya kaydığı öğle vaktidir. İkincisi ise ikindi namazının vaktidir. Bu iki vakit bütün kültürlerde vardır. Ayetin metninde, “yakınlık” anlamında olan zülfe (زلفة)’nin çoğulu zülef (زلف) kelimesi vardır. Arapçada çoğul, en az üç şeyi gösterir. Ayetteki “زُلَفًا مِّنَ اللَّيْل = gecenin zülfeleri”, gecenin gündüze yakın en az üç zamanıdır. Bunlar gündüzden işaret taşıyan akşam, yatsı ve sabah namazlarıdır. Gece üçe ayrılır; birinci bölümü, akşam ve yatsı namazlarının vaktidir. Güneşin batmasıyla başlar ve karanlığın iyice çökmesine (ğaseku’l-leyl’e) kadar sürer. İkinci bölümü, teheccüd namazının vaktidir, ğaseku’l-leyl’den tan […]

Müslüman Cehenneme Gider mi?
Soru – Meryem Suresinin 71 ve 72. âyetlerinde şöyle buyrulmaktadır: “ oraya suya Sizden koşarcasına gitmeyecek yoktur. Bu, Rabbinin uygulamayı üstlendiği kesin hükümdür.Allah’tan çekinerek kendini korumuş olanları kurtaracak, yanlış yapanları (zalimleri) de orada diz üstü çökmüş olarak bırakacağız .Bu âyetleri nasıl anlamalıyız; Müslümanlar cehenneme girip çıkacaklar mı? Cevap – Meryem suresinin bu âyetleri, günahı sevabından çok olan Müslümanların cehennemde cezalarını çektikten sonra çıkacaklarını bildirmektedir. Ayetleri doğru anlamak için öncesini ve sonrasını bölümler halinde görmeye çalışalım. 1- Nebilerden sonra gelen nesiller Allah Teâlâ bu surede birkaç nebi ile ilgili bilgi verdikten sonra şöyle buyurmuştur: أُوْلَئِكَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ مِن ذُرِّيَّةِ آدَمَ وَمِمَّنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍ وَمِن ذُرِّيَّةِ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْرَائِيلَ وَمِمَّنْ هَدَيْنَا وَاجْتَبَيْنَا إِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُ الرَّحْمَن خَرُّوا سُجَّدًا وَبُكِيًّا . فَخَلَفَ مِن بَعْدِهِمْ خَلْفٌ أَضَاعُوا الصَّلَاةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا “İşte bunlar Allah’ın mutluluk verdiği nebilerdendir; Âdem’in soyundan, Nuh ile birlikte gemiye bindirdiklerimizden, İbrahim’in ve İsrail’in (Yakup’un) soyundan olup kendilerine doğru yolu gösterdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerdir. Onlara Rahman’ın ayetleri okununca gözleri dolarak secdeye kapanırlardı. Onların arkasından namazı ihmal eden ve arzularına uyan bir nesil geldi. Onlar yakında ğayy ile (yanlış kurgularıyla) yüzleşeceklerdir.” ” (Meryem 19/58-59) 2- Ğayy (غَيّ) suçu ve ğayy cezası Ğayy (غَيّ) cezası, ğayy suçunu işleyenler içindir. Ğayy غَيّ : الضلال […]

Yatsı Namazının Vakti Ne Zaman Sona Erer?
İnsanlık tarihi kadar eski olduğu bilinen, Rasûlullah’tan en fazla fiili uygulamanın gözlemlenip nakledildiği, vakitle mukayyet olduğu için cephede dahi terkine izin verilmeyen bir ibadetin vakti konusunda, o ibadeti geçersiz kılacak herhangi bir ihtilaf beklenmemelidir. Beklenti böyle olsa da; bu konuda, mesela yatsı namazının son vaktinin ne olduğu hususunda mezhep imamları ile onların takipçileri arasında, bazen de mezheplerin genel kabulüne muhalefet gösterenler arasında görüş farklılıklarının olduğu, konuya derinlemesine eğilenlerin malumudur. Yazının Devamını Okumak İçin Lütfen Tıklayınız. Dr. Fatih Orum

Kuşların Günlük İbadet Vakitleri
Kur’ân bize, kuşların günlük ibadet ve namazlarından bahseder. Bu konudaki âyetler şunlardır: أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُسَبِّحُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالطَّيْرُ صَافَّاتٍ كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَتَسْبِيحَهُ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ “Hiç görmedin mi göklerde ve yerde kim varsa, kuşlar bile sıra sıra dizili iken Allah’a ibadet ederler. Her biri namazını ve ibadetini bilir. Allah da onların ne yaptıklarını bilir.”(Nur 24/41) اصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ وَاذْكُرْ عَبْدَنَا دَاوُودَ ذَا الْأَيْدِ إِنَّهُ أَوَّابٌ .إِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْإِشْرَاقِ .وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً كُلٌّ لَهُ أَوَّابٌ “Bunların sözlerine sabret. Bunlara kulumuzu, güçlü Davud’u anlat; o, pek saygılıydı. Akşamleyin ve kuşluk vaktinde[1] onunla birlikte ibadet eden dağları, hizmetine vermiştik. Kuşlar da (hizmetindeydi, onunla) toplu halde ibadet ederlerdi. Hepsi ona pek saygılıydı.”(Sad 38/17-19) وَسَخَّرْنَا مَعَ دَاوُودَ الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ وَالطَّيْرَ “Dağları ve kuşları da Davud’un emrine vermiştik; onunla birlikte ibadet (tesbih ederlerdi).”(Enbiya 21/79) [1]Sebe 34/10, Sad 38/18 pan style=’font:7.0pt “Times New Roman”‘> . Allah da onların ne yaptıklarını bilir. Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediği bildirilmiştir: “Allah’ın en sevdiği namaz Davûd’un namazı, en sevdiği oruç Davud’un orucudur. Gece yarısında uyur, üçte birinde (ortasında) kalkar, altıda birinde (seher vaktinde) yine uyurdu. Bir gün oruç tutar, bir gün yerdi[2].” “Horoza sövmeyin, o namaz için uyarıda bulunur.[3]” […]

Her Kâfir Kendini Dindar Sayar
HER KÂFİR KENDİNİ DİNDAR SAYAR (MÜSLÜMAN OLMAK KOLAY MÜSLÜMAN KALMAK ZORDUR) Küfür örtme, kâfir, örten demektir. İyilikbilmez birine, yapılan iyiliği görmezlikten geldiği için kâfir denir. Asıl kâfir, Allah’ın üstünlüğünü görmezlikten gelendir. Herkes Allah’a saygılı olduğunu düşünür. Allah’ın koyduğu emir ve yasaklar, insan doğasına uyduğu için Müslüman olmak kolaydır. Ama onlar, isteklerine ters düşmeye başlarsa Müslüman kalmak zorlaşır. Kur’ân’ın tanıttığı ilk kâfir olan İblis bir melekti, diğer melekler gibi imtihana tabiydi[1]. Allah Âdem’i yaratmaya karar verince onun da içinde olduğu meleklere: “Yeryüzünde bir muhalif varlık[2] yaratıyorum”dedi (“Muhalif” sözü korkuttu): “Oradaki düzeni bozacak ve kan dökecek bir varlık mı yaratıyorsun? Ama sen yaptığını güzel yaparsın, sana içten boyun eğmemiz bundandır. Senden dolayı onu değerli sayarız.” dediler. Allah: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi ve Âdem’e her varlığın ismini[3] (neye yaradığını) öğretti. Sonra onları meleklere gösterdi: “İddianızda haklıysanız bana şunların isimlerini söyleyin”dedi. Melekler: “Biz sana içten boyun eğeriz; bizde senin öğrettiğinden başka bilgi olmaz. Her şeyi bilen ve kararları doğru olan sensin” dediler. Bunun üzerine Allah: “Âdem! Meleklere şunların isimlerini (neye yaradıklarını) söyle” dedi. Âdem onlara o isimleri söyleyince: “Size dememiş miydim, ben göklerin ve yerin gaybını (gizlisini, saklısını) bilirim. Neyi açığa vurduğunuzu neyi gizlediğinizi de bilirim” dedi.(Bakara 2/30-33) Âdem’e eşyanın isimleri öğretilince onu kıskandılar ve Âdem ile imtihan edildiler. Bundan sonrasını Allah Teâlâ […]

