Kadının Boşanma Yetkisi (Master Tezi)

Bakara Suresi’nin boşanma ile ilgili 228. ayetinin sonu şöyledir:

“…Mâruf ölçüler içerisinde o kadınların erkekler üzerindeki hakkı, onların bunlara karşı olan hakkına denktir. Erkeklerin onlara karşı bir dereceleri vardır. Allah azizdir hâkimdir.” (Bakara 2/228) Ayetlerde talak, hul’ ve iftida kararı diye üç ayrı boşanma şekli hükme bağlanmıştır. Talak, erkeğin tek taraflı kararı ile yaptığı boşamadır. Talâkın geçtiği ayetlerde kadına yetki verilmemiştir. Talakta bulunan erkeğin, eşine verdiği mehirden ve diğer mallardan bir şey alamaması (Bakara 2/229), kadının bekleme süresi (iddet) bitinceye kadar onunla aynı evi paylaşma mecburiyeti ve süre bitinceye kadar yine tek taraflı kararı ile talaktan vazgeçme hakkı (Talak 65/1-2) boşanmanın önüne konmuş tabii engellerdir. Hul’, evliliği yürütemeyeceklerine kanaat getiren kadın ile erkeğin, karşılıklı anlaşmalarıyla evliliğe son vermeleridir. Burada istek daha çok kadından geldiği için kadın evlenirken aldığı mehirden kocasına vermesi gerekir. Buna hul’ bedeli denir. Üçüncüsü iftidâdır. İftidâ, şartları gerçekleşdiği taktirde kadının tek taraflı iradesiyle evliliğe son vermesidir.

Bakara Suresi‘nin 229. ayetinde şöyle buyurulur: “Karı-kocanın Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden siz korkarsanız kadının fidye vermesinde her eşe de bir günah yoktur.” Evliliğin yüklediği sorumlulukları yerine getirememe korkusuna kapılan kadın, durumu yetkili makama bildirir. Çünkü ayetteki “..siz korkarsanız…” ifadesi bunu gerektirir. Bu korkunun tespitinden sonra kadına iftidâda bulunabileceği bildirilir. Bundan sonra ister iftidâ da bulunarak evliliğe son verir, isterse evliliğe devam eder. Hudud, iyi geçinme ve nikah haklarını yerine getirmedir. Bunları yerine getirip getirmediğinin ispatı değil, yerine getiremeyeceğinden korkulması esastır.

Hz. Peygamberin uygulaması ile konu, şüpheye mahal bırakmayacak şekilde açıklığa kavuşmuştur. Malik’in rivayet ettiği hadisi Şâfiî Ebu Dâvud, Tirmîzî, Nesâî ve İbn Mâce tahric etmiştir. İbn Huzeyme ve İbn Hıbban da sahih olduğunu söylemişlerdir. ((Ahmed Abdurrahman el-Benna, Fethu’r-rabbâni li tertîb-i müsned-i Ahmed b. Hanbel eş-Şeybâni, XVII/16 (Hadisi Muhammed ibn Seleme ibn Kâsım’dan, o Mâlik’ten, o Yahya b. Said’den, o Amra binti Abdurrahman’dan nakletmiştir).))

Amra’dan gelen rivayete göre Sâbit’in eşi olan Habibe’yi Peygamber alaca karanlıkta kapısının önünde bulur ve ne olduğunu merak edip durumunu sorar. Habîbe eşi Sâbit’le bir arada bulunmasının mümkün olmadığını evliliğe devam edemeyeceklerini söyler. Sâbit geldiğinde Rasûlullah ona: “İşte Habîbe. Söyleyeceğini söyledi.” der. Habîbe: Sâbit’in verdiği her şeyin yanında olduğunu ifade eder. Rasûlullah Sâbit’e onu ondan almasını emreder. Sâbit, Habibe’ye verdiğini alır ve Habîbe ailesinin yanına döner. Talâkın gerçekleşmesi nasıl kadının onayına bağlı değilse iftidânın gerçekleşmesi de kocanın onayına bağlı değildir. Koca evliliğe son vermek istediğinde bunu, bir yetkili makama başvurmadan yapabilir. Kadının evliliği sona erdirme kararı ya karşılıklı rıza ile ya da hâkime veya hakeme başvurarak gerçekleşmektedir. İşte erkeklerin kadınlara karşı dereceleri budur. Aşağıda “KADININ BOŞANMA YETKİSİ” konusunda Fatma YILDIZ GÜLLÜOĞLU‘na yaptırdığımız bir yüksek lisans tezi vardır.

Konu ile ilgili geniş bilgi edinmek isteyenler tezden faydalanabilirler.

Prof. Dr. Abdulaziz BAYINDIR

__________________________________________________


KADININ BOŞANMA YETKİSİ

ÖNSÖZ

Toplumumuzda, İslâma göre kadının evliliği sona erdirme yetkisinin olmadığı şeklinde yaygın bir kanaat bulunmaktadır. Bunu tez çalışmam boyunca, çeşitli sohbet ortamlarında müşahede ettim. Pek çok kimse koca razı olmadan kadının evliliği sona erdiremeyeceğini düşünmekteydi. Ben de bu konuya dâir eski ve yeni eserlerden okuduğum kadarıyla net bir bilgiye sahip değildim. Bu eserlerin bir kısmında kadının da erkek gibi boşanma hakkına sahip olduğu ifade edilmesine rağmen kadının sahip olduğu bu hak ne söyledikleri gibi karşılıklı hak ve sorumluluk dengesine uygun görünmekte, ne de kadın bu hakkı bir engelle karşılaşmadan kullanabilmekteydi. Kadına boşanma hakkı sağladığı ifade edilen bu yollar ya kadının erkeği razı etmesi, ya da nikahta kocasından talak hakkını alması şartlarına bağlanmakta idi. Talak ise erkeğin hakkı olup bunu herhangi bir kayda bağlı olmadan kullanabiliyordu. Biz Allah’ın kullarına dâima âdil davrandığına inanmaktayız. Fakat evliliği sona erdirme şekilleri olarak çizilen bu tablo söylenildiği gibi dengeli gözükmemekte idi.

Allah’ın kullarına âdil davrandığında en ufak bir şüphemiz olmadığına göre bu dengesizlik ya bizim konuyu tam idrak edemeyişimizden, ya da bu tabloda bir eksiklik olmasından kaynaklanmaktaydı. Bu sebeple her iki ihtimâli de dikkate alarak konuyu araştırmayı uygun gördük. Gerek zaman ve imkan yetersizliğinden, gerekse bizden kaynaklanan hata ve eksiklikler, yapılan uyarılarla giderilecektir. Bu çalışmaya başlamadan önce görüştüğüm bir hocam bu konunun defalarca çalışıldığını ve bir kere de benim aynı şeyleri tekrar etmek zorunda kalacağımı söylemişti. Ben de ilk başta Mâlikî mezhebini esas alan bir çalışma yapmayı düşünmüştüm. Danışman hocam konunun önemine binâen bu konuyu almam için ısrar etmiş, Kur’an ve Sünnet’e göre araştırmamı istemişti. Tezde kaynağı verilmeyen yeni görüşlerin tamamı hocama aittir. Tezin her safhasında yardımını esirgemeyen, teşvik ve tavsiyeleriyle büyük ölçüde yol gösteren hocam Sayın Doç. Dr. Abdulaziz Bayındır’a burada teşekkürü bir borç bilirim.

Ayrıca ders yılı boyunca kendisinden istifâde ettiğim Y.r.d. Doç. Dr. Abdusselam Arı Bey’e, imkanlarından faydalandığımız Süleymâniye Vakfı Kütüphanesinin kurucu ve elemanlarına, İSAM Kütüphanesi görevli ve elmanlarına, çalışmam boyunca beni teşvik eden ve bana destek olan ev arkadaşlarım Emine, Rumeysa ve Dilek’e, İSAM Kütüphanesinde kendilerinden istifâde ettiğim hocalarıma, arkadaşlarıma, Süleymâniye Vakfında çalışmam esnasında bana moral veren İ. Ü. İlahiyat Fakültesi kız öğrencilerine, bana bu imkanı sağlayan âileme teşekkür ederim. Fatma Yıldız Güllüoğlu Temmuz 2000 KISALTMALAR a.g.e: Adı geçen eser AÜİFD: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi b.: Bin, İbn bk.: Bakınız c.: Cilt DİA: Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi Hz.:Hazreti md.: Madde nşr.: Neşreden ö.: Ölümü sy.: Sayı s.: Sayfa trc.: Tercüme eden t.s.: Tarihsiz y.y.: Yayın yeri yok

GİRİŞ

I. KONUNUN MAHİYETİ SINIRLARI VE İŞLENİŞİ

Evliliğin iradeye bağlı olarak sona erdirilmesi çeşitli şekillerde olmaktadır. Kur’an’da evlenme ve evliliği sona erdirmeyle ilgili konulara ayrıntılı bir şekilde yer verilmiştir. Sünnet de bunların nasıl uygulanacağını göstermiştir. Tezimizde bu iki kaynaktan hareketle kadının evliliği sona erdirme yetkisi delilleriyle ortaya konmaya çalışılacaktır. Şimdiye kadar kadının evliliği sona erdirmek için başvurduğu bir takım yollar onun evliliği sona erdirme yetkisi olarak ifade edilmiştir. Ancak burada işleyeceğimiz konu kadının ayrılmak istediğinde başvuracağı yollar değildir. Konumuz evliliği sürdüremeyecek olan, fakat kocasının kötülüğünü, geçimsizliğini ispat etmek istemeyen veya ortada objektif olarak görülebilecek bir sebep olmamasına rağmen evliliğe devam edemeyecek olan kadının ayrılmak istediğinde kullanabileceği evliliği sona erdirme şeklini araştırmaktır. Asıl konu bu olmakla beraber konunun daha iyi anlaşılması için diğer ayrılma şekillerine de değinmeyi uygun gördük. Araştırmada öncelikle konuyla alakalı ayetler tespit edilerek anlaşılmaya çalışılmıştır.

Daha sonra hadisler üzerinde durulmuş, çeşitli şerhlerden yararlanılarak hadisler hem sened hem metin bakımından incelenmiştir. Farklı mezheplere mensup müfessirlerin ahkam tefsirleri okunarak ayetler hakkındaki yorumları, mezheplerin konuyla alakalı görüşlerini ispatlamak için dayandıkları delilleri tespit edilmeye çalışılmıştır. Tefsirler seçilirken kabul görmüş ve sonraki dönemlerde görüşleri tekrar edilmiş olan tefsirler tercih edilmiştir. Özellikle Cessas,Taberî, İbn Arabî ve Kurtubî gibi âlimlerin ayetlere ve konuya bakışları ortaya konmaya çalışılmıştır. Mezheplerin konuyla ilgili görüşleri tespit edilirken ilk kaynaklara inilmeye gayret edilmiştir. Çünkü sonrakilerin görüşlerini daha çok bu ilk kaynakların üzerine bina ettikleri görülmüştür. Hanefîler’in Mebsut, Hidâye, Binâye, Fethu’l-kadir; Mâlikîlerin Muvattâ, Müdevvene, Bidâyetü’l-müctehid, Temhîd; Şâfiîlerin, Ümm, Muğni’l-muhtâc, Nihâyetü’l-muhtâc; Hanbelîlerin, Fethu’r-rabbânî, Mûcemu’l-fetâvâ, Muğnî, Zâdu’l-meâd; Zâhirîlerin Muhallâ adlı eserleri temel alınarak görüşleri tespit edilmeye çalışılmıştır. Tez giriş ve üç bölümden oluşmaktadır. Girişte konunun mâhiyeti, sınırları ve işlenişi hakkında kısa bilgiler verilmiş, kadının evliliği sona erdirme yetkisine değinen günümüz çalışmalarında konuya nasıl yaklaşıldığı ifade edilmiş, evliliği sona erdirme şekilleri Kur’an’a göre ortaya konmaya çalışılmıştır. Birinci Bölümde kadının evliliği sona erdirme yetkisi olan “İftidâ” ele alınmış, konuyla alakalı âyetler, hadisler ve sahâbe uygulamasına yer verilmiştir.

İftidânın delili olan âyet ve hadislere tefsirlerde ve hadis şerhlerinde getirilen yorumları ortaya koymak için bunlara ayrıca bir bölüm açmak uygun görülmüş ve bunlar ikinci bölümde ele alınmıştır. Üçüncü bölümde iftidânın delili olan âyet ve hadislere hul‘ içerisinde yer veren mezheplerin görüşleri ve delilleri üzerinde durulmuştur. Tezin mâhiyetinden de anlaşılacağı üzere bu araştırmada delillerden hareketle bir sonuca ulaşılmaya çalışılmıştır. Burada kadının evliliği sona erdirme yetkisiyle alakalı görüşler tespit edilmiş, gerektiğinde bunlar tasdik veya tenkit edilmiştir. Bu konuya dâir daha önce varılan hükümlerin toplumsal yönü üzerinde durulmamıştır. Çünkü bu, tezimizi aşan ayrı bir çalışma konusudur.

II. GÜNÜMÜZDE KADININ EVLİLİĞİ SONA ERDİRME YETKİSİNE DEĞİNEN ÇALIŞMALAR

Günümüzde bir problem olarak karşımıza çıkan kadının tek başına evliliği sona erdirme yetkisinin olup olmadığı konusu çeşitli yerlerde ele alınarak çözülmeye çalışılmıştır. Bunlardan bir kitap, ((((Nihat Dalgın, İslâm Hukukunda Boşama Yetkisi, Samsun 1999.)))) bir tez, ((İbrahim Yılmaz, İslâm Hukukunda Boşama Yetkisi (Basılmamış tez).)) dört makale ((Hayri Kırbaşoğlu, “Kadın Konusunda Kur’an’a Yöneltilen Başlıca Eleştiriler”, İslâmi Araştırmalar Dergisi,V/271-283, sy. 4; İlhami Güler, “Kur’an’da Kadın Erkek Eşitsizliğinin Temelleri”, İslâmi Araştırmalar Dergisi, V/311-319, sy. 4; Ş. Yüksel Şeker, “İslâm Hukukunda Yargı Yoluyla Boşanma ve Nedenleri” Mehir Dergisi, s. 98-104, Yaz 1998; Hüseyin Hatemi, “Modern Mahrem ve İslâmın Kadına Bakışı”, İslâmi Araştırmalar Dergisi, V/328-331, sy. 4.)) ve beş ansiklopedi maddesini ((Hamza Aktan, “Talâk”, İslâmda İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, IV/238-245; Hasan Güleç, “Tefrik”, IV/314-316; “Muhâlaa”, İslâmda İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, III/266-268; Afzalurrahman, “Boşanma ve Mehir”, Siret Ansiklopedisi, s. 68-71; Ali Bardakoğlu, Türk Aile Ansiklopedisi, I/201. )) inceleyerek konuya nasıl yaklaşıldığını ortaya koymaya çalıştık.

1. Nihat Dalgın Boşama Yetkisi konulu çalışmayı boşanmada kimin ne kadar hakkı olduğunu naslardan hareketle tespit etme gayesiyle yaptığını, kadının işkence haline dönüşen bir evlilikten kocası razı olmadıkça kurtulamayacağı şeklindeki yanlış anlayışın kendisini böyle bir kitap kaleme almaya sevk ettiğini söylemiştir. Bu kitapta Kadının Boşama Hakkı isimli bir bölüm açmış, burada Kadının Boşaması ve Kadının Kocasıyla Bir Tazminatta Anlaşarak Boşanması (Muhâlaa) başlıkları altında konuyu ortaya koymaya çalışmıştır. Kadının nikah akdinden doğan talâk yetkisinin olmadığını, dolayısıyla talâkın sadece kocanın hakkı olduğunu savunanların delillerini eleştirmiştir. ((Kadının nikah akdinden doğan talâk yetkisinin olmadığını iddia edenler buna öncelikle nasları delil göstermişlerdir. Onlara göre boşanmayla ilgili ayetlerin tamamında erkeğin fâil, kadının ise meful olması sebebiyle talak erkeğe aittir. Kadının da talâk hakkı olsaydı Kur’an’da bunun belirtileceği görüşünü savunurlar. Onlara göre el-Bakara. 2/229. âyette ifade edilen erkeklerin kadınların üzerinde sahip olduğu fazla hak talâktır. Yine el-Bakara 2/237. âyette geçen nikah akdini elinde bulunduran kocadır. Buna göre nikah bağını tek taraflı çözme anlamına gelen talâk erkeğe aittir.

“Talâk ancak inciği tutana aittir” hadisine göre de bu hakkın sadece kocaya ait olduğunu iddia etmişlerdir. Biyolojik ve psikolojik olarak daha zayıf bir yaratılışa sahip olan kadının karar verirken duygularıyla hareket edeceği, bu sebeple evlilik bağının kadının eline verilmesinin aile için risk içerdiği görüşündedirler. Nikah akdinde tüm mali sorumlulukların erkeğe yüklenmesi sebebiyle de talâkın erkeğe verilmesinin nimet-külfet dengesi bakımından adil olacağını ifade etmişlerdir (bk.Nihat Dalgın, s.68-78). Müellif bu yaklaşımlardan sonuncusu haricindekileri kabul etmemektedir. Kendisi kadının akitten doğan talâk yetkisinin bulunmadığı, kadına yapısı gereği bu hakkın verilmediği yaklaşımında olanların tefviz-i talâkı kabul etmelerini çelişki olarak değerlendirir. Ona göre kadına talâk yetkisi vermek aile için risk içerir denirse tefviz-i talâk da aynı riski içerdiğinden bunu da kabul etmemelidir (bk. Nihat Dalgın, İslâm Hukukunda Boşama Yetkisi, s. 68-70).)) Kendisi âyet ve hadislerden getirilen delillerin kadının talâk hakkı bulunmadığına açık bir şekilde delalet etmediği görüşündedir. Bu görüşünü ispata geniş yer ayırmasına rağmen neticede sünnetin, talâkın erkeğin hakkı olduğuna delil teşkil ettiğini, talâkın Arap toplumundaki manasıyla bazı düzenlemeler yapılarak kabul edildiğini dile getirmiştir. ((Nihat Dalgın, s. 72-73.))

Ona göre kadının nikah akdinden doğan talâk yetkisinin olmaması onun mali sorumlulukları bulunmaması sebebiyledir. Koca mali sorumlulukları gereği talâk hakkına sahiptir. Nimet-külfet dengesinin ancak bu şekilde sağlanacağı görüşündedir. Konunun sonunda talâk hakkı ile boşanma hakkının birbirine karıştırılarak kadının talâk hakkı olmaması sebebiyle boşanma hakkının da olmadığı şeklinde yanlış bir sonuca varıldığını tespit etmiştir. Erkeğin talâk hakkına sahip olmasının kadının bu hakka sahip olmadığı manasına gelmeyeceğini, dolayısıyla kadının da boşama hakkına sahip olduğunu ifade etmiştir. Ona göre İslâm boşama gibi temel bir hakka sahip olmada erkek ile kadını eşit tutmuştur. ((Nihat Dalgın, s. 73-79..)) Fakat kendisi de İslâm’dan önce erkeğin mali sorumluluğuna mukabil talâk hakkı olduğunu, İslâmın bunu benimseyerek talâk hakkına sahip olan mevzûnda yeni bir düzenlemeye gitmediğini kabul etmektedir. ((Nihat Dalgın, s. 80.)) Kadının boşama hakkı olarak ise tefviz-i talâk (( Tefvîz-i talak kocanın talak yetkisini karısına temlik veya havale etmesidir.

Koca karısına kendini boşa derse mutlak tefviz, kendini şu vakitte boşa derse mukayyet tefviz, ne vakit dilersen kendini boşa derse bütün zamanları kapsayan âmm tefviz olur (bk. Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s. 447).)) ve hul‘ü ((Hul‘ hakkında geniş bilgi için bk. s. 26.)) göstermiştir. ((Nihat Dalgın, s. 80-88.)) Muhâlaaya kadının kocasıyla bir tazminatta anlaşarak boşanması diyerek tefvîz-i talâk hakkı almayan kadının bu yolla boşanabileceğini savunmuş, hul‘ hakkının talâka mukabil olarak kadına verilmiş bir hak olduğunu belirtmiştir. ((Nihat Dalgın, s. 88, 101.)) Ancak hul‘ karşılıklı rızayla gerçekleştiği için koca hul‘ talebini kabul etmediğinde kadının mahkemeye başvuracağını ifade etmiştir. ((Nihat Dalgın, s. 112.)) Ona göre kadının hul hakkını rahatça kullanabilmesi için hul‘ talebine itiraz eden koca, talâk hakkını suistimal etmektedir. Kadının hul hakkını rahatça kullanabilmesi için, kocanın kadının hul‘ talebine itiraz hakkı olmadığı kabul edilmeli yada kadın mahkeme kararına başvurabilmelidir. Oysa muhâlaada kocanın talâkını söz konusu etmemek gerekir. Muhâlaa her iki tarafın da rızasıyla gerçekleşir. Rıza ile olmazsa ona muhâlaa ismini vermek uygun olmaz. Kocanın itiraz edemeyeceğinin delili olarak “Talâk iki defadır. Bundan sonra ya iyilikle tutmak ya da iyilikle boşamak gerekir” ((el-Bakara 2/229.)) ve “Kadınları haddi aşarak onlara zarar vermek amacıyla tutmayın” ((el-Bakara 2/231.)) âyetlerini göstermiştir. Ancak bu âyetler muhâlaa ile alakalı değildir. Müellif Sâbit hakkında gelen hadisi ((Bu hadisi ikinci bölümde “iftidâ” konusunda geniş olarak ele aldık.)) değerlendirerek muhâlaa konusundan ayrı sonuçlara varmıştır. Bu hadis bütün kaynaklarda ve eserlerde hul konusu içerisinde ele alınmış olduğundan hadisten muhâlaaya uymayan sonuçlar çıkarılsa bile farklı bir olay olarak ele alınmamıştır. ((Nihat Dalgın, Boşama Yetkisi, s. 109.))

2. İbrahim Yılmaz Boşama Yetkisi adlı tez çalışmasında daha çok kadının ayrılmak için başvurabileceği yollar üzerinde durmuş, kadının tefvîz-i talâk ile boşama, muhâlaa ve mahkeme yoluyla da boşanma hakkına sahip olduğunu açıklamaya çalışmıştır. ((İbrahim Yılmaz, İslâm Hukukunda Boşama Yetkisi, s. 79.)) Ona göre koca talâk hakkını kadına verdiği takdirde kadın da erkek gibi boşama hakkına sahip olmakta ((İbrahim Yılmaz, s. 18.)) tefviz-i talâkı almayan kadın mahkemeye başvurduğunda geçerli sebepler bulunursa takdir hakkı sınırlı da olsa mahkeme ayrılığa hükmetmektedir. ((İbrahim Yılmaz, s. 76.)) Bunlar dışında kadının muhâlaa ile boşanma hakkına sahip olduğu ifade edilmiştir. Çalışmada muhâlaanın karşılıklı rıza ile gerçekleştiği kabul edilmesine rağmen hul‘de erkeğin rızası konusunda erkeğin kadının hul‘ talebini kabulünün vacip olduğu, aksi takdirde kadına bu hakkı vermenin bir anlamı olmadığı belirtilmiştir. ((İbn Teymiyye’nin erkeğin kabulünün vacip olduğunu söylediğini zikretmiştir. Ancak gösterilen kaynakta bunu bulamadım (İbn Teymiyye, Mecmû’ul-fetâvâ, XXXIII/152 dipnot olarak verilmiş).)) Ona göre Peygamber’in uygulaması da erkeğin kabul etmek zorunda olduğunu gösterir ve hadisten sırf sevmediği için kadının boşanma talebinde bulunabileceği, erkeğin bunu kabul etmek zorunda olduğu anlaşılır. ((İbrahim Yılmaz, s.102-103.)) Hul‘ ile ilgili ayette hakimlere hitap edildiğini, kadın kocasını boşamaya razı edemediği takdirde mahkemeye gideceğini söylemiştir. Kadının da erkek gibi evliliği sona erdirme hak ve yetkisinin olduğu iddiasına getirilen hul veya tefrik yoluyla yapacağı ((İbrahim Yılmaz, s. 76 (Bu konuda Merdavi kaynak gösterilmiştir). )) açıklaması kadın bu hakkı erkek razı olmadığında ve mahkeme uygun görmediğinde kullanamayacağı için yeterli değildir.

3. Hayri Kırbaşoğlu makalesinde kadının talâk yetkisi olmadığını iddia edenlere cevap vermiştir. Nasların talâk fiilinin erkeğe ait olduğunu tayin için değil, talâkın sonuçlarını ve sorumluluklarını açıklamak için geldiği görüşündedir. Bu nedenle âyetler kadının talâk yetkisi olmadığını göstermek için güçlü bir delil olarak ileri sürülemez. Kur’an’da erkeğin bu hakkın sahibi olarak kabul edilmesinde, onun o zamanki ataerkil yapıyı dikkate alması yatmaktadır. Üstelik ilgili âyetlerde erkeğin yerine getirmesi gereken yükümlülüklerden bahsedilmekte ve boşama sadece erkeğe ait sınırsız bir hak olarak görülmemektedir. Ona göre kadının zikredilmemesi boşama konusunda ona hiçbir sorumluluk yüklenilmediği için olup boşama sınırsız bir hak olarak değerlendirilmemelidir. Kadın da erkek gibi boşama hakkına sahiptir. ((Hayri Kırbaşoğlu, “Kadın Konusunda Kur’an’a Yöneltilen Başlıca Eleştiriler”, İslâmi Araştırmalar Dergisi, V/282-283, sy. 4.)) Makalede kadının sahip olduğu boşama hakkının ne olduğu ifade edilmemiştir.

4. Şule Yüksel Şeker kaleme aldığı makalede boşama hakkını işlerken İslâm hukukuna göre boşama hakkının prensip olarak erkeğe verildiğini, kadının bu hakka akit esnasında şart koşarak veya kadının isteği kocanın rızasıyla sahip olduğunu ifade etmiştir. Ona göre boşama yetkisinin kime verileceği düşünüldüğünde diğer yollara nazaran birey ve toplumun en az zarar gördüğü yol, erkeğin hakimiyeti ve boşamayarak kadına zulmetmesi söz konusu olsa da, erkeğin boşamasıdır. ((Şule Yüksel Şeker,Mehir Dergisi, s. 100-101,Yaz 1998.)) Makalesinde tefviz-i talâk yoluyla boşanmayı kadının isteğiyle meydana gelen boşanma olarak ifade etmiştir. Bununla beraber realitede kadının bu hakka sahip olmasının bir çok zararı beraberinde getireceğinden tavsiye edilmediğini söylemektedir. Yargı yoluyla boşanmanın daha çok kadının hakkını korumaya yönelik bir boşanma türü olduğunu, geçerli sebepler bulunduğu ve koca boşamaktan kaçındığı zaman hakimin kocayı, ya boşamaya zorlayacağını ya da koca aleyhine ayrılığa karar vereceğini ifade etmektedir. ((Şule Yüksel Şeker, s. 103.))

5. Hüseyin Hatemi makalesinde kadının da boşanma hakkının bulunduğunu ancak erkek boşanma tazminatı borçlusu kadın da alacaklısı olduğundan tazminat ihtilaflarına yol açmaması için kadının boşanmasının hakimin hükmüyle olduğunu ifade etmektedir. ((Hüseyin Hatemi, “Modern Mahrem ve İslâmın Kadına Bakışı”, İslâmi Araştırmalar Dergisi, V/331, sy. 4.))

6. İlhâmi Güler makalesinde Kur’an’da geçen talâk fiillerinin fâilin erkek mefulün kadın olmasına dayanarak boşama hakkının genel olarak erkeğe verildiğini Bakara 2/229 âyette kadına da boşanma hakkı tanındığını ifade etmiştir. Boşama hakkının erkeğe verilmesinde ileri sürülen erkeğin bu hakkı daha doğru kullanacağı, kadının ise bazı fıtri yetersizlikler yüzünden suistimal edeceği şeklindeki iddiaları temelsiz bulur. Ona göre bu, boşamanın daha çok kadını mağdur edeceğine ve arap toplumunun erkek egemen yapısının yansıması olmasına bağlanmalıdır. Ekonomik özgürlüğü olmayan kadının kocasını boşamasından bahsetmenin mümkün olmadığını ifade etmiştir. ((İlhami Güler, “Kur’an’da Kadın Erkek Eşitsizliğinin Temelleri”, İslâmi Araştırmalar Dergisi, V/318, sy. 4.))

7. Afzalurahman Siret Ansiklopedisinde ele aldığı muhâlaa konusunda ((Afzalurrahman, s. 68.)) karısından hoşlanmadığı ve onunla yaşaması imkansız hale geldiği zaman kocaya boşama hakkı verildiği gibi aynı durumlarda kadına da bu hakkın verildiğini, bunun Allah’ın verdiği bir hak olduğunu ifade etmektedir. Bununla beraber hul için kadının mehrin bir kısmını veya tamamını vermesiyle kocanın onu boşaması gerektiğini, kadının her iki tarafın anlaşmasıyla kocasına verdiği fidyede bir günah yoktur, ifadesinin hul’ün iki tarafın rızasıyla olacağına delalet ettiğini belirtmiştir. ((Afzalurrahman, s. 68.)) Âyet ve hadislere göre kadın eşinden nefret ediyorsa onları ayırmak daha iyidir, demektedir. ((Afdalurrahman, s. 70.)) Ancak kadın hul‘ istiyor, koca kabul etmiyorsa hakimin erkeğe kadını bırakmasını emredeceğini, Peygamber ve halifelerin bunu yaptığını ifade etmiştir. Ona göre koca hâkimin kararına uymak zorundadır. Aksi takdirde itaatsizlikten ceza uygulanacağını dile getirmiştir. Burada yer verdiği Hz. Ömer’in uygulamasından, hâkimin sadece kadının nefretini öğrenmesi gerektiği, nedenlerini araştırmayacağı ((Hz Ömer kendisine kocasından ayrılma talebiyle gelen bir kadını üç gün samanlık gibi bir yerde hapsetmiş, kadına nasıl olduğunu sorduğunda bunların en güzel geceleri olduğu cevabını almıştır. Kadın kocasında şikayet edebileceği bir şey olmadığını söylemesine rağmen iftidâsına izin vermiştir (Mâlik, Müdevvene II/341);Afdalurrrahman, s. 70.)) sonucunu çıkarmıştır. Ancak bu ifadeleri rızayla gerçekleşeceğini söylediği hul‘e uymamaktadır. Hul‘ü kadının boşanma hakkı olarak ifade etmiştir. Fakat hul’, kocaya da kadına da tanınan bir haktır. Kur’an, sünnet ve sahabe uygulamasından vardığı bazı sonuçlar kadının evliliği sona erdirme hakkına ışık tutacak niteliktedir. Ancak bunların rızaya dayanan muhâlaada gösterilmesi ve konunun yanlış yerde ele alınması sebebiyle mesele açığa kavuşturulamamıştır.

