Kur’ân’da Zekât ve Faiz

Bizim zekât dediğimiz şey, Kur’an’da sadaka olarak geçer. Sadaka, ihtiyaçlılara yapılan karşılıksız yardımdır. Faiz ise ihtiyaçlılara verilen borçtan elde edilen gelirdir. İhtiyacı olmayan, faizli borç almaz. Sadaka, ihtiyaçlıları ve sosyal yapıyı rahatlatır. Faiz ise ihtiyaçlıları daha kötü duruma sokar ve sosyal yapıyı bozar.

Sadaka deyince akla gelen, fakirlere yapılan yardımdır. Bu kelime geleneğimizde, daha çok dilencilere yapılan basit yardımlar için kullanılır. Halbuki fakirler, sadakanın sekiz harcama kaleminden sadece birini oluşturur. Bu yazıda sadaka, devletin aldığı vergi anlamındadır. Allah Teâlâ, devletin başı olan Nebî’mize şöyle emretmiştir:

خُذْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكِّيهِم بِهَا وَصَلِّ عَلَيْهِمْ إِنَّ صَلاَتَكَ سَكَنٌ لَّهُمْ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ

“Mallarından sadaka al; böylece onları arındırmış ve geliştirmiş olursun. Onlara sürekli destek ol, senin desteğin onları rahatlatır[1]. Her şeyi dinleyen ve bilen Allah’tır.”(Tevbe 9/103)

Bu âyetin öncesinde ve sonrasında samimi müslümanlardan söz edildiği gibi Nebî’mize sürekli tuzak kuran münâfıklardan ve kâfirlerden de söz edilmiştir. Onlardan alınacak sadaka, sadece devlete sadakatlerinin göstergesi olur.  Verilecek destekle rahatlar ve kendilerini geliştirme fırsatı bulurlar.

Müslümandan alınan sadaka, Allah’a sadakatin göstergesi olacağı için zekât diye de adlandırılır. Sonuç olarak bu âyette sözü edilen sadaka, devletin aldığı vergidir; müslümandan ne alınırsa gayrimüslimden de o alınır[2]. Aşağıda gelecek olan Tevbe 60. âyette de sadakaların yani devletin aldığı vergilerin harcama kalemleri gösterilmiştir.

I- SADAKA VE KREDİ

Kredi, faizli borçtur; ihtiyacı hemen karşıladığı için cazip gelir. Ama ödeme, çoğu zaman vakinde yapılamaz ve yeni krediye ihtiyaç duyulur. Her döngüde artan borç yüzünden kredi alanlar, kısa sürede, ellerinde olanı da kaybeder ve ekonominin dışına itilirler.

Eskiden para, altın ve gümüşten üretilir, ağırlık ve ayarına göre işlem görürdü. Miktarı sınırlı olduğu için borç verme imkanları da sınırlı idi. Birkaç asırdan beridir para kâğıda dönüştürüldü ve üzerine yazılan değerle dolaşıma çıkarıldı. Aynı büyüklükteki iki kâğıttan birine 1 dolar, ikincisine 100 dolar yazınca ikincisi birincinin yüz katı değerle işlem görmektedir. Bununla da yetinilmedi, sırf kayıtlarda olan ve hesaptan hesaba nakil ile kullanılan hayali paralar üretildi. Artık bilgisayar ekranına ilave edilen sıfırlarla inanılmaz büyüklüğe ulaştırılan paralar faizli olarak piyasaya sürülmekte ve bütün dünya sömürülmektedir.Bu yolla, önce küçük işletmeler, sonra orta ölçekli iş yerleri çalışamaz hale getirildi; arkasından büyük işletmeler ve devletler, para babalarının kontrolüne sokuldular.

Para babaları, sıkıntıya girmeden bütün kaynaklara hâkim oldular. Kaynakları insafsızca tüketirlerken onların asıl sahiplerini yok etmekten de zevk alıyorlar. İstatistiklere göre Türkiye, Amerika, Çin, Rusya ve İngiltere dahil, bütün devletler ve hemen her aile borçlu durumdadır. Bunlar, istedikleri ülkeyi batırmakta ve yönetimlerini değiştirmektedirler.

Bunların saltanatına son vermenin olmazsa olmazı, faize geçit vermemektir. Faiz, Allah’ın bütün elçilerinin tebliğ ettiği temel yasaklardandır. Şu âyetler Yahudilerle ilgilidir:

فَبِظُلْمٍ مِّنَ الَّذِينَ هَادُواْ حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ طَيِّبَاتٍ أُحِلَّتْ لَهُمْ وَبِصَدِّهِمْ عَن سَبِيلِ اللّهِ كَثِيرًا.  وَأَخْذِهِمُ الرِّبَا وَقَدْ نُهُواْ عَنْهُ وَأَكْلِهِمْ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ مِنْهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا.

“Yahudilerin yanlış tutum ve davranışları sebebiyle onlara helal kılınmış temiz şeyleri haram kıldık. Çünkü onlar, birçok kimseyi Allah’ın yolundan engellerler. Kendilerine yasak edildiği halde faiz alırlar ve insanların mallarını gerçek dışı (batıl) yollarla yerler. Onların kâfir olanlarına acıklı bir azap hazırlamışızdır.”(Nisa 4/160-161)

Şu âyet de faizin kötülüğüne, zekâtın ekonomiyi geliştirdiğine vurgu yapar:

وَمَا آتَيْتُم مِّن رِّبًا لِّيَرْبُوَ فِي أَمْوَالِ النَّاسِ فَلَا يَرْبُو عِندَ اللَّهِ وَمَا آتَيْتُم مِّن زَكَاةٍ تُرِيدُونَ وَجْهَ اللَّهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْمُضْعِفُونَ

İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz faizli borç[3] Allah’ın yanında artmaz. Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince; mallarını kat kat artıranlar zekât verenlerdir.” (Rum, 30/39)

İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz faizli borç …” ifadesi, bu borcun malı olana verildiğini gösterir. Çünkü geri ödeneceği garanti edilmeden faizli borç verilmez.