Teslim Olmak Ya Da Olmamak! İşte Bütün Mesele!
Şöyle bir cümle kuralım: “Osman’ın arabasından daha güzelini mi bulacaklar, herkes onu çok beğenir.” Bu cümlede herkesin beğendiği şey Osman mıdır yoksa Osman’ın arabası mı? Aslında bu sorunun sorulması bile abestir. Zira bu cümleden Osman’ın arabasının beğenildiği açıkça anlaşılmaktadır. Belki Osman’ı da herkes beğeniyor olabilir, ancak belli ki anlatılmak istenen o değildir. Türkçemizde belirtili isim tamlaması olarak bilinen ve her dilde aynı şekilde kullanılan bu ifade tarzında konu tamlayan değil tamlanandır. “Osman’ın arabası” isim tamlamasında da konu Osman değil, arabadır. “Osman’ın”kelimesi sadece herhangi bir arabadan değil, özel bir arabadan bahsedildiğini göstermek için yani ifadeyi “tamlamak” için kullanılmıştır. İşte Allah’ın kitabını okurken de bu basit ifade şekline dikkat etmemiz gerekir: “Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa, isteyerek veya istemeyerek ona teslim olmuştur. O’na döndürüleceklerdir.” (Al-i İmran Suresi 3/83) Ayet Allah’ın dininden bahsediyor ve devamındaki cümlede zamir kullanılarak “ona teslim olmuştur” ifadesine yer veriliyor. Aslında müdahale edilmediği takdirde her okuyan “o” zamirinin Allah’a değil, Allah’ın dinine gittiğini görebilecekken meal “O’na teslim olmuştur” şeklinde yazılırsa anlam bir anda değişiyor. Gerçekte teslim olunan, Allah’ın dini iken “O’na” şeklinde yazılınca zamir Allah’ı gösterir hale geliyor. Peki Allah’a teslim olan zaten Allah’ın dinine teslim olmuş olmaz mı? Bu ayette […]

De Ki “Ne Dersiniz?! Ya O Allah Katındansa!
“De ki “Ne dersiniz?! Ya O Allah Katındansa!..”[1] Kur’an’ın Allah’ın kitabı olup olmadığı sorusu, kendisini Müslüman kabul eden bir ailede yetişmiş biri için kolayca sorulabilecek bir soru değildir. Hele de bu kişi, dinini öyle veya böyle yaşamak çabasında olan bir ailenin ferdi olmuşsa böyle bir soruyu aklına dahi getirmeyi günah sayan görüşlerle karşılaşması işten bile değildir. Fakat içine doğduğunuz toplum kendisini hangi dinden sayarsa saysın şu ayete göre bu soru mutlaka sorulmalı değil mi? “Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun” dense, “Hayır! Biz atalarımızı hangi yolda bulmuşsak ona uyarız” derler. Peki, ataları akıllarını bir şeye çalıştırmamış ve doğru yola da girmemişlerse yine uyacaklar mı?” (Bakara Suresi 2/170)[2] Ayete göre hayatımızın bir döneminde “Allah’ın indirdiğine uyun” sözü ile karşılaştığımızda vereceğimiz cevap hayati önem taşımaktadır. Vermememiz gereken cevap ayette son derece açıktır. Atalarımızın yoluna sorgusuz sualsiz uymamızın kabul edilmemesi, o yolun ve dolayısıyla bize din diye sunulabilecek her yolun sorgulanması ve bir takım testlere tabi tutulması gerekliliğini doğurur. Ayette ataların dininin yanlışlığından ya da doğruluğundan bahsedilmiyor. Ancak yanlış olma ihtimalinin dikkate alınması gerektiği, çünkü Allah’ın dininden başkasının kabul edilemeyeceği vurgulanıyor. Bize “Allah’ın indirdiğine uy” dendiğinde “ben büyüklerimden ne gördüysem ona uyarım” sözü cevap olarak kabul edilmiyorsa ne yapabiliriz? Yapacağımız tek şey Allah’ın indirdiğine uymayı […]

Kölelik ve Cariyelik Kur’ân’â Aykırıdır
İçinizden evli olmayanlar ile erkek ve kadın esirlerinizden uygun durumda olanları evlendirin. Yoksul iseler Allah, kendi ikramıyla onların ihtiyacını giderir. İmkânları geniş olan ve her şeyi bilen Allah’tır. وَلْيَسْتَعْفِفِ الَّذِينَ لَا يَجِدُونَ نِكَاحًا حَتَّى يُغْنِيَهُمْ اللَّهُ مِن فَضْلِهِ وَالَّذِينَ يَبْتَغُونَ الْكِتَابَ مِمَّا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ فَكَاتِبُوهُمْ إِنْ عَلِمْتُمْ فِيهِمْ خَيْرًا وَآتُوهُم مِّن مَّالِ اللَّهِ الَّذِي آتَاكُمْ وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَاء إِنْ أَرَدْنَ تَحَصُّنًا لِّتَبْتَغُوا عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَن يُكْرِههُّنَّ فَإِنَّ اللَّهَ مِن بَعْدِ إِكْرَاهِهِنَّ غَفُورٌ رَّحِيمٌ Evlenme imkânı bulamayanlar, Allah tarafından ihtiyaçları karşılanıncaya kadar namuslarını korusunlar. Hakimiyetiniz altındaki esirlerden sözleşme yapmak isteyen olur da kendilerine bir fayda sağlayacağını anlarsanız sözleşme yapın ve Allah’ın size verdiği maldan onlara verin. Evlenmek isteyen kızlarınıza, dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için baskı yapıp onları isyana zorlamayın. Onlara kim baskı yaparsa (bilsin ki), baskı altında kalmalarından (istemedikleri şeyi yapmak zorunda kalmalarından) sonra Allah onları bağışlar, ikram eder.(Nur Suresi 32-33). ayetler Hocalara Sorun! 1. Nur Suresi’nin 33 (Evlenme imkânı bulamayanlar, Allah tarafından ihtiyaçları karşılanıncaya kadar namuslarını korusunlar. Hâkimiyetiniz altındaki esirlerden sözleşme yapmak isteyen olur da kendilerine bir fayda sağlayacağını anlarsanız sözleşme yapın ve Allah’ın size verdiği maldan onlara verin. Evlenmek isteyen kızlarınıza, dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için baskı yapıp isyana zorlamayın. Onlara kim baskı […]

Üzeyir Aleyhisselam
Tevbe sûresinin 30. âyetinde geçen ve nebî olduğuna dair açık ifade bulunmayan Üzeyir’in hem kimliği hem de Yahudilerin ona “Allah’ın oğlu” deyip demedikleri, sürekli tartışılır. Müslümanların, bu gibi tartışmalarda kesin sonuca ulaşamamalarının sebebi, hikmeti bulma usulünün unutulmuş olmasıdır. Hikmeti bulmak için ekip kurarak birbirine benzer (müteşabih) âyetlerden bir küme oluşturmak gerekir. Üzeyir aleyhisselam gibi önceki kitapları da ilgilendiren konularda ise o kitapların ifadelerinden de bir küme oluşturup ilgili Kur’ân ayetleriyle birlikte okumak icap eder. Bu konu; Beyt-i makdis’in yıkılışı, Babil Sürgünü, Kudüs’e dönüş ve Mescid’in yeniden inşası ile yakından ilgilidir. Bu yazıda, Kur’ân âyetleri ile Tevrat’ın içinde yer alan Ezra ve Nehemya kitaplarının ifadeleri birlikte değerlendirilerek bir sonuca ulaşılacaktır. A- BEYT-İ MAKDİS’İN YIKILIŞI Kudüs ve Beyt-i Makdis iki kere yıkılmıştır. Birinci yıkılışından sonra tekrar yapılmış ama ikinci yıkılışından sonra yeniden yapılmamıştır. Bu konu ile ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle demiştir: وَقَضَيْنَا إِلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ فِي الْكِتَابِ لَتُفْسِدُنَّ فِي الْأَرْضِ مَرَّتَيْنِ وَلَتَعْلُنَّ عُلُوًّا كَبِيرًا . فَإِذَا جَاءَ وَعْدُ أُولَاهُمَا بَعَثْنَا عَلَيْكُمْ عِبَادًا لَنَا أُولِي بَأْسٍ شَدِيدٍ فَجَاسُوا خِلَالَ الدِّيَارِ وَكَانَ وَعْدًا مَفْعُولًا. ثُمَّ رَدَدْنَا لَكُمُ الْكَرَّةَ عَلَيْهِمْ وَأَمْدَدْنَاكُمْ بِأَمْوَالٍ وَبَنِينَ وَجَعَلْنَاكُمْ أَكْثَرَ نَفِيرًا . إِنْ أَحْسَنْتُمْ أَحْسَنْتُمْ لِأَنْفُسِكُمْ وَإِنْ أَسَأْتُمْ فَلَهَا فَإِذَا جَاءَ وَعْدُ الْآخِرَةِ لِيَسُوءُوا وُجُوهَكُمْ وَلِيَدْخُلُوا الْمَسْجِدَ كَمَا دَخَلُوهُ […]