8. Hamza Aktan “Talak” konusunda erkeğin talâkı kullanırken belli bir sebep ve kayda bağlı olmadığını, tefvîz-i talâk ile aynı hakkın kadın için de bulunduğunu ifade etmektedir. Ona göre kadın talâk hakkı almadığında mahkemeye müracaat edebilir. Bunların dışında kadının belli bir bedel karşılığında kocasını kendisini boşamaya razı etmesi demek olan muhâlaa hakkı bulunduğunu belirtmiştir. ((Hamza Aktan, Talâk, İslâmda İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, IV/238-240.))

9. Hasan Güleç de “Muhâlaa” maddesinde boşama hakkının kocaya ait olup kadına da belli kayıt ve şartlar altında istemediği bir evlilikten kurtulma imkanı verilerek hak ve sorumluluklar arasında bir denge kurulduğunu ifade etmiştir. Bu dengenin ise kadın kocasından boşama yetkisi almışsa onu kullanarak, belli durumlarda mahkemeden tefrik isteyerek ve bir de kocasını bedel karşılığı kendisini boşamaya razı ederek sağlandığını söylemiştir. ((Hasan Güleç, Muhalea, İslâmda İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, III/266.))

10. Yine kendisinin “Tefrik” konusunda yazdığı maddede erkeğin talâk hakkı bulunduğu için tefrikin daha çok kadına ait bir hak olarak görüldüğünü ifade etmiştir. Evliliği iradi olarak sona erdirmede kadına ve hakime hak tanımanın bir bakıma bu hakkın kocaya tanınmasıyla çelişmekte olduğunu söylemektedir. Tefrik sebepleri karşısında hakimin konumunun tespitten ibaret olduğunu, geçerli sebepler bulunduğunda tefrike hükmedeceğini açıklamaktadır. Talâk hakkının kocaya ait kişisel bir hak olmasına, kadına ve üçüncü şahıslara ancak kocanın rızası dahilinde yetki verileceği benimsenmesine rağmen hem hakkın kullanımında suistimali önlemek hem kadın ve diğer bireylerin zarar görmesini engellemek için kadına, hakim veya hakemlere gerektiğinde hukuki yetki verildiğini ifade etmiştir. ((Hasan Güleç, “Tefrik”, İslâmda İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi, IV/314-316.))

11. Ali Bardakoğlu “Hukukî ve Sosyal Açıdan Boşanma” konusunda İslâm hukukundaki klasik telakkiye göre kocanın tek taraflı iradesiyle boşama hakkına sahip olup, karısını boşarken belli bir sebebe ve kayda bağlı olmadığını ifade etmiştir. Kadın ise tefviz-i talâk ile bu hakka sahip olabilmektedir. Bu olmasa da belli haklı ve geçerli sebepleri olan kadının mahkemeye müracaat edip boşanma talep edeceğini, hâkimin de geçerli bulursa tefrike hükmedeceğini belirtmiştir. ((Ali Bardakoğlu, “Hukukî ve Sosyal Açıdan Boşanma”, Türk Aile Ansiklopedisi, I/201.)) Değindiğimiz yazılarda genellikle Kur’an’ın kadına hul ve tefviz-i talâk hakkı vermiş olduğu ifade edilmektedir. Fakat söylenildiği gibi Kur’an bunları kadına vermiş değildir. Tefviz-i talâkın verilmesiyle âyette ((Ahzab 33/28-29 (Ey Peygamber! Eşlerine de ki: “Eğer dünya hayatını ve zînetini istiyorsanız gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzellikle salıvereyim. Yok eğer Allah’ı Rasulünü ve ahiret yurdunu istiyorsanız bilin ki Allah içinizde iyi davrananlara güzel bir mükafat hazırlamıştır).)) geçen Peygamber’in “size boşanma bedellerinizi vereyim de sizi güzellikle salıvereyim” sözündeki muhayyer bırakılma farklı şeylerdir. Peygamber hanımlarına boşama hakkını vermemekte, isterlerse onları boşayabileceğini söylemektedir. Ayrıca tefvîz-i talâkın kullanımı ve sonuçları “talâk” sûresinde anlatılan, olması gereken talâka aykırıdır. Tefvîz-i talâk kadının boşama hakkı olarak görülemez. Sonuçta talâk erkeğin hakkıdır. Bunu kadına vermesi kabul edilse bile kendisinin hakkı olmaktan çıkarıp kadına temelde verilmiş bir hak sayılmaz. Biz herhangi bir şarta bağlı olmadan kadının başvuracağı yolu ortaya koymaya çalışacağız. Talâk hakkı almayan kadın için karşılıklı rızaya dayanan hul’ konusunda ya erkeğin kabul etmek zorunda olduğunu ya da mahkemenin boşaması gerektiğini söyleyerek kadına bu imkanı tanımaya çalışmışlardır. Oysa talâk ve hul‘ün mahkemeye başvurmadan evliliği sona erdirdiği kabul edilmiştir. Sonuçta talâk erkeğin hul ve tefrik iki tarafın baş vurduğu yöntemler olup kadının tek başına kullanma yetkisine sahip olduğu evliliği sona erdirme şekli ele alınmamış veya açıkça ortaya konulamamıştır. Talâkı öncelikle erkeğe hul ve tefriki öncelikle kadına verilmiş haklar olarak görmek yanlış bir düşüncedir. Evliliği sona erdirme şekilleri vardır. Bunları gerektiğinde şartlara göre yetkili taraf kullanır.

III. KUR’AN’A GÖRE EVLİLİĞİ SONA ERDİRME ŞEKİLLERİ

Şimdiye kadar konu ele alınırken çeşitli tasnifler yapılmıştır. Klasik fıkıh eserlerinde evliliğin muhtelif şekillerde sona ermesi “Kitabu’t-talâk” içerisinde ele alınmış talâk, hul, zıhar, îla, lian konuları işlenmiştir. ((Serahsî, Mebsut, VI/2-223; Dârimî, Talâk; Tirmîzî, Talâk; Buhârî, Talâk; İbn Mâce, Talâk; Mâlik, Muvatta, Talâk; Abdurrahman Cezîrî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı, VI/2411-2718;Heyet, Fetavây-ı Hindiyye, II-III.)) Günümüzde yazılan eserlerde de buna benzer bir sınıflandırmaya gidilmiştir. Bazı müellifler evliliğin sona erme yollarını talâk ve fesih olarak ayırdıktan sonra talâk, îla ve hul hâkimin hükmüne gerek kalmadan evliliği sona erdiren; lian, kusur, zarar verme, nafakayı temin etmeme, gaiblik sebebiyle hâkimin eşleri ayırmasını hâkimin hükmüyle evliliği sona erdiren durumlar olarak talâk başlığı altında ele almışlardır. ((Ahmed Ferrac Hüseyin, Ahkâmü’l-üsra fi’l-İslâm, s. 7-23; Ebû Zehra, el-Ahvalü’ş-Şahsiyye, s. 277-371.)) Evliliği sona erdiren durumları talâk, hul’ ve kazâî tefrik olarak sınıflandıranlar da vardır. ((Ahmed Mahmud eş-Şâfiî, et-Talâk, s. 3-131; Sâbûnî, Meda hürriyyeti’z-zevceyni fi’t-talâk, II/493.)) Kazâî tefrik içerisinde zarar ve geçimsizlik, gaiplik, hapis, nafakayı temin etmeme ve kusur sebebiyle hâkimin tefrike hükmetmesi konuları ele alınmıştır. ((Ahmed Mahmud, s. 3-131.)) Kehhâle talâk, hul’, îla ve iki hakem yoluyla ayrılık şeklinde talâkın nevilerinin dört olduğunu belirtmiştir. ((Kehhâle, et-Talâk, III/34.))

Burada talâk sadece erkeğin boşaması anlamında değil evliliği sona erdiren işlemler manasında kullanılmıştır. Serîtî, eşlerin ayrılmasının talâk ve fesh ile olduğunu söyledikten sonra iki alt başlık açıp kocanın talâkı, kadının talebiyle hâkimin talâkını talâk içerisinde ele almıştır. Hul‘ü iki konu arsında açıklayarak kadının bedel vermesi karşılığında hul’ veya onun yerine geçen bir lafızla evliliğin sona ermesi şeklinde tarif etmiştir. Hâkimin talâkı içerisinde nafaka temin etmeme, kocada bulunan kusur, zarar, geçerli bir özür olmadan kocanın gâip olması ve hapis sebebiyle hâkimin talâkını ele almıştır. ((Serîtî, Ahkâmü’z-zevâc ve’t-talâk, s. 273, 309.)) Hayrettin Karaman evliliği sona erdiren dört durumu boşama (talâk), muhâlaa, hâkimin ayırması (fesih, tefrik), ölüm şeklinde sıralamıştır. ((Hayrettin Karaman, Mukâyeseli İslâm Hukuku, I/347.)) Bu tezde, ilim adamlarının görüşlerini bir tarafa bırakarak sırf âyet ve sahih hadislere dayanmak sûretiyle evliliği sona erdirme yetkisi üzerinde durulmuş ve bir sonuca varılmaya çalışılmıştır. Buna göre evliliği sona erdirme şekilleri kocanın talâk yetkisi, kadının iftidâ yetkisi, eşlerin ortak kararı (muhâlaa), mahkeme veya hakem heyetinin tefriki olmak üzere dört şekildir. Bunları kısaca ele aldıktan sonra asıl konu olan “iftidâ” konusuna geçilecektir.

A. Kocanın Talâk Yetkisi

Talâk tek taraflı iradeyle kocanın evliliği sona erdirmesini ifade eder. Daha sonra görüleceği gibi Kur’an’da geçen bütün talâk fiillerinin fâili erkektir. Bu âyetlerin nüzulünden önce de bu yetkiyi erkekler kullanmakta idi Âyetlerde erkeklerin talâkı nasıl kullanacakları, bunun kendilerine ne gibi sorumlulukları yüklediği, sınırlarının neler olduğu açıklanmıştır.

1. Tanımı

Talâk “tatlik” manasına isimdir. “Bağı kaldırmak, izale etmek, çözmek” anlamlarına gelir. ((Elmalılı, İslâm Hukuku ve Fıkıh Istılahları Kâmusu, V/207.)) Nikah bir âyette “Ukdetü’n-nikah” ((el-Bakara 2/235.)) şeklinde kullanılmıştır. “Ukde” bağ, düğüm manasına gelir. Akd ise düğümlemek, düğüm bağlamak demektir. Bağı çözmek manasına gelen talâk ise “Nikah bağını çözmek, nikah bağını ortadan kaldırmak” anlamındadır. Terim olarak “Nikah akdini belli lafızla hemen veya daha sonra ref ve izale etmektir.”şeklinde tarif edilmiştir. ((Ömer Nasûhî Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, II/175; Elmalılı, V/207; Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s. 434.)) Burada “hemen” kelimesi ile bâin talâkı “daha sonra” sözü ile dönülebilen rici talâkı kastetmişlerdir. Âyette bunun ne şekilde kullanılacağı beyan edilmiştir. ((Talâk 65/1.))

2. Kur’an’da Talâk Çeşitleri

Kocanın tek taraflı olarak evliliği sona erdirmesi olan “talâk” âyetlere göre sonucu itibariyle iki şekilde olmaktadır. Bunlardan biri dönülebilen (ricî), diğeri de dönülemeyen (bâin) talâktır. a. Ricî Talâk Kocaya iddet içerisinde yeniden mehir ve nikaha ihtiyaç olmaksızın dönme imkanı veren talâktır. ((Hayrettin Karaman, Mukâyeseli İslâm Hukuku, I/359.)) Âyette “Kadınları iddetleri içerisinde boşayın”, ((Talâk 65/1.)) “Boşanmış kadınlar üç kur’ beklerler…. Bu süre içerisinde eşleri onlara dönmeye daha hak sahibidirler…Talâk iki keredir. Ya iyilikle tutmak veya ihsan (güzellik) ile serbest bırakmaktır.” ((el-Bakara 2/228-229.)) buyrulmaktadır. Burada geçen marife takısı “el” arapça kaidelerine göre daha önce bilinen bir talâka işaret etmektedir. Bu da Talâk sûresinde ifade edilen talâktır. ((Ebî Hayyan, el-Bahru’l-muhît, II/463.)) Âyette kocanın talâkı kullandıktan sonra iddet içerisinde dönebileceği, yâni ayrılığın iddet bitmeden meydana gelmediği ifade edilmiştir ki burada bahsedilen talâk rici talâktır. ((İbn Teymiye, Mecmû’ul-fetâvâ, XXXIII/152.)) Bu süre içerisinde henüz evlilik sona ermediği için kadının nafaka hakkı ve eutracağı ev hakkı devam eder. Talâkın ricî olması için eşlerin fiilen evlenmiş ve kocanın iki talâkı kullanmamış olması gerekir. ((İbn Hazm, el-Muhallâ bi’l-âsâr, IX/518.))

b. Bâin Talâk

Evlilik bağını hemen ortadan kaldıran talâktır. Âyetteki “Eğer erkek kadını tekrar (üçüncü defa) boşarsa ondan sonra kadın başka bir erkekle evlenmedikçe onunla evlenmesi kendisine helal olmaz. Eğer bu kişi de onu boşarsa Allah’ın hududunu koruyacaklarına inandıkları takdirde yeniden evlenmelerinde bir günah yoktur ((el-Bakara 2/230)) ifadesine göre kocanın talâkı üçüncü kez kullanmasıyla meydana gelir ve evlilik hemen son bulur. Ricî talâkta koca iddet içerisinde dönmezse iddet bittiğinde evlilik sona erer ve ayrılık gerçekleşir. Buna “Beynûnet-i suğrâ (küçük ayrılık) denir. Bu durumda isterlerse tekrar evlenebilirler. Bunun için yeni bir nikah ve yeni bir mehir gerekir. Üçüncü talâk yeniden evlenmeye imkan vermediği için “Beynûnet-i kübra (büyük ayrılık)” diye isimlendirilir. ((İbn Teymiye, Mecmuu’l-fetâvâ, XXXII/313-314.))

3. Talâk Yetkisinin Erkekte Olması

Âyetlerde talâkın kocanın hakkı olduğu söylenmemiştir. Ancak Kur’an’daki talâk fiillerinin fâili daima koca mefûlü de kadın olduğu için talâkın kocanın hakkı olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Allah Teâla şöyle buyurmuştur: Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda onları iddetlerini gözeterek boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz olan Allah’tan sakının. O kadınları evlerinden çıkarmayın. Onlar da çıkmasınlar. Ancak açık bir fuhuş yapmışlarsa o başka. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa kendi kendisine zulmetmiş olur. Bilemezsin, umulur ki Allah bunun ardından bir durum meydana getirir. ((Talâk 65/1. )) Âyetin “Kadınları boşamak istediğinizde” şeklinde gelmesi fiilin erkeğe nispet edildiğini açıkça gösterir Bu durumda da her iki tarafın birbirlerine karşı yüklendiği sorumlulukları olmaktadır. Taraflardan her hangi birinin diğerinin hakkını çiğnemesi Allah’ın koymuş olduğu hududu aşmak olur. Şu âyetlerde de talâkın fâili erkek mefulü kadındır. Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler dört ay beklerler. Yeminlerinden dönerlerse şüphesiz Allah bağışlayandır, merhamet edendir. Eğer (kadınları) boşamaya kararlı iseler şüphesiz Allah işitendir, bilendir. ((el-Bakara 2/226-227.)) (Kocaları tarafından)Boşanan kadınlar (mutallakât) kendi kendilerine üç kur (iddet) beklerler. ((el-Bakara 2/228.)) Eğer (koca) kadını tekrar boşarsa bundan sonra kadın başka biriyle evlenmedikçe kendisine helal olmaz. Eğer o koca da onu boşarsa Allah’ın sınırlarını koruyacaklarını zannederlerse birbirlerine dönmelerinde ikisine de bir günah yoktur. Bunlar bilen kavim için Allah’ın açıkladığı yasalarıdır. Kadınları boşadığınızda müddetleri sona ererken onları iyilik (mâruf) ile tutun veya iyilik (mâruf) ile serbest bırakın. Kadınları boşadığınızda ve iddetleri sona erdiğinde iyilikle anlaşmışlarsa kocalarıyla nikahlanmalarına engel olmak için baskı yapmayın. ((el-Bakara 2/230-232.)) Kendilerine temas etmediğiniz veye mehir belirlemediğiniz kadınları boşamışsanız size bir günah yoktur.

Onları – zengin olan kudretince, darda bulunan da halince – iyilik (mâruf) ile ­faydalandırınız. Eğer onları kendileriyle temas etmeden önce boşar fakat daha önce kendilerine bir mehir tayin etmiş bulunursanız o halde belirlediğiniz mehrin yarısı onlarındır. Kadınların bağışlaması veya nikah düğümü elinde bulunanın bağışlaması müstesna. Siz (erkekler) in bağışlaması takvaya daha yakındır. Aranızdaki fazlı (üstünlüğü) unutmayın. ((el-Bakara 2/236-237.)) Ey iman edenler! Mümin kadınlarla nikahlanıp sonra onlarla birlikte olmadan onları boşadığınızda sizin için onlara karşı herhangi bir iddet saymanız gerekmez. Onlara bağışta bulunun, güzel bir şekilde serbest bırakın. ((el-Ahzab 33/49.)) Vermiş olduğumuz âyetler evliliği sona erdirme şekillerinden biri olan talâkı erkeklerin kullandığını göstermek için yeterlidir. Talâk Kur’an’ın belirlediği sınırlar içerisinde kocanın hakkıdır. Kur’an erkeklerin hiçbir kontrole tâbi tutulmaksızın boşama yetkisi sahibi olmaları gerektiği gibi bir hüküm getirmemiştir. Âyetler gelmeden önce de bu fiili erkeklerin kullandığı bilinmektedir. Görüldüğü gibi Kur’an bu konuda bir takım haklar belirlemiş görev ve sorumluluklar yüklemiştir. ((Amine Vedud, Kur’an ve Kadın, s. 138.)) Talâkı kullananın niçin erkek olduğu konusunda akla gelebilecek en açık sebep erkeğin nikah ile mehir borcu altına girmesi gösterilebilir. İftidâ ile ilgili âyetler incelenirken bu husus net bir şekilde ortaya çıkacaktır. Talâk sonuçları itibariyle erkeğe sorumluluk yüklemektedir. Buna göre talâk yetkisinin kadına verilmesi bir haksızlık olacaktır. O taktirde bunu kötüye kullanmak isteyen kadınlar yüklü miktarda mehirle evlenir bir müddet sonra kocalarını boşayarak zengin olabilirler. Kadının ayrılmak istediğinde başvuracağı yol ve onun sonuçları bu sebepten farklı olmalıdır.

4. Kocaya İddet İçerisinde Dönüş İmkanı Verilmesi

Talâkın ne şekilde yapılacağını açıklayan âyette Müddet sona erdikten sonra kadınları iyilik (mâruf) ile tutun veya iyilikle ayırın. ((Talâk 65/2.)) buyrulmuştur. Talâktan sonra iddetin sayılması emredilmiştir ki burada iddet bitene kadar evlilik sona ermemekte bu süre içerisinde koca ayrılmaktan vazgeçerse karısına dönebilmektedir. Konuyla ilgili âyet şöyledir: Boşanmış olan kadınlar kendi kendilerine üç kur beklerler. Onların kocaları dengeleri gözetmek (ıslah) isterlerse dönmeye daha fazla hak sahibidirler. ((el-Bakara 2/229.)) Kocaya iddet süresi boyunca düşünme payı tanınmış kararından pişmanlık duyarak vazgeçtiği takdirde dönüş imkanı verilmiştir. Aile birliğinin bozulmaması önemli olduğu için bu fırsat verilerek evliliğin devamı hedeflenmiştir. Talâk sûresinin ilk âyetinde kadınları iddet içerisinde boşamak, iddeti saymak, iddet süresince kadını evinden çıkarmamak emredildikten sonra “Bilemezsiniz, olur ki Allah bundan sonra bir durum ortaya çıkarır” buyrulmuştur. Bu süre içerisinde ortaya çıkacak durum nefretin sevgiye dönüşmesi, pişmanlığın belirmesi ve anlaşmanın meydana gelmesi olabilir. Hamilenin iddetinin doğuma kadar olmasıyla da bu süre bir miktar uzatılmış olmakta ve eşlerin bu uzun müddet içinde anlaşmalarına fırsat verilmektedir. Kocaya dönüş hakkı tanınırken kadının himayesine de önem verilmiştir. Erkek karısına dönmek istiyorsa iyilik (mâruf) ile dönmesi aksi takdirde güzellik (ihsan) ile ayrılması emredilmiştir. ((el-Bakara 2/231; Talâk 65/2.)) Kadına zarar vermek ve iddetini uzatmak için dönenlere şiddetli bir uyarı vardır. Kadınları boşadığınız ve bekleme sürelerini bitirdiğinde ya onları iyilikle tutun veya güzellikle bırakın. Fakat haksızlık ederek ve zarar vermek için onları nikah altında tutmayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendine kötülük etmiş olur. Allah’ın âyetlerini eğlenceye almayın. Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek üzere gönderdiği kitabı ve hikmeti hatırlayın. Allah’tan korkun. Bilesiniz ki Allah her şeyi bilir. ((el-Bakara 2/231.)) Burada kadına karşı gözetilmesi gereken adâlet, insaf ve himaye söz konusudur. Aksi takdirde koca kendi kendine zulmetmiş ve Allah’ın âyetlerini eğlenceye almış olmaktadır. Buradan kocanın her hâlükarda dönemeyeceği anlaşılır. Zarar vermek maksadıyla dönmesi durumunda kadının bu müraacâtı kabul etmeme hakkı vardır. Yukarda geçen âyet bunu teyit eder.

5. Talâkın Belli Vakitlerle Sınırlandırılması

Talâkın belli vakitlerde yapılması gerektiğini bildiren âyette Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğinizde iddetleri içerisinde boşayın ((Talâk 65/1.)) buyrulmaktadır. Âyetin nüzul sebebinin Abdullah İbn Ömer’in karısını hayızlı iken boşaması olduğu söylenmektedir. Ömer Rasûlullah’a bunun uygun olup olmadığını sorduğunda Rasûlullah: “Ona söyle karısına dönsün. Temizleninceye kadar tutsun. Tekrar hayız olup temizlendikten sonra dilerse tutsun, dilerse temas etmeden boşasın. İşte bu kadınların boşanmalarında Allah’ın onlar (kadınlar) için emrettiği iddettir” buyurmuştur. ((Hazin, Lübabüt-tevil, (Kitabu mecmuati minettefasir,içinde) VI/284; 285; Kehhale, et-Talâk, III/55.)) Bu emir âyetteki talâka tamamen uygun düşmektedir. Âyette “iddet içerisinde” denilerek iddete uygun zamanda boşanması emredilmiştir. Bu âyete göre hayızda talâkın men edilmiş, temizlik döneminde izin verilmiş olduğunda icma vardır. ((Kurtubî, el Câmi‘ li ahkâmi’l-Kur’an, XVIII/153.)) İbn Arabî bu hadisten talâkın yedi şartının olduğunu çıkarır. Bir defa boşamak, hayız görüyorsa temizlik içinde boşamak, bu temizlik içinde temas etmemiş olmak, hayız içerisinde daha önce talâk vermemiş olmak, hemen onun ardındaki talâkta boşamamak ve her hangi bir bedel almamış olmak. Bazı rivâyetlerde “temizlik içinde veya hamile iken” şartı olduğu için hamile iken boşamak da câiz olur. ((Ahmed Muhammed Şâkir, Nizâmu’t-talâk fi’l-İslâm, s. 18.)) Kadının durumuna göre boşama zamanını şu şekilde tasnif edebiliriz: a) Nikahtan sonra temas olmadan talâk: Bu durumda her hangi bir vakit sınırlaması yoktur. Bir defa boşama hemen evliliği sona erdirir. Kadına iddet gerekmez. Erkeğin ricat hakkı olmaz. Ancak karşılıklı rıza ile yeni bir akit yaparak dönebilirler. Erkeğin mehir tayin edilmişse yarısını vermesi gerekir. Tayin edilmemişse mut’a vermesi gerekir. b) Birleşme vaki olup hayız gören kadını beraber olmadığı temizlik içerisinde bir defa boşaması gerekir. Bu durumda kocanın ricat hakkı vardır. iddet üç kur’ olup bu süre bitene kadar kadına nafaka ve sükna hakkı vardır. Süre bitiminde koca ricat etmezse evlilik sona erer. Kadın mehrin tamamını hak eder. c) Hamile olan kadının hamileliği açıkça anlaşılıyorsa doğumdan önce boşayabilir. İddet doğuma kadar olup süre içinde koca dönmezse evlilik sona erer. d) Küçük olanın ve hayız görmeyenin herhangi bir vakitte boşanması geçerlidir. Bir talâk ile boşanabilir. Koca iddet içerisinde dönmezse evlilik sona erer. Böylelerinin iddeti üç aydır. Bunlardan açıkça anlaşılır ki yukarıdaki şartlara uymayan vakitte yapılan talâk geçersizdir bunu destekleyen hadisler de vardır. Kur’an’ın prensiplerine uymayan talâkın geçerli kabul edilip edilmeyeceği meselesinde koca Kur’an’daki kaidelere tamamen uymaya davet edilmekle beraber talâkı kocanın şahsi tasarrufu olarak görüp bunu geçerli sayanlar şu hususları göz ardı etmektedirler. Koca Kur’an’daki kaidelere uymadığında sadece ibahat hududunu aşmakla kalmaz talâkın vaktini, sayısını, kadının iddetini de dikkate almayarak kendine tanınan yetkinin dışına çıkmış ve karısının haklarını çiğnemiş olur. Bu talâkı kabul etmek Kur’an’ın hükümlerine rağmen kadının haklarına tecavüz demektir. ((Selahaddin Eroğlu, Talâk Hakkında Kur’an’ın Genel Tutumu, AÜİF. Dergisi1986,XXVIII/159-165.))

6. Talâkın Sayıyla Sınırlandırılması

Allah Telâla Talâk sûresinin ilk âyetinde talâkı tarif ettikten sonra erkeğin bu talâkı ancak iki kere yapabileceğini şu âyette hükme bağlamıştır: O talâk iki keredir. Bundan sonra ya iyilikle tutmak (evlilik hayatına devam etmek) veya güzellik (ihsan) ile serbest bırakmak (evlilik hayatına son vermek, ayrılmak) tır. ((el-Bakara 27229.)) Burada evliliği hemen sona erdirmeyerek iddet içerisinde dönülebilen talâk iki defa olmaktadır. Her defasında iyilikle tutmak veya ihsan ile serbest bırakmak söz konusudur. Üçüncü defa talâk kullanıldığında dönüş hakkı olmamakta hemen evlilik sona ermektedir. ((Ahmed Muhammed Şâkir, s. 23-24.)) Âyetler gelmeden önce toplumda koca karısından ayrılmak istediğinde çeşitli yollarla bunu gerçekleştiriyordu. Bu yollardan birisi de talâk idi. Fakat bu talâk kötü niyetli olan, ayrılmak istediği karısına zarar vermek isteyen kocaların bu niyetlerini gerçekleştirebilmelerine imkan verecek şekilde idi. Bu durumda zulme uğrayan kadınlar oluyordu. Kadının mağdur olmasına sebep olan durum şu şekilde gerçekleşiyordu: Koca karısını boşar, iddet bitmek üzere iken ona dönerdi. Fakat bu dönüş aile hayatını devam ettirmek için değil kadını yeniden boşayarak zulüm etmek içindi. Koca bu şekilde defalarca boşayabilir, defalarca dönebilirdi. Rasûlullah döneminde bu şekilde meydana gelen bir olay rivâyet edilmiştir. Ensardan birisi karısını boşadı. Kadının iddeti bitmek üzere iken döndü. Sonra tekrar boşadı. Fakat yine iddeti bitmek üzere iken döndü. Kadın bu durumdan mağdur olmuştu. Kocasından artık kendisini serbest bırakmasını istedi. Buna karşılık kocası “Seni ne tutacağım ne de bırakacağım ki başkasıyla evlenesin” dedi. Kadın buna bir çözüm bulunması için Aişe (r.a.)’a giderek şikâyetini anlattı. Aişe’nin olayı Rasûlullah’a söylemesi üzerine âyet nazil olarak bu haksızlığı ortadan kaldıran hükmü bildirdi. ((Kurtubî, el-Câmi‘, III/126; San’ânî, Musannef, VI/338.)) Buna göre koca üç defa boşayabilmekte bunlardan ilk ikisinde iddet içerisinde dönüş hakkına sahip olmaktadır.

B. Kadının İftidâ Yetkisi

Evliliğin sürdürülememesi endişesi ortaya çıkar, mahkeme veya hakem heyeti de bu endişeye katılırsa kadın için kocasına fidye vererek evliliğe son verme hakkı tanınır. Buna iftidâ denir. Tezin asıl konusu bu olduğu için bunun üzerinde daha sonraki bölümlerde ayrıntılı olarak durulacaktır.