Faizcilerin istismar ettiği kişi ve kuruluşlar da sadaka yoluyla, onların elinden kurtarılmalıdır. Aşağıda görüleceği gibi sadaka, ekonominin olmazsa olmazıdır. İhtiyaçları karşılamakla kalmaz, dışa itilenleri yeniden ekonomiye kazandırır. Sağladığı güven ve tatmin ortamı ile de gelişmenin ve büyümenin önünü açar. Bu yüzden faizi yasaklayan âyetlerde hep zekât ve sadaka vurgusu yapılır. Şu âyetlere dikkatle bakalım:

ٱلَّذِينَيُنفِقُونَ أَمْوَٰلَهُمبِٱلَّيْلِوَٱلنَّهَارِ سِرًّا وَعَلَانِيَةً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ  .ٱلَّذِينَ يَأْكُلُونَ ٱلرِّبَوٰا۟ لَا يَقُومُونَ إِلَّا كَمَا يَقُومُ ٱلَّذِى يَتَخَبَّطُهُ ٱلشَّيْطَٰنُ مِنَ ٱلْمَسِّ ۚ ذَٰلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُوٓا۟ إِنَّمَا ٱلْبَيْعُ مِثْلُ ٱلرِّبَوٰا۟ ۗ وَأَحَلَّ ٱللَّهُٱلْبَيْعَ وَحَرَّمَ ٱلرِّبَوٰا۟ ۚ فَمَن جَآءَهُۥ مَوْعِظَةٌ مِّن رَّبِّهِۦفَٱنتَهَىٰفَلَهُۥ مَا سَلَفَ وَأَمْرُهُۥٓ إِلَى ٱللَّهِ ۖ وَمَنْ عَادَ فَأُو۟لَٰٓئِكَأَصْحَٰبُٱلنَّارِ ۖ هُمْ فِيهَا خَٰلِدُونَ  . يَمْحَقُ ٱللَّهُٱلرِّبَوٰا۟ وَيُرْبِى ٱلصَّدَقَٰتِۗ وَٱللَّهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ كَفَّارٍ أَثِيمٍ.  إِنَّ ٱلَّذِينَ ءَامَنُوا۟ وَعَمِلُوا۟ ٱلصَّٰلِحَٰتِ وَأَقَامُوا۟ ٱلصَّلَوٰةَوَءَاتَوُا۟ ٱلزَّكَوٰةَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ  يَٰٓأَيُّهَاٱلَّذِينَ ءَامَنُوا۟ ٱتَّقُوا۟ ٱللَّهَ وَذَرُوا۟ مَا بَقِىَ مِنَ ٱلرِّبَوٰٓا۟ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ . فَإِن لَّمْ تَفْعَلُوا۟ فَأْذَنُوا۟ بِحَرْبٍ مِّنَ ٱللَّهِوَرَسُولِهِۦ ۖ وَإِن تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُءُوسُ أَمْوَٰلِكُمْ لَا تَظْلِمُونَ وَلَا تُظْلَمُونَ . وَإِن كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ إِلَىٰ مَيْسَرَةٍ ۚ وَأَن تَصَدَّقُوا۟ خَيْرٌ لَّكُمْ ۖ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ

“Mallarını gece gündüz, gizli ve açık hayra harcayanların ödülü, Sahipleri(Rableri) katındadır. Onların üzerinde bir korku olmaz, üzüntü de çekmezler. 

Faiz yiyenler ise şeytanın aklını çeldiği kimsenin davranışından farklı bir davranış göstermezler. Bu onların “Alım-satım, tıpkı faizli işlem gibidir.” demeleri yüzündendir. Allah, alım-satımı helâl, faizli işlemi haram kılmıştır. Kime Sahibinden (Rabbinden) bir öğüt ulaşır da faiz almayı bırakırsa, önceden aldıkları kendine kalır. Onun işi Allah’a aittir. Kim de devam ederse, onlar cehennem ahalisidir, orada ölümsüz olarak kalacaklardır.

Allah, faizli işleri daraltır, sadakaları artırır. Allah, âyetleri görmezlik eden suçluların hiçbirini sevmez. 

İnanıp güvenen, iyi işler yapan, namazı düzgün ve sürekli kılan ve zekâtı verenler, Sahipleri (Rableri) katında ödülü hak ederler. Onların üzerinde bir korku olmaz, üzüntü de çekmezler. 

Ey inanıp güvenenler, Allah’tan çekinerek korunun! O’na gerçekten güveniyorsanız, kalan faiz alacaklarınızdan vazgeçin!

Eğer vazgeçmezseniz, Allah ve elçisi tarafından açılmış bir savaşın içinde olduğunuzu bilin. Tevbe ederseniz (hatanızdan tam olarak dönerseniz), ana mallarınız sizindir; böylece ne haksızlık edersiniz ne de haksızlığa uğrarsınız. 

Borçlu darlık içinde ise, rahata çıkıncaya kadar beklemek gerekir. Alacağınızı sadakaya/zekâta saymanız, sizin için daha hayırlıdır. Bunu bir bilseydiniz!” (Bakara 2/274-280)

Âyetlerin bu denli ağır ifadeler taşıması boşuna değildir. Çünkü borç vermek, ekonomik faaliyet değildir. Ekonomik faaliyet, alınan borcun kullanılmasıyla başlar. Bu faaliyetin, borçlanma süresi içinde sonuçlanması garanti edilemeyeceği gibi kârla sonuçlanması da garanti edilemez. Borçtan elde edilecek gelir, tüm sistemi bozan haksız kazanç olur.

II- ARTANIN BİR KISMINI VERME

İnsan malı çok sever. Bu yüzden Kur’ân, biriktirmeyi değil; infakı emreder[4]. Arapçada tünele “nafak” (النفق), bir şeyi tünelden geçirmeye “infak” (انفاق) denir. Kan, nasıl damarlardan geçip vücuda yayılırsa, gelir ve servet de infak yoluyla, yani harcama kanallarıyla topluma yayılır. Nebî’mize sorulan bir soru üzerine şu âyet inmiştir:

وَيَسْـَٔلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلِ ٱلْعَفْوَ ۗ كَذَٰلِكَ يُبَيِّنُ ٱللَّهُ لَكُمُ ٱلْءَايَٰتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ

“Sana, neyi infak edeceklerini soruyorlar. De ki: Artanı!. Allah, âyetlerini size böyle açıklar ki düşünesiniz.”(Bakara 2/219)

Artanı = (El-afv/العفو)” sözü iki anlama gelir; biri temel ihtiyaçtan artan[5], diğeri çoğalandır[6]

Kişinin evi, ev eşyası, kendinin ve bakmakla sorumlu olduğu kişilerin yiyeceği, bineği, iş yeri, araç ve gereçler vs. onun temel ihtiyaçlarıdır. Bunlardan sadaka alınamaz. 