Kur’ân’da Ûtu’l Kitap ve Ehl-i Kitap Farkı
Kur’an’da insanlara, Allah’ın gönderdiği kitaplarla olan ilişkilerinin boyutuna göre farklı kavramlarla hitap edilmektedir. Bunların başında ümmî, ûtu’l kitap ve ehl-i kitap kavramları gelmektedir. Ümmî Kavramı: Ümmî kavramına bakıldığında, bu tanıma giren kişilerin Allah’ın kitabından bir biçimde mahrum kalmış oldukları görülmektedir. Bu mahrumiyet kendilerine hiç bir şekilde kitap gönderilmemiş bir toplumda doğmuş olmak şeklinde olabileceği gibi kitabı olan bir toplumda yaşamasına rağmen çeşitli sebeplerle onun içeriğindeki gerçeklerden uzaklaştırılmış olmak şeklinde de olabilir. Örneğin şu ayette ümmîlerin, kendilerine kitap verilmiş olmayan kişiler olduğu net bir şekilde görülmektedir: فَإِنْ حَاجُّوكَ فَقُلْ أَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلَّهِ وَمَنِ اتَّبَعَنِ ۗ وَقُلْ لِلَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ وَالْأُمِّيِّينَ أَأَسْلَمْتُمْ ۚ فَإِنْ أَسْلَمُوا فَقَدِ اهْتَدَوْا ۖ وَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُ وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ Seninle tartışırlarsa de ki: “Ben her şeyimle Allah’a teslim oldum; bana uyanlar da öyle!” Kendine Kitap verilenler ile ümmîlere (önceki kitaplardan bilgisi olmayanlara) de ki: “Siz de teslim oldunuz mu?” Eğer teslim olurlarsa, yola gelmiş olurlar. Ama yüz çevirirlerse, sana düşen yalnızca ayetleri bildirmektir. Allah kullarını görür.(Âl-i İmrân 3/20) Nitekim Rasulullah’ın ümmî olan Mekke toplumundan seçildiğini belirten aşağıdaki ayette de bu sayede ümmî bir topluma kitap bilgisi verildiği belirtilmektedir: هُوَ الَّذِي بَعَثَ فِي الْأُمِّيِّينَ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ […]

Kur’ân’da “İlim” İfadesinin Metot Bağlamında Kullanımı
Günümüzde Kur’an’ın Allah’ın oluşturduğu özel bir metoda göre okunması gerektiği, eğer Kur’an’dan hayatın her alanında çözüm üretmesi isteniyorsa bunun ancak bu metotla yapılabileceği gerçeği, ne yazık ki üniversitelerde İslami ilimlerde öğrenci yetiştiren akademisyenlerin bile büyük çoğunluğu için kabul edilemez bir durumdur. Bunların bir bölümünü teşkil eden tarihselciler ise sözde İslami araştırmalarını kaleme aldıkları kitaplarında şu cümleleri kurabilmektedirler: “Sonuç itibariyle, Kur’an muhtemel okurlarının anlama sorunları gözetilerek kurgulanmış mütecanis bir metin olmadığı için metnin dışında kalan söz-dışı bağlamı belirlemek okura düşer.”[1] Yazarın “metnin dışında kalan söz-dışı bağlamı belirlemek okura düşer” şeklinde ifade ettiği durum Allah’ın Kur’an’da yazmayı ihmal ettiği konuları insanların belirleme yetkilerinin olması gerektiği iddiasıdır. Nitekim aynı yazar bir başka yazısında “Kur’an, “Bugün bize ne diyor, bizden ne istiyor?” sorusunun cevabını bulmak için izlenmesi gereken metodu şöyle tarif etmektedir: “Söz konusu cevabı bulmak için, önce Kur’an’ın ilk hitap çevresinde ne söylediğini, o gün orada neler olup bittiğini mümkün mertebe en iyi şekilde anlamaya çalışmak, kimi zaman yırtınmayı gerektiren bu anlamadan bir öz/çekirdek anlam çıkarmak, daha sonra o öz/çekirdek anlamın bugünkü tarihsel tecrübedeki ve kendi varoluşsal gerçekliğimizdeki karşılığını bulmaya çalışmaktır.”[2] Diğer bir deyişle Kur’an’ın bize ne söylediği yukarıdaki metodu izleyip yırtınan bir insanın iki dudağının arasındadır. Tüm müslümanlar Allah’ın Kur’an’da bize güzel […]

Kur’ân Üzerinde Bireysel Çalışmanın Yanlışlığı
Kur’an üzerinde bir kişinin tek başına çalışma yapması, günümüz ilahiyat akademisyenlerinin ve araştırmacılarının benimsemiş oldukları ve sık sık eleştirdiğimiz yaygın bir durumdur. Bu durum, çalışan kişinin Allah’ın öğrettiği “Kur’an’ı anlama metodu”nu uygulamadığının veya yanlış ya da eksik uyguladığının en önemli göstergesidir. Tek başına çalışan kişi yaptığı yanlışı göremeyeceği için gömleğin ilk düğmesini yanlış iliklemekle işe başlamış olabilmektedir. Yine bu kişi çoğunlukla Allah’ın istediği metodu uygulamak yerine ve çoğu zaman da o metodu uyguladığı yanılgısıyla aslında kendine ait bir yöntemle Allah’ın kitabını anlamaya çalışmaktadır. Oysa bu, Rabbimizin asla cevaz vermediği bir tutumdur. Bu tutum, Kur’an’ı o kişinin kendisinin açıklaması anlamına gelir ki Allah, Nebîsinin bile Kur’an’ı açıklamaya yetkili olmadığını açıkça dile getirmektedir: Elif! Lâm! Râ! Bu öyle bir kitaptır ki âyetleri hem muhkem kılınmış hem de doğru kararlar veren ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından açıklanmıştır. (Hûd Suresi 11/1) Üstelik Kur’an’ı Allah’tan başkasının açıklamasına izin verilmemesinin çok hassas bir sebebi vardır: Böyle olması, Allah’tan başkasına kul olmayasınız diyedir… (Hûd 11/2) Nitekim Rabbimiz, Kitabını doğru okuma ve anlama ilmini[1] çok sayıda ayetle detaylandırmakta[2] ve Kur’an üzerinde nebiler de dahil olmak üzere doğru hükme (hikmete) ulaşma amacıyla çalışma yapan herkese bu metodu ayrıntılarıyla öğretmektedir. Bununla da kalmayıp bu çalışmanın ekip halinde […]

Kur’ân Üzerinde Bireysel Çalışmanın Yanlışlığı – 2
İlahiyat alanında çalışanların kahir ekseriyetinin muzdarip olduğu en amansız hastalık, Allah’ın kitabı üzerinde tek başlarına çalışmaları ve bu çalışmada kendi belirledikleri, kendilerince uygun olduğunu düşündükleri metodu izlemeleridir. Bundan dolayı da ayetleri yorumlama yetkisini kendilerinde görmektedirler. Oysa önceki yazımızda[1] ilgili ayetler ile değindiğimiz gibi Kur’an şahsi yorumlara açık değildir. Rabbimiz Nebîlerine bile böyle bir yetki vermemiş, Kur’an’ı, detaylı bir şekilde anlattığı anlama metodu ile bizzat kendisi açıklamıştır.[2] Bu açıklamaya ulaşmak için metodu bilen ve birbirlerine ayetlerle itiraz ederek varsa yanlıştan dönülebilmesini sağlayabilecek kişilerden oluşan ekiplerin oluşturulması elzemdir. Bunun alternatifi yoktur. Açıklamayı bizzat Allah’ın yaptığı bir kitabın, herhangi bir insanın yorumuna izin vermesi zaten düşünülemez. Allah’ın kitabını yorumlamak bir çeşit ilahlık iddiasından başka bir şey değildir. Çünkü Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: Elif! Lâm! Râ! Bu öyle bir kitaptır ki âyetleri hem muhkem kılınmış hem de doğru kararlar veren ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından açıklanmıştır.Böyle olması, Allah’tan başkasına kul olmayasınız diyedir…(Hûd Suresi 11/1-2) Kur’an üzerinde bireysel çalışmanın ortaya çıkardığı problemlere bir başka örnek olarak ele alacağımız bu yazımızda konumuz Nisa Suresi’nin 7. ayeti ve Prof. Dr. Mehmet Okuyan ve Mustafa İslamoğlu hocalarımızın konuyla ilgili meal ve yorumları olacaktır. Öncelikle hocalarımızın ayete dayanarak ortaya attıkları iddia ve yorumları görelim. Bildiğimiz kadarıyla Mehmet […]