C. Eşlerin Ortak Kararı (Muhâlaa)

Evliliği sona erdiren durumlardan biri de karşılıklı rıza ile gerçekleşen hul‘dür. Nikah eşler arasında birlikte yaşama ve iyilikle davranma üzere yapılmış bir akit olup bunu yaparlarsa evlenmenin asıl maksadı gerçekleşir, yaşam güzelleşir. Ancak eşler birbirlerini sevemez, nefret eder ve Allah’ın sınırlarını koruyamamaktan korkarlarsa ayrılmayı isteyebilirler. Bu durumda kocanın kadından aldığı bedel karşılığında ayrılmak üzere anlaşmaları mümkündür. Çünkü evlilik akdi esnasında kadının kocasından aldığı bir mehir karşılığında akit yapmışlardı. ((Ahmed Muhammed, s. 46.)) 1. Tanımı Hul‘ lügatte izale etmek, çıkarmak manasına gelir. Ebû Mansur’a göre kadın mal vererek kocasından iftidâ ettiğinde “(halea) karısını ayırdı ve onunla hul‘ etti, kadınla araları ayrıldı” manasına gelip buna hul‘ olarak ayrılık denir. Allah “Kadınlar erkekler için erkekler de kadınlar için elbisedir.” buyurmuştur. Kadın kocasına verdiği mal ile kendini kurtardığında “Kocasından ayrıldı ve onlardan her biri birbirinden elbiseyi çıkardı”denir. İsmi hul‘, masdarı hal‘dir. Bazen hul‘ “talâk”manasına da kullanılır. Ömer kocasına karşı nüşûz eden kadın için kocasına onu hul’ et; yani onu boşa demiştir. ((İbn. Manzur, “hl‘” maddesi (Burada talâk ayrılma , evlilik bağını çözme manasına kullanılmış olmalıdır. Çünkü bu olayda Ömer (r.a.) kadının gerçekten kocasıyla evlilik hayatını sürdürüp sürdüremeyeceğini tespit etmiş ve kocasına ayrılmalarını emretmiştir. Hadis için bk. Mâlik, Müdevvene, II/341;San’ânî, Musannef, VI/505).)) Terim olarak hul karı-kocanın aralarında anlaşmalarına bağlı olarak kadının kocasından aldığı mehrin tamamını veya bir kısmını vermesiyle evliliği sona erdirmeleridir ((Sâbûnî, Medâ hürriyetiz-zevceyni fit-talâk, s. 495.)) 2. Kur’an’da Hul‘ Kur’an’da konuyla ilgili olarak hul‘ kelimesi geçmez. Karşılıklı anlaşmayla evliliğin sona erdirilebileceğinin delili şu âyettir: Kadınlara verdiklerinizden (mehirden) bir şey almanız size helal olmaz. Ancak karı-koca Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden korkarlarsa o başka. ((el-Bakara 2/229( Bu ayet pek çok alim tarafından hul’un meşruiyetine delil olarak kullanılmıştır. Bkz. İbn Kudâme, Muğni, 7/51; İbn Rüşd, Bidayetü’l- müctehid, III/33; Sâbûnî, Meda hürriyetiz-zevceyni fit-talâk, s. 497). )) Eşler karşılıklı anlaşarak evliliğe son vermeye karar verirlerse koca mehirden alabilir. Koca mehirden bir kısmını almak için hiçbir şekilde kadını zorlayamaz. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur: Ey iman edenler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız ve onlara verdiğiniz maldan birazını almak için onlara zor kullanmanız size helal olmaz. Ancak apaçık bir fuhuş yapmış olurlarsa o başka. Eğer bir eşi bırakıp başka birini almak isterseniz öbürüne yüklerle mehir vermiş olsanız bile ondan bir şey almayın. (Kendisine hem) bir iftira ve açık bir günah (yükler, hem) onu alır mısınız. Onu nasıl alırsınız ki birbirinize karılıp katıldınız. Onlar sizden kuvvetli teminat aldılar. ((Nisâ 4/19-20.)) Bu âyetler rıza olmadığı takdirde kadını verilen mehri iâde ederek ayrılmaya zorlamayı yasaklarken Bakara sûresindeki âyet eşlerin karşılıklı olarak evliliğin sorumluluklarını yerine getiremeyeceklerinden kokmaları durumunda mehirden kocaların alabileceğine izin vermiş ve bunu korkuyu karşılıklı hissetme şartına bağlamıştır. Hul‘a karşılıklı anlaşmayla evliliği sona erdirme dememizin sebebi budur. Hul‘, içerdiği hükümler ve sonuçları itibariyle talâktan farklı olduğundan buna mal karşılığı talâk denilmesi uygun değildir. Fakat talâk terim manasıyla değil de sözlük manasıyla “bağı çözme, nikah akdiyle kurulan bağı kaldırma” olarak alınırsa o zaman bedel karşılığında nikah akdine son verme manasına gelir. Fakat bu takdirde kavram kargaşası meydana geleceği için bunu kullanmamalıdır. Âyetten anlaşıldığı üzere karşılıklı olarak Allah’ın koyduğu sınırları yerine getirememe durumu söz konusu olduğunda kocanın mehirden alması helaldir. Âyete uygun düşen tanım da karşılıklı rıza ile kadının mehrinde anlaştıklarını kocasına iade ederek evlilik bağına son vermeleri olur. 3. Sünnette Hul‘ Hadislerde hul‘ kelimesi geçmemektedir. Hul‘ konusunda sünnetten delil olarak Kütüb-ü sittede çoğu kitapta küçük farklarla yer alan Sâbit b. Kays hadisi gösterilmiştir. Bu hadiste Sâbit’in eşi Rasûlullah’a gelerek Sâbitle birlikte yaşayamayacağını, ayrılmak istediğini söylemiş, Sâbit’ten aldığı mehri iade ederek ailesinin yanına dönmüştür. Bu hadis kadının isteğiyle evliliğin sona ermesi olan iftidâ ile alakalıdır. Çünkü bu hadiste evliliğin sona ermesi eşler arasında karşılıklı rıza ile olmamıştır. Olayın Rasûlullah’a intikalinden sonra erkeğin rızası aranmadan kadının isteğiyle ayrılık gerçekleşmiştir. Hadis, âyette geçen Allah’ın hududunu yerine getirememe korkusunun eşler tarafından değil üçüncü şahıslar tarafından hissedilmesine uygun düşmektedir. Âyetin birinci kısmı karşılıklı rızaya işaret eder. Karşılıklı olarak Allah’ın hududunu yerine getirememekten endişe ederlerse kocanın kadına verdiği mehirden alarak evliliği sona erdirmelerinde bir günah yoktur. Âyette yetkili olan kişilere hitap eden ikinci kısım bu hadisin uygun düştüğü kısımdır. Siz (yetkililer) onların hududu yerine getiremeyeceklerinden endişe ederseniz kadının (evlilik bağından kurtulmak için)fidye vermesinde ikisi için de bir günah yoktur. ((el-Bakara 2/229.)) Hadiste anlaşma karı-koca arasında olmayıp durum Rasûlullah’a intikal etmiştir. Rasûlullah Sâbite razı olup olmadığını sormamış, kadın mehri iade ettikten sonra ailesinin yanına dönmüştür. Oysa karşılıklı rıza ile olan ayrılıkta durum eşler arasında sonuca bağlanır. Her ne kadar iftidâ ve hul‘ kadının mehrini iade etmesiyle evlilik hayatının sona ermesi olsa da aralarında fark vardır. İftidâda karı-kocanın karşılıklı rızası söz konusu olmayıp evliliği sürdürmek istemeyen kadının durumu hâkime bildirerek mehrini iade etmesi ve bunun üzerine ayrılığın meydana gelmesi mevzu bahistir. Hul‘de ise olayın hâkime intikali söz konusu olmayıp karı-koca arasında yapılan anlaşmayla evlilik sona ermekte ve burada her iki tarafın rızası bulunmaktadır. Hul‘ konusuyla ilgili şu örnekleri delil olarak gösterebiliriz: Muvatta’da yer alan bir rivâyette: a. Mâlik Nafi’den, o Safiyye binti Ebu Ubeyd’in mevlasından şöyle nakletmiştir: Safiyye binti Ebî Ubeyd kocasından kendisinin olan her şeyiyle hul’ etmiştir. Abdullah b. Ömer bunu yalanlamamıştır. İmam Muhammed, İbn. Ömer’in bunu inkar etmemesinin her şeyiyle hul’ün cevazına delil olduğunu söyler. ((Mâlik, Muvatta, II/515.)) b. Osman (r.a.) zamanında da yapılan bir hul‘ örneği vardır: Ümmü Bekr el-Eslemiyye kocası Abdullah b. Esif‘den hul’ etmiştir. Daha sonra Osman (r.a.)a gelerek bunun kaç talâk olduğunu sormuştur. ((Mâlik, Muvatta, s. 279 (Hadisi Muhammed Ahmed’den, o Süveyd’den tahdisen, o Mâlik’ten, o Hişam İbn Urve’den, o babasından, o Cumhan’dan, o Ümmü Bekr el-Eslemiyye’den nakletmiştir). )) Osman’a ve Abdullah b. Ömer’e intikal eden bu hul‘ olayları onlara ulaşmadan önce gerçekleşmiş, karı-koca ayrıldıktan sonra onlara başvurmuşlardır. c. Yine Ömer ve Osman devrinde olan iki hul‘ rivâyeti vardır. Ömer devrinde bir kadın kocasından bin dirheme hul‘ etmiş, Ömer buna cevaz vermişti. ((San’ânî, Musannef, VI/494.)) Rubeyyi’ binti Muavviz ve halası Abdullah ibn Ömer’e gelerek Osman zamanında kocasından hul‘ etmiş olduğunu haber verdi. İbn Ömer olayı Osman’a götürdüğünde o bunu inkar etmemiştir. ((Mâlik , Muvatta ,Talâk, 12 (Hadisi. Süveyd Mâlik’ten, o Nâfi’den nakletmiştir).)) Bu rivâyetlerin tamamı sahabe uygulaması ile ilgilidir. Yukardaki âyete uygun olan bu rivâyetler karı-koca arasında yapılan hul‘ün câiz olduğunu, anlaşarak evliliğin sona erdirilebileceğini gösterir. 4. Hul‘ün Câiz Olduğu ve Olmadığı Durumlar Cumhura göre kadın verdiği şeyi kocası kendisini sıkıştırdığı için vermiyorsa, taraflar razı olduğu zaman hul‘ câizdir. Baskı ile yapılan hul‘ün câiz olmadığının delili “Apaçık bir hayasızlık etmedikçe, onlara verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz için onları sıkıştırmayınız.” ve “Eğer karı-koca Allah’ın kanunlarına riâyet edemeyecekler diye korkarsanız kadının fidye vermesinde ikisine de bir günah yoktur” âyetleridir. ((İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, III/35.)) Mâlikî alimlerin benimsediği bir görüşe göre, nüşûz kadın tarafından olmadıkça erkeğin ondan bir şey alması helal olmaz. ((Mâlik, Müdevvene, III/335.)) Burada nüşûza kadının açıkça buğzunu ve nefretini göstermesi, kocasına kötü davranması anlamı verilmiştir. Âyette erkeklerin mehirden almaları yasaklanmış Allah’ın hududunu ikame edememe korkusu karşılıklı olarak duyulursa bu mübah kılınmıştır. Bu durumda nuşuzun kadından olması şart değildir. Fakat erkek tarafından olursa kadın razı olduğu takdirde sulh ile evliliğe devam edebilecekleri, razı değilse kocanın boşaması gerektiği görüşü yaygındır. Burada “Kadınlara verdiğiniz şeyden bir kısmını almak için onlara baskı yapmayın” ((Nisâ 4/20.)) âyetine dayanmışlardır. Fakat yaratılıştan kaynaklanan sertlik, karakter farklılıkları nedeniyle uyuşamama kadından bir şeyler almak için ona baskı yapmak manasına gelmez. ((Cessas, Ahkâmu’l-Kur’an, I/392.)) Evlilik hayatını sürdüremeyecek olan kadın ise ayrılma talebini o ortaya koyar. Evlilik tek taraflı yürüyen bir hayat olmadığı için bir tarafın sorumluluklarını yerine getirememesi iki tarafı da etkiler. Nikahta Allah’ın kadına vermiş olduğu mehir hakkı akdi sağlamlaştıran bir unsurdur. Özellikle kocayı bağlayıcı sağlam bir teminat niteliğindedir. Koca boşamak istediğinde mehri alamaz. Ancak kadın da ayrılmak istediğinde bunu iade etmesi gerekmektedir. Çünkü hul‘de kocanın zarar vermesi ve kadını zorlaması söz konusu değildir. Hul‘ kadının sevmediği halde hatta buğz ederek kocasıyla kalma zararını kaldırır. ((İbn Kudâme, Muğni, VII/52.)) Bu durumda hul‘ün ikinci şartı kocanın kadına zarar vermiyor olmasıdır. Koca zarar verdiği için kadın hul‘ etmek zorunda kalmışsa hâkime durumu götürdüğünde hâkim ayrılığa hükmeder ve bedeli kadına iade eder. ((İbn. Kudâme,VII/52; Mâlik, Muvatta, Talâk, 31.)) 5. Hul‘un Mahkemede Olması Hul‘ün hâkim önünde olması gerektiği ve hâkim olmadan da geçerli olduğu hususunda ihtilaf vardır. Ali, Osman, Ömer, ibn Ömer, Şureyh, Tavus, Zühri gibi daha bir çok alim karı- koca arasında yapılan hul‘un geçerli olduğunu kabul etmişlerdir. Talâk ve nikah gibi hul‘de hâkim olmadan geçerlidir. Karı-koca razı olduktan sonra hâkim olmadan bunu geçersiz saymak manasızdır. Bunun delili şu ayettir: ((Kurtubî, el-Cami li Ahkâmi’l-Kur’an, III/138; Serahsî, Mebsut, VII/173.)) Sizin kadınlara verdiğiniz şey (mehir) den almanız helal değildir. Ancak eşler karşılıklı olarak Allah’ın sınırlarını koruyamamaktan korkarlarsa o başka. ((el-Bakara 2/229.)) Âyette eşlerin rızayla evliliğe son verebileceklerine işaret edilmiştir. 6. Hul‘ün Hükmüyle İlgili Tartışmalar Hul‘ün talâk mı yoksa fesih mi olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Böyle bir tartışma hul‘ talâk kabul edildiğinde kocaya verilen üç talâktan birinin eksileceği, fesih kabul edildiğinde ise böyle bir eksilmenin olmayacağı sebebiyle ortaya çıkmıştır. ((İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an, I/195.)) Sevrî, Osman el-Bettî, Ebû Hanîfe, Şâfî, Mâlik gibi bir çok fakihe göre hul bâin talâktır. ((Mâlik, Müdevvene, III/338; İbn Abdilber, İstizkâr, XVII/186.)) Cumhur hul‘ü bâin talâk sayarken ibn Abbas’tan gelen rivâyete dayanırlar. İbn Abbas’tan gelen rivâyetin delil olamayacağı daha sonra anlatılacaktır. İlk dönemlerde olduğu gibi daha sonraki dönemlerde de hul‘ün talâk olmadığını kabul etmeyen alimler tutarlı deliller sunmuşlardır. a. Hul talâk olsaydı talâkta gerekli olan şartlar hulde de olurdu. Yani birlikte olunmayan temizlik içinde yapılması gerekirdi. Oysa talâkın câiz olmadığı hayız, lohusa iken ve birleşme olan temizlik içerisinde hul yapmak câizdir. ((Assaf, el-Ahkâmü’l-fıkhiyye fi’l-mezâhibi’l-İslâmiyeti’l-erbeati, II/375. )) b. Koca tarafından olup kadının rızasının aranmaması gerekirdi. c. Âyette talâkın iki defa olduğu söylendikten sonra hul‘ zikredilmiş sonra iftidâ sonra da üçüncü talâk zikredilmiştir. Hul‘ talâk olsaydı talâkın sayısı dörde yükselmiş olurdu. Eşler yeni bir nikah olmadan dönemezlerdi. Bu delili ibn Abbas ileri sürmüştür. ((İbn Abdilber, İstizkâr, XVII/173.)) d. Osman ve İbn Abbas hul‘ iddetinin bir hayız olduğunu söylemişlerdir. Delilleri Rasûlullah’ın Habîbe hakkındaki hükmüdür. ((Hâkim, Müstedrek ales-sahih, II/224 (Burada Habîbe’nin iddetinin bir hayız olduğuna hükmeden hadisin sahih olduğunu söylemiştir).)) Buna göre hul‘ talâk olsaydı hu‘l iddeti talâk iddetiyle aynı olurdu. Mâlik, Ebû Hanîfe ve Şâfî ise onun talâk iddetiyle aynı olduğunu söylemişlerdir. ((İbn Abdilber, İstizkâr, XVII/190; Assaf, el-Ahkâmu’l-fıkhiyye, II/376.)) Ancak Peygamberden gelen böyle bir rivayet bulunmamaktadır. Hul‘u nikah akdinin feshi olarak görenlere karşı, bu durumda nikahta verilen bedelden fazlasının alınmaması gerektiği, çünkü bunun ikâleye benzeyip ikâlenin de verilen bedelden azıyla veya çoğuyla geçerli olmayacağı, şeklinde fikir beyan edenler vardır. Fakat burada hul‘ü ikâle işlemine kıyas etmek doğru olmaz. Çünkü hulde bedel mehirden az olabilir. Bunun cevazında ittifak vardır. ((Cessas, Ahkâmu’l-Kur’an, I/395.)) Bu durumda nikahı bey‘e benzettikleri için hul‘ü bunun feshi olarak görmüşlerdir. Oysa nikah da hul‘ de kendine has birer akittir. Hul‘de ricat olmadığının delili âyetten değil hadisten alınmıştır. Sâbit b. Kays hakkında gelen hadiste hemen ayrılığın gerçekleşmesi bunu gösterir. ((İbn Arabî, Ahkâmu’l-Kur’an, I/198.)) Daha sonra görüleceği gibi bu hadis hul ile ilgili olmayıp iftidâ ile alakalıdır. D. Mahkeme Veya Hakem Heyetinin Tefriki Bu başlık altında eşler arasındaki anlaşmazlığı çözmek veya evliliği sona erdirmek için mahkemenin veya hakemin devreye girmesi üzerinde durulacaktır. Talâk kocanın fiiliyle, muhâlaa eşlerin ortak kararıyla mahkemeye gerek kalmadan evliliği sona erdirmektedir. İftidâ ise kadının isteği ve fiili ile evliliği sona erdirmek için baş vurduğu bir yoldur. Ancak kadının bu hakkı kullanabilmesi için hakem veya mahkemenin kararına ihtiyaç vardır. Burada bu durumlardan hiç birine girmeyen boşanma sebeplerine dayanarak mahkemenin ve hakemlerin ayrılığa karar vermesinden bahsedilecektir. 1. Mahkeme Evliliğin sona ermesi söz konusu olduğunda mahkemenin müdahale edebileceğine delalet eden âyet şöyledir: Karı-kocanın aralarının açılmasından korktuğunuzda bir hakem koca tarafından ve bir hakem de kadın tarafından gönderin. Eğer aralarının düzelmesini isterlerse Allah aralarında uyuşma sağlar. ((Nisâ 4/35.)) Âyette karı-kocanın aralarında şikak (çekişme, anlaşamama) çıkmasından korkulması eşlerin dışındakilere nispet edilmiş, böyle bir durum olduğunda hakem gönderilmekle emrolunmuştur. Âyette geçen hakem gönderme emrini yerine getirecek yetkili bir merciye ihtiyaç vardır. Cumhur burada şikak olma korkusu ve hakem göndermede muhatabın hâkimler ve emirler olduğu görüşündedir. Bu merciin mahkeme olması tabiidir. ((Kurtubî, el-Câmi li ahkâmi’l-Kur’an, V/175.)) Âyetteki “Aralarının açılmasından korktuğunuzda” ifadesinde korkunun fâili karı-koca olmadığından burada hakem tayin etme emri karı-kocaya değil müslümanlara verilmiştir. Bu emir konunun bir başka yönünü ortaya koymaktadır ki karı-koca ihtilafı sadece tarafları ilgilendirmemekte aynı zamanda toplumu da ilgilendirmektedir. Hanefî ve Şâfiî mezhebleri hâkimin veya hakemlerin eşlerin anlaşamaması durumunda boşamaya yetkili olmadıkları görüşündedirler. Onlara göre hâkim iki tarafa veya haksız olan tarafa nasihat eder, gerekirse tazirde bulunur. Hâkim kocanın yetkisinde olan talâkı onun izni olmadan kullanamaz. Kadın kocasının kendisini haksız yere dövdüğünü, tahkir ettiğini söyler, bu kocanın ikrarı veya kadının delil getirmesiyle ispatlanırsa hâkim kocayı tâzir eder ve evlilik hukukunu yerine getirmesini emreder. Ancak ayırmaya karar veremez. ((Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, II/363; Şâfiî, Ümm, V/286.)) Hanefî ve Şafiîler bu konuda hâkimin ve hakemin kocanın yetkisinde olan talâkı, onun izni olmadan kullanamayacağı görüşüne dayanırlar. Oysa talâk Kur’an’da evliliği sona erdirme yollarından sadece bir tanesidir. Evliliği sona erdirme yolunu talâktan ibaret görmek yanlıştır. Bu konuda en ayrıntılı bilgi Mâlikî mezhebinde bulunmaktadır. Kadın kocasından zarar gördüğünü, mesela kendisiyle konuşmadığını, yüz çevirdiğini, dövdüğünü, hakaret ettiğini hâkime ispat ederse kendini boşama hususunda muhayyer olur. Buna göre kadın kendini bir bâin talâk ile boşayabilir. Kadın ayrılmayı istemeyerek kocasının zulmünden dövmesinden şikâyette bulunursa kocanın zulmü ikrarı veya bir delil ile anlaşıldığında hâkim ona nasihat eder. Fayda vermezse koca şiddetli olmayacak bir şekilde dövülür, cezalandırılır. Her ikisi de bir birine zulmediyorsa hâkim ikisine de öğüt verir. Fayda vermezse şiddetli olmayacak şekilde ikisi de dövülür. Zulümleri hakkında delil yoksa hâkim sadece öğüt verir. Kadın kocasının zulüm ve zararını iddia eder fakat ispat edemezse hâkim kendisini iyi komşular arasında değilse iyi komşular arasına oturtur. Yine de durum açıklığa kavuşmazsa iki taraftan hakem tayin edilir. ((Bilmen, II/363-365.)) 2. Hakem Hakem aralarında anlaşmazlık bulunan iki kişinin bu anlaşmazlığını çözmesi için görevlendirdiği kişidir. ((Bu tarif Mecelle md. 1790’dan çıkarılmıştır.)) Karı-koca arasındaki anlaşmazlıkta ise hakemi onların görevlendirmesi gerekmemektedir. Bu husus “Bir hakem koca tarafından bir hakem kadın tarafından gönderin” ifadesinden açıkça anlaşılmaktadır. Karı-koca arasında şikak olup anlaşamadıklarında hakem yoluyla olay çözüme kavuşturulmaya çalışılır. Allah bunu açıkça beyan etmiştir. Karı-kocanın aralarının açılmasından korktuğunuzda bir hakem koca tarafından ve bir hakem de kadın tarafından gönderin. Eğer aralarının düzelmesini isterlerse Allah aralarında uyuşma sağlar. ((Nisâ 4/35.)) Kurtubî buradaki hakem gönderin ifadesinden hakemlerin tevkile ihtiyacı olmadığının anlaşılacağını ifade etmiştir. Ona göre hakem ve vekil ayrı manalarda olduğu için birbirinin yerine kullanılamazlar. ((Kurtubî, el-Câmi li ahkâmi’l-Kur’an, V/177.)) Bu konuda hz. Ali’nin uygulaması da hakemin yetkisini ortaya koymaktadır: Hz.Ali’ye bir adam ve bir kadın gelmişti. Her ikisinin yanında bir gurup insan vardı. Ali oradaki topluluğa bir adamın tarafından bir de kadının tarafından hakem seçmelerini emretti. Hakemlere hitaben: Üzerinize düşeni biliyor musunuz? Size düşen aralarını bulabilirseniz bulursunuz, ayrılmaları gerektiği kanaatine varırsanız ayırırsınız, dedi. Kadın Allah’ın kitabına, lehine veya aleyhine olacak hükme rıza gösterirken adam ayrılığa karar verirlerse razı olmayacağını söyledi. Ali adamı ikaz ederek kadının yaptığı gibi rıza göstermesi gerektiğini açıkladı. Bu durum hakemlerin, kocanın vekaleti veya rızası olmadan ayırma hususunda yetkili olduklarını gösterir. ((Mâlik, Müdevvene, II/372; Beyhakî, Marifetis-sünen-i ve’l-âsar, XI/293.)) Hakemlerin aileden seçilmesi aileden olan birisinin yabancıya nazaran onlar üzerinde daha tesirli olması, onların durumlarına vakıf olması, onlara uygun düşen üslupları bilmesi, karı-kocanın yabancılar önünde ifşa etmek istemedikleri şeyleri daha rahat açabilmeleri gibi faydalar sağlar. Hâkimin ve hakemin kararıyla meydana gelen ayrılmada eşler isterlerse yeni bir nikah ve mehirle evlenebilirler. ((Mâlik, Müdevvene, II/369.)) Mezhebler içerisinde Mâlikî mezhebi hâkime ve hakeme geniş yetki vermiştir. Hâkim veya hakem eşler arasındaki durumu tespit ederek delillere göre bir karara varmaktadırlar. Rabia hakemlerin yetki ile gönderilip hâkim gibi hükümlerinin geçerli olduğunu söylemiştir. Eşler anlaşamaz da yetkili makama başvururlarsa o makam iki hakemi yetkiyle gönderir. Onların hükümleri ayırmada ve birleştirmede geçerlidir. ((Mâlik, Müdevvene., II/367, 371.)) Hakemin müdahale ettiği bu konuda eşler arasında görülebilir ve ispat edilebilir somut bir durum bulunmaktadır. Hanefî ve Şâfiîlere göre hakemler eşlerin arasını düzeltmeye çalışırlar. Kocanın vekaleti olmadan aralarını ayıramazlar. Halbuki hükme yetkili olmayan kişiye hakem değil muslih (ara bulucu) denir. Bu husus ayrı bir çalışma konusudur. Hanbelî mezhebinde iki görüş vardır. Hakemler vekil gibi olup kocanın izni olmadıkça eşleri ayıramazlar. İkinci görüşe göre hakemler hâkim gibidir. Uygun gördüklerini yaparlar. Onların tevkil ve rızalarına ihtiyaçları olmaz. Bu Ali, İbn Abbas ve Evzai’ye dayandırılır. Zahiriye mezhebinde hakemler ancak gördüklerini hâkime bildirirler. Hâkim haksız tarafı men eder ve alınması gereken hakkı alır. Ancak ayrılığa hükmedemez. ((Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, II/363.)) Mâlikî mezhebi hâkim ve hakemlere evliliğe son verme yetkisi verdiği için zulüm gören kadın delil varsa bu hâkimin kararıyla, yoksa hakemlerin olayı tetkiki ile ortaya çıktığında kocasından ayrılabilmektedir. Bu durumda bir talâka hükmedilir. Onda kocanın ricat hakkı olmaz. ((Mâlik, a.g.e, II/371.)) Burada ayrılma talebinde bulunan kadının kocasının zulmünü ispatlaması gerekmektedir. Bu sebeple kadının kullandığı evliliği sona erdirme yetkisi olan iftidâ bu konudan farklıdır. Onda kocasının zulmü olmamasına rağmen, evlilik hayatını sürdüremeyecek olan kadının mehrini iade ederek ayrılmayı istemesi söz konusudur. Mahkeme veya hakem konusunda ise ayrılmada kadının talebi olsa da ayrılık mahkemenin kararıyla gerçekleşmekte ve kararı etkileyen somut bir durum bulunmaktadır. Osmanlı devletinde Hukuk-ı Aile Kararnamesine kadar Hanefî mezhebinin hükümlerinin dışına çıkılmadığı için geçimsizlik durumunda koca talâkı kullanmadığı sürece hâkim ve hakemlerin evliliğe son vermesi mümkün olmamıştır. Kararnamede Mâlikî mezhebinin görüşü esas alınmıştır. Hukuk-ı Aile Kararnamesinin 130. maddesine göre “Zevceyn beyninde niza ve şikak zuhûr edip de tarafeynden biri hâkime müracaat ederse hâkim tarafeyn ailelerinden birer hakem tayin eder. Bir veya iki taraf ailesinden tayin olunacak kimse bulunamaz veya bulunup da hakem olacak evsafı haiz olmazsa hariçten münasiplerini tayin eyler. Bu suretle teşekkül eden aile meclisi tarafeynin ifâdât ve müdâfâatını tedkik ile aralarını ıslaha çalışır. Kâbil olmadığı sûrette kusur zevcde ise beynlerini tefrik eder. Ve zevcede ise mehrin tamamı veya bir kısmı üzerine muhâlaa eyler. Hakemler ittifak edemezlerse hâkim evsaf-ı lâzimeyi hâiz diğer bir heyet-i hakemiyye veya tarafeyne karabeti olmayan üçüncü bir hakem tayin eyler. Hakemlerin verecekleri hüküm kat’i ve nâ kâbil-i itirazdır. ((Bk. M. Akif Aydın, İslâm-Osmanlı Aile Hukuku, s. 204, 214, 260, 280.)) ” BİRİNCİ BÖLÜM KADININ İFTİD YETKİSİ Karşılıklı anlaşma ile kurulan ailenin eşlerden birisi veya her ikisi tarafından devam ettirilemeyeceği ortaya çıkabilir. Bu durumda erkek kendisine verilen talâk yetkisini kullanabilir. Erkeğin bu yetkisi âyetlerle sınırlandırılmış ve belli kurallara bağlanmıştır. ((Bk. Birinci bölüm.)) Evliliği sürdürmeyecek olan kadın ise onun evliliğe son vermek için baş vuracağı yolu da Kur’an ortaya koymuştur. Peygamber, uygulaması ile âyete açıklık getirmiş daha sonra sahabe de bu hükmü uygulamaya devam etmiştir. Eşlerin evliliği sürdürememe endişesi ortaya çıkar mahkeme veya hakem heyeti de bu endişeye katılırsa kadın için kocasına fidye vererek evliliğe son verme hakkı tanınır. Âyetin ifadesine uyarak buna iftidâ demeyi uygun gördük. Bu konunun fıkıh mezhebleri tarafından ihmal edildiği anlaşılmaktadır. Bu bölümde ilgili âyet hadisler ve sahabi uygulaması ele alınarak konuya açıklık getirilmeye ve ihmal edilmiş önemli bir hükmün yeniden ortaya çıkarılmasına çalışılacaktır. I. KUR’AN’DA İFTİD Bakara suresinin bir âyetinde boşanma ile ilgili hükümler anlatılırken kadın ile erkeğin bu konuda da karşılıklı haklarının bulunduğuna, ama erkeğin hakkının bir derece farklı olduğuna işaret edilerek…Mâruf ölçüler içerisinde o kadınların erkekler üzerindeki hakkı, onların bunlara karşı olan hakkına denktir. Erkeklerin onlara karşı bir dereceleri vardır. Allah azizdir hâkimdir ((el-Bakara 2/228. Burada “hakkı” diye tekil olarak yaptığımız tercüme “hakları” şeklinde çoğul olarak da yapılabilir. Çünkü lehünne ve aleyhinne kelimeleri bu anlamları vermeye müsaittir. Biz konumuz itibariyle tekil olanını tercih ettik.)) buyrulmaktadır. Bunu takip eden âyette kadının evliliğe son vermesi ve bunu nasıl kullanacağı şu şekilde açıkça ifade edilmektedir: …Karılarınıza verdiğinizden bir şey almanız size helal değildir. Ancak eşler Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden korkarlarsa o başka. Eğer onların Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden siz korkarsanız kadının kendini kurtarmak için fidye verdiği şeyde (iftidâ) her ikisi için de bir günah yoktur. Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Onları çiğneyip aşmayın. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa onlar zalimlerin ta kendileridir. ((el-Bakara 2/229.)) Bu âyet, erkeğin talâk hakkına karşılık, kadına iftidâ hakkı vermiştir. Fakat erkek talâk hakkını, hiç kimseye danışmadan kullanabildiği halde kadının iftidâ hakkını kullanması şarta bağlanmıştır. Bu şart, evliliği sürdürememe endişesinin ortaya çıkması ve bunun mahkeme veya hakem heyeti tarafından kabul edilmesidir. Erkeğin evliliği sona erdirmesinin şarta bağlanmaması erkeğin kadına karşı bir derece farklılığıdır. Şimdi konunun ayrıntılarına geçelim. A. Hak ve Sorumluluk Dengesi Yukarıda dikkat çekildiği gibi boşanma ile ilgili hükümler anlatılırken kadın ile erkeğin bu konuda da karşılıklı haklara sahip olduğuna ama erkeğin hakkının bir derece farklı olduğuna işaret edilerek şöyle buyurulmaktadır: …Mâruf ölçüler içerisinde o kadınların erkekler üzerindeki hakkı, onların bunlara karşı olan hakkına denktir. Erkeklerin onlara karşı bir dereceleri vardır. Allah azizdir hâkimdir. ((el-Bakara 2/228.)) Bu âyette geçen misl (denk), mâruf ve derece kelimeleri üzerinde durmak gerekmektedir. 1. Misl Misil iki şey arasındaki denkliği ve aynılığı ifade eder. Arapçada benzerliği göstermek için “kâf” harfi ve “şibh” kelimesi kullanılır. Lisânü’l-Arab “misl” kelimesiyle ilgili şu bilgileri verir. İbn Berri dedi ki; mümaselet (denk olmak) ile müsâvât (eşitlik) arasında fark vardır. Müsâvât farklı cinsler arasında olabileceği gibi aynı cinsler arasında da olabilir. Çünkü müsâvât miktar bakımındandır. Biri diğerinden fazla da olmaz noksan da. ((İbn Manzur, “msl” maddesi.)) Arapçada iki şey arasındaki ortak noktaları ifade için kullanılan bir çok kelime vardır. Râgıb el-İsfehânî bu konuda şu bilgileri vermektedir: “Nid” yalnızca cevherde yani özdeki ortaklığı ifade eder. “Şibh” yalnızca keyfiyet yani nitelik ve vasıf yönünden ortaklığı ifade eder. “Müsâvî” yalnızca kemiyet yani sayı ve miktar bakımından ortaklığı ifade eder. “Şekl” sadece ölçü ve boyutlar yönünden ortaklığı ifade eder. Misil kelimesi bunların hepsini içine alır. Allah Teâlâ hiçbir şeyin hiçbir konuda kendine benzemediğini misil kelimesi ile ifade etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Onun misli gibi bir şey yoktur.” (Şûrâ 42/11) ((İsfehânî, “msl” maddesi.)) Buna göre kadınların erkeklere karşı hakları, erkeklerin kendilerine karşı olan haklarının misli, yani dengidir.Bu hüküm, talâkla ilgili bir âyet içerisinde geçtiği için dengeyi, öncelikle evliliği sona erdirme hakkı konusunda kurmak gerekir. Koca, kendine tanınan talâk hakkını kullanarak evliliği sona erdirebildiğine göre kadının da buna denk bir hakkı olmalıdır. 2. Ma’ruf Ma’ruf “örf” kökünden “bilinen, tanınan anlamına gelir. Aklen ve şer’an iyi olduğu bilinen her fiil mâruftur. ((İsfehânî, “arf” maddesi.)) Münkerin zıddı olup örf gibidir. İnsanların ve şer’in iyi gördüğü her şeyi kapsar. ((İbni Manzur,“arf” maddesi; Nesefî,Medarikut-tenzil ve Hakâiku’t-te’vîl, I/343; Zemahşerî, Keşşaf, I/267.)) Mâruf insanların örf haline getirdiği şey diye de tarif edilir. İnsanlar bunu birbirlerine karşı yapmayı uygun görür vücubunu veya cevazını, lüzumunu veya iyiliğini kabul ederek redde kalkışmaz. Burada iki nokta önemlidir. Her ilahi emir bir mâruftur. Ancak her mâruf emredilmemiş olabilir. İkincisi insanların arasında yayılan her âdet örf demek değildir. Alışılmış bir takım kötü âdetler vardır ki haddi zâtında batıl çirkin ve nehyedilmesi gereken münkerattandır. Hatta bunların çoğu sahiplerine göre de münkerdir. ((Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, III/2357, 2358.)) Adaletli ve ölçülü olmak, hakkı gözetmek, iyilik etmek, cömertlik, iyi davranış gibi güzel görülen adetlere ma’ruf denir. Ma’rufa uygun olarak, tanınması ve korunması gereken bir hukuk vardır. ((Elmalılı,II/106)) Âyetteki kullanımda marife olarak geldiğinden buradaki marife takısı “el” ahd için olabilir ki Kur’an dışında muhatabın önceden bildiği olursa örfte belirtilen manasına, Kur’an’da bildirilmiş ise Kur’an’da belirtilen bilinen haklar manasına gelir. Kur’an’da ise bir çok âyette karşılıklı haklardan bahsedilmektedir. Onlara (kadınlara ) iyi (mâruf ile) davranın. Kadınlara iyi davranılması, ((Nisâ 4/19.)) mehirlerinin gönülden verilmesi, ((Nisâ 4/4.)) boşama durumunda veya başkasıyla evlenme durumunda mehirden alınmaması, ((Nisâ 4/20; Bakara 2/229.)) iddet içerisinde nafaka ve meskenlerinin sağlanması ((Talâk 65/6.)) kadınların hakları olarak açıklanmıştır. 