“El-afv =العفو” sözü şu âyette, malın çoğalması yani zenginleşme anlamındadır:

ثُمَّ بَدَّلْنَا مَكَانَ السَّيِّئَةِ الْحَسَنَةَ حَتَّى عَفَواْ وَّقَالُواْ قَدْ مَسَّ آبَاءنَا الضَّرَّاء وَالسَّرَّاء فَأَخَذْنَاهُم بَغْتَةً وَهُمْ لاَ يَشْعُرُونَ

“Sonra başlarındaki sıkıntıları giderir yerine güzel şeyler veririz. Sonunda zenginleşirler (afev = عَفَوا)ve şöyle derler: “Yaşadığımız baskı ve sıkıntıları atalarımız da yaşamış!”. Onları beklemedikleri bir anda yakalarız; farkına bile varamazlar.” (Araf 7/95)

Bu âyete göre, temel ihtiyaçlarından fazla malı olmayan kişiden vergi alınamaz. Maaş, ücretler, ev, otomobil, dükkan, fabrika gibi şeyler vergiden muaf olur.

Allah Teâlâ, ihtiyaçtan artan her şeyi istemez. Ama öyle bir sistem koymuştur ki, artan malın belli bir kısmını vereni, tamamını vermiş gibi kabul eder.

Şu âyete göre yapılan bir iyiliğe en az on katı karşılık verilir.

مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا وَمَنْ جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلَا يُجْزَى إِلَّا مِثْلَهَا وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ

“Kim bir iyilikle gelirse ona, onun on katı verilir. Kim de bir kötülükle gelirse sadece bir katı ile cezalandırılır[7]. Kimseye haksızlık yapılmaz.”(En’âm 6:160)

Buna göre 1000 lirası olan kişi, onun 100 lirasını sadaka olarak verirse tamamını vermiş olacağında ondan daha fazlası istenemez.Bugün iş alemini bunaltan vergilerin çok büyük bir bölümü bu sistemde yoktur.

III- SADAKA ORANLARI

Burada, bir örnek olması için sadece, tarım ürünleri ve ticaret malları ile ilgili sadaka oranları ele alınacaktır.

A- TARIM ÜRÜNLERİ

Allah Teâlâ tarım ürünleri ile ilgili olarak şöyle demiştir:

وَهُوَ الَّذِي أَنْشَأَ جَنَّاتٍ مَعْرُوشَاتٍ وَغَيْرَ مَعْرُوشَاتٍ وَالنَّخْلَ وَالزَّرْعَ مُخْتَلِفًا أُكُلُهُ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُتَشَابِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍ كُلُوا مِنْ ثَمَرِهِ إِذَا أَثْمَرَ وَآتُوا حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ وَلَا تُسْرِفُوا إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ

“Çardaklı, çardaksız bahçeleri, yemesi farklı hurmaları ve ekinleri, birbirine benzeyen ve benzemeyen zeytinleri ve narları var eden O’dur. Bunlar ürün verince ürünlerinden yiyin. Hasat gününde de hakkını verin. Savurganlık yapmayın. O, savurganları sevmez.”(En’am 6:141)

Mekke’de inen bu âyette verilmesi emredilen hak, tarım ürünlerinden hasat günü alınan sadakadır. Hasadın tamamını vermiş olmak için onda birini vermek yeterli olduğu için bu ürünlerden  alınan sadakaya, “onda bir” anlamına gelen “öşür” adı verilir.

Üretimde ilave masraf yapılırsa oran yirmide bire düşer. Zararı göze alarak yapılan harcamalar ürünü artıracağından bu indirim, teşvik mahiyetindedir. Nebî’mizin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

«فِيمَا سَقَتِ الْأَنْهَارُ، وَالْغَيْمُ الْعُشُورُ، وَفِيمَا سُقِيَ بِالسَّانِيَةِ نِصْفُ الْعُشْرِ»

“Nehir ve yağmur sularıyla sulanandan onda bir (öşür), hayvanla sulanandan yirmide bir(nısf’ul-öşr) alınır.”[8]

Hasat günü yapılan ödeme tarlada olacağı için depolama ve nakliye masrafları olmaz. O mal, tüccar tarafından satın alındığı andan itibaren ticaret malına dönüşür. 

B- PARA VE TİCARET MALLARI

Ticaret, bir malı, parayla veya başka bir malla, peşin yahut veresiye değiştirmektir. Faizde de değiş tokuş vardır. Daha sonra 11 lira vermek üzere birinden 10 lira borç alan kişi, o 10 lira yerine başka bir 10 lira ve ayrıca 1 lira verir. Faizciler, halkı sömürüp ekonomiyi daralttıklarını bildikleri için bu benzerlikten yararlanıp şöyle derler:

“Peşin fiyatı 10 lira olan bir malı, vadeli 11 liraya almak ne ise 10 lirayı, vadeli 11 liraya almak da odur.” 

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Faiz yiyenler, şeytanın aklını çeldiği[9] kimsenin davranışından farklı davranış göstermezler. Bu onların “Alım-satım, tıpkı faizli işlem gibidir.” demeleri yüzündendir. Allah, alım-satımı helâl, faizli işlemi haram kılmıştır. Kime Sahibinden (Rabbinden) bir öğüt ulaşır da faiz almayı bırakırsa, önceden aldıkları kendine kalır. Onun işi Allah’a aittir. Kim de devam ederse, onlar cehennem ahalisidir, orada ölümsüz olarak kalacaklardır.”(Bakara, 2/275)

Faizle alım satım arasında benzerlik vardır ama onları ayrıştıran, aradaki farktır. Üzüm şarabı üzüm şırasına benzer ama kimse: “Şıra tıpkı şarap gibidir”; diyemez.

Peşin fiyatı 10 lira olan bir mal, vadeli 11 liraya satılınca 11 liranın tamamı malın bedeli olur. O mal ile para arasında denklik olmadığı için fazlalıktan da söz edilemez. Ödeme günü malın fiyatı 12 liraya çıkabileceği gibi 9 liraya da inebilir. İki taraf da zararı göze alarak tüketimin, mal ve para dolaşımının ve yeni üretimin yolunu açmış olurlar.