Müşrik Müminler
İman ve şirk bir arada olur mu? İnsan hem Allah’a iman ettiğini, Türkçe söylemek gerekirse “güvendiğini” iddia ederken hem de müşrik olabilir, Allah’a daha yakın olacağını öne sürerek başka otoriteleri veya kendini O’nun önüne geçirebilir mi? Kur’an’a göre insanların çoğu bu durumdadır: Onların çoğu Allah’a ancak müşrikler olarak iman ederler. (Yusuf 12/106) Ayette Allah’a iman eden, yani güvendiğini söyleyen kişilerin büyük bir kısmının ancak O’na şirk koşarak yani müşriklik yaparak iman ettikleri belirtiliyor. Bu durumu anlamak zor gibi görünüyor. Zira şirk Allah’ın emri ve otoritesinin önüne bir başka görüşü, otoriteyi, anlayışı ya da düşünceyi geçirmek demektir. Böyle bir durumda olan kişi nasıl iman ettiğini söyleyebilir? Bazen bazı ayetler hayatta karşılaştığımız olaylarla daha iyi anlaşılabilmektedir. Öncelikle Kur’an’da sayısız ayette anlatılan müşriklerden hiçbiri şirk içinde olduklarını, Allah’a ortak koştuklarını kabul etmemekte, aksine Allah’a daha yakın olma amacını güttüklerini ortaya koymaktadırlar. Bugünün tabiriyle her müşrik “benim kalbim temiz” demektedir. Bu yüzden her müşrik karşımıza mümin olarak çıkacaktır. Hatta dikkatli olmadığımız takdirde bizim de kendimizi mümin sayan müşrikler olmamız işten bile değildir. İşte bu durumu daha iyi kavrayabilmemiz için geride bıraktığımız bayramda kurban ibadeti ile ilgili söylenenlere bakmamız yeterli olacaktır. Her Kurban Bayramında kendilerini ilahlaştırmış, zihinsel ergen sosyal medya filozoflarının, kurban ibadeti hakkında işkembe-i […]

Herkesin Bildiği Namaz
A.GİRİŞ Namazın ilk defa Allah Rasûlü’ne öğretildiği, önceden namaz diye bir uygulamanın olmadığı düşüncesi halk arasında son derece yaygındır. İnsanlar nazarında itibar sahibi, ilim ehli olarak görülen bazı şahısların bile bu yanılgıya düştüklerini görebiliyoruz. Namaz konusunun zihinlerde yanlış ve eksik bilgilere dayandırılması, beraberinde pek çok sorunu ve soru işaretini ortaya çıkarmaktadır. Kişinin Kur’an algısının bozulması, vahiy algısının bozulması, nebî algısının bozulması, din algısının bozulması, usûl algısının bozulması vb. pek çok sorunun temelinde bu yanlış tasavvurlar yatmaktadır. Bu yazımızda namazla ilgili olarak Kur’anî bir algı ortaya koymaya çalışacağız. B. NAMAZIN KILINIŞI Kur’an’da namaz var mı? Namazın nasıl kılındığını bana Kur’an’dan gösterebilir misin? Bu gibi soruları daha önce sormuş veya benzer sorularla karşılaşmış olabilirsiniz. Aslında bu sorular birçok sorunun göstergesidir. Bunların en başında Kur’an ve din algısının doğru oluşmaması gelmektedir. Kur’an’da neler yer alır, nelerin yer alması gerekmez? Bir rasul veya nebinin Kitap’da olmaksızın dine bir şey sokup çıkarma (teşri) yetkileri var mıdır? İnsanın Kur’an dışında inanmak zorunda olduğu bir kaynak var mı? Bu ve benzeri soruların cevapları kişinin zihninde doğru bir şekilde yer etmezse doğru bir din anlayışına sahip olması imkansız hale gelir. O halde biraz Kur’an algısı üzerinde durup, Allah’ın elçisinin başta namaz olmak üzere dindeki ibadetleri nasıl ve nereden […]

Allah’ın Kitabına İlahiyatçı İftirası: Tarihselcilik
Fıtrat, kâinattaki canlı, cansız her varlığın tabiatı, yaratılışı anlamına gelir. Her bir varlık kendi tabiatına göre özellikler taşır. Bu özellikler onları Yaratan tarafından verilmiştir. Zaten fıtratın “yaratılış” olarak tarif edilmesi de bundandır. Yaratılmış olan her şeye sahip olduğu özellikler, onu Yaratan tarafından verilir. Bu özellikler her zaman ve koşulda daima aynıdır. Palmiye ağacının fıtratı yaratıldığı gün de bugün de değişmemiştir. Zaten değişmiş olsa ona palmiye ağacı denmez, başka bir isim verilirdi. Kedi yeryüzündeki ilk gününde nasıl kedi ise, yani bir kedinin tüm fıtratına sahip ise bugün de aynı şekilde kedidir. İnsan da her şey gibi Allah tarafından yaratılmış olduğundan fıtratı, yani tabiatı, yani yaratılış özellikleri ve koşulları Allah tarafından belirlenmiş bir canlıdır. Fıtratın herkes tarafından bilinen evrensel olma ilkesi elbette insan için de geçerlidir. Dolayısıyla ilk insan olan Adem Aleyhisselam’ın böbrekleri ile bu yazıyı okuyan kişinin böbrekleri arasında bir fark görmek aklî melekelerle ilgili bir arızaya işaret edecektir. Bugün fıtratı gereği bir insan nasıl rakibini kıskanıyorsa ilk insandan itibaren çağlar boyunca her insan aynı şekilde kıskanmıştır. İlk gününden itibaren insan daima aynı şekilde utanır, aynı şekilde güler, sinirlenir, böbürlenir, sevinir, heyecanlanır, yaşar ve ölür. İnsan, fıtratın değişmezliğini ve evrenselliğini fıtraten bilir. Bunu bilmek için herhangi bir eğitim almaya, belli bir […]

İsâ Aleyhisselamın Musaddik Olması Ne Demektir?
Allah’ın gönderdiği kitaplar arasındaki tasdik ilişkisi, kitabın gerçekten Allah’a aidiyetini ortaya koymada en önemli kirterlerden biridir. Buna göre Rabbimiz tüm kitapları kendisinden öncekileri tasdik edici nitelikte göndererek aralarında sadece kendisinin koyabileceği bir bağ oluşturmuştur: وَإِذْ أَخَذَ اللَّـهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّينَ لَمَا آتَيْتُكُم مِّن كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مُّصَدِّقٌ لِّمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنصُرُنَّهُۚقَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَىٰ ذَٰلِكُمْ إِصْرِيۖقَالُوا أَقْرَرْنَاۚقَالَ فَاشْهَدُوا وَأَنَا مَعَكُم مِّنَ الشَّاهِدِينَ Allah nebilerden kesin söz aldığında şöyle demiştir: “Size Kitap ve hikmet veririm de elinizde olanı tasdik eden bir elçi gelirse kesinlikle ona inanacaksınız ve destek vereceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Bu ağır yükü (ısr) yüklendiniz mi?”. Onlar da “Kabul ettik” demişlerdir. Allah: “Siz buna şahit olun, sizinle beraber ben de şahidim” demiştir. (Âl-i İmrân 3/81) Ayette, gelecek elçiye yani Allah’ın kitabını risaletle görevlendirilmiş kişiye inanma ve destek verme yükümlülüğü Rabbimiz tarafından “ısr” yükü olarak isimlendirilmiştir. Bu yükün gereği olarak yeni gelen Kitabın Allah’a aidiyetini tesbitte kullanılan öncekini tasdik etme durumu, yukarıda da görüldüğü gibi aynı zamanda imanın bir göstergesi ve imtihan vesilesi kılınmıştır. Hatta bir sonraki ayet de şöyledir: فَمَن تَوَلَّىٰ بَعْدَ ذَٰلِكَ فَأُولَـٰئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ Bundan sonra sözünden dönenler, yoldan çıkarlar.(Âl-i İmrân 3/82) Kısacası gelecek olan nebî rasulün hangi özellikleri taşıyacağı ve hangi konularda mevcut […]