3. Derece “Derece” yüksek yer, merdiven, makam ve mertebe manalarına gelir. ((İbn Manzur, “drc” maddesi.)) Bu kelimenin geçtiği âyetin bağlamı boşanmadır. ((Âmine Vedûd Muhsin, Kur’an ve Kadın, s. 119)) Âyette karı kocanın karşılıklı haklarının birbirine denk olduğu ifade edildiği için erkeğe verilmiş derecenin bu denkliği bozmaması gerekir. Çünkü “ve lehünne mislüllezi aleyhinne bil-mâruf” isim cümlesidir. İsim cümleleri sübut ve devamlılık anlamı taşır. Erkeğe verilen derece denkliği bozarsa sübut ve devamlılık ortadan kalkar. Bu da âyete aykırı olur. Bu hüküm, talâkla ilgili âyet içinde geçtiğine göre bu farklı derecenin, evliliği sona erdirme hakkının kullanılması ile ilgili olması gerekir. Bundan sonraki âyet, hem erkeğin talâk hakkına hem de kadının iftidâ hakkına yer vermiştir. Erkek talâk hakkını, hiç kimseye danışmadan kullanabilir. Aşağıda görüleceği gibi âyet kadının iftidâ hakkını kullanmasını şarta bağlamıştır. Âyetin sonunda “Allah azizdir, hakîmdir.” buyrulmuştur. Aziz hiç kimsenin karşı gelemediği, gâlip, karşısında durulamayandır. Hakîm hüküm ve fiilleri isabetli, ve yerli yerinde olan demektir. ((Râzi, Tefsir-i kebîr, V/202; Beyzâvî, Envârut-tenzîl I/342; Hâzin, Lübâbüt-te’vîl, I/342.)) Bu âyetteki hükümler isabetli ve en doğru hükümlerdir. B. Âyette Üç Ayrı Olay ve Hüküm Olması Âyet çeşitli açılardan değerlendirildiğinde üç ayrı olay ve hüküm içerdiği görülecektir. 1. Erkeğin Talâk Hakkını Kullanmasıyla İlgili Hüküm Âyetin başı şöyledir :O talâk iki keredir. Bundan sonrası ya iyilikle tutmak (evlilik hayatına devam etmek) veya güzellik (ihsan) ile serbest bırakmaktır. ((el-Bakara 2/229.)) Âyette geçen et-talâk kelimesi “O talâk” diye tercüme edilmiştir. Çünkü et-talâkın başında bulunan el takısı kelimeye marifelik kazandırır. Bilinen talâk demek olur. Türkçede kelimeler marife ve nekre diye ayrılmadığından talâk kelimesinin başına koyduğumuz “o” zamiri talâkı marife hale getirmiş, yani kelimeye bilinen talâk anlamı kazandırmıştır. O bilinen talâk, Talâk suresinde tarif edilen talâktır. ((Ebî Hayyan, el-Bahru’l-muhît, II/463.)) Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda onları iddetlerini gözeterek boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz olan Allah’tan sakının. O kadınları evlerinden çıkarmayın. Onlar da çıkmasınlar. Ancak açık bir fuhuş yapmışlarsa o başka. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa kendi kendisine zulmetmiş olur. Bilemezsin, umulur ki Allah bunun ardından bir durum meydana getirir. ((Talâk 65/1.)) Sürelerinin sonuna erdikten sonra kadınları iyilik (mâruf) ile tutun veya iyilikle ayırın. ((Talâk 65/2.)) Burada geçen talâk fiilinin fâili erkek, mefulu da kadındır. “O talâk iki keredir.” ifadesi, erkeklerin Talâk suresinde belirtilen şekilde karılarını ancak iki kere boşayabileceklerini göstermektedir. 2. Hul‘ (Karı Kocanın Anlaşarak Evliliğe Son Vermeleri) ile İlgili Hüküm Âyette buna delalet eden bölüm şöyledir: Kadınlara verdiğinizden geri almanız size helal değildir. Ancak eşlerden ikisi de Allah’ın sınırlarını yerine getirememekten korkarsa o başka. Alimler âyetin bu bölümünün hul‘ün cevazına delalet ettiğinde müttefiktirler. Hul konusu daha önce anlatılmıştı. 3. İftidâ ile İlgili Hüküm Âyetin üçüncü bölümü şöyledir: Karı-kocanın Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden siz korkarsanız kadının fidye vermesinde her ikisine de bir günah yoktur. Âyette geçen “iftedet” fiilinin fâili kadındır. İftidâ fiilini yapan kadın olduğundan bunun kocanın hul‘e razı olmadığı durumla ilgili olmaması gerekir. Evliliğin sorumluluklarını yerine getirememe endişesine kapılan kadın durumu yetkili bir makama bildirir. ((Abdulhalim Ebûş-Şakka, İslâm Kadın Ansiklopedisi, IV/197; Nihat Dalgın, İslâm Hukukunda Boşama Yetkisi, s. 112.)) Âyetten bu husus açıkça anlaşılır. Âyetteki “..Siz korkarsanız…” ifadesi eşlerin Allah’ın hududunu yerine getirememe korkusunu başkalarının da duymasını gerektirmektedir. İşte bu başkaları ya mahkeme ya da hakem heyetidir. ((Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’an, III/91; Beyzâvî, Envâru’t-tenzîl, I/347.)) Bu korkunun tespitinden sonra kadına iftidâda bulunabileceği bildirilir. Bundan sonrası kadına kalmıştır. İster iftidâ da bulunarak evliliğe son verir isterse evliliğe devam eder. Burada kocaya her hangi bir yetki verilmemektedir Çünkü âyetin bu bölümünde “Karı kocanın Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden siz korkarsanız kadının fidye vermesinde her ikisine de bir günah yoktur” buyrulmuştur. Talâkın geçtiği ayetlerde de kadına her hangi bir yetki verilmemiştir. Talâkın gerçekleşmesi nasıl kadının onayına bağlı değilse iftidânın gerçekleşmesi de kocanın onayına bağlı değildir. Böylece bir önceki âyette belirtilen haklardaki denklik sağlanmış olur. Daha sonra konuyla ilgili Hz. Peygamberin ve sahabenin uygulamalarından bahsedilecektir. Orada bu husus daha net bir şekilde ortaya çıkacaktır. Burada hul‘ ile iftidânın aynı şey olmadığını gösteren bazı hususlar üzerinde durmak istiyoruz. a. Hul ve İftidâ Bedelleri Âyette hul bedeli ile iftidâ bedelleri farklı şekilde ifade edilmiştir. Hul ile ilgili âyette “Verdiğinizden (mehirden) almanız size helal değildir” denilerek mehrin bir kısmı veya tamamı konu edilmektedir. Âyetin “Kadınlara verdiğinizden bir şey almanız (min mâ âteytümûhunne şey’en)” ifadesindeki “min” harfi, arapça gramer kâidelerine göre beyâniye olursa “verdiğinizi almanız” olup mehrin tamamı anlamına gelir. Ba’ziyye olursa “Verdiğinizden bir kısmını almanız” manasına gelir. Bu da mehrin bir kısmı demektir. Âyetin iftidâ ile ilgili kısımda kadının fidye olarak verdiği şey hususunda herhangi bir sınırlama yapılmamış; “Karı-kocanın Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden siz korkarsanız kadının fidye olarak verdiği şeyde her ikisine de bir günah yoktur.” şeklinde genel bir ifade kullanılmıştır. Bu husus “fî meftedet bih” de mâ harfi ile ifade edilmiştir. Arapçada “mâ” nekredir ve umum ifade eder. Yani kadının fidye olarak vereceği şey konusunda her hangi bir sınırlama getirilmez. Kadı İsmail sondaki kısmın baştaki mehre matuf olmadığını şöyle açıklamıştır: “Fidye olarak kadının verdiği şey ona verilen mehirle sınırlı (âyette verdiğinizden almayın denilmiştir) olsaydı devamında âyetin “fî meftedet bihi minhu” ya da “min zâlike” (kadının o mehirden fidye olarak verdiği şey de ikisine de bir günah olmaz) şeklinde gelmesi gerekirdi. ((İbn Abdilber, Temhid, XXIII/369.)) Bu ifadelere göre de âyette iki türlü bedelden söz edilmiştir. Birisi hul bedeli diğeri de iftidâ bedelidir. b. “İftidâ” Kelimesinin Delaleti Fidye ve fidâ kelimelerine sözlükte esirin kendisini kurtarmak için verdiği bedel ve o bedelle kendini kurtarması manaları verilmiştir. ((Cürcânî, Târifât, “fdy” maddesi.)) Mal verip kendisini kurtarmaya “iftidâ” denir. Bakara 229.âyetteki iftidâ ise kadının mal vererek kendisini evlilik bağından kurtarması demek olur. ((İsfehânî, Müfredât, “fdy” maddesi.)) Ancak fidye sadece esirin kurtulmak için verdiği bedel manasına gelmez. Bu kelime Kur’an’da bir çok âyette farklı manalarda kullanılmıştır. İsmâil (a.s.) hakkında babası İbrahim’e hitaben:…Biz oğluna fidye olarak (fedeynâhü) büyük bir kurban verdik ((es-Sâffât 37/107.)) buyrulmaktadır. Kafirler hakkında: İnkar edip kafir olarak ölenler dünya dolusu altını fidye olarak verseler (iftedâ) bile hiç birinden kabul edilmeyecektir ((Âli İmran 3/91.)) buyrulmuştur. Oruç keffareti hakkındaki âyette: Oruç tutmaya gücü yetmeyenlere bir fakiri doyuracak kadar fidye (fidyetün) gerekir ((el-Bakara 2/184.)) buyrulmuştur. Hacda tıraş olma emrini yerine getiremeyenler için “Oruç veya sadaka veya kurban olmak üzere fidye (fidyetün) gerekir.” ((el-Bakara 2/196.)) Bu âyetlerin hepsinde bir bağ, sorumluluk veya cezadan kurtulma vardır. Demek ki fidye sadece esirden alınan bir bedel değildir. Kur’anda evliliği sona erdirme hakkında kadının fâili olduğu kelime sadece “iftidâ” ((“iftial” babının beş manası vardır.1.ittihaz (edinme). İftidâ için sözkonusu değildir. 2. İctihad ve talep (gayret ve istek) İftidâda fail olan kadının gayret ve isteği söz konusudur. 3. Müşareket. İki fail zikredildiğinde müşareket olur. Ayette tek fâil söylenmiştir. 4. Mutavaat. Fidye verip kurtulması söz konusudur. (e’ş-Şamilü’l- mucem, s. 144) )) dır. Bu kelime kadının fidye verip kendini evlilik sorumluluğundan kurtarması demektir. Bunun için aranan şart eşlerin Allah’ın sınırlarını koruyamayacakları korkusunu hâkim veya üçüncü şahısların hissetmesidir. ((Buna Taberî müslümanların korkması demektedir (bk.Taberî, Tefsir-i Taberî, II/488).)) Burada hudud iyi geçinme ve nikah haklarını yerine getirmedir. ((Cessas, Ahkâmu’l-Kur’an, I/392.)) Bunları yerine getirip getirmediğinin ispatı değil, yerine getiremeyeceğinden korkulması esastır. Bu tespit edildikten sonra kadın fidye vererek kendisini kurtarabilir. Kelime kurtulma manasını içerdiği için kadının istemediği evlilikten kurtulabileceği bu kelimeden de anlaşılır. C. Mehir Hakkında Açıklama Burada mehir hakkında birkaç söz söylemek gerekir. Kur’an’da mehir “saduka” olarak geçmektedir. Âyette “Kadınlara mehirlerini gönül rızası ile verin” ((Nisâ 4/4.)) buyrulmuştur. Burada “mehirler” olarak tercüme ettiğimiz kelime “saduka”nın çoğulu “sadukât”tır. “Sadâk”, “sıdâk” kelimeleri de aynı manadadır. Kelime sıdk kökünden alınmıştır. “Sıdk” doğru sözlü olmak, sözü özüne uygun olmaktır. ((İsfehâni, Müfredât, “sdk” maddesi.)) Erkekler evlendikleri kadınlara bağlılık sözü verir, onlara değer verdiklerini söylerler. Böylece “sıdk” kelimesinde olduğu gibi sözlerinin özlerine uyduğu ortaya çıkar. Onlar için mallarından feda etmeleri eşlerine verdikleri değerin sembolik bir ifadesidir. Mehrin hikmetleri arasına bunu da koymak gerekir. Ancak fukahanın mehirle ilgili çok farklı değerlendirmeleri görülmektedir. Fukaha içerisinde nikahı alım-satıma benzetip mehri mal bedeli gibi görenler vardır. Bu anlayış kadına bir köle gibi bakılmasına ve evliliği sona erdirebilmesi için kocanın izninin zorunlu görülmesine sebep olmuştur. Evlenme ve boşanmayla ilgili bir çok konuda bunun önemli etkileri görülür. Bu ayrı bir araştırma konusudur. Bu anlayışın iftidâya etkisi ayetlerdeki iftidânın ya hiç görülmeyişi yada hul ile iftidânın aynı şey sayılması olmuştur. Mezhepler konusunda da görüleceği gibi bunu fakihlerin büyük çoğunluğu yapmıştır. Hanefiler’in önde gelen fakihlerinden Cessas, iftidada bedel konusuna değinirken şunları söylemiştir: Kadın mehirden az veya fazla vererek iftida edebilir. Mesela köle azadı az mal vererek de fazla vererek de caizdir. Talâk da böyledir, nikah da. Çünkü nikah, mehr-i mislin azıyla da çoğuyla da caizdir. Mehr-i misl ise kadının bedelidir. Böylece kocanın kadını mehr-i mislin fazlasıyla borçlandırması da caiz olur. Çünkü her iki durumda da mehir kadının bedelidir. ((Cessas, Ahkâmu’l-Kur’an, I/395 (Burada “kadının bedeli” olarak tercüme ettiğimiz ibarenin arapçası “bedelü’l-bud‘” olarak geçmektedir).)) Şâfiîler diğer üç mezheb gibi hul ile iftidâyı aynı görmüşlerdir. Onların önde gelen alimlerinden Şirbînî bu konuda şöyle demiştir: Erkek, bir bedel karşılığı kadından yararlanma hakkına sahip olunca bu hakkı bir bedel karşılığı elinden çıkarabilir. Hul‘ün câiz olmasının sebebi budur. Bu tıpkı alım-satım gibidir. Nikah satın almaya, hul ise satmaya benzer. ((Şirbînî, Muğni’l-muhtac, III/262.)) İbn Teymiye kadının bir bedel vererek kocasından ayrılmasının yani iftidânın talâk olmadığını ispat için şöyle demiştir: İftidâ, kadının kendisini kocasından kurtarmasıdır. Tıpkı esirin kendisini esaretten kurtarmasına benzer. Bu üç talâktan sayılmaz… Dört mezhebin imamlarına ve cumhura göre esir için fidye vermekte olduğu gibi bu işlemi kadının dışında bir başkası yapabilir. Yabancı bir kişi köleyi azat etmesi için köle sahibine onun bedelini verebilir. Bu sebepten dolayı kişinin maksadı esire fidye öder gibi kadını kocasının boyunduruğundan kurtarmaksa ödeme yaparken bunu şart koşması gerekir… Çünkü iftidâdan maksat kocasına köle olmaktan kurtarmak için kocanın kadın üzerindeki hakimiyetini ortadan kaldırmaktır. Yoksa kadının, kendi üzerindeki hakimiyeti kendi eline alması değildir. ((Bilindiği gibi Şâfiî Mâlikî ve Hanbelî mezhepleri kadının tek taraflı iradesiyle evlenmesini kabul etmemekte, velisinin onayını şart koşmaktadır. Kocanın boyunduruğundan kurtulan kadın velisinin boyunduruğu altına girdiği için İbn Teymiye burada bu ifadeyi kullanmış olsa gerektir. Çünkü bu konuda İbn Teymiye’nin görüşü de aynıdır. Evlilikte velayet konusu da Kur’an ve Sünnete göre yeniden araştırılması gereken önemli konulardandır.)) Bu köle azadına ve esirin kurtulmasına benzer. Bu yüzden beydeki ikâle gibi olmaz. ((İbn Teymiye, Mecmûu fetâvâ, XXXII/306-307.)) Burada İbn Teymiye iftidâyı fidye verip esiri kurtarmaya benzetmektedir. Esirin sahibi razı olmayınca bu işlem gerçekleşmeyeceğinden iftida için kocanın rızasını şart koşmaktadır. Nitekim tam iftida konusu olan aşağıdaki olay karşısındaki hükmü onun bu anlayışını ortaya koymaktadır. İbn Teymiye’ye kocasını sevmeyen bir kadının durumu soruldu. Kadın kocasından kurtulmak istemiş ve şöyle demişti: Ya o benden ayrılır ya da kendimi öldürürüm. Kadının velisi ayrılması için kocaya baskı yaptı. Ayrıldıktan sonra kadın başkasıyla evlendi. İlk kocası kadını istedi ve onu baskı altında (ikrah ile) boşadığını söyledi. Ama kadın ikinci kocasından başkasını istemiyor. Bu durumda ne yapmak gerekir? İbn Teymiye buna şöyle cevap vermiştir: Eğer ilk koca haklı bir sebeple boşamaya zorlanmışsa, mesela karısına karşı görevlerinde kusur ediyor söz veya fiiliyle ona zarar veriyorsa boşama geçerli ikinci nikah sahih olur. O ikincinin karısıdır. Ama koca karısıyla iyi geçindiği halde karısını boşayıncaya kadar dayak atmak veya hapsetmek suretiyle baskı altında tutulmuşsa boşama geçersizdir. Yok eğer kadın kocasına kin duyuyor ancak kocası ona iyi davranıyorsa kocadan zorunlu tutmaksızın kadını boşaması istenir. Boşarsa boşar. Koca boşamaz, ortada da feshi mübah kılacak bir şey olmazsa kadına sabretmesi emredilir. ((İbn Teymiye, XXXII/283.)) Eğer İbn Teymiye iftidayı esirin bir bedel karşılığı kurtarılmasına benzetmeseydi bu olayı farklı yorumlayacaktı. Çünkü iftida ile ilgili ayette kocaya bir yetki verilmemektedir. Âyet şöyledir: Eğer onların Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden siz korkarsanız kadının kendini kurtarmak için fidye olarak verdiği şeyde (iftidâ) her ikisi için de bir günah yoktur. İbn Teymiye’ye sorulan olayın benzeri Peygamber’e geldiğinde o kocanın onayına gerek görmeksizin kadının fidye verip ayrılabileceğine hükmetmiştir. Bu konu hadiste iftida konusunda anlatılacaktır. İbn Kayyim hul‘ün bedelli bir akit olduğunu fidye tabirinden çıkarmaktadır. Ona göre fidye tabiri hul‘ün bir çeşit bedelli akit olduğunu göstermektedir. Bu yüzden iki tarafın rızası aranmaktadır. ((İbn Kayyim, Zâdu’l-meâd, V/297.)) Mehir her hangi bir şeyin ücreti olmaz. Nikahı bey akdine, mehri de bedele benzetmek uygun düşmez. İki şey arasındaki benzerliklere değil farklılıklara bakılarak onlara farklı isim verilir. Yoksa nikah veya hul‘de bedel olması sebebiyle onları diğer bedelli akitlere benzetemeyiz. Nikah akdiyle mâlik olunduğu söylenilen şey veya kadın satılan bir mal olamayacağı için mehri mal bedeli gibi görmek, kabul edilemez bir durumdur. Bunun İslâmla bağdaşmayacağı ortadadır. Allah …Mâruf ölçüler içerisinde o kadınların erkekler üzerindeki hakkı, onların bunlara karşı olan hakkına denktir ((el-Bakara 2/228.)) buyurduğu halde kadını kocasının kölesi gibi görmek mümkün değildir. Çünkü köleyle efendi arasında denk haklardan bahsedilemez. Kadınlara mehirlerini gönül rızası ile verin ((Nisâ 4/4.)) ayetinde geçen “saduka” kelimesi yukarda anlatılmış mehrin kocanın karısına verdiği değerin sembolik bir ifadesi olduğuna dikkat çekilmişti. Âyette bir de “nihle” kelimesi vardır. Bu kelime tercümede “gönül rızası” olarak ifade edilmiştir. “Nihle” karşılıksız ikramda bulunma manasına gelir. ((Müfredât, “nhl” maddesi.)) Buna göre mehir herhangi bir şeyin bedeli olamaz. Âyette devamla, “Onlar mehrin bir kısmını size gönülden bağışlarlarsa siz de onu ağız tadıyla güzelce yiyin” buyrulmaktadır. Oysa alışverişte satıcının aldığı bedeli bağışlaması konu edilmez. Nikahta böyle bir şeyden bahsedilmesi mehrin bedel olmadığının bir başka göstergesidir. Yoksa birisinin diğerine hibede bulunmasının helal olduğunu herkes bilir. Burada bunun özellikle belirtilmesi nikahın diğer akitlerden farklı bir konumda olduğunu gösterir. Buna göre mehir herhangi bir şeyin bedeli olamaz. O koca açısından zorunlu fakat gönülden vermesi gereken bir hediye, kadın bağışladığında ise zorunlu değil gönüllü bir hediye özelliği taşımaktadır. Ayrıca kadının zifaftan önce boşandığında mehrin yarısını alması da onun bedel olmadığını açıkça göstermektedir. Bedelli akitlerde böyle bir şey söz konusu değildir. D. Değerlendirme Bakara sûresinin 229. âyetine göre koca, talâk fiilini kullanarak evliliği sona erdirdiğinde verdiği mehirden alması yasaklanmıştır. Karşılıklı olarak evliliğin devam edemeyeceğine karar vererek anlaştıklarında mehirden alınması ve verilmesinin mübah olduğu açıklanmıştır. Arada anlaşma olamadığında durum üçüncü şahıslara intikal ettirilebilir. Onlar evliliğin devam edemeyeceğini tespit ettiklerinde kadının evlilik bağından kurtulmak için fidye verebileceği beyan edilmiştir. Burada üç durum ortaya çıkmıştır. Kocanın talâkı kullanarak evliliğe son vermesi durumu ve bu durumda mehirden alınamayacağı. Karşılıklı bir karara vararak eşlerin birlikte evliliğe son vermesi ve mehirden alınabileceği. Eşlerin karşılıklı anlaşarak bir karara varamaması durumunda hâkimin müdahalesi ve kadının iftidâ etmesi. Âyette belirtilen …Mâruf ölçüler içerisinde o kadınların erkekler üzerindeki hakkı, onların bunlara karşı olan hakkına denktir. Erkeklerin onlara karşı bir dereceleri vardır. Allah azizdir hâkimdir ((el-Bakara 2/228.)) ifadesinin anlamı burada açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Koca evliliğe son vermek istediğinde talâkın fâili olarak bunu hem kadının rızasını aramaksızın hem de her hangi bir yetkili mercie başvurmadan yapabilmektedir. Kadın evliliği sürdüremeyeceğine karar verdiğinde o da kocasından ayrılabilmektedir. Ancak arada bir fark vardır. Kadının evliliği sona erdirmesi ya karşılıklı rıza ile olmaktadır ya da rıza olmadığında hâkime başvurarak gerçekleşmektedir. Burada hududu ikame edemeyeceği endişesiyle ayrılmak isteyen kadındır. Hâkim ise korkunun tespitini yapmaktadır. Son kararı yine kadın vermektedir. Eşlere eşit olarak yetki verilmesine rağmen bu yetkinin kullanımında aralarında farklılık olmasının sebebi âiledeki mali sorumlulukta tarafların farklı oluşları olabilir. ((Nihat Dalgın, Boşama Yetkisi, s. 67.)) Allah bunların kendi çizdiği sınırlar olduğunu bildirerek bunları çiğneyenleri zalimler olarak nitelemektedir. II. SÜNNETTE İFTİD Âyette “Eğer karı-kocanın Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden siz korkarsanız kadının fidye vererk kendini kurtarmasında (iftidâ) her ikisi için de bir günah yoktur”.buyrulmuştur. Hz. Peygamber uygulaması ile bu ayeti şüpheye mahal bırakmayacak şekilde açıklamıştır. Malik’in rivayet ettiği hadisi Şâfiî Ebu Dâvud, Tirmîzî, Nesâî ve İbn Mâce tahric etmiştir. İbn Huzeyme ve İbn Hıbban da sahih olduğunu söylemişlerdir. ((Ahmed Abdurrahman el-Benna, Fethu’r-rabbâni li tertîb-i müsned-i Ahmed b. Hanbel eş-Şeybâni, XVII/16 (Hadisi Muhammed ibn Seleme ibn Kâsım’dan, o Mâlik’ten, o Yahya b. Said’den, o Amra binti Abdurrahman’dan nakletmiştir).)) Amra’dan gelen rivayete göre Sâbit’in eşi olan Habibe’yi Peygamber alaca karanlıkta kapısının önünde bulmuş ve ne olduğunu merak ederek durumunu sormuştu. Bunun üzerine Habîbe eşi Sâbit’le bir arada bulunmasının mümkün olmadığını evliliğe devam edemeyeceklerini söyledi. Sâbit geldiğinde Rasûlullah ona: “İşte Habîbe. Söyleyeceğini söyledi.” dedi. Habîbe: Sâbit’in verdiği her şeyin yanında olduğunu ifade ettiğinde Rasûlullah Sâbit’e onu ondan almasını emretti. Bunun üzerine Sâbit Habibe’ye verdiğini aldı ve Habîbe ailesinin yanında oturdu. Konumuzda bu hadisi esas almakla birlikte lafız farklılıkları sebebiyle çeşitli hükümlerin delili olarak gösterilen diğer rivayetlerin hepsini ele almamız gerekmektedir. A. Hadisin Farklı Rivâyetleri Rasullullah’a gelerek Sâbitten ayrılmak istediğini söyleyen kadın bazı rivâyetlerde Habîbe binti Sehl ((Mâlik, Muvatta, Talâk 11; İbn Sa’d, Tabakâtu’l-kübra, VIII/326; Buhârî, Talâk 12; Ebû Dâvud, Talâk 17-18; Ahmed b. Hanbel, Hul 27; Beyhakî, Marifetis-süneni ve’l-âsâr; XI/7.)) bazılarında Cemile binti Selül veya Cemile binti Abdullah bin Ubey bin Selül ((İbn Mâce, Talâk 21; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-gâbe, VII/309; Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VII/277. (Habîbe binti Sehl b. Salebe b. el-Haris b. zeyd b. Salebe b. Ganem b. Mâlik ibn Neccar. Annesi Mâlik b. Neccar oğullarından Amra binti Mesud b. Kays b. Amr b. Zeyd’dir. Rasûlullah Habîbe ile evlenmeyi düşünmüş fakat daha sonra bunu bazı sebeplerden dolayı istememiştir. Sonra Habîbe ile beni Haris b. Hazrec’den olan Sâbit b. Kays b. Şemmas b. Mâlik b. İmriulkays b. Mâlik evlenmiştir. Habîbe müslüman olup Rasûlullah’a biat edenlerdendir (Bk. İbn Sa’d, Tabakat, VIII/326). )) olarak gelmiştir. Kadının ayrılma talebinin Peygamber’in uygulamasında ne şekilde gerçekleştiğini doğru bir şekilde tespit etmek hadisin hem sened hem de metin bakımından farklılık arz eden tüm versiyonlarını inceleyerek mümkün olacaktır. I. Buhârî “Talâk” kitabında “hul‘ve hul‘de talâk nasıldır” isimli babda yer verdiği hadisi zikretmeden önce konuyla alakalı olan el-Bakara 2/229. âyetinin şu bölümünü başa koymuştur: …Karılarınıza verdiğinizden bir şey almanız size helal değildir. Ancak eşler Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden korkarlarsa o başka. Daha sonra hadisin altı rivayetine yer vermiştir. 1. İbn Abbas’ın bildirdiğine göre Sâbit b. Kays’ın eşi Rasûlullah’a geldi ve Sâbit’in ahlaken ve dinen kötü olmadığını (lâ e‘tibu) fakat İslâm’da küfrü (nankörlük etmeyi) istemediğini söyledi. Rasûlullah, “Ona bahçesini iade eder misin?” diye sorduğunda Habîbe bahçeyi vermeyi kabul etti. Rasûlullah (Sâbit’e): “Bahçeyi kabul et ve onu bir talâk olarak boşa” dedi. ((Hadisi Ezher ibn Cemil, Abdulvehhab es-Sekafi’den tahdisen, o Halid’den tahdisen, o İkrime’den, İkrime İbn Abbas’tan naklen bildirmiştir.)) 2. ikrime’nin bildirdiği hadiste kadınAbdullah b. Ubey’in kız kardeşidir. Mehir olarak aldığı bahçeyi iade etmeyi kabul etmiş ve bahçeyi iade etmiştir. Rasûlullah Sâbit’e onu boşamasını emretmiştir. ((Hadisi İshak el-Vasıtî’nin Halid’den tahdisen o Halid el-Huzzai’den, o İkrime’den naklen bildirmiştir.)) 3. ikrime’nin Rasûlullah’dan bildirdiğine göre Peygamber Sâbit’e: “Onu boşa”demiştir. ((Hadisi İbrahim ibn Tuhman Halid’den, o İkrime’den nakletmiştir.)) (“Boşa” emri yalnızca bu rivâyetlerde geçmektedir. Buhârî İbn Abbas rivâyetini iyi bulmamıştır “lâ yutâb”. İkrime’den gelen hadisler ise mürseldir. Peygamber’den nakleden sahabi yoktur.) 4. İbn Abbas Sâbit’in eşinin Rasûlullah’a geldiğini “Sâbit’in ahlaken ve dinen kötü olduğunu söylemiyorum (lâ e‘tibu). Ancak elimde değil” dediğini Rasûlullah “o zaman bahçesini iade eder misin?”diye sorduğunda bunu kabul ettiğini bildirmiştir. ((Hadisi İbn Ebi Temime İkrime’den, o İbn Abbas’tan nakletmiştir.)) (Bu sened daha sağlamdır ve burada boşa emri geçmez.) 5. İbn Abbas’ın bildirdiğine göre Sâbit’in eşi “Ya Rasulellah. Sâbit’e ne din ne ahlak hususunda kin duymuyorum(nefret etmiyorum). Ancak küfür (nankörlük) den korkuyorum dedi. Rasûlullah: Ona bahçesini verir misin? diye sorduğunda kadın bunu kabul etti ve bahçeyi ona iade etti. Rasûlullah Sâbit’e emretti ve Sâbit eşinden ayrıldı ((Hadisi Muhammed ibn Abdulah ibn Mübarek el-Muharramî Kurâd Ebu Nuh’dan tahdisen, o Cerir İbn Hazim’den tahdisen o Eyyub’dan, o İkrime’den, İkrime İbn Abbas’tan naklen bildirmiştir.)) (Burada da “boşa” emri geçmemekte bahçeyi verdikten sonra “fârekahâ ondan ayrıldı” geçmektedir). 6. İkrime kadının isminin Cemile olduğunu söylemiştir. ((Buhârî, Talâk, 12. Altıncı hadisi Süleyman Hammad’dan tahdisen o Eyyub’dan, o İkrime’den nakletmiştir.)) Buhârî’de yer alan rivâyetlerden İkrimeden gelenler mürseldir. İbn Abbas’tan gelen ilk hadisi Buhârî güzel bulmamıştı. Geriye dört ve beşinci hadis kalmaktadır. Bunlarda da boşa emri geçmez. II. Nesâî’de “Hul‘ hakkında gelen” isimli babda hadis şöyledir: 7. Amra’dan gelen rivayete göre Sâbit’in eşi olan Habibe’yi Peygamber alaca karanlıkta kapısının önünde bulmuş ve ne olduğunu merak ederek durumunu sormuştu. Bunun üzerine Habîbe eşi Sâbit’le bir arada bulunmasının mümkün olmadığını, evliliğe devam edemeyeceklerini söyledi. Sâbit geldiğinde Rasûlullah ona: “İşte Habîbe. Söyleyeceğini söyledi.” dedi. Habîbe: Sâbit’in verdiği her şeyin yanında olduğunu söylediğinde Rasûlullah Sâbit’e onu ondan almasını emretti. Bunun üzerine Sâbit Habibe’ye verdiğini aldı ve Habîbe ailesinin yanında oturdu. ((Hadisi Muhammed ibn Seleme ibn Kâsım’dan, o Mâlik’ten, o Yahya b. Said’den, o Amra binti Abdurrahman’dan nakletmiştir.)) Nesâî’de yer alan diğer bir hadis Buhârî’deki ilk hadisle senet ve metin itibariyle aynıdır. ((Nesâî, Talâk, 34. (Burada ikinci hadiste yer alan “İslâmda küfrü istemiyorum” sözü “müslüman olduğum halde küfür ahlakını istemiyorum” veya “İslâma girdikten sonra küfre dönmeyi istemiyorum ve kocamla aramdaki uyuşmazlık ve aradaki düşmanlık belki buna götüreceği için hul’ istiyorum” demektir, şeklinde yorumlanmıştır.))) III Muvatta’daki hadis Nesâi’deki ilk hadistir. Nesâî hadisi zaten Mâlik’ten almıştır. ((Mâlik, Muvatta, Talâk, 11.)) Ahmed b. Hanbel aynı hadise “Kitabu’l-hul‘”de yer vermiştir. Şâfiî Ebu Dâvud, Tirmîzî, Nesâî ve İbn Mâce bu hadisi tahric etmiştir. İbn Huzeyme ve İbn Hıbban da sahih olduğunu söylemişlerdir. ((Ahmed Abdurrahman el-Benna, Fethu’r-rabbânî, XVII/16.)) IV. İbn Mâce hadisi “muhtelianın verdiği şeyin alınması” isimli bab altında zikretmiştir. 8. İbn Abbas’ın bildirdiğine göre Cemile binti Selul Rasûlullah’a gelmiş: Sâbit’i ne dini ne de ahlakı hususunda kötülememiş(lâ e‘tibu), İslâmda küfre düşmek istemediğini, fakat nefret etmekten kendisini alamadığını söylemiştir. Hadiste diğerlerinden farklı olarak “Rasûlullah Sâbit’e bahçeyi almasını emretti ve artırmadı” kısmı bulunmaktadır. ((Hadisi Ezher ibn Mervan, Abdula’la b. Abdila’lâdan, o Said ibn Ebû Urve’den tahdisen, o Katade’den, o İkrime’den, o İbn Abbas’tan naklen bildirmiştir.)) Hadisin râvileri sahih olup hadisi Nesâî ve Beyhakî de tahric etmişlerdir. ((Şevkânî, VI/277.)) Kurtubî bu hadise yer verdikten sonra kadın kocasından olabildiğince nefret ederken kocasının onu çok sevmekte olduğunu, Rasûlullah’ın aralarını hul yoluyla ayırdığını ((Kurtubî, III/95.)) söylemiştir. 9. Abdullah b. Amr b. el-As’ın bildirdiğine göre Habîbe binti Sehl çirkin birisi olan Sâbit b. Kays’ın eşi idi. Habîbe Peygamber’e gelerek: Allah korkusu olmasaydı geldiğinde yüzüne tükürürdüm, dedi. Peygamber: Bahçesini iade eder misin? dediğinde Habîbe bunu kabul etti. Râvi Habîbe’nin bahçeyi verdiğini ve aralarını Rasûlullah’ın ayırdığını söylemiştir. ((İbn Mâce, Talâk, 22 (Hadisi Ebu Kurayb, Ebu Halid b. Ahmer’den tahdisen, o Haccac’dan, o Amr İbn Şuayb’dan, o babasından, o dedesi (Abdullah b. Amr b. el-As)dan nakletmiştir. Zevaid’de hadisin senedinde yer alan Haccac’ın müdelles olduğu söylenmiştir).)) V. Dârimî hadisi hul‘ babında zikretmiştir. 10. Amra’nın bildirdiğine göre Habîbe binti Sehl ile Sâbit b. Kays evlenmişti. (Râvi Rasûlullah’ın onunla evlenmeyi düşünmüş olduğunu söylemiştir.) Habîbe Peygamber’in komşusu idi. Sâbit onu dövdü. Bunun üzerine alaca karanlıkta Rasûlullah’ın kapısının önünde sabahladı. Rasûlullah çıktığında Habîbe Sâbitle beraber olamayacağını söyledi. Sâbit geldiğinde Rasûlullah: “Ondan al ve ona yol ver” buyurdu. Habîbe Sâbit’in verdiği her şeyin yanında olduğunu söyledi. Bunun üzerine Sâbit ondan onu aldı ve Habîbe ailesinin yanında oturdu. ((Darimi, Talâk, 7 (Hadisi Yezid b. Harun Yahya ibn Said’den, o Amra’dan haber vermiştir). )) VI. Ebu Dâvud, Nesâî ve Mâlik’in yer verdiği hadisi hul‘ babı altında zikretmiştir. Ebu Dâvud’un ikinci rivâyeti şöyledir: 11. Aişe’nin bildirdiğine göre Habîbe Sâbit’in eşi idi. Sâbit onu dövdü ve bazı yerlerini kırdı. Habîbe sabahleyin Rasûlullah’a geldi ( ve ona şikâyet etti). Rasûlullah Sâbit’i çağırdı, Habibe’nin malının bir kısmını alıp ondan ayrılmasını emretti. Sâbit bunun uygun olup olmayacağını sorduğunda Rasûlullah uygun olduğunu söyledi. Sâbit bunun üzerine: Ben ona şu an elinde bulunan iki bahçeyi mehir verdim, dedi. Rasûlullah Sâbit’e onları almasını ve ondan ayrılmasını emretti. Sâbit öyle yaptı. ((Ebû Dâvud, Talâk, 17-18 (Hadisi Muhammed ibn Ma’mer Ebu Amir Abdülmelik b. Amr’dan, o Ebu Amr es-Sedûsi el-Medeni’den tahdisen, o Abdullah b. Ebi Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm’dan, o Aişe’dennaklen bildirmiştir).)) VII. İbn Sa’d’ın rivâyetinde biraz farklılık görülmektedir. 12. Yahya b. Said’in bildirdiğine göre Habîbe mizacı sert olan Sâbit’in eşi idi. Habîbe alaca karanlıkta Peygamber’e geldi. Peygamber çıktığında Habîbe kendisini tanıtıp Sâbitle birlikte devam edemeyeceğini söyledi. Râvi o anda Sâbit’in geldiğini ve Rasûlullah’ın Sâbit’e: “Habîbe’den onu al”dediğini zikreder. Bunun üzerine Habîbe “Ya Rasulellah, verdiğinin hepsi yanımdadır” dedi. Peygamber onu Sâbit’e gönderdi. Habîbe ailesinin yanında oturdu. ((İbn Sa’d, VIII/326 (Hadisi Ârim b. Fadl Hammad ibn Zeyd’den tahdisen, o Yahya b. Said b. Kays b. Amr b. Sehl’den naklen bildirmiştir).)) 