11 lira almak üzere 10 lira verenin alacağı 10 lira, verdiği 10 liranın dengidir. Fazladan aldığı 1 lira karşılıksızdır. Çünkü faizcilik ekonomik faaliyet değildir. Ekonomik faaliyet, alınan borcun kullanılmasıyla başlar. Onu da faizci yapmadığı için ödülü hak etmez. Faizci, borçlunun hiçbir derdi ile ilgilenmez ve zararı göze almaz. Ödeme gecikirse gecikme faizi adı altında ek ödeme alır. Onun hedefi, gelirini %10, %20, %40 gibi artırmaktır. Allah Teala şöyle demiştir:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لَا تَأْكُلُوا الرِّبَا أَضْعَافًا مُضَاعَفَةً وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

“Ey inanıp güvenenler! Özelliği kat kat katlanıp artma olan faizi yemeyin Allah’tan çekinin ki umduğunuza kavuşasınız.”  (Al-i İmran 3:130)

Âyetteki أَضْعَافًا= “ed’âfen ifadesi Arap dili açısından الرِّبَا= riba’nın halini yani özelliğini gösterir. “Ed’âfenmudâ’afeten” sözü, “ikinin katları” anlamındadır[10]. Katlanarak artma,faizin değişmez özelliğidir. Bu âyete başka anlam verilemez. Çünkü oranı ne olursa olsun, faizin her çeşidi haramdır. Allah Teâlâ şöyle demiştir:

يَٰٓأَيُّهَاٱلَّذِينَ ءَامَنُوا۟ ٱتَّقُوا۟ ٱللَّهَ وَذَرُوا۟ مَا بَقِىَ مِنَ ٱلرِّبَوٰٓا۟ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ. فَإِن لَّمْ تَفْعَلُوا۟ فَأْذَنُوا۟ بِحَرْبٍ مِّنَ ٱللَّهِوَرَسُولِهِۦ ۖ وَإِن تُبْتُمْ فَلَكُمْ رُءُوسُ أَمْوَٰلِكُمْ لَا تَظْلِمُونَ وَلَا تُظْلَمُونَ. 

“Ey inanıp güvenenler, Allah’tan çekinerek korunun! O’na gerçekten güveniyorsanız, kalan faiz alacaklarınızdan vazgeçin![11]

Eğer vazgeçmezseniz, Allah ve elçisi tarafından açılmış bir savaşın içinde olduğunuzu bilin. Tevbe ederseniz (faizcilikten tam olarak dönerseniz), ana mallarınız sizindir; böylece ne haksızlık edersiniz ne de haksızlığa uğrarsınız.”  (Bakara 2/278-279)

Bu âyetler, alacağa yapılan her ilavenin faiz ve haram olduğunu açıkça göstermektedir.

Şu âyette, ödeme güçlüğü çekenlerin borçlarının sadakaya sayılması tavsiye edilmiştir:

وَإِن كَانَ ذُو عُسْرَةٍ فَنَظِرَةٌ إِلَىٰ مَيْسَرَةٍ ۚ وَأَن تَصَدَّقُوا۟ خَيْرٌ لَّكُمْ ۖ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ

“Borçlu darlık içinde ise, rahata çıkıncaya kadar beklemek gerekir. Alacağı sadakaya saymanız, sizin için daha hayırlıdır. Bunu bir bilseydiniz! (Bakara 2/280) 

Şu âyet de faizci ile zekât veren kişinin farkını açık bir şekilde göstermektedir:

 وَمَا آَتَيْتُمْ مِنْ رِبًا لِيَرْبُوَ فِي أَمْوَالِ النَّاسِ فَلَا يَرْبُو عِنْدَ اللَّهِ وَمَا آَتَيْتُمْ مِنْ زَكَاةٍ تُرِيدُونَ وَجْهَ اللَّهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْمُضْعِفُونَ

“İnsanların malları içinde artsın diye faize verdiğiniz şey Allah’ın yanında artmaz. Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince; kat katartıranlar zekât verenlerdir.” (Rûm30/39)

Faizci kazancını kat kat artırabilir ama Allah, onu meşru saymaz. “kat kat artıranlar” diye tercüme edilen kelime “el-mud’ıfûn = الْمُضْعِفُونَ”dur. Baştaki “el” takısı, bunun bilindiğini gösterir. Kavram, Al-i İmran 130. âyette, bir şeyin en az dört katı demek olan “ed’âfenmudâ’afeten” şeklinde geçmişti. Bu durumda âyetin son bölümü şu anlamda olur:

“Kazançlarını en az dört kat artıranlar, zekât verenlerdir.”

Zekât veren, faizci gibi ihtiyaç sahibini sömürme imkanına sahip olduğu halde Allah’ın rızasını tercih ettiği için Allah, onun zekât olarak verdiği 1 lirayı en az dört lira sayar. Allah, bir iyiliğe en az on kat sevap verdiği için dördün 10 katı 40 eder. Yani para ve ticaret mallarından 1 lira zekât veren 40 lira vermiş gibi olur. Bu mallarda zekât oranının kırkta bir olması bundandır. Nebî’miz aleyhisselam şöyle demiştir:

“Her iki yüz dirhemin kırkta birini, her yirmi dinarın yarım dinarını getirin[12]

Ticarete girenler, bir çok zararı göze almış olurlar. Onların sadaka oranının düşürülmesi, aynı zamanda ticareti teşviktir. Bir de verilen sadakalar, sekiz sınıfa harcanınca oluşan güven ve tatmin ortamı, faizin doğurduğu güvensizlik ve korku ortamının tersine çok olumlu gelişmelere yol açar ve ticari hayatı, gerçek anlamda geliştirir. Bu da toplumun refah seviyesini ciddi anlamda yükseltir.