Kur’an’ı Anlama “İlmi”
Ellerinde bulunan ilahi kitabın gerçekten Allah’ın katından olup olmadığı sorusu aslında her bireyin sormak istediği, ancak kendilerine toplumları tarafından dayatılan din anlayışı yüzünden kimsenin sormaya cesaret edemediği en temel sorudur. Bu sorunun Müslümanlar açısından tertibi şu şekilde olmalıdır: “Kur’an Allah’ın kitabı mıdır?” Bu soruyu sormadan müslüman olduğumuzu iddia etmek ne kadar akla yatkındır ve bu soru sorulmadığı takdirde bu iddiamız ne kadar isbatı mümkün bir iddia olabilir? Zira Müslüman yani Arapça karşılığı ile “müslim” kelimesi terim olarak “Allah’ın dinine teslim olan” anlamına gelir. Yeryüzünde dindar olup da Allah’ın dininden başkasına teslim olduğunu iddia eden hiç kimse yoktur. Diğer bir deyişle hangi inanca sahip olursa olsun her dindar insan kendini “müslüman” saymaktadır. Ancak Allah’ın dininin hangisi olduğu ortaya konup ispatlanmadığı sürece bu iddialar temelsiz ve çürük iddialar olarak kalmaya mahkumdurlar. O halde en basit akıl bile, doğru dine teslim olabilmek için Allah’ın dininin hangi din olduğu sorusunun mutlaka sorulması gerektiğini kavrayabilir. Uygulamada ise bir kişinin Müslüman olması, kendisine Müslüman diyen bir ailenin çocuğu olmasına, dolayısıyla Allah’ın takdirine bağlanır. Bu kişinin, “bu Allah’ın kitabıdır” iddiasıyla sunulan kitap için gerçekten öyle olup olmadığı hakkında bir inceleme yapması olacak iş değildir. Çünkü o doğuştan hak dinin mensubudur. Artık yapması gereken en önemli şey, kendisini […]

Kitab’ın Allah’a Aidiyetinin Delili Olarak Nebi’nin Sözü
Allah’tan geldiği iddiasında olan bir kitabın bu iddiasının ispatını Nebî bile olsa bir insana bırakması düşünülemez. Gerçi bugün kendilerine Müslüman diyenlerin büyük çoğunluğu kendi kitaplarının Allah’tan geldiği iddiasına sahip olduğunu bile bilmezler. Bunun birinci sebebi atalarının dininin mensubu olmalarıdır. Yani onlara doğdukları toplumda birileri, “al bak bu Allah’ın kitabıdır” demiş ve onlar da bununla yetinip “atalarım öyle diyorlarsa öyledir” düşüncesiyle Allah’ın dinini bulmak konusunda hiç bir zahmete katlanmamayı tercih etmişlerdir.. Bu yüzden kitabın, Allah’tan geldiğini iddia edip etmemesinin bir önemi yoktur. Çünkü atalarının sözü tartışmaya açık değildir. İkinci sebep ise; kitaplarını hiç bilmedikleri bir dilde sayıklamalarıdır. Sayıklamaktan bahsetmemizin sebebi okuduklarını söyleyemiyor olmamızdır. Çünkü okumak denilen eylem her dilde anlamayı ifade etmek için kullanılır. Maksadı anlamak olmayan bir eyleme okumak denemez. Bu o kadar iyi bilinir ki; bir insan “ben şu yazıyı okudum” dediğinde ona “peki anladın mı?” diye sormak hakaret kabul edilir. “Okudum” dedikten sonra ayrıca “anladım” demek gülünçtür. Ancak ne acıdır ki Müslümanlar sadece Kur’an için “okudum” dediklerinde hiç kimse anladıklarını düşünmez. Konuyu sade vatandaş seviyesinden ilahiyatçı akademisyenler seviyesine taşıdığımızda da durum değişmez. Çünkü Kur’an’ın orijinal dilini anlıyor olmak ve o şekilde Kur’an’ı okumak, bu konuda uzman bir kişi için yine Allah’ın kitabını okumak anlamına gelmez. Zira Allah’ın kitabını, […]

Nasr Suresinin Başına Gelenler
ALLAH’IN ELÇİSİNİN ÖRNEKLİĞİ VE NASR SURESİ Kur’an’ın Medine’de inen Surelerinden Nasr Suresi, Resulullah sonrası dönemde Kur’an’a bütüncül bakışın kaybolması ve yine Kur’an’da Allah tarafından belirtilen Kur’an’ın Kur’an’la – ayetlerin ayetlerle açılanması yönteminin[1] büsbütün terk edilmesi sebebiyle ne yazık ki anlam erozyonuna uğramıştır. Kur’an kendisinde hiçbir şüphe olmayan[2], mübîn[3] bir kitaptır. Birçok ayette Kur’an kelimesine sıfat olan mübîn ifadesi, insanlar tarafından açıklanmaya ihtiyaç duymayan, kendisi açık olan anlamlarına gelmektedir. Aynı şekilde birçok sure aynı kökten “tibyan” kelimesi kullanılarak “Bunlar o açık Kitab’ın ayetleridir”[4] diye başlar. Bu konuda onlarca ayet örnek verebiliriz. Kur’an’ı yalnız Allah açıklar. Biz insanlara düşen Rabbimizin bu açıklamasını fıtratı bozulmamış bir dimağ (lübb) ile anlamaya çalışmaktır. Bunun böyle olması doğrudan kullukla alakalı bir konudur. Bu konuda yüce Allah şöyle buyurur. الر ۚ كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ ELİF! LÂM! RÂ! Bu öyle bir kitaptır ki âyetleri hem muhkem[5] kılınmış hem de[6] doğru kararlar veren ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından açıklanmıştır. (Hud 11/1) أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ ۚ إِنَّنِي لَكُمْ مِنْهُ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ Böyle olması, Allah’tan başkasına kul olmayasınız diyedir[7]. Ben de o kitapla sizi uyaran ve müjdeleyen kişiyim. (Hud 11/2) O halde Nasr suresini Kur’an bütüncüllüğü içerisinde ele almak ve açıklamayı […]

Kitabı Tahrif
Allah Teâlâ şöyle buyurur: أَفَتَطْمَعُونَ أَنْ يُؤْمِنُوا لَكُمْ وَقَدْ كَانَ فَرِيقٌ مِنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلَامَ اللَّهِ ثُمَّ يُحَرِّفُونَهُ مِنْ بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ. “Şimdi bunların size inanıp güvenmelerini mi bekliyorsunuz? İçlerinden birtakımı, Allah’ın sözünü dinler, akıllarına da yatar, sonra onu başka tarafa çekerler. Bunu, bile bile yaparlar.” (Bakara 2/75) Tahrîf , harf kökündendir. Harf sözlükte uç, kıyı, sivri ve keskin taraf anlamlarına gelir.[1] Sözü Tahrîf ise iki tarafa yüklenebilecek anlamlar taşıyan bir sözü yalnız bir tarafa çekmektir.[2] Kur’ân’ın yasakladığı Tahrîf dine saldırma maksadıyla, kelimeyi yerleşik anlamından çıkarıp diğer anlamına kaydırmaktır. Bu konu şu âyette, örneklerle açıklanmıştır. منَ الَّذِينَ هَادُواْ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَن مَّوَاضِعِهِ وَيَقُولُونَ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ وَرَاعِنَا لَيًّا بِأَلْسِنَتِهِمْ وَطَعْنًا فِي الدِّينِ وَلَوْ أَنَّهُمْ قَالُواْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَاسْمَعْ وَانظُرْنَا لَكَانَ خَيْرًا لَّهُمْ وَأَقْوَمَ وَلَكِن لَّعَنَهُمُ اللّهُ بِكُفْرِهِمْ فَلاَ يُؤْمِنُونَ إِلاَّ قَلِيلاً “Kimi Yahudiler kelimeleri başka anlamlara çekerek: “سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا/semi’nâ ve asaynâ” = dinledik sana sarıldık/dinledik yakana sarıldık, وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ” isma’ ğayre musmain” = Sana “dinle!” demek haddimize değil ama dinle!/Dinlemezsin ya, dinle! bir de “رَاعـِنَا/râinâ” = bize çoban ol!” derler. Bunu dillerini sivriltip dine saldırma maksadıyla yaparlar. Eğer bunların yerine “اسْمَعْ/isma= bizi dinle!”, “سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا/semi’nâ ve ata’nâ = Dinledik ve içten boyun eğdik”, bir de “انظُرْنَا/unzurnâ […]