13. Hadisin Ebu Zübeyr’den gelen rivâyetinde Sâbit’in eşi Abdullah b. Ubey b. Selül’ün kızıdır. Sâbit ona mehir olarak bir bahçe vermişti. Rasûlullah ona “Sana verdiği bahçeyi iade eder misin?” dediğinde fazlasını dahi verebileceğini söylemiştir. Rasûlullah: “Fazlasına hayır. Fakat bahçesini verirsin” dediğinde kadın bahçeyi vermeyi kabul etmiştir. Bunun üzerine Rasûlullah onu Sâbit adına aldı ve karısını serbest bıraktı. Bu hâdise Sâbit’e ulaştığında: Şüphesiz Rasûlullah’ın hükmünü kabul ettim, demiştir (Şevkani Dârekutnî’nin bu hadisi sahih isnadla zikrettiğini söylemiştir). ((Şevkânî , VI/277 (Hadisi Dârekutnî’de bulamadım. IV/44’te iddetin bir hayız olduğu var).)) VIII. Abdurrezzak b. Hemmam es-San’ânî hadisin farklı rivâyetlerine “fidâ” babında yer vermiştir. 14. Said b. Müseyyeb’in bildirdiğine göre Sâbit evli olduğu bir kadına mehir olarak bir bahçe vermişti. Kendisi sert mizaçlı birisiydi ve ona vurup kolunu kırdı. Kadın Peygamber’e şikâyette bulunarak ona bahçesini iade edeceğini söyledi. Kadının bunu yapacağını teyit etmesi üzerine Peygamber Sâbit’i çağırarak “Bahçeni sana iade ediyor” buyurdu. Sâbit’in “Bunu yapmam olur mu” sorusuna Rasûlullah “evet” dedi. Bunun üzerine Sâbit kabul ettiğini söyledi. Peygamber “Gidin. O birdir” buyurdu. Daha sonra kadın Rufae el-Âbidi ile evlendi. Rufae onu dövdüğünde Osman’a gelerek mehrini ona iade edeceğini söyledi. Osman Rifae’yi çağırdı ve bunu Rifae kabul etti. Bunun üzerine Osman kadına “Git. O bir dir” dedi.(İbn Cüreyc bu hadisi Amr ibn Şuayb’dan da aldığını söylemiştir). ((San’ânî, VI/482 (11757. Hadis. Hadisi Abdürrezzak ibn Cüreyc’den, o Dâvud ibn Ebi Asım’dan, o Said ibn Müseyyeb’den haber vermiştir). )) 15. Amra’nın bildirdiğine göre Habîbe Sâbit’in kendisini dövdüğünü söylemiştir. Bunun üzerine alaca karanlıkta Peygamber’e gelerek olanı söylemiştir. Peygamber Sâbit’e ondan (mehrini) almasını emretmiş Habîbe Sâbit’in verdiğinin aynen yanında olduğunu söyledikten sonra Rasûlullah emrini tekrarlamıştır. Sâbit onu ondan almıştır. Amra bunun üzerine Habîbe’nin ailesinin yanında oturduğunu bildirmiştir. ((San’ânî, Musannef, VI/484(11762. Hadis. Hadisi Abdurrezzak ibn Cüreyc’den, o Yahya b. Said’den Amra binti Abdirrahman’dan tahdisen haber vermiştir).)) IX. Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde: 16. Sehl b. Hasme’nin bildirdiğine göre Habîbe binti Sehl Sâbit’le evliydi. Sâbit çirkin birisi idi Habîbe onu sevmedi. Peygamber’e gelerek onu gördüğü zaman Allah korkusu olmasa yüzüne tükürecek kadar sevmediğini söyledi. Peygamber sana mehir olarak verdiği bahçeyi iade eder misin? dediğinde Habîbe bunu kabul etti. Peygamber ona haber gönderdi. Habîbe bahçeyi verdi ve onların aralarını ayırdı. Bu İslâmda ilk hul‘ idi. ((Ahmed b. Hanbel, Hul‘ 39 (Hadisi Süfyan Abdulkuddus b. Bekir’den ona Haccac Amr b. Şuayb’den haber verdi. O babasından, babası Abdullah ibn Amr’dan nakletmiştir. Ayrıca yine Haccac Muhammed ibn Süleyman İbn Ebi Hasme’den o amcası Sehl b. Ebi Hasme’den naklen bildirmiştir).)) Hadis iki senedle gelmiştir. Râvilerden Haccac müdellis olup hadisi Buhârî’nin İbn Abbas hadisi teyit eder. ((Ahmad Abdurrahman el-Benna, XVII/15.)) İbn Mâce’nin ikinci hadisi (9 nolu hadisimiz)olan bu hadisi İbnü’l-Esir yukardaki gibi Haccac’dan itibaren değişen iki ayrı senedle rivâyet ettikten sonra bunun İslâmdaki ilk hul‘ olduğunu söylemiştir. ((İbn Esir, Üsdü’l-gâbe, VII/61.)) X. Beyhakî Ebu Asım’ın Abbad b. Kesir’den o, Eyyub’dan, o İkrime’den, İkrime’nin İbn Abbas’tan rivâyet ettiği hadise yer vermiştir. Burada Peygamber’in hul‘ü bir talâk saydığı rivâyet edilmiştir. Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Muin ve Buhârî ravilerden Abbad’ın zayıf olduğunu ifade etmişlerdir. Şûbe İbn Abbas ve İkrime’nin hul‘ü talâk saymamalarına rağmen böyle bir rivâyette bulunmalarının kabul edilemeyeceğini, hadisin sahih olamayacağına delil getirir. Ya da buradaki “talâk-ı bâin” bunun talâk olduğunu değil hul‘de ricat olmadığını erkeğin tek taraflı isteğiyle karısına dönemeyeceğini belirtmek için söylenmiştir, der. ((Beyhakî, Sünenü’l-kübra, VII/316.)) B. Rivâyetlerin Guruplandırılması Hadis’in râvilerine baktığımızda 1, 4, 5 ve 8 nolu. hadisler ibn Abbas’tan ikrime yoluyla rivâyet edilmiştir. Birinci hadise Buhârî ve Nesâî yer vermiş Buhârî bu hadisi güzel bulmadığını söylemiştir. Bunlarda Sâbit’in eşinin ismi Cemile olup İkrime’nin Rasûlullah’dan rivâyet ettiği 2, 3 ve 6. hadislerde de ismin Cemile olması sebebiyle İkrime’nin hadisi İbn Abbas’tan nakletmiş olabileceği muhtemeldir. Fakat bu belirtilmediği için İkrime’den gelen hadisler mürsel olmaktadır. Bu durumda İbn Abbas’ın rivayet ettiği 4, 5, ve 8 nolu hadislerin Cemile hakkında olduğu anlaşılmaktadır. Dördüncü hadisRasulullah’ın “Bahçeyi verir misin” sorusuna Cemile’nin verdiği “Evet” cevabı ile, beşinci hadis bahçe verildikten sonra Sâbit’in karısıyla ayrılması ile, sekizinci hadis bahçeyi verip fazla bir şey vermemesi ile biter. Bunların hiçbirinde boşa emri ve Sâbit’in kadını dövdüğü yer almaz. Kadının isminin Abdullah b. Ubey b. Selül’ün kızı olarak geçtiği Ebu Zübeyr’den rivâyet edilen 13. hadiste de dövme olayı yer almaz. Burada farklı olarak Sâbit’e olay sonradan ulaşır ve Sâbit Rasûlullah’ın kararını kabul ettiğini söyler. Bu guruptaki hadisler Cemile ile ilgilidir. 7, 10, 11, 12 ve 15nolu hadislerde kadının ismi Habîbe’dir. Habibe’nin adı geçen 11,12 ve 15 nolu hadislerde Sâbit’in eşini dövdüğü yer almaktadır. 14 nolu hadiste kadının ismi zikredilmeyip Sâbit’in onu dövdüğü geçmektedir. Bunlar, söylendiği gibi Sâbit’in iki eşiyle hul ettiği kanaatini vermektedir. 9 ve 16 nolu hadislerde rivâyet zincirinde yer alan Haccac müdellis olduğu için bunlar esas alınmayacaktır. Kadının Sâbit’in çirkinliğinden şikâyet ederek “Allah korkusu olmasaydı yanıma girdiğinde yüzüne tükürürdüm” ifadesi yalnızca bu rivâyetlerde yer alır. Bu durumda 4,5, 8 ve 13 nolu hadisler Sâbit’in hul ettiği Cemile hakkında 7, 10,11, 12 14ve 15 nolu hadisler de Habîbe hakkındadır Hadislerde erkek ismi olarak sadece Sâbit geçer. Kadın olarak ise dört farklı kadın ismi geçmektedir. Ama bu dört isim ikiye inmektedir. Çünkü İbn Hâcer’in bildirdiğine göre Ebu Zübeyr rivâyetinde geçen Zeynep ismi muhtemelen Cemile’nin lakabı idi. ((İbn Hâcer, Fethul-bâri, IX/398.)) İbn Mâce ve Nesâî’de Meryem el-Meğâliye olarak gelmiştir. ((Şevkânî, Neylü’l-evtar, VI/277.)) Meryem isminde bir yanılma olmuştur. Ya da Cemile’nin üçüncü ismi de olabilir. Muvatta rivâyetinde Habîbe binti Selül geçer. Sünen sahipleri hadisi tahric etmiş İbn Cüzeyme ve İbn Hıbban da tashih etmişlerdir. İbn Abdilber Basralıların Cemile binti Ubey, Medinelilerin Habîbe dediğini söylemiştir. Burada rivâyet edilen bir hâdise olabileceği gibi iki ayrı olay olduğu da söylenmektedir. Hafız’a göre her iki tarik de doğru ve iki haber de meşhur olduğuna göre iki kıssa var diyebiliriz. Sâbit iki defa hul etmiştir. İslâmda ilk hul hadisesinin Habîbe’nin hul‘ü olduğu söylendiğine göre Sâbit önce Habîbe binti Sehl, sonra Cemile binti Ubey b. Selûl ile hul etmiştir. ((İbn Esir, Üsdü’l-gâbe, VII/61; Şevkânî, VI/278.)) C. Hadisin Açıklaması Birinci gurupta (4,5,8 nolu) hadislerde geçen “lâ e‘tibu”, “mâ e‘tibu” ve “mâ enkımu” kelimeleri delillerle kötü olduğunu açıklayarak kötülemiyorum, ona karşı bir delil getirmiyorum manasında olup Cemile’nin, kocasının kötü olduğunu söylemediği anlamına gelir. Kadının, kocasının kötü ahlakı ve dininin noksanlığına dair söyleyecek bir sözü yoktur. Ayrılmayı bu sebeple istememektedir. Bu Sâbit’in kadının şikâyet etmesine sebep olacak bir şey yapmadığını gösterir. “Ve lâkin lâ utîkuhu (ancak elimde değil, dayanamıyorum)”derken niçin dayanamadığını söylememiştir. “İslâmda küfrü istemiyorum” sözündeki “küfür”den maksadı küfrân-ı aşir (ailesine nankörlük)dir. Kocasından hiçbir şikâyeti olamadığı halde onu sevmediği için üzerine düşen görevde kusur etme, kocasının hakkını yerine getirememe korkusudur. ((İbn Hâcer, IX/399; Şevkânî, VI/279.)) Kocasının dininin noksanlığından şikâyetinin olmaması onu küfre zorlamasının söz konusu olmadığını gösterir. Bunun sevgisizliğinin şiddetinden nikahın fesh olması için irtidat etme korkusu olabileceği ((İbn Hâcer, Fethu’l-bârî, IX/400.)) şeklinde de yorumlanabileceği söylenmiştir. Ancak ayrılmalarının önünde bir engel olmayıp Peygamber bunda her hangi bir mahzur görmediği için böyle bir şey kastedebileceği düşünülemez. Bu ancak erkeğin boşamasından başka yolla evliliğe son verilemeyeceği görüşünde olanların söyleyebileceği bir sözdür. Hadise göre ayrılma isteği sadece kadından gelmiştir. Kocaya ayrılmayı isteyip istemediği sorulmamıştır. Bu da olayın hul‘ ile ilgili olmadığını göstermektedir. Hadis kitaplarının olayı hul başlığı altında vererek onu rızaî bir akit saymaları hadise uygun düşmez. Rasulullah’ın erkeğe “bahçeyi al ve ondan ayrıl” ifadesi bunu daha açık şekilde gösterir. Peygamber bu emri karı-koca ihtilafını çözmesi sırasında vermiştir. Bu durumda o hâkim konumundadır. Hakimin bu durumdaki emri karar bildirme niteliğinde olduğu için bağlayıcıdır. Onun hakim durumunda olduğunu ayetten de rahatlıkla anlayabiliriz. Peygamber’in kadına “Bahçesini iade eder misin?”sorusu son kararı kadına bıraktığını gösterir. Burada Peygamber karı-kocanın Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceği endişesini duymuştur. Bu endişe yalnız kadının ifadesinden ortaya çıkıyor olsa da kocayı da kapsamına alır. Eşlerden birinin diğerine olan sevgi ve saygısının ortadan kalkması diğerini de etkiler. İkinci gurupta esas aldığımız (7, 10, 11, 12, 14, 15 nolu) hadislerde Habîbe’yi Sâbit’in dövdüğü, bazı yerlerini kırdığı rivâyet edilmiştir. Bu Sâbitin kötü huylu olduğunu düşündürebilir. Fakat hiç birinde Habîbe bundan dolayı şikâyetçi olmamıştır. ((İbn Hâcer, IX/400.)) Kocasının zulmü ve kötülüğünden şikayet ederek ayrılmayı istemesi söz konusu değildir. D. İftidânın Hükmü Birinci bölümde de belirtildiği gibi iftidâ evliliğe son verme yollarından biridir. İftidâ ile sâbit olan ayrılığa talâk demek Kur’an’da kocanın fiili olarak geçen talâkı, evliliği sona erdirmenin tek yolu olarak görmek olur ki bu Kur’an’a uymaz. Bununla ilgili ayetler birinci bölümde geçmişti. Hadisler de bunun talâk olmadığını açıkça gösterir. Hadiste iftidanın talâk olmadığını gösteren deliller bulunmaktadır. 1. Talâk emri İbn Abbas ve İkrime hadislerinde geçmektedir. Bunların delil alınamayacağını bir iki ve üçüncü hadislerde hadisin farklı rivâyetlerini verirken açıklamıştık. Mezheblerin delilleri ele alınırken bu konuya tekrar dönülecektir. Diğer hadislerde boşama emri geçmemiştir. 2. Âyet de bunu destekler. Bakara 229. âyette “O talâk (dönülebilen talâk) iki defadır.”denmiş ardından hul‘, sonra iftidâ zikredilmiş sonra üçüncü talâk gelmiştir. İftidâ ve hul‘ talâk olsaydı kadın başka biriyle evlenmedikçe tekrar evlenilemeyen talâk beşinci talâk olurdu. 3. Talâk erkeğin fiili olduğu için burda talâk fiili kullanılamaz. Bu ayrılığı ne bâin ne de rici talâk saymak mümkün değildir. 4. Talâkta koca tek başına evliliği sona erdirir. Karının veya hâkimin müdahalesi gerekmez. Oysa iftida ayetinde olduğu gibi iftida hadisinde de kocaya bir yetki tanınmamıştır. Bu yüzden o ne fesih ne talâktır. O iftida yoluyla evliliğe son vermektir. İbn Abbas, İkrime, Ahmed b. Hanbel, Tavus, Ebu Sevr, bir kavlinde Şâfiî ve ibn Münzir bunun fesih olduğu görüşündedirler. ((Şevkânî, Neylü’l-evtar, VI/280-281.)) Ancak onlar da karşılıklı rıza ile akdin feshedilebileceğine dayanarak fesih demişlerdir. Oysa hadiste ayrılığın meydana gelmesi eşlerin karşılıklı rızasıyla olmamıştır. Bu yüzden onu fesih sayamayız. Hadisteki ayrılığın bain talâk olduğu görüşünde olanlar da vardır. Elimizdeki kaynaklara göre sahabeden Ali, Osman, Ömer (daha sonra Ömer ve Osman’la ilgili gelecek sahih rivayetler onların bunu talâk saymadığını gösterir), ibn Mesud, fukahadan Zeyd b. Ali, Ebu Hanife, ibn Ebi Leyla ve bir kavlinde Şâfiî bâin talâk olduğu görüşündedirler. ((Şevkânî,VI/280-281.)) Bunların Buhârî’nin naklettiği ibn Abbas rivayetinde yer alan “tallikhâ (onu boşa)” emrine dayandıkları ifade edilmektedir. Buna göre koca talâk sözünü söylemedikçe hul‘ gerçekleşmez Çünkü hul‘ün kendisi talâk olsaydı Peygamber’in bu emri vermesine gerek kalmazdı. ((Hamza Muhammed Kasım, Menaru’l-kâri, V/130.)) Cumhur’un dayandığı diğer hadis de yine ibn Abbas’tan gelen “Hul‘ bir bâin talâktır” hadisidir. ((Hamza Muhammed Kasım, V/130; Beyhakî, Süneni kübra, VII/316 (Bu hadisi “Hadisin Farklı Rivayetleri” konusunda son hadis olarak vermiştik).)) Ancak her iki hadis de delil olamaz. İbn Abbas iftidâyı talâk saymadığı için Peygamber’den buna aykırı rivayette bulunması düşünülemez. Çünkü o zaman İbn Abbas’ın bile bile Peygamber’e muhalif olduğunu kabul etmek gerekir. Peygamber’e muhalefet edenin de hiçbir sözü kabul edilmez. Râvi zincirinde bulunan Abbad b. Kesir rivâyetinde tek kalmıştır. Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Muin ve Buhârî onu zayıf bulmuşlardır. ((Beyhakî, VII/316.)) Onlar çoğunluğun rivayet ettiği hadisleri bırakarak Buhari’nin de iyi bulmadığı İbn Abbas’ın tek kaldığı rivayeti almışlardır. Çoğunluğun rivâyeti ise bir kişinin rivâyetine tercih edilir. Cumhur “Muhtelianın iddeti mutallakanın iddetidir” hadisine de dayanır. Talâk sayanlar bu yüzden cumhurun tercihini esas alırlar. Ancak çoğunluğun görüşü delil olamaz. Deliller kitap, sünnet, icma ve kıyastır. Talâk iddeti üç kur olup bütün talâkları kapsar. Hul‘ü buna dahil edemeyiz. ((Şevkânî, Neylü’l-evtar,VI/283.)) İbn Kayyim iftidayı talâk saymaz ve görüşünü şöyle açıklar: Allah birleşmeden sonra meydana gelen talâka üç hüküm koymuştur. Bunlar hadisteki ayrılıkta bulunmaz. 1. Talâkta koca iddet içerisinde dönme hakkına sahiptir. Buradaki ayrılıkta ricat hakkı olmadığı nas ve icma ile sâbittir. 2. Talâk üç defa yapılabilir. Her yapılan talâk sayıyı eksiltir. Üçüncü talâktan sonra kadın başkasıyla evlenip boşanmadıkça helal olmaz. 3. Talâkta iddet üç kur’dur. ((Şevkânî,VI/280-281.)) İbn Kayyimi muhtelianın iddeti hususunda şunları söylemektedir: Ahmed ve İshak hul iddetinin bir hayız olduğunda Peygamber’den gelen iki sahih rivayete dayanırlar. Osman ve İbn Abbas da bu görüştedir. Bu konuda sahabenin de icma ettiği söylenmiştir. Peygamber’in sünneti ona açıkça delalet eder. Bu sünnete muhalefet edenlere ya hadis ulaşmamış, veya onu sahih bulmamışlar, ya da icmaın sünnetin aksine oluştuğunu sanmışlardır. Hem akıl hem nas hul iddetinin bir hayız olduğunu tercihi gerektirir. Nassa göre Peygamber muhteliaya asla üç kur’ iddet emretmemiştir. Aksine sünen sahipleri Rubeyyi’in naklettiği hul‘ iddetinin bir hayız olduğunu bildiren hadise yer vermişlerdir. Ebû Davud ve Nesai’de yer alan İbn Abbas’tan gelen hadiste “Sâbit’in eşi kocasından hul etti. Peygamber ona bir hayız beklemesini emretti” veya “Bir hayız beklemesi emredildi” denmiştir. Tirmizi de “Bir hayız beklemesi emredildi” demiştir. Bu hadisler bir birini tasdik eder. İddetin bir hayız olduğunu bildiren hadiste iki illet bulunabilir. Biri mürsel olması ki muttasıl olarak da gelmiştir. İkincisi emretme fiilinin meçhul olarak fâili söylenmeden gelmesi. Ancak emredildi, ile ona emretti, arasında bir fark yoktur. Çünkü Peygamber hayatta iken ondan başkası emretmiş olamaz. Ayrıca açık olan lafız kapalıyı açıklar. Böylece iki illetin de bir etkisi olmaz. Bunun dışında ashabın hul iddeti konusundaki fetvası da delil olarak yeterlidir. Ebu Cafer en-Nehhas “Nâsih ve mensuh” adlı kitabında bu konuda sahabenin icması olduğunu nakletmiştir. İbn Kayyim’e göre bunun akli delili ise şudur: Hul‘de kocanın ricat hakkı olmaz. Hamile olmadığı anlaşıldıktan sonra kadın istediği ile evlenebilir. İddet de sırf hamile olmadığı anlaşılsın diyedir. Şeriat bunun için sadece bir hayız koymuştur. ((İbn Kayyim, İ‘lâmu’l-muvakkı‘în, II/69-70.)) Burada getirilen delillere göre kadının iradesiyle evliliğe son vermeyi talâk saymamak ve onu talâk hükümlerinden ayrı olarak değerlendirmek gerekmektedir. Bunu bâin talâk ile bir tek ortak yönü vardır. O da kocanın iddet içerisinde dönüş hakkı olmamasıdır. E. Değerlendirme Sâbit hadisi fakihlerin hul‘un cevazı konusunda temel dayanaklarındandır. Kütüb-ü sittenin tamamında “talâk” kitabında “hul‘” bâbı altında zikredilmiştir. Abdurrezzak San’ânî ise hadise “fidâ” babında yer vermiştir. ((San’ânî, Musannef, VI/380-381 (Abdurrezzak Sevri’den, o Muğire’den, o İbrahim’den nakletmiştir.))) Daha önce anlatıldığı gibi hul‘, karı-kocanın aralarında anlaşmalarına bağlı olarak kadının kocasından aldığı mehrin tamamını veya bir kısmını vermesiyle evliliği sona erdirmeleridir. ((Sâbûnî, Medâ hürriyetiz-zevceyni fit-talâk, s. 495.)) Sâbit b. Kays hadisinde karşılıklı anlaşma söz konusu değildir. Bu sebeple bu hadisin hul‘ün temel dayanaklarından sayılması yapılan hul‘ tariflerine de uymamaktadır. Ayrıca hul kelimesi ne Kur’an’da ne de hadislerde geçer. Alimler ayette geçen iftida kelimesini bırakarak hul kelimesini kullanmışlar, buradaki olaya uymayan durumlara bu hadisi delil getirerek hüküm vermişlerdir. Hadiste geçen olay değerlendirildiğinde evliliği sürdüremeyen ve eşinden ayrılmak isteyen bir kadının bu durumda ne yapabileceği hususunda bazı sonuçlara varılacaktır. 1. Süresiz bir akit olan nikah akdiyle kurulan evlilik bağı eşlerin anlaşamaması, birbirini sevememesi ve şiddetli geçimsizlik gibi durumlarda ayrılmayı gerektirebilir. Eğer koca evliliği sona erdirmek istiyorsa talâk ile bunu gerçekleştirmesine müsâde edilmiştir. Ayrılmayı isteyen kadın olursa bu talebini yetkili mercie bildirir. Yukarıda verdiğimiz hadisin tüm rivâyetlerinde bu durum söz konusudur. Habîbe binti Sehl ve Cemile’nin Rasûlullah’a gitmesi bunu gösterir. Burada Peygamber yetkili merci (devlet başkanı, kadı, hâkim) konumundadır. Bu iftidanın hükmüdür. Ulema bu hâdiseyi hul‘ kabul etmişlerdir. Hul‘ün meydana gelmesi kocanın onayına bağlı olduğundan ulema bu konuda kadının önünü tıkamış ve çıkmaza sokmuştur. Çünkü onlara göre koca, kadının talebini kabul etmediğinde yapılacak bir şey olmaz. Maliki mezhebi geçimsizlik ve kocanın zulmü mevzu olduğunda hakime ve hakeme yetki vermiştir. Ancak hadiste geçimsizlik ve kocanın zulmünden şikayet yoktur. Bu sebeple kadının kocasını sevememesi haline Maliki mezhebinde de bir çözüm getirilmemektedir. 2. Ayrılmak isteyen kadının kocasını sevememesi sebebiyle veya açıklamak istemediği bir sebepten dolayı evliliği sürdüremeyeceği kesinse yetkili merci bunun nedenlerini araştırarak somut delillere ulaşmaya çalışmaz. Peygamber Sâbit’e Habîbe’nin şikâyetini söylememiş, ((Ahmed Abdurrahman el-Benna, Fethu’r-rabbânî, XVII/15.)) Sâbit herhangi bir itirazda bulunmamıştır. 3. İftidâda kocanın rızası aranmaz. Karşılıklı rızaya dayanan ayrılma hul‘ konusu içinde ele alınmıştır. Hadise göre kadın, kocası Sâbit’le anlaşarak ayrılsaydı Peygambere gelmesine gerek kalmazdı. Kocanın rızası aranacak olsaydı Rasûlullah Sâbit’e râzı olup olmadığını sorardı. Bir rivâyette Sâbit’e Rasûlullah’ın Habîbe’den bahçeyi alıp onu serbest bıraktığı haberi sonradan ulaşmıştır. ((Şevkânî, Neylü’l-evtâr, VI/277; Sâbûnî, Medâ hürriyetiz-zevceyni fit-talâk, s. 502. (Dârekutnî sahih isnadla rivayet etmiştir.))) Burada rızâsı aranan kadındır. Çünkü Rasûlullah Habîbe’ye “Sana verdiği bahçeyi iâde edermisin” diye sormuş, Habîbe buna râzı olunca Sâbit’e onu ondan almasını emrederek aralarını ayırmıştır. 4. Burada Rasûlullah ayrılığa hükmeden değil kadının ayrılmasına izin veren konumundadır. Çünkü ayrılığın gerçekleşmesi kadının kararına bağlıdır. Âyette, Eğer onların Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden siz korkarsanız kadının kendisini kurtarmak için fidye verdiği şeyde (iftidâ) her ikisi için de bir günah yoktur, ((el-Bakara 2/ 229.)) buyrulmuştur. Peygamber’in burada yaptığı eşlerin hududu yerine getiremeyeceklerinin tespitini yapmaktan ibarettir. İftidâ kadının fiilidir. Sâbit’le birlikte yaşayamayacağını ifade eden kadının iftida için eşine mal vermesi gerektiğinden Peygamber ona “Bahçeyi verir misin?” diye sormuştur. O da bahçeyi vermeye razı olmuş ve iftidâda bulunmuştur. 5. İftidâdan sonra ayrılık hemen gerçekleşmiştir. Rivâyetlerde Habîbe mehrini iâde ettikten sonra Peygamber aralarını ayırmış ((Ebû Dâvud, Talâk, 17)) Habîbe âilesinin yanına dönmüştür. ((İbn Sa’d, Tabakatü’l-kübrâ, VIII/326; Nesâi, Talâk, 34; Mâlik, Muvatta, Talâk, 11.)) İbn Abbas’ın rivayetine göre Peygamber Sâbit’in eşine bir hayız iddet emretmiştir. ((Ebû Dâvud, Talâk 18.)) Rubeyyi’ binti Muavviz b. Afrâ hul‘ ettikten sonra Osman (r.a.)’a gelerek ne kadar iddet beklemesi gerektiğini sorduğunda iddet gerekmediğini ancak bir kez hayız oluncaya kadar beklemesini söylemiştir. ((İbn Mâce, Talâk, 23; Tirmîzi, Talâk, 10; Şevkânî bu hadisin “hasen-garib” olduğunu söylemiştir. (Şevkânî, Neylü’l- evtar, VI/277.) Tirmîzî Rubeyyi’den gelen rivayetin ise sahih olduğunu ve onun bir hayız beklemekle emr olunduğunu söylemiştir.)) Rubeyyi‘ onun bu konuda Peygamber’in hükmü gibi hükmettiğini bildirmiştir. ((İbn Mâce, Talâk 23.)) Tirmîzî Rubeyyi‘in Peygamber devrinde hul‘ edip bir hayız iddetle emrolunduğu veya Peygamber’in emrettiğini bildirmiştir. ((Tirmizî, Talâk 10.)) Buna göre kadın açısından bir hayız oluncaya kadar beklemesi gerekmektedir. 6. Hadise göre iftidadan sonra kadının kocasının evinde kalması gerekmez. Çünkü Habîbe mehrini iade ettikten sonra hemen ailesinin yanına dönmüştür. ((Beyhakî, Marifetis-sünen-i ve’l-âsar, XI/7.)) Halbuki Talâk suresinin birinci ayeti boşanan kadının iddet bitinceye kadar kocasının evinde kalması gerektiğini belirtir. Âyette şöyle buyrulmuştur: Ey Peygamber! Kadınları boşayacağınızda onları iddetlerini gözeterek boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz olan Allah’tan sakının. O kadınları evlerinden çıkarmayın. Onlar da çıkmasınlar. 8. Şiddetli geçimsizlik, kusur, gâiblik, nafakayı temin edememe, cünun gibi sebeplerden dolayı ayrılma talebi tamamen bu konunun dışında kalır. Bunlar mahkeme veya hakemin yetki alanına girer. Hadiste kadının yukarıdaki konularla ilgili bir şikayeti yoktur. Hâkimin veya hakemin tefrikinde ise ortada şikak yani anlaşamama ve uyuşamama vardır. Mahkemenin tefrikinde eşlerin arasındaki durum tahkik edildikten sonra karara varılır. III. SAHABE DÖNEMİNDEKİ UYGULAMA Bu konuda sahabe dönemine ait elimizde bulunan birkaç rivayet şunlardır: 1. Hz. Ömer’e kocasını şikayet eden kadınla ilgili rivayetler: a. Muhammed ibn. Sîrin’in bildirdiğine göre Ömer b. Hattab’a kocasını şikâyet eden bir kadın geldi. Kadın, içerisinde saman (çer-çöp) bulunan bir eve hapsedildi ve geceyi orada geçirdi. Sabah olduğunda Ömer gecesinin nasıl olduğunu sordu. Kadın böyle aydınlık (güzel) bir gece geçirmediğini ifade etti. Ömer kocası hakkındaki düşüncesini öğrenmek istedi. Kadın onu hayırla övdü ve ardından “O yok mu o! Fakat elimden başka bir şey gelmiyor.” dedi. Bunun üzerine Ömer iftidâ hususunda kadına izin verdi. ((Mâlik , Müdevvene, II/341 (Hadisi İbn Vehb Eşhel b. Hâtim’den, o Abdullah İbn. Avn’dan, o Muhammed İbn Sîrinden nakletmiştir).)) b. Kesir bu hadisin benzerini nakletmiş, orada Ömer kadının kocasına bir küpesine de olsa onunla hul‘ etmesini emretmiştir. ((Mâlik , Müdevvene, II/341 (Hadisi İbn Vehb Süfyan es-Sevri ve Haris’den, onlar Eyyub b. Ebu Temime es-Suhtayani’den, o Kesir’den nakletmiştir).)) c. Aynı hadisi Abdürrezzak Mamer’den, o Kesir’den nakletmiştir. Buna göre Ömer kadını üç gün hapsetmiştir. ((San’ânî, Musannef, VI/505 (11851. Hadis).)) Burada Ömer kadının kocasıyla gerçekten evliliği sürdürüp sürdüremeyeceğini, yani eşlerin Allah’ın hududunu yerine getirip getiremeyeceğini tespit etmek istemiştir. Çünkü kadının kocasından nefret ettiğini ortaya çıkarırsa onların birlikte yaşamayacakları da ortaya çıkmış olur. Ömer’in uygulaması aynı zamanda nefretin nedenini öğrenmenin de gerekmediğini göstermektedir. ((Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, s. 70.)) Ömer kadını hapsederek eşini gerçekten sevmediğini öğrenmek istemiştir. O, delil aramamış kadının psikolojik durumunu tespit etmiştir. 2. Kocasından bin dirheme hul‘ eden bir kadının davası Ömer’e götürülmüş o buna cevaz vermiştir. ((San’ânî, Musannef, VI/490 (11851. Hadis).)) 3. Osman devrindeki birkaç uygulama şu şekildedir: Sâbit b. Kays’ın eşi Sâbit’ten ayrıldıktan sonra Rufae el-Âbidi ile evlenmiş, o kendisini dövdüğü zaman Osman’a gelerek “Ben ona mehrini iade ediyorum” demiştir. Osman kocasını çağırmış, kocası da kabul etmiştir. Bunun üzerine Osman kadına “Git. O birdir” demiştir. ((San’ânî,VI/482 (11756. Hadis).)) Abdurrezzak bu kısmı yukarda verdiğimiz on beşinci hadisin devamında zikretmiştir. Buna göre Osman, Rasûlullah’ın uygulamasının aynısını tatbik etmiştir. Kadın mehrini iade ederek ayrılmak istediğinde her hangi bir engelle karşılaşmamıştır. Osman’ın “O birdir” sözü bir talâk şeklinde yorumlanmıştır. Bu yorum onun muhteliaya iddet olmadığını bildiren sözüyle çelişir. Yukarda hadis geçmişti. Eğer buradaki olay talâk olsaydı iddetinin üç kur’ olması gerekirdi. 4. a. Rubeyyi’ kocasından hul‘ etmiş daha sonra pişman olmuştur. Dava Osman’a götürüldüğünde o buna cevaz vermiştir. ((San’ânî, VI/494 (11811. Hadisi Abdürrezzak Mamer’den, o Abdullah ibn Muhammed ibn Ukayl’den, o Rubeyyi’den nakletmiştir. Aynı hadisi Mamer Eyyüb’den, o Nafi’den rivayet etmiştir.).)) Bu örnek karı-koca arasında gerçekleşmiş olan hul hakkındadır. Bunu hul konusunda örnek olarak vermiştik. b. Osman devrinde meydana gelen Rubeyyi’in hul‘ü Rubeyyi binti Muavviz b. Afra’nın anlattığına göre şöyledir: Yanıma geldiğinde fazla bir hayrı olmayan, kaybolduğunda beni mahrum bırakan bir kocam vardı. Bir gün bir hata yaptım ve ona “Sahip olduğum her şey karşılığında senden hul‘ ediyorum” dedim. O bunu kabul etti ve hul‘ ettim. Amcam Muaz b. Afra durumu Osman’a götürdü. Osman hul‘e cevaz verdi ve ona saç tokasına varıncaya kadar almasını söyledi. (( San’ânî, VI/504 (11850. Hadisi Abdurrezzak Mamer’den, o Abdullah ibn Muhammed b. Ukayl ibn Ali’den rivayet etmiştir). Bk. İbn Kayyim, Zadü’l-mead, V/295.)) Görüldüğü gibi sahabe döneminde de kadın kocasından ayrılmak istediğinde zorlukla karşılaşmamıştır. Verdiğimiz birinci örnek iftidâ meselesinde hâkimin konumu açısından yol göstermektedir. Ayrılmak isteyen kadının kocasından şikâyeti bulunmamaktadır. Bu sebeple hakem görevlendirme, eşler arasındaki durumu tespit etme gibi girişimlere gerek kalmamıştır. Bu, olayı mahkeme veya hakem kararıyla tefrikten ayırmaktadır. İKİNCİ BÖLÜM İFTİD ÂYETİ ve HADİSİYLE İLGİLİ YORUMLAR I. TEFSİRLERDE İFTİD ÂYETİ Kadının evliliği sona erdirmek istediğinde başvuracağı ayrılma şeklinin delili olan el-Bakara 228 ve 229. âyetlerine tefsirlerde farklı yorumlar getirilmiştir. A. Sorumluluk ve Hakta Denklik Kur’an’da İftidâ konususnu işlerken âyette işaret edilen denklik üzerinde durmuştuk. Âyette şöyle buyrulmuştur: …Mâruf ölçüler içerisinde o kadınların erkekler üzerindeki hakkı, onların bunlara karşı olan hakkına denktir. Erkeklerin onlara karşı bir dereceleri vardır. Allah azizdir hâkimdir. ((el-Bakara 2/228.)) Bu hüküm talâkla ilgili ayetler içerisinde geçmesine rağmen okuduğumuz tefsirler içerisinde bunun talâkla ilgisini kuran bir yoruma rastlayamadık. Bu olay devam eden evlilik içerisinde eşlerin hakları olarak açıklanmıştır. Halbuki âyette devam eden evlilikten değil evliliğin sona erdirilmesi ile ilgili haklardan bahsedilmektedir. Burada söyleyeceklerimizin bir çoğu daha önce geçmiş olmakla birlikte müfessirlerin konuya yaklaşımlarını ifade ederken tekrar etmemiz kaçınılmaz olacaktır. Kurtubî tefsirinde buna iki yorum getirmiştir: 1. Erkeğin kadın üzerinde olduğu gibi kadının da erkek üzerinde zevciyet hakkı vardır. ((Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’an, III/82.)) 