IV- SADAKANIN HARCAMA KALEMLERİ

Sadakanın, yani vergilerin harcama kalemlerini şu âyetten öğreniyoruz:

إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاء وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِمِينَ وَفِي سَبِيلِ اللّهِ وَابْنِ السَّبِيلِ فَرِيضَةً مِّنَ اللّهِ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

“Sadakalar sadece fakirlere, miskînlere, sadaka işinde çalışanlara ve müellefe-i kulûba verilir. Bir de esirlere, borçlulara, Allah yoluna ve yolculara harcanmak üzere ayrılır. Bunlar Allah tarafından farz kılınmıştır. Bilen ve kararları doğru olan Allah’tır.”(Tevbe 9 /60)

Âyetin ifade tarzı, sekiz sınıfın ikiye bölünmesini gerektirir. Çünkü fakirler, miskinler, sadaka işinde çalışanlar ve müellefe-i kulûb kelimelerinin başında mülkiyet ifade eden “lâm= ل” harf-i cerri bulunur. Zekâtın bir kısmı bunlara hibe edilir.

Diğer dört sınıfı gösteren kelimelerin başında zarf anlamı içeren “fî = فِي” harf-i cerri vardır. Bir şeyin kabına zarf dendiğinden âyet, sadakaların bir kısmının da esirlere, borçlulara, Allah yoluna ve yolculara harcanmak üzere ayrılmasını, onlar için bir fon oluşturulmasını emreder.

Âyetin sonundaki şu ifade çok önemledir:

Bunlar Allah tarafından farz kılınmıştır. Bilen ve kararları doğru olan Allah’tır.”

Allah tarafından farz kılınmışsa müslüman yöneticinin yapacağı tek şey, emre uymaktır.

Allah’ın Elçisi Muhammed aleyhisselama bir adam gelmiş: “Bana sadaka verir misin?” deyince Allah’ın Elçisi şöyle dedi:

“Allah, sadakalar konusunda ne bir nebînin ne de başkasının vereceği kararı kabul eder. Kararı kendisi vermiş ve sadakaları sekiz parçaya bölmüştür.  Sen bunlardan birine girersen hakkını veririm[13].”

Yukarıdaki âyetin ve bu hadisin, sadakaların harcama kalemleri konusunda kimseye yetki verilmediği açıktır.

Sadakanın sekiz harcama kalemini, iki bölümde görmeye çalışalım.

A- KENDİLERİNE HİBE YAPILACAK OLANLAR

1. FAKİRLER

Fakir, muhtaç durumda olan kişidir. Kelimenin bu anlamını şu iki âyette görebiliriz:

“İçinizden evli olmayanlar ile erkek ve kadın esirlerinizden uygun durumda olanları evlendirin. Fakir iseler Allah, kendi ikramıyla onların ihtiyacını giderir. İmkânları geniş olan ve her şeyi bilen Allah’tır”.(Nûr 24/32)

“Harcamayı, vaktini Allah yolunda geçiren fakirlere, özellikle yapın. Onlar gidip çalışamazlar. Onurlu oldukları için de durumlarını bilmeyen onları zengin sanır. Onları yüzlerinden tanırsın. Kimseden yalvar yakar bir şey istemezler. Hayra yaptığınız her harcamayı bilen Allah’tır.”(Bakara 2/273)

İlk âyetteki fakir, evlenme ihtiyacı olan ama yeterli imkanı olmayan kişidir. İkici âyette ise bütün vaktini, İslam için harcayan ama yaptığı işten para kazanamayan kişidir.  

Fakirlere yadım, onların onurlarını kırmayacak biçimde olmalıdır. İlgili âyet şöyledir:

“Sadakaları açıkça verirseniz pek güzel olur! Ama fakirlere verirken gizlemeniz, sizin için daha iyidir; o, bir kısım günahlarınızı örter. Yaptığınız her şeyin iç yüzünü bilen Allah’tır.” (Bakara 2/271)

2. MİSKİNLER

Miskinin kök anlamı hareketin ardından durağanlaşmadır[14]. Hasta, sakat, yaşlı ve işsiz gibi çaresiz kalmış herkes bu konuma girer. Nebî’miz şöyle demiştir:

“Miskîn bir parça, iki parça yiyecek ile yetinen kişi değildir. İhtiyacını karşılayamadığı halde utanan veya ısrarla kimseden bir şey isteyemeyen kişidir.”[15]

Allah Teâlâ, Musa-Hızır kıssasında, Hızır’ın hasar verdiği geminin sahipleri için şöyle der:

O gemi denizde çalışan miskinlere aitti. Yolları üstünde her gemiye zorla el koyan bir kral vardı; bu sebeple onu hasarlı hale getirmek istedim.” (Kehf 18/79)

Onlara miskin denmesi, gemileri ellerinden alınınca işsiz kalacak olmalarından dolayıydı. 

3. ÂMİLÎN (SADAKA MEMURLARI)

Sadaka toplama işinde çalışanlara maaşları, topladıkları sadakadan verilir. Çünkü sadakanın bu türü vergidir, devlet kontrolünde toplanır ve dağıtılır.

4. MÜELLEFE-İ KULÛB

Te’lîf uyuşma sağlayarak birleştirmektir.”[16] “Müellefe-i kulûb” gönülleri kaynaştırılanlardır. Yapılan iyilikle kalplerin kaynaştırılması arasında yakın ilişki vardır. Bir âyet şöyledir:

“İyilikle kötülük bir olmaz; sen kötülüğü iyilikle karşıla. O zaman aranda düşmanlık olan kişinin can dostun gibi olduğunu görürsün.”(Fussilet 41/34)

Bunu gerçekleştirmek için Allah’ın emirlerine uygun davranmak gerekir. Aksi taktirde istenen sonuç elde edilemez.  Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Müminlerin kalplerini O, kaynaştırdı. Dünya kadar mal harcasaydın kalplerini kaynaştıramazdın. Ama aralarını Allah kaynaştırdı. Üstün olan ve kararları doğru olan O’dur.”(Enfâl  8/63)

Gönüllerin fethi çok önemlidir. Nebî’miz Mekke’yi fethetdince kimsenin malına ve canına dokunmrı, kimseyi rahatsız etmedi. Fethin ardından Hevâzinliler’e karşı savaşa çıkarken, henüz Müslüman olmamış olan Safvân b. Ümeyye’den 100 zırh, bir miktar silâh ve 50.000 dirhem borç almıştı. Savaştan sonra müellefe-i kulûb hesabından ona 100 deve verdi[17].