RUH, ALLAH’TAN GELEN BİLGİ VE BİLGİYİ DEĞERLENDİRME YETENEĞİ
Kur’an’da ruh kelimesi, iki anlamda kullanılır. Birincisi Allah’tan gelen bilgi, ikincisi de insanlar ile cinlere yüklenen yetenektir. Bu yetenek onların, ulaşabildikleri bilgileri değerlendirmelerini ve imtihan edilebilir hale gelmelerini sağlar. Şu âyette ruh, Allah’tan gelen bilgi anlamındadır: يُنَزِّلُ الْمَلَائِكَةَ بِالرُّوحِ مِنْ أَمْرِهِ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ أَنْ أَنْذِرُوا أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاتَّقُونِ “(Allah) Melekleri, kendi işi olan ruh ile kullarından seçtiği kişiye indirir ve der ki: İnsanları uyarın; benden başka ilah yoktur, bana karşı yanlış yapmaktan sakının!” (Nahl 16/2) Allah’ın bilgisi, hayallerin ötesinde bir büyüklüğe sahiptir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا . De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa, bir o kadarını daha onlara katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden, kesinlikle denizler tükenir.” (Kehf 18/109) وَلَوْ أَنَّمَا فِي الْأَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ أَقْلَامٌ وَالْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ مَا نَفِدَتْ كَلِمَاتُ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ . “Yeryüzündeki ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha eklense Allah’ın sözleri bitmez. Daima üstün olan ve doğru kararlar veren Allah’tır.” (Lokman 31/27) Allah’ın bilgisinden bize verilen kısım pek azdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا […]

KUR’ÂN’DA ŞEYTAN KAVRAMI
Giriş Bu yazıda Kur’ân’da birçok yerde geçen şeytan kelimesinin anlamına ve neye delalet ettiğini ortaya koymaya çalışacağız. Bu sebeple yazıya şeytan kelimesinin Kur’ân’daki kullanımını irdelemeden önce sözlük açısından ne manaya geldiğiyle başlamak istiyoruz. Arapça’da Şeytan Kelimesi Şeytan kelimesi, Arapça ş-t-n (شَطَنَ) fiilinden türemiştir. Ş-t-n fiili, uzaklaşmak manasına gelen bir fiildir.[1] Şeytan kelimesi, kibirlenip isyankâr olan ve kötülük eden her hayvan, cin veya insan için kullanılır.[2] Kelimenin ayrıca, yanmak ve yok olmak manasına geldiği de söylenmiştir.[3] Sözlüklerden anlaşılacağı üzere, “şeytan” kelimesi Arapçada genel olarak, insan veya cin olsun, doğrudan uzaklaşan ve Allah’ın emirlerine başkaldıran herkes için kullanılmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de Şeytan Şeytan kelimesi tekil ve marife (bilinen) olarak (الشَّيطان) Kur’ân’da 68 ayette geçmektedir. Çoğul çekimi olan şeyâtîn (الشَّياطين) şeklinde 17, nekra (شيطاناً) şekliyle 2 ve “onların şeytanları” manasına gelen (شياطينهم) şeklinde 1 ayette geçmektedir. Allah Teâlâ, İblis’i Âdem (a.s.)’a secde emrine başkaldırması sebebiyle şeytan olarak nitelendirmiştir. İblis böyle yapmakla haktan (doğrudan) uzaklaşmış ve Allah’a meydan okuyucu bir tavra bürünmüştür: “Yine demişti ki: “Benden üstün tuttuğun kişi bu mu, söyler misin? Andolsun eğer beni kıyamete kadar ertelersen, onun soyunu, pek azı hariç, (azdırarak) kontrolüm altına alacağım.” (İsra 17/62). Âdem (a.s.) ve eşi, Şeytan’ın (İblis’in) ilk kurbanları olmuştur. Onun vesvesesine kulak vermeleri […]

ALLAH’A NASIL İNANIRSINIZ?
Yeri geldiğinde “… Ama ben de Allah’ıma, O’nun var ve bir olduğuna inanıyorum!” diyen; fakat Allah’ın emir ve yasaklarını hiçe sayıp sanki O yokmuş gibi davrananlara rastlamışsınızdır. “Ama ben de inanıyorum!” cümlesinin bir savunma ya da bir teselli/avunma psikolojisi ile kurulduğunu anlamak fazla zor olmasa gerektir. Biz burada bu cümlelerin ne amaçla kurulduğundan ziyade, neticesinde sahibi için bir değer ifade edip etmeyeceği üzerinde durmak istiyoruz. Bu yüzden başlıktaki sorumuzu bir kez daha tekrar edip başka sorular da soracağız: Allah’a nasıl inanırsınız? İnandığınızı söylerken O’na tam manasıyla güvenir misiniz? O’nu kendinize yakın mı bilirsiniz, uzak mı? O’na aracısız bir şekilde direkt olarak ulaşabileceğinize ve isteklerinizi arz edebileceğinize inanır mısınız? Yoksa O’na olan inancınıza birtakım yanlış şeyler mi karıştırırsınız? Bu soruların cevaplarını Allah’ın varlığına da birliğine de inanan; ama bu inançlarına birtakım yanlışlar katan, O’na tam manasıyla güvenmeyen, O’nu kendilerine uzak bilip yakınlaşmak için aracılar edinen ve bu yüzden “müşrik” olarak vasıflandırılan Mekkelileri (Mekke müşriklerini) anlatan ayetleri okuyarak cevaplandırmaya çalışalım: Kur’an’ın nazil olduğu dönemde yaşamış olan müşriklerin Allah inançlarını haber veren bir ayette Cenâb-ı Hak, Resûlullâh’a hitaben şöyle buyurmuştur: وَلَئِن سَأَلْتَهُم مَّنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ فَأَنَّى يُؤْفَكُونَ “Onlara: ‘Gökleri ve yeri yaratan, Güneş’i ve Ay’ı hizmete sokan […]

Bütün Nebiler Ortadoğu’ya Mı Geldi?
Allah’ın bütün elçilerinin sadece belli bir coğrafyaya gönderildiğini düşünmek yanıltıcıdır. Kur’an bu konuya açıklık getirmiştir: “Biz, her resulü/âyetlerimizi tebliğ eden elçiyi kendi halkının dili ile göndeririz ki her şeyi onlara açık açık anlatsın. Bundan sonra Allah, (sapıklığın) gereğini yapanı sapık sayar, (doğru yolda olmanın) gereğini yapanı da yoluna kabul eder. Daima üstün ve bütün kararları doğru olan O’dur.” (İbrahim, 4) Ayetten anlaşılacağı üzere her bir topluma kendi içlerinden ve anadillerini konuşan elçiler gönderilmiştir. İlgili diğer ayetler şöyledir: “Her toplumun(ümmetin) bir elçisi vardır. Elçileri yanlarına geldiği zaman, aralarında hakka uygun şekilde hükmedilir. Onlara haksızlık yapılmaz.” (Yunus, 47) “Her toplumdan (ümmetten) bir şahit getirdiğimiz zaman onların hali nice olacaktır!? Seni de bunlara şahit getireceğiz. Ayetleri görmezlikte direnenler (kâfirler) ve Resule / Elçinin getirdiği ayetlere başkaldıranlar, o gün toprağa karışıp kaybolmuş olmayı ne kadar çok isterler. Ama olup biten hiçbir şeyi Allah’tan gizleyemeyeceklerdir.” (Nisa, 41-42) “Ayetleri görmezlikten gelenler (kafirler) derler ki “Ona Rabbinden bir mucize (ayet) indirilseydi ya!” Sen sadece uyarıcısın. Her topluluğun bir yol göstericisi vardır.” (Rad, 7) “Bu gerçeği seninle birlikte gönderdik ki, müjdeler veresin ve uyarılarda bulunasın. Her toplumun(ümmetin) geçmişinde mutlaka bir uyarıcı bulunmuştur. Eğer sana yalancı diyorlarsa bil ki, onlardan öncekiler de elçilerine yalancı demişlerdi. Hâlbuki elçileri onlara belgelerle […]