2. Süslenme bakımından her ikisi de bir birine karşı hak sahibidir. Bu yorum İbn Abbas’ın yukarıdaki âyet için söylediği kadının erkek için süslenmesi gibi erkeğin de kadın için süslenmesi gerektiği, görüşüne dayandırılır. ((Kurtubî, III/82; Taberî, Tefsir-i Taberî, II/466.)) Âyet boşanma ile ilgili hükümlerin bildirildiği bölümde geçmektedir. Buralarda erkeğin boşaması konu edilmekte boşanmış olan kadınlar hakkında açıklamalar yapılmaktadır. Ardından sorumluluk ile hakkın denk olduğundan bahsedilmektedir. Bu sebeple âyetteki hak ve sorumluluk dengesini zevciyet hakkı ve süslenme ile sınırlayarak yorumlamak yeterli bir yorum olmaz. Taberî Dahhak’ın bunu kocasının kendisiyle iyi geçinmesi (hüsn-ü sohbet) kadının hakkı, Allah’ın vacip kıldığı hususlarda kocasına itaat ise görevi olarak değerlendirdiğini söylemiştir. Taberî ayeti talâkla ilgi kurarak şöyle açıklamıştır: Eğer talakı kullanan koca durumu düzeltmeyi (ıslah) istemiyorlarsa iddet içerisinde ricati engellemek kadının hakkıdır. Buna karşılık kadının hamile olduğunu veya hayız olduğunu gizlememesi de kocanın hakkıdır. Böylece âyette eşlerin birbirlerine zarar vermemeleri istenmiştir. ((Taberî, Tefsir-i Taberî, II/466.)) Bu durumda kadının hakkı sadece evlilik veya iddet bekleme sırasındaki davranışlarla sınırlandırılmış olmaktadır. B. Derece el-Bakara 2/228. âyetin içinde geçen “ve li’r-ricali aleyhinne derece (erkekler için kadınlar üzerinde bir derece vardır)” ifadesi de çok farklı yorumlara sebep olmuştur. Mücâhit dereceyi miras ve cihatta erkeklerin kadınlara üstün kılınması olarak yorumlamıştır. Katâde de dereceyi erkeğin kadından üstünlüğü olarak ifade etmiştir. ((Taberî, II/467.)) Âyetteki derece tüm erkekler için söz konusu bir üstünlük olarak anlaşılmıştır. Miras ve cihat derece anlamına gelemez. Mesela miras meselesinde karı- koca arasında mirasın olabilmesi için onlardan birinin ölmesi gerekir. Ölümle beraber karı-koca olma durumu ortadan kalkacağı için onlar arasında bir dereceden bahsetmek manasız olacaktır. Derecenin üstünlük (fazilet, tafdil) olarak yorumlanması ve bu konuda Nisâ 4/34. âyetle bağlantı kurulması da buraya uygun düşmez. Çünkü bu âyette “derece” diğer âyette “faddale” lafzı kullanılmış, birisi boşanmayla ilgili âyette geçerken diğeri devam eden evlilikle ilgili âyette geçmiştir. Zeyd b. Eslem ve İbn Zeyd, derecenin erkeğin reis olması kadının ona itaat etmesi olduğu görüşündedirler. ((Taberi, a,g,e, II/467.)) Derecenin ev reisliği olduğu da Nisâ 4/34. âyete dayandırılır. Aynı açıklama burası için de geçerlidir. İbn Zeyd dereceyi kadının erkeğe itaat etmesi erkeğin kadına itaat etmemesi şeklinde yorumlamıştır. Âyet erkeğin reis olmasını nafaka ile sorumlu olmasına ve işleri yürütmesine bağlamıştır. İtaatin sebebi budur. Burada erkeğin kadına itaat etmemesi gibi bir hükme de varılamaz. Şâbî’ye göre derece erkeğin mehir vermesi, kadın kazifte bulunduğunda had uygulanması, erkek kazifte bulunduğunda mülaaneye başvurulmasıdır. ((Taberi, Tefsir-i Taberî, II/467.)) Oysa mehir vermek derece değil derecenin sebebi olabilir. Kazifte söz konusu olan farklı uygulamanın ise derece ile bir ilgisi olamaz. Eşinin başkasıyla ilişkisi olduğu kanaatinde sahip bir erkek, bunu dört şahitle ispat etmek zorunda kalırsa ispat edemediğinde başkasının çocuğuna baba olmak gibi bir durumla yüz yüze gelir. Erkeğe tanınan lian hakkı onu bu sıkıntıdan kurtarır. Kocasının zina ettiği kanaatinde olan kadın onun başka kadından olan çocuğunun annesi olamayacağından bu sıkıntı ile karşılaşmaz. Taberî İbn Abbas’ın; kadındaki tüm hakkımı almak istemem, sözüne katılarak erkeğin kadındaki bazı haklarına göz yummasını ama kadına haklarını vermesini derece olarak görür. ((Taberî, II/467-468.)) Eğer derece bu olsaydı tüm erkeklerin kadınlar üzerindeki bazı haklarına göz yummaları gerekli olurdu. Bütün erkekler buna göz yummayacağından dolayı derecenin böyle anlaşılması mümkün değildir. Erkeklerin üstün olması şeklinde anlaşılan dereceyi Kurtubî “racul” kelimesinin manasıyla alakalandırarak şöyle açıklamıştır: Derece “menzile” demektir. “Yolun üst kısmı, üzerine çıkılan şey” manalarındadır. Racul ise kuvveti açık olan, kavî olandır. Ayaklar için yürümedeki kuvvetinden dolayı “ricl” denmiştir. İşte erkek akıl sebebiyle, nafakaya, cihada, mirasa ve diyete kuvveti dolayısıyla derece sahibi gösterilmiştir. Maverdi dereceyi talâkla ilgilendirerek erkeğin akdi kaldırma hakkının olup kadının böyle bir hakkının olmamasını derece olarak ifade etmiştir. ((Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’an, III/83.)) Âyette karı kocanın karşılıklı haklarının birbirine denk olduğu ifade edildiği için erkeğe verilmiş derecenin bu denkliği bozmaması gerekir. Çünkü ”ve lehünne mislüllezi aleyhinne bil-mâruf” isim cümlesidir. İsim cümleleri sübut ve devamlılık anlamı taşır. Erkeğe verilen derece denkliği bozarsa sübut ve devamlılık ortadan kalkar. Bu da âyete aykırı olur. Bu hüküm, talâkla ilgili âyet içinde geçtiğine göre bu farklı derecenin, evliliği sona erdirme hakkının kullanılması ile ilgili olması gerekir. Bundan sonraki âyet, hem erkeğin talâk hakkına hem de kadının iftidâ hakkına yer vermiştir. Erkek talâk hakkını, hiç kimseye danışmadan kullanabilir. Daha önce görüldüğü gibi âyet kadının iftidâ hakkını kullanmasını şarta bağlamıştır. C. Hul‘ ve İftidânın Ayırt Edilmemesi Âyette hul‘ ve iftida şeklinde iki farklı durum yer alır. Ancak tefsirciler ve fakihler ikisini bir olay, sadece hul‘ saymışlardır. Bu durum özellikle hul‘ bedeli, hakimin müdahalesi ve hul‘ün hükmü konusunda görülmektedir. Hul‘ konusunda bazıları ayetin hul‘le ilgili bölümünü bazıları da iftida kısmını esas alarak hüküm vermişlerdir. Bu durumda çok farklı görüşler ortaya çıkmıştır. 1. Hul‘ Bedeli Ayetin hul‘ bölümü şöyledir: Karılarınıza verdiğinizden bir şey almanız size helal değildir. Ancak eşler Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden korkarlarsa o başka. Burada eşlerin karşılıklı anlaşma ile evliliğe son vermeleri durumunda kadınlara verilenden bir şey almak konu edilmektedir. Âyetin iftida ile ilgili bölümü şöyledir: Eğer onların Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden siz korkarsanız kadının kendini kurtarmak için fidye verdiği şeyde (iftidâ) her ikisi için de bir günah yoktur. ((el-Bakara 2/229.)) Görüldüğü gibi âyetin bu bölümünde eşler dışındakilere hitap edilmektedir. Hakimin eşlerin hududu yerine getiremeyeceklerini tespit etmesinden sonra fidye olarak verilen şeye sınır koyulmamıştır. Kurtubî bedel konusunda âyetin iftidâ ile ilgili bölümünü esas almıştır. ((Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’an, III/90.)) Âyetteki “fîmeftedet bihi(kadının fidye olarak verdiği şeyde)” ifadesini hul‘ün verilen mehirden fazlası ile câiz olduğuna delil getirmiştir. Mâlik, Şâfî, Ebû Hanîfe, Ebû Sevr’in hul‘ün mehirden az veya çok eşlerin anlaştıkları kadarıyla câiz olduğu görüşlerini naklederek onlara katılır. ((Kurtubî, a.g.e, III/92-93.)) Taberi de hul‘ bedeli için ayetin iftidâ kısmını esas almış ve şöyle demiştir: Eşlerin hududu yerine getiremeyeceklerinden korkulursa kadının kocasından kendini kurtarmak için mehrinden az veya fazla fidye vermesinde bir beis yoktur. Çünkü âyette iftidâ edilen şey mutlak bırakılarak sınırlanmamıştir. ((Taberi, Tefsîr-i Taberî, II/485.)) Cessas bedel konusunda ayette, verdiğinizden bir şey almanız Allahın hududunu yerine getirememe korkusu olmadıkça helal değildir, buyrulmasından yola çıkarak şöyle bir kıyas yapmıştır: Anne babaya öf demenin haram olması hükmünden bundan fazlasının (dövmek gibi) evleviyetle haram olduğu anlaşılır. Kadına verilenden almak ancak Allah’ın hududunu yerine getirememe korkusuna bağlandığına göre kadına verilmeyenden asla alınamayacağı anlaşılır. Buna göre iki tarafın birbirini sevememesi veya kadının kocasını sevmemesi ve kötü huylu olması durumunda koca fazla alamaz. Ancak âyetin (fîmeftedet bihi) “kadının fidye olarak verdiği şeyde” bölümü kadın kendini kurtarmak için kocasına ne vermişse hepsinin alınabileceğini gösterir. Kadın mehirden az veya fazla vererek iftida edebilir. Mesela köle azadı az mal vererek de fazla vererek de caizdir. Talâk da böyledir nikah da. ((Cessas hul’ü talâk saydığı için bu ifadeyi kullanmıştır.)) Çünkü nikah mehr-i mislin azıyla da çoğuyla da caizdir. Mehr-i misl ise kadının bedelidir. Böylece kocanın kadını mehr-i mislin fazlasıyla borçlandırması da caiz olur. Çünkü her iki durumda da mehir kadının bedelidir. ((Cessas, Ahkâmu’l-Kur’an, I/393-395.)) Bu yorumlar âyeti kendi içerisinde tutarsız gibi göstermektedir. Çünkü ayetin bir bölümünde kadının kocasından aldığı mehrin bir kısmı veya tamamını vermesi konu edilirken aynı ayet içerisinde bu sınırın kaldırıldığı ifade edilmiştir. Âyetler farklı olsaydı nesih iddia edilebilirdi ama burada böyle bir iddiaya da imkan yoktur. Âyette farklı durumlardan bahsedildiği halde bunlar ayırt edilmeyerek âyetin bütünü bir olaya göre değerlendirilmiş olduğundan verilen hükümlerle gösterilen deliller uyum arz etmemektedir. 2. Hul‘de Hâkimin Müdahalesi Âyetin hul‘ ile ilgili bölümünde hâkim konu edilmemekte, durum eşler arasında sonuca bağlanmaktadır. İftidâyla ilgili bölümünde ise hâkim (üçüncü şahıslar) devreye girmektedir. Alimlerin bir kısmı birinci bölüme bir kısmı ikinci bölüme bakarak farklı sonuçlara varmışlardır. Bazıları nüşûz durumuna bakarak eşler arasında anlaşmazlık çıktığında hâkime veya hakeme başvurulması yolunda görüş belirtmişlerdir. Cessas’sa göre büyük fakihler Ali, Osman, Ömer, İbn Ömer ve Şureyh yetkili makama başvurmadan hul‘ün câiz olduğunda ittifak etmişlerdir. Said Katade’den ilk defa hul‘ü yetkiliye götürmeyi gerekli gören kimsenin Ziyad olduğunu nakletmiştir. Cessas’a göre âyetlerden ((el-Bakara 2/229 “Eşlere kadının fidye vererek kendini kurtarmasında bir günah yoktur” Nisâ 4/19 “Kadınlara verdiğinizden bir kısmını almak için baskı yapmayın. Ancak açık bir fahişe (Cessas bunu zina ve nüşûz olarak yorumlar) yaparlarsa o başka.)) hul‘ün yetkili bir merciye götürülmeyeceği sonucu çıkar. Peygamber de Sâbit’in karısına, bahçeyi verir misin, diye sormuş Sâbit’e de, ondan al ve onu ayır, buyurmuştur. Bu da hul‘ün rızayla olduğunun delilidir. ((Cessas, Ahkâmu’l-Kur’an, I/395-396.)) Ona göre eğer hul‘ yetkiliye kalsaydı burada Peygamber taraflar istesin istemesin eşlerin hududu ikame edemeyeceklerini bildiğinde kadına bir şey sormaz, kocaya da onu hul‘ etmesini söylemezdi. Kadını kendisi hul ederek kocaya bahçesini verirdi. Eşlerden biri veya her ikisi kabul etmese de aralarını ayırması gerekirdi. Bu, yetkili olmadan hul‘ün câiz olduğunu gösterir. Zaten Peygamber müslümanın malının müslümana ancak gönül rızasıyla helal olacağını söylemiştir. ((Cessas,I/395-396.)) Bize göre burada olayın hakim konumunda olan Peygamber’e götürülmüş olması zaten onun hakim önünde gerçekleştiğini göstermektedir. Cessas’ın iddia ettiği gibi Peygamberin kocanın rızasını aradığına dair bir ifade bulunmaz. Karşılıklı rıza söz konusu değildir. Ayrılmayı talep eden kadın olup Peygamber onun rızasını aramıştır. Yetkiliyi tefrike salahiyetli görseydik Cessas’ın itirazı doğru olabilirdi. Oysa Peygamber ayrılmalarına hükmetmemiş, eşlerin Allah’ın hududunu yerine getiremeyecekleri korkusunu o da duyduğu için kararı, ayrılmayı talep eden kadına bırakmıştır. Malın ancak rıza ile helal olacağına gelince, zaten yetkili kadını fidye vermeye zorlamaz. Peygaber’in uygulaması iftidâ ayetinin açıklamasıdır. Bu husus ilgili hadiste ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Cessas’ın, İbn Abbas’tan rivâyet ettiği bir olayda karı-koca aralarındaki anlaşmazlığı Peygamber’e götürmüşlerdir. Peygamber kadına “Aldığın mehri iade eder misin” diye sormuş, kadın fazlasıyla iade edeceğini söylediğinde fazlasına müsaade etmemiştir. Cessas “Siz onların Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden korkarsanız kadının fidye olarak verdiği şeyde ikisine de bir günah yoktur” âyetinin buradaki olayla açıklandığını söyler. ((Cessas, Ahkâmu’l-Kur’an, I/394.)) Olayın Peygamber’e götürülmesinden ve bu olayın ayete kıyas edilmesinden iki delilin de mahkemeye işaret ettiği anlaşılır. Burada iki husus göze çarpmaktadır. Cessas âyetin “Siz onların Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden korkarsanız” bölümü hakkında neredeyse hiç açıklama yapmamıştır. İkincisi de kadının davayı Peygamber’e götürmesi üzerinde hiç durmamıştır. Peygamber’in aynı zamanda bir devlet başkanı ve hâkim sıfatını taşıdığını değerlendirmemiştir. Âyetin tefsirinde ve hadisin yorumunda hul‘ün yetkili olmadan gerçekleşeceğini söylemiştir. Hul‘ün yetkili önünde olması gerektiğini savunanlar ise karşılıklı rızayla evliliğin sona erdirilmesini göz ardı ederek hakimin önünde olmasını zorunlu görmüşlerdir. Said b. Cübeyr bu konuda şöyle demiştir: “Hulde koca önce kadına nasihat eder, fayda vermediğinde yatağını ayırır, sonra döver. Bu da fayda vermezse yetkili bir merciye götürür. Yetkili merci iki taraftan birer hakem gönderir. Onlar tespitlerini sultana bildirirler. Buna göre yetkili evliliğin devamına veya tefrike hükmeder”. ((Cessas,I/395.)) Burada Nisâ sûresindeki hakem olayına kıyas yapılmıştır. İki âyette de geçen “fein hıftum (sizler korkarsanız)” ifadesi olayı eşlerin dışındaki şahıslara havale ediyorsa da o âyette konu hul‘ değildir. İki âyetteki durum birbirinden farklıdır. Nisâ 4/35. âyette anlatılan durum Bakara 2/229. âyettekinden farklıdır. Eşlerin anlaşamamaları durumunda hâkim veya hakemlerin müdahalesi tahkik ve tespit yapılabilecek bir konuda olmaktadır. Bakara 2/229. âyetin yetkililere hitap eden bölümü ve Peygamber’in uygulaması iftidâda hâkimin müdahalesinin haksızlığı tespit için değil hududun yerine getirilemeyeceğini tespit için olduğunu göstermektedir. Ebu Ubeyd hul‘ün yetkilinin yanında yapılması gerektiğine kıraat farklarını göz önüne alarak iki delil getirmiştir. Burada da karşılıklı rıza göz ardı edilerek olay hakimin hükmüne bağlanmıştır. a) Hamza âyeti yuhâfâ ( korkulursa), şeklinde okumuştur. Fâil valiler ve hâkimlerdir. b) Allah “siz korkarsanız” diyerek korkuyu eşlerin dışındakilere izafe etmiştir. Eğer eşleri kastetseydi fe in hâfâ (eşler korkarlarsa), olurdu demiştir. Hul‘ün yetkili yanında yapılacağı görüşü Said b. Cübeyr, Hasan ve İbn Sirin’e aittir. Said bu görüşün ilk olarak Ömer ve Ali’nin valisi Ziyad’a dayandığını ifade etmiştir. Nehhas Ziyad’a ve Ebu Ubeyd’e karşı çıkarak hul‘un karşılıklı rızayla gerçekleştiğini, yetkili zorlayamayacağı için hul‘ü yetkiliye götürmenin hiçbir manasının olmadığını söylemiştir. Ne irab ne lafız ne de mana böyle anlamaya müsait değildir ((Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’an, III/91.)) diyerek bunu şöyle açıklar: a) İrab bakımından: ibn Mesud “illâ en yehâfâ”yı “illâ en tehâfû” şeklinde okumuştur. Bunun fâili söylenmediğinde “en yuhâfe” olur (Sizler korkarsanız sözü tekil olarak korkulursa şeklinde öznesize çevrilir). b) Lafız bakımından:“İllâ en yehâfâ” lafzı dikkate alınırsa daha sonra gelenin “fe in hîfe” olması gerekir. Sonra gelen “fe in hıftüm” dikkate alınırsa “illâ en tehâfû” olmalıdır. c) Mana bakımından: “Sizlere kadınlara verdiklerinizden bir şey almanız helal değildir. Ancak sizden başkasının korkması müstesna” manasını vermek uygun düşmez. Öyle olsaydı âyette “Erkek için kadından fidye almanızda sizlere bir günah yoktur” denilirdi. Ancak o zaman hul‘ü yetkiliye götürmek câiz olurdu. Kurtubî Nehhas’ın görüşüne katılmış ancak âyetin “fein hıftüm” bölümünü açıklarken hitabın hâkimlere, onlar olmadığında aracılara olduğunu söylemiş ((Kurtubi, III/92.)) buna bir açıklık getirmemiştir. Bize göre Kurtubi’nin yukarda hul‘ün yetkiliye götürülmesine itiraz ederken burada hâkime hitap edildiğini söylemesi ya âyette bir tenakuz olmasını ya da âyetin farklı iki durumdan bahsediyor olmasını gerektirir. Burada ayetin kırâatına yapılan bu tenkitler ayette tek olay varmış gibi anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Hul‘ün hâkim önünde olmasını şart görenler de ayetin bir bölümünü hakimin gereksiz olduğunu savunanlar da bir başka bölümünü almışlardır. Taberî, eşlerin Allah’ın hududunu yerine getirememeleri korkusunun müslümanları, yani hakimleri ilgilendirdiğini ifade etmiştir. O korkunun başkaları tarafından tespit edilmesiyle kocanın fidye almasının helal olacağını söylemekle birlikte fidye alma olayına karı-koca arasında gerçekleşen bir olay gibi yaklaşmaktadır. Kurtubî ise fidye almayı başkalarının korkması durumuna bağlamanın anlamsız olacağını söylemiştir. Cessas hul‘ü yetkiliye götürmeyi kabul etmemiş ve delil olarak da Rasûlullah’ın Sâbit’le eşinin arasını ayırmayarak onlara sormasını göstermiştir. Oysa Peygamber sadece kadının rızasını sormuştur. Bu itirazlar buradaki evliliğin sona ermesi olayının hâkimin ayırmasından farklı olduğunu gösterir. Hâkimin hükmünün bağlayıcı olması durumunda kadının fidye vermesi ve erkeğin itiraz etmemesi zorunlu olurdu. Sâbit hadisinde nakledilen olayın Peygambere gitmesi Taberî’nin korkuyu müslümanlara atfetmesine uygun düşer. Peygamber’in ayrılığa hükmetmeyerek fidye vermeyi kadının rızasına bırakması onu hâkim kararıyla tefrikten ayırır. Peygamber’in uygulaması hul olarak alınmıştır. Oysa daha önce geniş bir şekilde açıkladığımız gibi Peygamber’e gelen olay hul‘ değil iftidâdır. Ayrılma talebi kocasını sevmemesi dolayısıy Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceğinden korkan kadından gelmiştir. 3. Hul‘ün Hükmü Hul‘ün hükmüyle ilgili olarak fesih ve talâk şeklinde iki ayrı hükme varılmıştır. Bu hükümlerin iftidâ ile alakalı olmadığı, iftidânın hükmü konusunda açıklanmıştı. Bu tartışma alimlerin iftidâya değinmediklerini göstermektedir. Öte yandan hul‘ talâk sayıldığında tamamen kocanın tasarrufunda bir fiil olmakta ve kullandığında talâk hakkından biri azalmaktadır. Fesih sayıldığında rızai bir akit olmakta ve erkeğin tek taraflı fiili olmadığından erkeğin talâk hakkı eksilmemektedir. Tefsirlerde de sadece bu iki durum tartışılmış iftida konu edilmemiştir. Hul‘ü talâk saymayanlardan İbn Abbas’ın şuna dayandığı ifade edilmiştir. a. Âyetin başında ve sonunda talâk, arada ise hul zikredilmiştir. Âyette talâkın iki kere olduğu, bundan sonraki boşamada (üçüncü talâkta) kadının başka biriyle evlenip boşanmadıkça haram olduğu bildirilmiştir. b. Rasûlullah Sâbit’in karısına bir hayz süresince iddet emretmiştir. Oysa talâk iddeti farklıdır. ((Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’an, III/95.)) Cessas, hul‘ü kocanın fiili kabul ederek onu talâk sayar. İbn Abbas’ın görüşüne şu delillerle karşı çıkar: Said b. Müseyyeb “Rasûlullah hul‘ü bir talâk saydı” demiştir. Sâbit hadisinde bazı rivâyetlerde “Halli sebiylehâ (yolunu aç)” bazısında “fârikhâ (ondan ayrıl)” geçmektedir. Peygamber Sâbit’in karısına da “Ona bahçesini ver” demiştir. Karısına “fârektuki (seni ayırdım)” veya “halleytu sebîleki (yolunu açtım)” diyen birinin niyeti ayrılmaksa bunun talâk olacağı açıktır. Öyleyse kocanın hul‘ü Şâriin emriyle talâktır. Koca, seni mal karşılığı boşadım veya işini sana bıraktım dediğinde talâk olduğu gibi malsız hul ettim diyerek ayrılmayı kastettiğinde de mal ile hul ettiğinde de talâk olur. ((Cassas, Ahkâmu’l-Kur’an, I/396.)) Oysa hul‘ün talâk olmadığının geçtiği rivâyetler daha fazladır. Yukarıdaki açıklamalar hul‘ün talâk olduğunu ispatlamaz. Hul‘de hem gerçekleşmesi açısından hem sonuçları açısından talâktan farklı bir durum olduğu açıkça ortadadır. Burada Buhârî’nin yer verdiği hadiste geçen Rasululah’ın Sâbit’e söylediği “Tallikhâ (onu boşa)” lafzının hiç ele alınmayışı dikkat çekicidir. Rivâyetler çoğunlukla manen yapıldığından eşlerin ayrılmasını ifade etmek için râviler bu manaya gelebilecek farklı lafızları kullanmış olabilirler. Bu sebeple lafızlardan yola çıkarak hul‘ü talâk olarak açıklamak doğru sonuca götürmez. Cessas, hul‘ü satıştaki ikâle gibi kabul edip fesih sayanlara şöyle karşı çıkmıştır: İkale olması için mehrin aynıyla verilmesi gerekir. Halbuki hul malsız da mehrin azıyla veya çoğuyla da yapılabilir. Buna göre hul ile, seni mal karşılığı boşadım, diyerek yapılan mal karşılığı talâk arasında fark olmayıp hul fesih değil talâktır. Cessas hul‘ü talâk saymanın âyetteki üç talâkı dörde çıkaracağı için onun talâk olmadığını söyleyenlere şu cevabı verir: Âyette “talâk iki keredir” denilerek ricat olan ve hükmü iyilikle tutmak olan talâk açıklanmıştır. Daha sonra bu iki talâkın hul şeklinde olması durumunda hükmü bildirilmiştir. O talâkların, mal almanın mübah veya haram olması haline göre mübah yada yasak olması ortaya konulmuştur. Üçüncü talâk ise hul‘ şeklinde mal ile de olabilir malsız talâk da olabilir. ((Cessas,I/396-397.)) Cessas, bu durumda hul‘ü tamamen kaldırmakta, bütün ayrılmaları talâk saymış olmaktadır. İbn Arabî de hul‘ün fesih değil talak olduğunu şu şekilde savunur: Âyette geçen şeyler üç talâka ziyade olacak diye sayılmazsa tesrih (iki talâktan sonra serbest bırakmak) de talâk sayılmaz. Burada iki talâktan sonra yapılan talâk ister fidye ile olsun ister fidyesiz, kadın başkasıyla evlenmedikçe yeniden nikahlanmayı haram kılar. ((İbn Arabî, I/195.)) Burada İbn Arabî ricî talâkın bir sonucu olarak iddet içerisinde dönülmediğinde meydana gelen tesrihi (serbest bırakma) üçüncü talâk saymıştır. Oysa tesrih ricî talâkta iddet içerisinde dönülmediğinde meydana gelir. Bu hul‘ün talâk olduğunu ortaya koymaz. Kurtubî, hul‘ü talâk sayarak kadı İsmail’in delilini nakleder. Ona göre kadın mal karşılığı beni boşa, dediğinde koca boşarsa elbette talâk olur. Hiçbir şey almadan durumunu tercihi kadına bırakır da kadın talâkı tercih ederse bu da talâktır. Âyette, önce mutlak talâkın hükmü sonra bedelli talâkın hükmü açıklanmıştır. Kurtubî, İkrime’nin rivâyet ettiği “Muhtelianın iddeti mutallakanın iddetidir” hadisini kabul ederek hul‘ü talâk saymıştır. ((Kurtubî, III/95(Hul’ü talâk kabul edenler Ömer, Osman, İbn Mesud, Hasan, Ebû Seleme, Şureyh, İbrahim, Şabi, Mekhul, Mâlik, Sevri, Evzai, Ebû Hanife ve ilk kavlinde Şafi sayılabilir. Ebû Sevr talâk diye isimlendirilmediğinde talâk olmayıp firkat olduğunu kabul eder. Hul’ü talâk kabul etmeyenler İbn Abbas, Tavus, İkrime, İshak, Ahmed, bir kavlinde Şafi sayılabilir. Bkz. Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’an, III/95; Cessas, I/396; İbn Arabî, I/195).)) Ancak bu hadis kabul edilse bile Peygamber’in mutallaka ile muhteliayı ayırdığı anlaşılır. İki farklı durum iddetleri aynı olduğu için aynı sayılamaz. Çünkü hüküm verilirken iki şey arasındaki benzerliklere değil farklılıklara bakılır. II. HADİS ŞERHLERİNDE İFTİD HADİSİ İftidâ hadisine şerhlerde çeşitli yorumlar getirilmiştir. Şevkânî, hadise hul‘ babı altında geniş yer vermiş ve şu açıklamaları yapmıştır: Hul‘ kadının mal verip ayrılmasıdır. Hadiste kadın, kocasının dini veya ahlaki bir eksikliğinden dolayı ayrılmak istememiş ve her hangi bir delil getirmemiştir. Fakat küfrân-ı aşir, yani üzerine düşen görevleri yapamamaktan korkmuştur. Bazı rivâyetlerdeki dövme hadisesi ise şikâyetinin sebebi değildir. Bir kısım rivâyetlerde çirkinliğinden dolayı kocasını sevmemesinden şikâyeti yer almaktadır. Şevkânî Peygamber’in Sâbit’e “boşa” emrinin irşat ve ıslah olarak değerlendirilmesi konusunda “Emrin hakikati vücuptur. Niçin emrin hakikatinden dönülerek irşad denildiği söylenmemiştir” diye sorarak bunun vücub için olduğunu üstü kapalı olarak ifade etmiştir. Ona göre hadisin zahiri şikak ve ayrılma isteği kadından ise hul‘ün câiz olduğuna kafidir. Burada her iki tarafın da Allah’ın hududunu ikame edememesi gerekir, denirse Taberî’nin açıklaması bunu cevaplar. Çünkü Taberi’ye göre kadının kocasını sevmeyerek haklarını yerine getirmemesi kocasının da onu sevmemesine ve haklarını yerine getirememesine sebep olur. Peygamber’in Sâbit’e, eşini sevip sevmediğini sormayarak Habîbe’nin sevmemesini yeterli görmesi buna delildir. Şevkânî, hul‘ü talâk sayanların Peygamber’in “tallikhâ (onu boşa)” emrine dayanmalarına şöyle karşı çıkar: Bu emir tek rivâyette yer alır. Çoğunluğun rivâyetini tercih etmek daha uygundur. Ayrıca hadis İbn Abbas’tan rivâyet edilmiştir. İbn Abbas’ın, hem hul‘ü fesih kabul edip hem böyle bir rivâyette bulunması düşünülemez. İbn Abbas’ın bu fetvasının sadece Tavus’tan rivâyet edildiği, bu sebeple kabul edilemeyeceği söylenebilir. Ama Tavus’un tek kalması, rivâyetine zarar vermez. Çünkü o sika, hafız ve fakihtir. Şevkânî’ye göre hul‘ iddeti talâk iddeti gibi olmadığından hul‘ talâk sayılamaz. Buna karşılık hadise rağmen çoğunluğun, hul‘ün iddetinin mutallaka iddeti olduğunu söylemesi sebebiyle de talâk saymak olmaz. Çünkü çoğunluk, tercih için delil olamaz. Delil kitap sünnet ve icma olabilir. ((Şevkânî, Neylü’l-evtar, VI/279-281.)) Bu açıklamalarına göre Şevkânî, hadisteki olayı talâk saymamaktadır. İbn Hâcer, hadisi şerh ederken, kadının kocasını sevmemesi sebebiyle ayrılmayı istediğini söylemiştir. Kadının “İslâmda küfrü istemiyorum” sözünün iki şekilde anlaşılabileceğini ifade etmiştir. Bunlar nefretinden dolayı nikahın fesholması için irtidat etmesi veya hiçbir şikâyeti olmadığı halde görevini yerine getirememekten korkmasıdır. ((İbn Hâcer, Fethul-bârî, IX/400.)) Bize göre burada birinci yorum ancak kadının başka yolla ayrılması imkansız olsaydı düşünülebilirdi. Oysa Peygamber devrinde kadın ayrılmak istediğinde herhangi bir engelle karşılaşmış değildir. İbn Hâcer, Peygamber’in Sâbit’e emrini irşad ve ıslah olarak değerlendirmiş ve şöyle demiştir: Hadiste açıkça hul‘ sîgası yer almaz. Peygamber “Bahçeyi verirse onu boşa” demiş olur. İbn Hâcer, hadisten hul‘ün talâk olduğunu çıkararak bunu şöyle açıklar: Peygamber’in kadına durumunu sormaması onun hayız iken hul ettiğini göstermez. Hul‘, sadece kocanın mâlik olduğu bir lafızdır. Bu yüzden o talâktır. Fesih olsaydı ikâledeki gibi sadece mehirle yapılabilmesi gerekirdi. ((İbn Hâcer, IX/394-401.)) Âyette hul‘e sebep olan havfin iki fâili vardır. Bunlar eşlerdir. Buna göre ibn Hacer’in hul‘ü kocanın sahip olduğu bir hak saymasının dayanağı yoktur. İbn Hâcer, hul‘de şikakın şart olmadığını ifade ederek âyette yer alan korkunun, çoğunlukla meydana gelen bir durumu belirttiğini söyler. Ona göre hul‘ün cevazı için her hangi bir şart yoktur. İbn Hâcerin bu görüşü ayete ters düşer. Çünkü ayette, kadının malını almanın mübah olması Allah’ın hududunu yerine getirememe şartına bağlanmıştır. Bu şart, görmezlikten gelinemez. Ama İbn Hacer eşlerin karşılıklı anlaşmalarıyla evliliğe son vermek olan hul‘ü yalnız erkeğin fiiliyle sona erdirme olan talâk kapsamına sokunca böyle bir açıklama yoluna gitmiştir. İbn Hâcer de, hadiste kadının ayrılmak istemesinin dövme hadisesinden dolayı olmadığını söylemiştir. Hadis, şikak sadece kadından da olsa hul ve fidyenin câiz olduğunu göstermektedir. Hanza Muhammed, Menaru’l Kâri’de kadının kocasını sevmemesi ve bu yüzden ayrılmak istemesini konu etmiştir. Hadis hul‘ün cevazına delildir. Koca bedel alarak onu boşayabilir. Ancak Peygamber’in Sâbit’e emri irşat ve ıslah olarak değerlendirilmiştir. Hamza Muhammed’e göre hadiste “boşa” emrinin geçmesi hul‘ün talâk olduğunu gösterir. Talâk söylenmeden ayrılık gerçekleşseydi Peygamber’in emretmesine gerek kalmazdı. Hul kocanın ihtiyarına bağlıdır. İsterse hul eder istemezse etmez. Oysa fesih olsaydı cebri olurdu. Cumhur hul‘ü talâk sayarken İbn Abbas’ın Peygamber’den “hul bir bâin talâktır” rivâyetine dayanmışlardır. ((Hamza Muhammed, Menaru’l-kârî, V/130, 131.)) Hamza Muhammed’in bu yorumunu haklı çıkaracak delili hadiste bulmak mümkün değildir. Hadiste kocanın isterse iftidâyı kabul etmeyeceğini gösteren bir durum yer almaz. O buradaki ayrılığı talâk olarak değerlendirdiği için yorumlarını da ona göre yapmıştır. Beyhakî şerhinde, İbn Abbas’ın Peygamber’den “hul‘ bir bâin talâktır” hadisinin râvilerinden Abbad b. Kesir’in, Ahmed b. Hanbel, Yahya, İbn Muin ve Buhârî tarafından zayıf bulunduğu söylemiştir. Bu, Şevkânî’nin de söylediği gibi İbn Abbas’ın fetvasına aykırı bir rivâyettir. Şube de bu görüşte olup, hadis ancak hul‘de ricat olmadığı manasında düşünülürse doğru olabilir, demiştir. ((Beyhakî, Sünenü’l- kübra, VII/316.)) Fethu’r-rabbânî’de bu hadis, kadının kocasını sevmeyip ayrılmak istediğinde bedel almasının cevazının delili olarak gösterilmiştir. Ama peygamberin emri irşad ve ıslah olarak görüldüğü için koca bu teklifi kabul edip etmemekte serbest sayılmıştır. Ebu Dâvud, hul‘ü talâk saymayıp şu açıklamayı yapar: Burada talâkın şartları bulunmamaktadır. Kadının hayızlı olarak boşanmasına Peygamber izin vermemiştir. Burada ise kadının halini sormamıştır. İbn Abbas da hul‘ün talâk olmadığı görüşündedir. İddetin bir hayız olması da bunun delilidir. Hadis, koca, karısını dövmüş de olsa hul‘ün câiz olduğunu gösterir. Burada kadın talâkta olduğu gibi iddetini, kocasının evinde beklemek zorunda kalmamış Hul‘den sonra kadın ailesinin yanına gitmiştir. ((Ebû Dâvud, Sünen-i Ebi Dâvud ve meahu kitabu meâlimu’s-süneni li’l-Hattâbi, II/669, 670.)) Hadisten, kadının kocasını sevmemesi sebebiyle ayrılmak istediğinde hul edebileceği sonucu çıkacağında ihtilaf bulunmamaktadır. Ancak Emir esasen vücub (zorunluluk) ifade ettiği halde Peygamber’in emrini irşad ve ıslah yani nasihat anlamına alanlar bunun sebebimi açıklamamışlardır. Hadis delil getirilerek hul‘ün talâk mı fesih mi olduğu çözülmeye çalışılmıştır. Bu, onlar için bu işlemin kocanın üç talâk hakkını eksiltmesi açısından önemlidir. Kadının ayrılma talebinde bulunması ve Peygamber’in buna izin vermesinden sonra gerçekleşen olay, erkeğin hakları açısından ele alınmıştır. Hatta bu hadisten “hul kocanın elinde olduğu için isterse hul eder isterse etmez” hükmüne varılmıştır. Bu sonuca nasıl varıldığını anlamak mümkün değildir. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM MEZHEBLERİN İFTİDA KONUSUNA BAKIŞI İftida konusuna delalet eden ayetin ve hadislerin mezheplerin tamamında hul konusunun delili olarak gösterilmesi sebebiyle hul konusunda mezheplerin âyet ve hadisleri ne şekilde değerlendirdiklerini öğrenmek ve ortaya koymak konumuz açısından önemlidir. Bununla beraber hul‘ ile iftidâyı aynı saymaları sebebiyle ortaya çıkan problemlere de yer verilecektir. I. HANEFÎ MEZHEBİ Hanefîlere göre evliliğe son vermek kocanın yetkisinde olan bir durumdur. Başka birinin evliliğe son vermesi kocanın talâk yetkisinin kullanılması manasına gelir. Hanefîlerin bu görüşü evliliğin sona ermesi ile alakalı her konuda etkili olmuştur. İftidâ konusuna delalet eden ayet ve hadisler de buna göre değerlendirilmiştir. A. Tanımı Hul‘ün şer’î manası “nikah mülkünü hul lafzı ile bedelli olarak kaldırmak, hul lafzı ile yapılan talâktır. ((Aynî, Binâye, IV/656;İbn Hümam, Fethü’l-kadir, IV/211.)) Hanefilere göre nikah akdi ile koca milk-i nikâhı, yani eşiyle ilişkide bulunma yetkisini elde eder. Buna milk-i muta (yararlanma yetkisi) da denir. Koca, bu yetkiyi elde ederken eşine mehir de verir. ((Aynî, III/24.)) Normal talâkta mehri veya onun bir kısmını geri almaz. Hul lafzıyla yapılan talâkta ise karısından bir bedel alır. Böylece hul‘ün normal talâktan iki temel farkı ortaya çıkar. Biri kocanın hul afzını kullanması, diğeri de karısından buna karşılık bedel almasıdır. Nikah mülkü kocanın elinde olduğu kabul edildiğinden nikah ancak talâk ile kalkabilmektedir. Hul‘ün talâktan farkı ise kocanın bedel aldıktan sonra evliliğe hul‘ lafzıyla son vermesi olmaktadır.