B- FONLAR

1. RİKÂB (ESİRLER) FONU

Rikâb, boyun anlamına gelen rakabe´nin çoğuludur. Hürriyetini kaybetmiş kişiler anlamındadır.[18]

Esirleri, köleleştirmek Kur’ân’a aykırıdır. Onlara karşı çok iyi davranmak gerekir. Allah Teâlâ, iyi müminlerle ilgili olarak şöyle demiştir:

وَيُطْعِمُونَ الطَّعَامَ عَلَى حُبِّهِ مِسْكِينًا وَيَتِيمًا وَأَسِيرًا.  إِنَّمَا نُطْعِمُكُمْ لِوَجْهِ اللَّهِ لَا نُرِيدُ مِنكُمْ جَزَاء وَلَا شُكُورًا .

“(İyi müminler) Çaresizi, yetimi ve esiri, sevdikleri yiyeceklerle[19] doyururlar. (Şöyle derler:) “Biz sizi, sırf Allah yüzümüze baksın diye doyuruyoruz. Yoksa sizden bir karşılık da, teşekkür de beklemiyoruz.” (İnsan 76/8-9)

Esir, karşılıksız veya fidye karşılığı serbest bırakılır. Allah Teâlâ şöyle demiştir:

فَإِذا لَقِيتُمُ الَّذِينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِ حَتَّى إِذَا أَثْخَنتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَ فَإِمَّا مَنًّا بَعْدُ وَإِمَّا فِدَاء حَتَّى تَضَعَ الْحَرْبُ أَوْزَارَهَا

“Kâfirlerle savaştığınızda boyunlarını vurun. Onları etkisiz hale getirince sıkı güvenlik çemberine alın. Sonra onları, karşılıksız veya fidye alarak serbest bırakın ki savaşın doğurduğu sıkıntılar kalmasın.”(Muhammed 47/4)

Esirleri serbest bırakmak düşmanı rahatlattığı gibi yeni bir savaşa gerekçe yapılmalarını da önler. Nebî’miz, Bedir esirlerinin bir kısmını karşılıksız, bir kısmını da fidye karşılığı serbest bırakmıştı. Hayber ve Benî Mustalik esirleri de dâhil, tüm esirlere yapılan muamele aynı oldu. 

Elindeki esiri karşılıksız serbest bırakmak istemeyenlere bu fondan ödeme yapılarak hürriyete kavuşması sağlanır. Esir düşmüş veya başka ülkelerde hapse atılmış vatandaşlardan imkanı olmayanlara da aynı fondan ödeme yapılarak kurtulmaları sağlanır.

2. ĞÂRİMÎN (BORÇLULAR) FONU

Ğarimîn, borçlular demektir. âyetin başında fakirler ve miskinler iki ayrı sınıf olarak sayıldıkları için bunlar, fakir olmadıkları halde borçlarını ödeyemeyenlerdir. Mesela bir işletmesi vardır, borçlanmıştır. İşletmesinin bir kısmını satsa borcunu ödeyebilir ama işi yürütemez hale gelir. İşletmesinin kapanmaması için bu fondan desteklenmesi gerekir. Nice işletmeler küçük bir destek bulamadıkları için kapanırlar. Bunlara verilecek borç, sadaka sayılır. Nebî’mizin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“Her ödünç sadakadır[20].”

Ödeme gücü olmadığı tespit edilenlerin borçları da hibe yoluyla kapatılır ki, işleri bozulmasın.

Borç insanı esir eder ve iş yapamaz hale getirir. Ğârimîn fonu, hem borçlunun itibarını korur hem de alacaklıyı rahatlatır.  Nebî’mizin şu duayı yaptığı rivayet edilir:

“Allahım! Borca yenik düşmekten, düşmana yenik düşmekten ve düşmanları sevindirmekten sana sığınırım[21].”

Bu hadis üzerinde düşününce, borca yenik düşmekle düşmana esir düşmek ve düşmanı sevindirmek arasında bağ olduğu ortaya çıkar. Onun bir sözü de şöyledir:

“Kim zor durumda bulunan bir kişinin sıkıntısını giderirse, Allah da onun dünya ve ahirette sıkıntısını giderir[22].”

3. SEBÎL’UL-LAH (SAVUNMA) FONU

“Sebîl’ul-lah” Allah’ın yolu, Allah’ın dinidir. Allah’ın dini için yapılan bütün harcamalar Allah yolunda harcamadır. Bu açıdan bakınca diğer yedi sınıfa yapılan harcama da Allah yolunda olacağından “Sebîl’ul-lahFonu”nun bir farkı kalmaz. Konuyu anlamak için ilgili ayetlere bakınca bunun savaş harcamaları olduğu ortaya çıkar. Âyetler şöyledir:

“Allah yolunda, sizinle savaşanlarla savaşın ve haksız saldırı yapmayın. Allah, haksız saldırı yapanları sevmez.”(Bakara 2/190)

“Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve atlı birlikler[23] hazırlayın ki Allah’ın düşmanını, kendi düşmanınızı ve ayrıca sizin bilmeyip de Allah’ın bildiği öbür düşmanları korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız, size tam olarak ödenir. Haksızlığa uğratılmazsınız.”(Enfâl 8/60)

“Allah yolunda harcama yapın da kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Güzel davranın. Allah güzel davrananları sever.”(Bakara 2/195)

Her türlü savaş harcaması bu fondan karşılanır. Bu sayede ülkenin iç ve dış güvenliği sağlanmış, güven ve tatmin ortamının önünde engel kalmamış olur.

4. İBNÜ’S-SEBÎL (ULAŞIM) FONU

“ibnü’s-sebîl” “yolun oğlu” anlamına gelir ve evinden uzak olan yolcu için kullanılır.[24] Ona “yolun oğlu” denmesi, yolun ayrılmaz bir parçası haline gelmesinden dolayıdır.[25]

Ticari hayatın gelişmesi için bir güven ve tatmin ortamı gerekir. İlgili âyet şöyledir:

“Allah, rızkı her yerden bol miktarda gelen, güven ve tatmin içindeki bir kenti örnek verir. Derken orası, Allah’ın nimetlerine nankörlük etmeye başlar. Allah da işlerini bozmalarına karşılık onları, açlık ve korku içine sokar”.(Nahl 16/112)

Rızkın her yerden gelmesi için yolların olmasına ve yol güvenliğinin sağlanmasına ihtiyaç duyur. Bunlarla ile ilgili harcamalar bu fondan karşılanır. 