KİTAP VE SÜNNET Mİ? KİTAP VE HİKMET Mİ?
Kitap ile kastedilen Kur’an’dır. Allah, yalnızca ona uymayı emreder. Bir ayet şöyledir: اتَّبِعُواْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكُم مِّن رَّبِّكُمْ وَلاَ تَتَّبِعُواْ مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء قَلِيلاً مَّا تَذَكَّرُونَ . Rabbinizden /Sahibinizden size indirilene uyun; Allah ile aranıza koyduğunuz velilere[1] uymayın. Doğru bilgileri ne kadar az kullanıyorsunuz! (A’raf 7/3) Hikmet, ilim ve akıl yolu ile doğru hüküm verme anlamındadır[2]. Kelime, 18 ayette Hikmet, dört ayette de hüküm şeklinde olmak[3] üzere toplam 22 ayette geçer. Bunlardan 13’ü Kitap ile birlikte zikredilir[4]. İlgili ayetler, birbiriyle bağlantılı olarak okununca görülür ki Hikmet, Allah’ın kitabından doğru çözümler üretme ilmidir. Kur’an’ın temel kavramlarından olan Sünnetin kök anlamı yoldur[5]. Bu kelime 11 ayette, 16 kere geçer. Ayetlerin ikisinde Allah, Sünnete uyulmasını ister[6]. Kalan dokuz ayet ve bağlantılarında ise Sünnete uymamanın kötü sonuçları anlatılır[7]. Bir ayette de geniş yol anlamında minhac[8] şeklinde geçer. Sünnete uyanlar kazanırlar, uymayanlar ise hem dünyada hem de ahirette kaybederler. Nebî ve resul kavramları da çok önemlidir. Nebî, değeri Allah tarafından yükseltilmiş kişidir[9]. Allah, nebî yaptığı kişilere Kitap ve Hikmet vermiş ve onları insanlar arasındaki ihtilafları çözmekle görevlendirmiştir[10]. Resul ise kendinden bir şey katmadan birinin sözünü diğerine ulaştırmakla görevli kişidir[11]. Allah, bütün nebilerine, Kitab’ı ve Hikmeti insanlara ulaştırma ve öğretme görevi yüklediği için her nebi, aynı […]
Nikah/Evlilik

Nikâh Sözleşmesinde Veli
Kur’an’a göre nikâhın, marufa uygunluk açısından denetlenmesi gerekir. Maruf; güzelliği akıl veya din yoluyla anlaşılan şeydir. Nebi aleyhisselam, marufa uygunluğu velinin denetleyeceğini, anlaşmazlık olursa yetkinin kamu otoritesine geçeceğini açıklamıştır. Mezhepler arasında ayetleri esas alan, hadisleri onların açıklaması sayıp yorumu ona göre yapan bir yaklaşım gözükmemektedir. Bu da evliliğin marufa uygunluğu hususunda gerekli hassasiyetin gösterilmemesine yol açmıştır. Mâlikî, Şâfiî, Hanbelî ve Zâhirî mezhepleri, velisiz nikâhı geçersiz, Hanefîler ise geçerli saymışlardır. Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelîler veliyi, marufa uygunluğun denetçisi değil, nikâhın tarafı saymış, kız bâkire ise babanın onu, kendine sormadan evlendirebileceği görüşüne varmıştır. Bu yaklaşımlar, evlilik kurumu ile ilgili sıkıntılara yol açmıştır. Hâlbuki ayetlerdeki marufa uygunluk hadislerle birlikte değerlendirilseydi evlilik işlemleri sağlam esaslara bağlanabilirdi. FIKHA GÖRE NİKÂH SÖZLEŞMESİNDE VELİNİN YERİ Nikâh, hem aile hem de toplum için büyük öneme sahip bir sözleşmedir. Bu sebeple yalnızca kadın ile erkeğin evlenmek üzere anlaşmaları yeterli görülmez. Bu konuda her toplumun, kendi inancına, gelenek ve göreneklerine göre koyduğu kurallar vardır. İslam’dan önce Mekke’de kız, babasından veya velisinden istenir, kıza mehri verilir ve nikâhı kıyılırdı[1]. İslam bu uygulamayı kabul etmiştir. Hıristiyanlar nikâhı kilisenin, Yahudiler havranın gözetiminde kıyarlar. Çağdaş toplumlarda nikâh, yetkili makamın izni ve gözetimi ile kıyılmaktadır. Veli, bir başkasını bağlayıcı karar alma ve uygulama yetkisini elinde […]

Günümüzde Karı-Koca İhtilafının Sebepleri
İslâmî hayat tarzından uzaklaşan Müslümanların hayata bakışları değişmiş, sıkıntıları artmış, ufukları daralmış ve bencillikleri ön plana çıkmıştır. Artan israf ve enflasyon karşısında gelirlerin yetersiz kalması kadını çalışma hayatına itmiştir. Eşitlik ve ekonomik özgürlük propagandaları da çalışan kadınların sayısını artırmıştır. Kadının zaten yapmakta olduğu ev işlerinin ve çocuk bakımının yanına dışarıda çalışma yükünün eklenmesi onu zor duruma sokmuştur. Artık kadın, aşırı meşguliyetin verdiği stres ve para kazanmanın verdiği güvenle kocasını yük görmekte, evvelce gösterdiği saygı ve itaati terk ederek her konuda onunla tartışmaktadır. Bu yeni durum, maddi yönden aile içinde üstünlüğü kaybeden erkeğin tabiatına aykırı düşmektedir. Bu sebeple sonu alınmaz aile kavgalarının ve boşanmaların yaşanması şimdi hayatın bir parçası haline gelmiştir. Bu ortamda çocuk, aile için bir yüktür. Daha az çocuk yapma telaşı ile karı koca ilişkileri yeni darbeler yemektedir. Şimdi eşler, az sayıdaki çocuklarının bile yetişmesi için gereken önemi gösteremiyor, boş vakitlerini çocuklarıyla değil, eğlence ile veya televizyon başında geçirmeyi tercih ediyorlar. Herkes kendini düşünmeye başladığı için aileler küçülmüş, anne, baba ve diğer akrabalarla ilişkiler en aza indirilmiştir. Komşuların birbiriyle ilgilenmesi ise giderek tarih olmaya başlamıştır. Yüzlerce ailenin yaşadığı siteler, birbirini selamlamayı bile beceremeyen, yalnız kendi problemleriyle didişen ve giderek yalnızlaşan insanların kalabalığı haline gelmiştir. Havasız, güneşsiz, daracık bir apartman […]

Velisiz Nikah
Soru- Gençler ana-babalarından habersiz olarak nikah kıydırıyorlar. Düzenli bir aile hayatı yaşamıyor, çoğu zaman gerdeğe girmeden ayrılıyorlar. Bu olayı fıkıh ve toplumsal açılardan nasıl değerlendiriyorsunuz? Cevap- Hz. Aişe radıyallahu anha’nın bildirdiğine göre Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem üç kere “Hangi kadın velisinin onayı olmadan nikahlanırsa nikahı batıldır.”[1]buyurmuştur. Ebu Musa radıyallahu anh’ın bildirdiğine göre Hz. Peygamber, “Velisiz nikah olmaz.”buyurmuştur.[2] Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu da rivayet edilmiştir: “Veli ve iki güvenilir şahit olmadan nikah olmaz. Bu şekilde kıyılmayan nikah batıldır. Anlaşamazlarsa sultan velisi olmayanın velisidir.”[3] Sultan bölgenin yetkili amiri demektir. Bugün bildiğimiz kadarıyla velisiz nikah kıyılmamaktadır. Nikahı onaylama yetkisine sahip makam ister Türkiye Cumhuriyetinde olduğu gibi belediye başkanları, ister Hıristiyan dünyasında olduğu gibi kilise olsun onların böyle bir yetkiye sahip olmaları velilik yetkisini kullanmaları demektir. Nikah memurunun gerekli incelemeleri yaptıktan ve tarafların onayını aldıktan sonra “Belediye başkanının verdiği yetkiyle sizleri karı koca ilan ediyorum.” diyerek evliliği onaylaması bundandır. Bugün anne-babanın onayı, reşit olmayanların evlenmesinde aranmaktadır. Evlenmek için Hz. Peygamber’in koyduğu veli şartı nikahın, eşler dışında yetkili biri tarafından onaylanması şartı demektir. Eğer veli bulunmaz veya görevini yapmazsa o zaman velilik bölgenin yetkili amirine geçer. İslâm’da veli yalnızca, bakire kız için aranır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Dulun, kendisiyle ilgili olarak velisinden önceliği […]