B. Mübah Olmasının Şartı Mergınânî ve Aynî’ye göre eşler arasında şikak, yani karşılıklı çekişme iddialaşma olup bir birlerine karşı görevlerini yerine getiremeyeceklerini bildiklerinde “Kadının fidye verip kendisini kurtarmasında ikisine de bir günah yoktur. ((Bakara 2/229; Aynî, Binâye, IV/657; İbn Hümam, Fethu’l-kadir, IV/211.)) Hanefiler el-Bakara 2/229. âyetteki Allah’ın hududunu yerine getirememe endişesini Nisâ 4/35. âyetteki eşler arasında şikak (çekişme, ayrılma hususunda iddalaşma) çıkması ile aynı manada değerlendirmiş olmaktadırlar. Burada Hanefiler hul‘ün tarifinde karı-koca Allah’ın hududunu yerine getirmekten korkarlarsa ifadesini kullanarak Bakara 2/229. âyetin hul ile ilgili kısmına dayanırlar. Alınacak mal ile ilgili hükmü ise iftidâ ile ilgili kısmın sonundan alırlar. Bu şekilde âyetten sadece hul‘ çıkarılabilmektedir. Yani âyet “Karılarınıza verdiğinizden bir şey almanız size helal değildir. Ancak eşler Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden korkarlarsa o başka. Eğer onların Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden siz korkarsanız kadının fidye vererek kendini kurtarmasında (iftidâ) her ikisi için de bir günah yoktur.” şeklinde iken onlar âyeti “Ancak eşler Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden korkarlarsa. kadının fidye vererek kendini kurtarmasında (iftidâ) her ikisi için de bir günah yoktur” şekline getirmiş olmaktadırlar.