SONUÇ

Sadaka kelimesi geleneğimizde, fakirlere ve özellikle dilencilere yapılan basit yardımlar için kullanılır. Halbuki Kur’an’ın ilgili âyetlerinde ve Nebî’mizin söz ve uygulamalarında, devlete sadakati gösteren vergi anlamında kullanılmıştır. Nebî’mizden çok sonra gayrimüslimlere cizye ve haraç gibi yeni vergiler konunca sadaka yerine zekât kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. Halbuki Kur’an’da “sadaka al!” emri olduğu halde “zekât al!” emri yoktur.

Daha ilginç olanı, sadakaların harcama kalemini gösteren Tevbe 60. âyetin zekâta tahsis edilmesi, onunla da yetinilmeyip harcama kalemleri üzerinde oynanmasıdır. Halbuki Allah Teâlâ bu âyetin sonunda şöyle demiştir:

Bunlar Allah tarafından farz kılınmıştır. Bilen ve kararları doğru olan Allah’tır.”

Nebî’miz de şöyle demiştir:

“Allah, sadakalar konusunda ne bir nebînin ne de başkasının vereceği kararı kabul eder. Kararı kendisi vermiş ve sadakaları sekiz parçaya bölmüştür[26].”

Müslüman halk, mezheplerin, Kur’an’a ve Sünnet’e kesin olarak uyduklarını zanneder. Ama onlar, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da kendilerine göre yeni bir yapı oluşturmuşlardır.  Örnek olarak Hanefiler sekiz sınıfı, yedi sınıfa indirmiş ve o yedi kavrama yeni anlamlar yükleyerek âyetten iyice uzaklaşmışlardır. Ömer Nasuhi BİLMEN’in ifadeleri şöyledir:

“Zekâtın masrafı, yani verileceği kimseler, müslüman fakirler, miskinler, borçlular, yolcular, mükâtepler, mücahitler ve amillerden ibaret olmak üzere yedi kısımdır.”

Bununla da yetinmemiş, zekât toplama memurları dışındaki bütün sınıfları, fakir tanımına sokarak sekiz sınıfı iki sınıfa düşürmüşlerdir[27].

Bu yapı ile devletin hiçbir ihtiyacı karşılanamayacağı için yöneticiler, sürekli savaş açarak aldıkları ganimetlerle ve halka yükledikleri yeni vergilerle ayakta durmaya çalışmışlardır.

Bu tür yanlışlarla anlaşılmaz hale gelmesin diye bu makalede mezheplerin görüşlerine yer verilmemiştir. O görüşlere yer verilmemesinin asıl sebebi şu âyettir:

إِنَّ الَّذِينَ فَرَّقُواْ دِينَهُمْ وَكَانُواْ شِيَعًا لَّسْتَ مِنْهُمْ فِي شَيْءٍ إِنَّمَا أَمْرُهُمْ إِلَى اللّهِ ثُمَّ يُنَبِّئُهُم بِمَا كَانُواْ يَفْعَلُونَ

“Belli kişiler etrafında kümeleşerek dinlerini bölenler var ya, hiçbir konuda onlardan olamazsın. Onların işi Allah’a kalmıştır. Daha sonra Allah, onların yaptıklarını kendilerine bildirecektir.”(En’âm 6/159)

Allah Teala Müslümanların, gerçekleri görmelerini nasip eylesin.

Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır

__________________________________________

KAYNAK: Abdulaziz BAYINDIR, “Kur’an’da Sadaka ve Faiz”, Kitap ve Hikmet Dergisi, Sayı: 17, Nisan-Mayıs-Haziran 2017, s. 4-14.


[1]Âyetin bu bölümüne genellikle şöyle meal verilir: “onlara dua et; senin duan onlar için bir güvendir” Bu meal uygun değildir. Âyetin öncesinde ve sonrasında sözü edilen münafıklara dua edilemez.  “Ve salli aleyhim = وَصَلِّ عَلَيْهِمْ” ifadesine “onlara sürekli destek ol” anlamı vermemiz Arap dilinin gereğidir. Çünkü Arap dili bilginlerinden Zeccâc’a (öl. 311 h.) göre salat’ın (=الصَّلَاة) kök anlamı lüzum =اللزوم yani süreklilik ve devamlılıktır. Sözlükçüler kelimenin deve ve diğer hayvanların kuyruğunun iki tarafı ve insanın iki bacağının ilk eklemi anlamında olan الصَّلْوين = salveyn’den alındığını söylerler. Bunlar kuyruk sokumunu çevreleyen kısım gibidir. Zeccâc şöyle devam etmiştir: “Bana göre doğrusu birinci anlamdır. Çünkü salât = الصَّلَاة Allah’ın farz kıldığı şeyleri sürekli yapmaktan ibarettir. Namaz = الصَّلَاة Allah’ın sürekli kılınmasını emrettiği en büyük farzlardandır. Önündekini takip eden anlamındaki musalli = المصلِّي ‘ninsalaveyn = الصلَوَيْن ‘den yani atın kuyruk sokumunu iki yanı anlamından alındığı açıktır. Bunda, arkadaki atın kafasının, öndekinin kuyruk sokumunu takip etmesi gibi bir anlam vardır. (Lisanu’l-Arab, صلا mad.) Bize göre her iki anlam da aynı şeyi ifade eder. Önde olanı takip, süreklilik ister. lüzum =اللزوم da süreklilik ve devamlılık anlamındadır.

[2]Gayrimüslimlerin erkeklerinden alınan baş vergisi anlamındaki cizye, şu âyetteki cizye kelimesinin keyfi yorumuyla ortaya çıkmıştır. Böyle bir vergi Nebî’miz zamanın yoktu.

Kendilerine Kitap verilmiş olanlardan Allah’a ve ahiret gününe inanıp güvenmeyen#, Allah’ın yani onun elçisinin haram saydığını haram saymayan ve bu doğru dini din edinmeyen kimselerle, küçük düşüp o cezayı (el-cizye) kendi elleriyle ödeyecek hale gelinceye kadar savaşın.”(Tevbe 9 /29)

Âyetteki “o ceza”nın (= el-cizye) ne olduğunu ancak şu âyetten öğrenebiliriz:

Âyetleri görmezlikte direnenlerle (kafirlerle) savaşta karşılaşınca boyun köklerini vurun. Etkisiz hale getirince onları, sıkı güvenlik çemberine alın. Sonra karşılıksız ya da fidye alarak serbest bırakın ki savaşın ağırlığı kalmasın…” (Muhammed 4)

Savaşta küçük düşüp o cezayı elleriyle verecek hale gelmeleri, yenilip esir olmalarıdır. Ödeyecekleri ceza da karşılıksız serbest bırakılmayanlardan alınan fidyeden başkası değildir.