Nişanlıların Nikahı
NİŞANLI ÇİFTLER KENDİ ARALARINDA NİKAH KIYABİLİRLER Mİ? Soru – Nişanlı çiftlerin haram işlemeksizin bir araya gelerek konuşabilmeleri ve gezebilmeleri için kıyılan dinî nikahın, dinî ölçülerimize göre geçerliliği nedir? Nişanlılıkla birlikte kıyılan dinî nikah, nişanlıların cinsel arzu ve eylemlerine meşruiyet kazandırır mı? Cevap – Nişanlı çiftler arasında kıyılan nikah, tam bir nikahtır. Bununla nişanlılık dönemi biter, evlilik dönemi başlar. Yalnız kaç-göçün önlenmesi ve nişanlı çiftlerin haram işlemeksizin bir araya gelerek konuşabilmeleri ve gezebilmeleri için kıyılan ayrı bir nikah çeşidi yoktur. Bir tek nikah vardır ve o nikah kıyılınca evlilik dönemi başlar. Artık kızla erkek birer nişanlı çift değil, evli çift olmuş olurlar. Bu nikahtan sonra erkek karısını kendi evine götürme hakkını elde eder. Kadın, kocasının evine gitmemek için, yalnızca mehr-i muaccelinin (yani peşin olarak ödenmesi şart koşulan mehrin) ödenmemiş olmasını engel gösterilebilir. Bundan başka hiç bir şey ileri sürülemez. Çeyiz bitmedi, nişan töreni ya da düğün töreni yapılacak gibi engeller ileri sürülemez. Eğer düğün yapılacaksa derhal yapılır ve koca karısını evine götürür. Mehir, bilindiği gibi erkeğin karısına vermek zorunda olduğu bir maldır. Tarafların anlaşmasına ya da örfe göre bir kısmı peşin bir kısmı da daha sonra ödenebilir. Tamamının peşin olması veya tamamının daha sonra ödenmesi şartını koşmak da caizdir. Nikah sırasında […]

Hürmet-i Musahare – (Babanın Kızını Şehvetle Öpmesi)
GİRİŞ NİKAH ve MANİLERİ I-Nikahın Kelime Anlamı Nikah kelimesi, Arapça “nekeha” fiilinden masdardır. “nekeha” fiili; ‘evlenmek’, ‘cinsel ilişkide bulunmak’, ‘başını veya sırtını eğmek’, ‘kontrol altına almak’[1] ‘kendine çekmek’, ‘birleşmek’, ‘bulûğ ve ihtilam olmak’ ve ‘akit’ manalarına gelir.[2] El-Ezherî: “Arapların kelamında nikahın aslı, ilişkiye girmektir” demiştir. “Mubah ilişkiye sebep olduğu için evlilik için de nikah denildiği” söylenmiştir. El-Cevherî (ö.393/1003) “Nikah, cinsel ilişkidir, bazen de akit manasına gelir.” [3]demiştir.[4] Nikah kelimesinin cinsel ilişki ve akid manaları üzerine bir hayli tartışma vardır. Özeti luğatte, cinsel ilişki manasına gelir ve akit manası mecazendir.[5] Kur’ân’da ise akit manasına gelmektedir. [6] II-Nikahın Tarifi Nikahın şer’î manası: “Eşler arasında cinsel ilişkiyi helal kılan akittir”[7] Fakihlere göre ise nikah, “erkeğin nikahlanmasına şer’î bir mâni bulunmayan kadınla ilişkiye girmesini mubah kılan akittir.”[8] Bu akid ile bir aile teşekkül eder, bir erkek ile bir kadın arasında bir takım haklar doğarak bunların birbirlerinden meşru surette istifadeleri caiz olur. [9] III-Evlenme Manileri İslam hukukunda (fıkıhta) “muharramât” sözleriyle ifade edilen husus “evlenmeyi, husûsî şartlar altında, devamlı veya geçici olarak engelleyen” durum ve münasebetlerden ibarettir. Şahısların kendilerinden ayrılması mümkün olmayan bazı vasıfları vardır ki ilgili bulundukları diğer şahıslara karşı devamlı bir evlenme mânii teşkil eder. Bunlar üç nevi olarak tespit edilmiştir: Kan hısımlığı , […]

Mut’â Nikâhı
Mut’a, erkeğin kadına vereceği bir mala karşılık, sadece onun cinselliğinden yararlanmasına imkân veren sözleşmedir. Bununla taraflar karı koca sayılmaz, aralarında nafaka, miras, boşanma vs. hükümler geçerli olmaz. Süre dolunca ayrılık gerçekleşir. Mut’anın, Peygamberimiz döneminde uygulandığı iddia edilir. Ehl-i Sünnete göre daha sonra yasaklanmıştır ama Caferîlere göre geçerliliği devam etmektedir. Her iki iddia da kabul edilemez. Çünkü. Mekke’de inen âyetlerde Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Müminler, ferclerini koruyan kimselerdir[1]. Onlar sadece eşlerine veya hâkimiyetleri altındaki esirlere karşı kınanmazlar.” (Mü’minûn, 23/1-6) Ferc, iki bacak arasına ve çevresine; erkek, kadın ve gençlerin avret yerlerine verilen isimdir[2]. Mut’a, taraflardan birini diğerinin eşi yapmayacağı için âyet, onun yanında avret yerlerini açmayı yasaklamıştır. Yanında avret yerlerini açmanın yasak olduğu kişiyle de cinsel ilişkiye girilemez. Esirler, ev işlerinde çalıştırılabileceklerinden Nur Suresinin 58. âyeti onları, evin küçük çocukları gibi saymıştır. Bunlar ev halkından büluğa ermiş olanların yanına, yatsı namazından sonra, sabah namazından önce ve öğlen uykusunda izinsiz giremezler. Çünkü bu sırada onların edep yerleri açık olabilir. Ama diğer vakitlerde yanlarına izinsiz girebilirler. Ailenin büluğa ermiş fertleri farklıdır; onlar birbirlerinin yanına her girişte izin almak zorundadırlar. Bu da gösteriyor ki, esirler edep yerlerinin bir kısmını görebilirler. Onları diğerlerinden ayıran sadece budur. Edep yerlerinin tamamını ancak eşler görebilir[3]. Cinsel ilişki evlenmenin […]

Nikâhın Doğal Bir Sonucu: Mehir
İslam hukukunda şartları ve rükünleri tam olarak yerine getirilerek icra edilen nikâh akdine sahih nikâh denir. Evlenme ehliyetine sahip olan ve aralarında dinen evlenme engeli bulunmayan bir kadınla bir erkeğin şahitler huzurunda yaptıkları nikâh sahih yani dinen ve hukuken geçerli bir nikâhtır. Böyle bir nikâh karı kocaya birtakım haklar ve sorumluluklar yükler. Bunlardan bir tanesi, erkeğin, hanımına mehir vermesidir. Nikâh akdinin bir sonucu olarak kocanın karısına vermek zorunda olduğu para veya mala mehir/mehr (المهر) adı verilir. Kur’an-ı Kerim’de mehir anlamında “ecr”in çoğulu olarak ücûr, farîza ve sadukât kelimeleri geçmektedir. Hadislerde daha çok mehir ve sadâk kelimeleri yer alırken bu, Türkçede genelde mihr şeklinde kullanılır.[1] Müslüman bir erkek, eşine mehir vermekle yükümlüdür. Bu, Allah tarafından erkeğe yüklenmiş bir borç/sorumluluk, kadına tanınmış bir haktır. Fakat mehir nikâhın şartı değil; doğal ve hukuki bir sonucudur. Bu yüzden mehir belirlenmeden kıyılan nikâhlar da geçerlidir.[2] Böyle bir evlilikle birlikte kadın otomatikman mehir (mehr-i misil) almaya hak kazanır. Mehir, kadının öz malıdır; onu istediği gibi harcayabilir. Onda kendi annesinin, babasının, kocasının, kayınpeder veya kayınvalidesinin hakkı yoktur. Erkek çeyiz hazırlaması için kadına ayrıca bir ödeme yapmamışsa kadın mehir olarak teslim aldığı para veya mal ile çeyiz hazırlamak zorunda değildir.[3] Allah Teâlâ erkeklere yönelik olarak şöyle buyurmuştur: “Kadınlara […]