[3]“Faizli borç” diye meal verdiğimiz “minribe = مِن رِبًا” ifadesi “liriben = لِربا”taktirindedir. Devamındaki liyerbuve=  ‘لِّيَرْبُوَ’nin başında da lam = لِ harf-i cerri olduğu için birincisinde aynı anlamda min = مِن kullanılmıştır. Buradaki riba, faizli borç anlamında mecazdır. Âyete genellikle şöyle bir meâl verilir: “İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz her hangi bir faiz” Böyle bir faiz olmayacağından kelimeye faizli borç dışında bir anlam verilemez.

[4]İnfakı emreden âyetler şunlardır: Bakara 195, 254,267,Hadid 7,Münafikûn 10, Teğâbun 16, Talak 6.

[5]İsmail b. Hammad el-Cevheri, es-Sıhah, (Tahkik: AhmedAbdulgafûrAttâr), Beyrut 1983,  عفوmd.

[6]Ahmed b. Faris b. Zekeriya, Mu’cemumekâyîs’ul-luğa, Beyrut, tarihsiz, عفوmd.

[7]Bkz. Furkan 25/69, Kasas 28/84, Ahzab 33/68, Mümin 4/40.

[8]Müslim, Zekat I, Hadrisno: 7- (981).

[9]Âyette geçen, يتخبطه الشيطان من المس ifadesi, genellikle “şeytanın dokunup çarptığı “ şeklinde anlaşılır. Bize göre bu anlayış doğru değildir. يتخبطهالشيطان şu anlamlara da gelir: مسه بخبل, ona takılıp aklını çeldi, (Lisanu’l-Arabخبط mad.) يفسده بخبله aklını çelerek onu bozuyor. (ez-Zebîdî, Tâc’l-arûs, خبط mad.) الخبل aklını ve organını bozma anlamına gelir: خبله إذا أفسد عقله وعضوه (Lisanu’l-Arabخبل mad.) Yanlış bir şeye takılmamış olan, faiz alım satım demez. Dolayısıyla âyet, böyle kimselerin şeytana takıldığını ve sağlıklı düşünemediğini ifade etmektedir.

[10]“Dı’f = ضٍعف” bir şeyin katı, “dı’feyen” iki katı, “ed’âf = أَضْعَافً” üç ve daha fazla katları demektir. Mudâafe, iki ve ikinin katlarını ifade için kullanılır. “Ed’âfenmudâ’afeten= أَضْعَافًا مُضَاعَفَةً” sözü ise “ikinin katları” demektir. İkinin en küçük katı dört’tür.

[11]Allah’ın elçisi Veda Hutbesinde şöyle demiştir: “Cahiliye faizi kaldırılmıştır. Kaldırdığım İlk faiz, bizim faizimiz, Abbas b. Abdulmuttalib’in faizidir. Onun tamamı kaldırılmıştır.”(EbûDâvûd, Menâsik, 57, hadis no: 1905)

[12]Abdurrezzak, Musannef, Habib’ur-Rahmân el-Azamî’nin tahkikiyle, Beyrut 1403, ikinci baskı, c. IV, s. 89, hadis no: 7077.

Altından basılan paraya dinar, gümüşten basılana dirhem denir. Başlangıçta dinar, yaklaşık 4.25 g dirhem ise yaklaşık 2.975 g geliyordu. 7 dinar (miskal) 10 dirhem ağırlığında; 10 dirhem 1 dinar değerindeydi. Altının nisabının 20 miskal, gümüşün nisabının da bunun on katı yani 200 dirhem olması bundandır. 20 miskal altın 85 g 200 dirhem gümüş ise bunun yedi katı, yani 595 gramdır

[13]Sünen-i Ebî Davud, Zekat 23, hadis no: 1630.

[14]İsfahânî, Ragıb, (ö. 425 h.), Müfredât (thk: Safvan Adnan Dâvûdî), Dımaşk ve Beyrut, 1412/1992, سكنmad.

[15]Buhârî, “Zekât”, 53; Müslim, “Zekât”, 101; EbûDâvud, “Zekât”, 23; Nesâî, “Zekât”, 78.

[16]Müfredât “الف” md.

[17]Mehmet Ali Kapar SAFVÂN b. ÜMEYYE – Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.

[18]Müfredât, رقب” md..

[19]Burada Arap dili açısından bir hal cümlesi vardır. Bize göre, كائنين على حبهم الطعام takdirindedir.

[20]Abdülazîm b. Abdülkavî el-Münzirî, et-Terğîbv’et-terhîb, c. II, s. 163. Hadisi hasenisnadlaTaberânî’nin bir de Beyhakî’nin rivayet ettiği ifade edilmektedir.

[21]Nesâî, el-İstiâze 34, c. VIII, s. 265.

[22]Müslim, Sahih, Zikr 38; Ebû Davud, Sünen, Edeb 60; Tirmizî, Sünen, Birr 19.

[23]Savaşta atlı birliklerin yerini hiçbir şey tutmaz. At, kendi yakıtını kendinin temin edebilmesi ve üstün hareket kabiliyeti sebebiyle savaşın vazgeçilmezidir.

[24]Müfredât, (سبل)md.

[25]İbn Manzur, Cemalüddin Muhammed b. Mukrim (630-711), Lisanu’l-Arab, Beyrut. سبل mad.

[26]Sünen-i Ebî Davud, Zekat 23, hadis no: 1630.

«إِنَّ اللَّهَ تَعَالَى لَمْ يَرْضَ بِحُكْمِ نَبِيٍّ وَلَا غَيْرِهِ فِي الصَّدَقَاتِ، حَتَّى حَكَمَ فِيهَا هُوَ، فَجَزَّأَهَا ثَمَانِيَةَ أَجْزَاءٍ،»

[27]Ömer Nasuhi BİLMEN, Büyük İslam İlmihali, İstanbul 1962, s. 471-472, Paragraf 92-95.