C. Hâkimin Müdahalesi Konuya yukarıdaki şekilde yaklaşınca karı-kocanın Allah’ın hududunu yerine getirmeyecekleri korkusunu müslümanların veya hâkimlerin duyup gerekeni yapmaları, yani iftidâ konusu ortadan kalkmış olmakta hul‘ün yalnızca eşlerin rızasıyla gerçekleşen bedelli bir akit olarak görüldüğü anlaşılmaktadır. Ancak İbn Hümam ayetin “Siz hâkimler (yetkililer) korkarsanız” kısmına değinmiş,burada hâkimlere ve imama hitap edildiğini, onların karışmasının davanın onlara götürülmesi durumunda söz konusu olduğunu söylemiştir. Ona göre ayetin önce eşlere hitap edip sonra hâkimlere dönmesi garip olmayıp Kur’an’da çok görülen bir üsluptur. ((İbn Hümam,IV/215.)) Ona göre âyet onlara bu korkuyu duyduklarında hul’e izin vermelerine imkan sağlar. Bu korku olmadığında fetva verme ve söz söylemelerine mani olur. Yoksa hul‘de imamın izni şart değildir. ((Serahsî, Mebsut, VI/173; İbn Hümam, IV/215.))

D. Hükmü Hanefîler hul‘ü bâin talâk kabul ederler. ((Serahsî, VI/175; Mergınânî, Hidâye, II/301; Aynî, Binâye, IV/658; İbn Hümam, IV/211.)) Delilleri Dârekutnî ve Beyhakî’de yer alan Abbad b. Süleyman’ın Eyyüb, İkrime ve İbn Abbas yoluyla Peygamber’den rivâyet ettiği hul‘ün bir bâin talâk olduğuna dair hadistir. Aynî bu hadisin râvilerinden Abbad hususunda Buhârî ve Nesâî’nin zayıf ve metruku’l hadis demelerine dayanarak delil olamayacağını kabul ederken Ekmelüddin’in bâin talâk olduğu hususunda Ömer, Ali ve İbn Mesud’dan mevkuf, Peygamber’den merfu haber olduğunu söylemesini de mantıklı bulmamıştır. Ayniye göre hadis sahabeden mevkuf gelmişse merfu olmaz. Bir habere hem mevkuf hem merfu demek mümkün değildir. Buna karşılık Ayni Buhârî’de yer alan Sâbit hadisindeki “boşa” emrinin talâk olduğuna delil olacağını kabul eder. ((Buhârî’nin yer verdiği ilk hadis.olan İbn Abbas’ın naklettiği bu hadis “onu boşa” emrinin geçtiği sahabeden gelen tek hadistir. İbn Hazm Hanefîlerin âhad haber olan bu hadisi delil olarak almalarını eleştirmiştir (bk. İbn Hazm, el-Muhallâ bi’l-âsar, IX/517). İbn Hazm haklıdır. Çünkü Hanefîlere göre ahad haberi nakleden râvinin rivayetine aykırı fetva vermesi veya davranması rivayetiyle amel edilmemeyi gerektirir. İbn Abbas’ın hul‘ü talak değil fesih saydığı bilinmektedir(bk. Habbâzî, el-Muğni fî usûlü fıkh, s. 215; Yunus Apaydın, “Haberi Vâhid”, DİA, XV/361).)) Fakat iddia “hul‘ bâin talâktır” şeklinde olduğundan bunu yeterli bulmaz. Kaki “boşa” emrinin talâk olduğuna, diğer rivâyetlerde geçen “halli sebiylehâ (yolunu aç) ve fârikhâ (ondan ayrıl)” lafızlarının da bâin olduğuna delalet ettiğini söyler. İki taraf da ayrılmayı istediği için bâin talâk gerçekleşecektir. Etrazi İbrahim en-Nehai’nin sahabeyi görüp onlarla tartışmış olmasının kendisine uyulmasını câiz kılacağını, sözünün Peygamber’e dayanıyor olması ihtimali bulunduğunu ve âdil kimselerin zamanında yaşadığı için yalan ve uydurma sözünün olamayacağını söyleyerek onun “hul bâin talâktır” sözünü delil getirir. Bu açıklamayı da Aynî yeterli bulmaz ((Aynî,IV/659)) Zaten sahabeden bâin talâk olduğunu kabul etmeyenler de varken tabiinden birisinin sözü onlara tercih edilemez. Âyetin delaletiyle hul‘ün fesih veya talâk olduğu hükmüne varılırken talâk olduğunu kabul eden Hanefîler âyeti şöyle değerlendirmişlerdir: Âyette iki talâkın hükmü açıklandıktan sonra üçüncü talâkın bedelli veya bedelsiz olması durumu bildirilmiştir. Dolayısıyla hul bedelli talâk olmaktadır. ((Aynî, Binâye, IV/660.)) Fakat ibn Hümam bu delile “O zaman hul‘ün ikinci talâktan sonra yapılması gerekirdi” diyerek itiraz eder. Ona göre Nikah talâkı da feshi de kabul ettiğine göre ikisi de tercih edilebilir. Ancak âyetin nüzul gayesi ve terkibine bakılırsa talak değil firkat olması daha doğrudur. Âyette üç talâkın meşruluğu açıklanmakla birlikte nikah bağından kurtulmak üzere kadının bedel vermesinin ve bunun talâk veya üçüncü talâk olup olmadığına değinmeden kocanın da almasının cevazına dair hüküm bildirilmiştir. O bu anlayışı daha kabule değer bulur. ((İbn Hümam, Fethu’l-kadir, IV/213)) İbn Hümam bâin talâk olduğuna dair getirilen bu delilleri yetersiz bulmuş, görüldüğü gibi onu talâk da fesih de saymayı uygun görmemiştir. İbn Hümam’ın bu görüşü bizim konuyla ilgili daha önce belirttiğimiz hükme uymaktadır. Onun da dediği gibi ayetten onun ne fesih ne de talâk olduğu çıkarılamaz. Bir Hanefi fakih olan Aynî de Hanefilerin dayandıkları delillerin karşı görüştekileri iknaya kafi olmayacağını söylemiş ((Aynî, IV/659.)) olmasına rağmen Hanefîler hulün bâin talâk olduğunu kabul etmişlerdir. Bir kısım ulema hul‘ü fesih kabul etmiş, nikahın adem-i kefâet, büluğ muhayyerliği ve azat olma muhayyerliği ile feshedilebildiği gibi karşılıklı rıza ile de feshedilebileceğini söylemişlerdir. Hul‘de tek taraflı değil karşılıklı rıza ile evliliğin sona ermesidir. Ancak Hanefîler hul ün fesih olmasını doğru bulmaz, akdin tamamlandıktan sonra feshi kabul etmediğini söylerler. Onlar da nikah akdini bey akdine benzettikleri için beyde satılan mal ((Serahsî, Mebsut, VI/172; Aynî, IV/660)) teslimden önce helak olursa satış feshedilebilir. Hulde ona benzer bir durum yoktur. Kefâet, buluğ muhayyerliği gibi durumlarda ise akit hükmen tamam değildir. Bu sebeplere dayanılarak akit feshedildiğinde akdin tamamlanması engellenmiş demektir. Hulde tamamlanmış nikah akdinden sonra olduğu için böyle bir nikah akdi feshedilemez. Bu durumda ancak nikah bağının çözülmesi mümkün olabilir ki o da talâk ile olur. ((Aynî, IV/660.)) Hanefîlere göre fesih kabul edenlere karşı hul‘ün iddetinin bir hayız olması hususundaki hadisler sahih kabul edilse bile buna dayanarak hul‘ fesih sayılamaz. Çünkü Şâri (Allah) talâkta koyduğu üç kur müddetiyle sınırlı iddeti istediği zaman kaldırabilir. Ayrıca Muvatta’da yer alan Rubeyyi’in rivâyet ettiği hadiste İbn Ömer onu talâk iddeti saymıştır. Daha önce ibn Abbasın rivayet ettiği ilk hadiste Peygamber Sâbite boşamasını emretmiştir. Hanefiler bu rivayete dayanarak derler ki, Sâbit Peygamber’in “Boşa” emrine dayanarak boşadıysa zaten o talâk olur. “İslâmda ilk hul bu idi” sözü de “İlk mal karşılığı talâk bu idi” manasına gelir. Ama İbn Abbas hul‘ü fesih sayarak ondan yapılan bu rivayete aykırı bir görüş ortaya koymuştur. Hanefilere göre böyle bir haber-i âhad ile amel edilemez. Hanefiler bunu kabul etmekle birlikte İbn Abbasın bu fetvasından döndüğü rivayetini kitaplarına almışlar ve onun fesih sözünün delil olamayacağını söylemişlerdir. ((İbn Hümam, Fethu’l-kadir, IV/214.)) Ancak bu rivayete Hanefîler dışındakilerde rastlamadık. Bu tartışmalar hul‘ün “üç talâktan biri sayılıp eşler yeniden evlenmek istediklerinde kadının başkasıyla nikahlanıp boşanması gerekir mi” meselesi etrafında dönse de talâk saymak onu erkeğin tasarrufunda bir fiil yapmakta, fesih saymak ise rızaya dayandığı için iki kişinin fiili olmaktadır. Her iki durumda da kadına iftida salahiyeti verilmemektedir. Ama diğerlerinden farklı olarak İbn Hümam buradaki durumu üç talâktan ayrı bir hüküm olarak görmek gerektiğini söylemiştir. ((İbn Hümam,IV/213.)) Kur’an’da geçen talâk fiillerinin fâili erkek, iftidânın fâili kadındır. Bu mesele üzerinde kimse durmamıştır. Sâbit hadisinde de erkeğin bir tasarrufu görülmez. Hadisteki talâk emrine bakarak hadis değerlendirildiğinde orada evliliğin sona ermesini erkeğin tasarrufuna bırakan bir durum görülmeyecektir. Aksine hadiste kadına sorularak rızası aranmış, kocaya ise karısından ayrılması emredilmiştir. Hanefîler evliliği sona erdirme yetkisini tümüyle kocaya verdikleri için hul‘ü de kocanın yetkisinde görmüşlerdir. Diğer Hanefîlerden farklı olarak İbn Hümam, hâkimin müdahalesine değinmiş, ama bunu sadece hâkimin hul‘e müsaade etmesi açısından ele almıştır. Peygamber’in uygulamasında da kocanın yetkisinde olan talâka dayanak aranmıştır. Peygamber’in hükmünde kocanın rızasının rolü ve kadının yetkisi üzerinde durulmamıştır.

II. HANBELÎ MEZHEBİ

A. Tanımı Hanbelîlere göre âyette “Kadınlar sizin elbiseniz, siz de onların elbisesiniz” buyrulduğu için hul kadının kocasının elbisesini çıkarması manasına ve “kadının fidye vermesinde her ikisine de günah yoktur” buyrulduğu için kadının kendisini verdiği mal karşılığında kurtarması anlamına gelir. ((İbn Kudâme, Muğni, VII/51.)) Onlara göre kadın kocasını sevmediğinde ondan iftidâ etmesi (mal verip ayrılması) onun hakkıdır. ((İbn Teymiye, Mecmû’ul-fetâvâ, XXXIII/152.)) Bu ifadeler Hanbelîlerin iftidayı tanıdıkları hissini verir. Ancak “fidye” tabirinden hareketle hul‘ün bir nevi bedelli akit olduğunu, bu yüzden her iki tarafın rızasının aranacağını söyleyerek kocanın kabulünü şart koşmuşlardır. ((İbn Kayyim, Zâdu’l-meâd, V/296.)) Böyle olunca iftidâ dan söz etme ortadan kalkmaktadır. Konu tamamen eşlerin karşılıklı rızasıyla evliliği sona erdirmeleri olmaktadır.

B. Mübah Olmasının Şartı Hanbelîlere göre kadın kocasını görünümü, ahlakı, dini, yaşlılığı, güçsüz olması gibi sebeplerle sevemeyip ona karşı Allah’ın farz kıldığı görevleri yerine getirememekten korkarsa vereceği bedel ile kendisini ondan kurtarabilir. Bu mübahtır. Böyle bir korku olmadığında hul yapmak âyette kötülenmiştir. Sebepsiz yere hul‘ hadislerde de kötülenmiştir. ((İbn Kudâme,VII/51,54 (Buna delil olarak Bakara 2/229. ayetin “Sizler onların Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden korkarsanız kadının fidye vermesinde ikisine de bir günah yoktur” bölümünü gösterirler).)) Bunun delili âyette “Allah’ın hududunu yerine getirememe korkusu”nun şart koşulmuş olmasıdır. Koca kadını hul etmesi için sıkıştırır, döver, nafakasını engellerse yapılan hul geçersiz olur ve bedel geri alınır. Ama talâk gerçekleşir. Bunun delili “Verdiğinizden bir kısmını almak için onları sıkıştırmayın” ((Nisâ 4/19.)) âyetidir. Koca üçüncü kez boşamıyor ise iddet içerisinde dönme hakkı vardır. Ancak koca kadını iftida etsin diye dövmemişse Sâbit hadisinde olduğu gibi hul câizdir. ((İbn Kudâme, Muğnî, VII/55.))

C. Hâkimin Müdahalesi Ahmed b. Hanbel, hul‘ün hâkim olmadan câiz olduğunu kabul eder. Ona göre nikah ve satış, sultan olmadan câiz olduğu gibi hul de câizdir. Bir satış, ikale ile yani alıcı ve satıcının rızası ile bozulup satış yapılmamış gibi oluyorsa eşler de karşılıklı rıza ile nikah akdini kaldırmış olurlar. ((İbn Kudâme, VII/52.)) Hadisin bazı rivayetleri Peygamber Sabit’e, “onu ayır”, “verdiğini al” bazı rivâyetleri de “Peygamber aralarını ayırdı” şeklindedir. Burada tefrik Peygamber’e nispet edilmiştir. Hanbelîlere göre Peygamber onları doğrudan ayırmamış, sadece emretmiştir. ((İbn Kudâme,VII/58.))

D. Hükmü Hanbelîlere göre hul talâk sayılmayan bir firkat (ayrılık) tir. ((İbn Teymiye, Mecmû’u fetâvâ, XXIII/153; Aynî, Binaye, IV/658.)) Ahmed b. Hanbel’den bir rivâyete göre ise bâin ayrılık ve nikahın feshidir. ((İbn Teymiye, XXXII/91, 289; İbn Kudâme, VII/57.)) Onlar bu konuda İbn Abbas’ın görüşünü esas almışlardır. İbn Abbas ona “iftidâ, firak, hul” demiş, bunun talâk değil firkat olduğunu söylemiştir. Kitap ve sünnette de fesih geçmez. Ahmed b. Hanbel’in bazen fesih demesi sonrakilerin örfünde kullanılması sebebiyledir. İbn. Abbas “iftidâ talâk değildi. Ancak insanlar onun ismini karıştırdılar” demiştir. Ona göre âvam manalarını ayırt edemediği için bunları birbirinin yerine kullanmışlardır. ((İbn Teymiye, XXII/290, 294.)) Bedel verilen şey talâk olmaz. Kullanılan lafız önemli değildir. Akitlerde önemli olan lafızlar değil maksat ve manalardır. ((İbn Teymiye,XXXII/298, 302; XXXIII/156; İbn Kudâme,VII/58.)) Hanbelîler hul‘ün talâk olmadığına şu delilleri getirmişlerdir:

a. Âyette iki talâkın hükmü açıklandıktan sonra iftidânın hükmü bildirilmiştir. Sonra üçüncü talâkın hükmü beyan edilmiştir. iftidâ talâk olsaydı talâk sayısı dört olurdu. Buradaki iftida kelimesi hul‘ anlamına kullanılmıştır.

b. Hul iddetinin bir hayız olması onun firkat olduğunu gösterir. Osman’ın onun bâin talâk olduğunu söylemesi zayıf bir rivâyettir. Çünkü hem iddet olmadığını söylemesi, hem de bâin talâktır demesi düşünülemez. Talâk iddeti üç kur’dur ve tüm talâklar için geçerlidir. ((İbn Teymiye, Mecmû’u fetâvâ XXXII/290, 291, 293.))

c. Osman ile İbn Abbas’ın görüşü , Ömer ve Ali’ye muhalif diye kabul edilmeyecek olursa Kur’an ve sünnete bakarız. Sünnette Peygamberin kadına bir hayız sürecek kadar iddet beklemesini emrettiği ve kadının ailesine döndüğü bildirilmektedir. Eğer bu talâk olsaydı kadın hemen ailesine gitmez, onun nafaka hakkı ve iddeti kocasının evinde doldurması hakkı olur, kocanın iddet bitinceye kadar karısına dönmesine imkan vermesi gerekirdi. ((İbn Teymiye, XXXII/324, 331.))

d. Hul‘ün bâin talâk olması mümkün değildir. Kur’an’da sadece rici talâk geçmektedir. Talâk koca karısından bedel alamaz, iddet içerisinde ricat hakkına sahiptir. Beynunet ancak fesihle mümkündür. Kadının kendisini kocasından kurtarması ise iftidâdır. Hul ile beynunet-i suğrâ olur. ((İbn Teymiye, XXXII/306, 313; XXXIII/155; İbn Kudâme, Muğnî, VII/59.)) Buradaki beynunet evliliğin sona ermesi anlamındadır. Evliliğin sona ermesinden sonra karı-kocanın karşılıklı anlaşmayla yeniden evlenmeleri mümkünse ona beynunet-i suğrâ denir. Karısını bir veya iki talâkla boşayıp iddet bitene kadar ona dönmediği için gerçekleşen beynunet bir beynuneti suğrâdır. Bir de beynuneti kübrâ (büyük ayrılık) vardır ki, bu kocanın karısını üçüncü talâkla boşamasından sonra olan ayrılıktır.

e. Hul‘de sünni talâkta aranan şartlar yoktur. Ulema hul‘ün her zamanda yapılacağını câiz görmüştür. Talâkta iddetin uzamaması maksadı varken hul‘de kadının duyduğu nefretten dolayı ayrılığın hemen olması öngörülür Peygamberin kadına hayız olup olmadığını sormaması bundandır. Bu da bunun talâk olmadığını gösterir. ((İbn Teymiye, XXXIII/21, İbn Kudâme,VII/52.)) Talâka ait üç hüküm hul‘de yoktur. Bunlar, ricat (erkeğin iddet içinde dönme hakkı), sayının üçle sınırlı olması ve iddetin üç kur’ olmasıdır. Fidye hükümleri talâk hükümlerinden farklı olduğu için bu onun talâk olmadığını gösterir. ((İbn Kayyim, Zâdu’l-meâd, V/299.)) İbn Teymiye de hul‘ü talâk saymamış ve şöyle demiştir: “Kur’an’da talâk, yemin, zıhar, îla ve iftidâ ayrı ayrı açıklanmış, her birine bir hüküm koyulmuştur. Bu hadleri bilmemiz, talâkı talâk, yemini yemin, hul‘ü hul saymamız gerekir” ((İbn Teymiye, XXXIII/156.)) Hanbelîler iftidâyı sadece esirin kurtulması için bedel vermeye benzettiklerinden ayetteki iftidânın fâili kadın olmasına rağmen onun bu fiili yapmasını kocanın rızasına bağlamışlardır. Hanbelîlerin bu yorumu birkaç yönden tenkit edilebilir.

1. Kadın esire benzetilemez. Çünkü iftida ayetinden önceki âyet …Mâruf ölçüler içerisinde o kadınların erkekler üzerindeki hakkı, onların bunlara karşı olan hakkına denktir şeklinde bitmektedir. Hiçbir esir sahibiyle denk haklara sahip olamaz. Hanbelîler de dahil tüm fakihler kocanın karısına esir muamelesi yapamayacağında müttefiktirler.

2. Fidye kelimesi Kur’an’da sadece esir için kullanılmamıştır. Hz İsmail’in canına bedel olarak gelen koyun hakkında…Biz ona fidye olarak (fedeynâhü) büyük bir kurban verdik” ((es-Sâffât 37/107.)) buyrulmaktadır.

3. el-Bakara 2/229. âyetin iftida ile ilgil bölümünde kocadan hiç söz edilmemiştir. Sâbit hadisinde de kocanın iradesinden bahsedilmemesi, bahçeyi verip vermeme konusunda kadının iradesinin aranması iftidânın kocanın rızasına bağlı olmayan bir işlem olduğunu gösterir.

III. MÂLİKÎ MEZHEBİ

A.Tanımı Mâlikîlere göre hul kadının bedel vermesiyle yapılan talâktır. ((İbn Rüşd, Bidayetü’l-müctehid, II/57; Hüseyin b. Abdurrahman, Şerhi Halil b. İshak, III/121.)) İmam Mâlik evliliği sona erdirmede hepsinin aynı manaya geldiğini söylediği “mübarie”, “muhtelia”, “müftediye” kelimelerini şöyle tarif etmiştir: Mübarie, zifaftan önce aldığı her şeyi iade edip kocasından kendisini bırakmasını isteyen kadındır. Koca bunu kabul ederse bir talâk gerçekleşir. Muhtelia, aldığı mehrin tamamını vererek hul isteyen kadındır. Müftediye, mehrinin bir kısmını vererek iftidâ eden kadındır. ((Mâlik, Müdevvenetü’l-kübra, II/346; İbn Abdilber, İsrizkar, XVII/182 (Bu eserde iftidâ mehrin azı veya fazlası ile yapılandır); Kurtubî, el-Câmi li Ahkâmi’l-Kur’an, III/96; İbn Rüşd, II/57 (Fidye mehirden fazla vererek, sulh mehrin bir kısmını vererek yapılandır).)) Mâlikîler’den İbn Rüşd farklı bir tavır ortaya koymuş iftidânın kocanın elinde olan talâka karşılık kadına verilmiş bir hak olduğunu söylemiştir. Ona göre kadınla geçinemediğinde talâk kocanın hakkı olduğu gibi erkekle geçinemediğinde iftida da kadının hakkıdır. ((İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, II/59.)) Ancak kadının iftidâ hakkını ne şekilde kullanacağını, kocanın müdahalesinin ne şekilde olacağını da açıklamamıştır.

B. Mübah Olmasının Şartı Mâlikîlerden İbn Abdilber’e göre eşler bir birlerine iyi davranma, haklarını yerine getirme hususunda Allah’ın hududunu ikame edememekten korkarlarsa kadının fidye vermesinde ikisine de bir günah yoktur. ((İbn Abdilber, İstizkar, XVII/181.)) O da Hanefîlerde olduğu gibi ayetin bazı bölümlerini atlayıp bazı bölümlerini birleştirmiştir. Ayrıca bu olayı Nisâ 4/35. âyetle ile ilgilendirmiş ve şöyle demiştir: Nüşûz ve geçimsizlik kadından olup kadın rızasıyla bedel verirse bu helaldir. Nüşûz kocadan olursa, onu boşamak için eşinden bir şey alamaz. Ancak sulh olarak tutmak üzere alabilir. Şu âyet buna delalet eder: Eğer bir kadın kocasının geçimsizliğinden yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse aralarında sulh yapmalarında onlara günah yoktur. ((Nisâ 4/128)) İbn Abdilber’e göre Nüşûz, kadının kocasını sevmediğini ortaya koyması, kötü davranmasıdır. ((İbn Abdilber, Temhid, XXIII/371.)) Hul‘den sonra kocanın kadına zarar verdiği ve onu sıkıştırdığı ortaya çıkarsa talâk geçerli olup kadının malı iade edilir. ((Mâlik, Müdevvene, II/341, İbn Abdilber, İstizkar, XVII/179.)) Koca zarar vermez kötü davranmaz da kadın ayrılmayı isterse koca mehirden fazla da olsa verileni alabilir. Koca zarar verdiği halde kadın rızasıyla hul ederse yine helaldir. ((İbn Abdilber, İstizkar, 17/179,180.)) Bu konuda delil olarak Sâbit hadisini ve Ebu Said el-Hudri’nin kız kardeşinin kocasıyla anlaşamaması üzerine Peygamber’in hakemliğine başvurmasını gösterirler. Kadın mehrini fazlasıyla iade etmeyi teklif ederek Peygamber’in huzurunda kocasından hul etmiştir. Yine Ömer’in kocasından ayrılmak isteyen bir kadına iftida için izin verip kocasına, bir küpesine bile olsa onunla hul etmesini emretmesi buna delildir. ((Mâlik, Müdevvene, II/341.))

C. Hâkimin Müdahalesi İmam Mâlik’e göre hulde yetkili makamın izni şart değildir. ((Mâlik, II/343.)) Ancak nüşûzun kadın tarafından olması gerekir. İbn Vehb âyetin “Eşlerin Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerinden siz korkarsanız” bölümünü eşlerin zulümde ortak olup iki hakem tayin etmeleriyle ilgili görmüştür. Rabia ise hakemlerin yetki ile gönderilip hâkim gibi hükümlerinin geçerli olduğunu söylemiştir. Eşler anlaşamaz da yetkili makama başvururlarsa o makam iki hakemi yetkili olarak gönderir. Onların hükümleri ayrılmada ve birleştirmede geçerli olur. ((Mâlik, II/367, 371.)) Bize göre âyetin hakem ayetiyle aynı manada görülmesi doğru değildir. Sâbit hadisinden de anlaşılır ki hâkimin ya da hakemin ayrılığa hükmetmesi ile kadının iftidâ talebine izin verip gerisini onun rızasına bırakması farklı durumlardır. Hadiste kadın, kocasını istemediği için ayrılma talebiyle hâkim durumunda olan Peygambere başvurmuş ve aldığı mehri iade etmeye razı olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine iftidâda bulunmasına izin verilmiştir. Ama Mâlikîler hadisin bu yönü üzerinde durmamış ve bunun el-Bakara 2/229. âyeti açıklayıcı olduğuna bakmamışlardır.

D. Hükmü Mâlik’e göre hul bâin talâktır. ((Mâlik, II/335; İbn Abdilber, et-Temhid, XXIII/371; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, II/59.)) Delili İbn Müseyyeb’in rivâyet ettiği Peygamber’in Sâbit’e “o bir (talâk) dir” sözü ve Osman’ın hul‘ün bir talâk olduğunu söylemesidir. ((Mâlik, II/336,342, 343.)) Koca hulde talâk lafzını kullanmadığında Mâlik’e göre bâin talâk gerçekleşir. Kocanın ricat hakkı olmaz. Mâlik’e göre tek talâk ile beynuneti gerçekleştiren tek işlem hul‘dür. Koca bir talâktan fazlasını kastetti ise kastettiği kadar talâk gerçekleşir. ((Mâlik, II/343.)) Onlar bu konuda Osman’dan gelen şu rivâyete dayanırlar: Ümmü Bekr el-Eslemiyye kocası Abdullah ibn Useyd’den hul etmiştir. Durumunu Osman’a sormuş “O bir talâktır. Ancak bir şey söylediyseniz söylenilen kadar talâk olur” cevabını almıştır. Ömer’e gelen bir olayda o hul‘ü geçerli saymış ve kadına “seni malına karşılık boşadı (tatlik etti)” demiştir. ((İbn Abdilber, Temhid, XXIII/372.)) İbn Abbas’tan Tavus’un rivâyet ettiği hul‘ün talâk olmayıp firkat olduğu rivâyetini İbn Abdilber tenkit etmiştir. Ona göre bu rivâyet şazdır. ((Şaz, burada ravinin tek kalmasından hareketle “Sika bir râvinin kendisinin tâbiisi olmaksızın tek başına rivayet ettiği hadistir.” (bk. İ. Lütfi Çakan, Hadis Usûlü, s. 143).)) Tavus büyük bir alimdir ancak iki şaz rivâyeti bulunup birisi budur. Bu rivâyeti delil getirmek bağlayıcı değildir. ((İbn Abdilber, XXIII/377.)) Hanbelî mezhebinin hul‘ün talâk olmadığını gösteren delilleri Mâlikîlere cevap niteliğindedir. Mâlikîler hul‘ü de talâk saydıkları için İbn Abdilber mehirden alınmasını yasaklayan âyetin boşanan boşanmayan bütün kadınları içine aldığını, sonra gelen talâkın ise iki talâka râcî olduğunu söyler. ((İbn Abdilber, Temhid, XXIII/378.)) Mâlikî mezhebi hâkim ve hakemlere evliliğe son verme yetkisi verdiği için zulüm gören kadının delili varsa hâkimin kararıyla, yoksa hakemlerin olayı tetkiki ile kocasından ayrılabilmektedir. Bu durumda bir talâka hükmedilir. Onda kocanın ricat hakkı olmaz. ((Mâlik, Müdevvene, II/371.)) Burada ayrılma talebinde bulunan kadının kocasının zulmünü ispatlaması gerekmektedir. Konumuz ise kocasının zulmü olmamasına rağmen, evlilik hayatını sürdüremeyecek olan kadının mehrini iade ederek ayrılmayı istemesi ile ilgilidir. Birincisi kadının talebi olsa da mahkemenin kararıyla gerçekleşmektedir. İftidâda ise ayrılığın kadının talebi ve kararıyla gerçekleşmesi söz konusudur.

IV. ŞÂFİÎ MEZHEBİ

A. Tanımı Şafilere göre hul talâk veya hul lafzıyla bedelli ayrılıktır. Kocanın “boşadım” veya “hul ettim”, kadının “kabul ettim” demesi gibi sözlerle meydana gelir. ((Remlî, Nihayetü’l-muhtac, VI/393.)) Buna göre hul‘, tamamen bedel karşılığında kocanın karısını boşaması olmaktadır. Onlara göre müşterinin satın alığı maldan yararlanma hakkı olduğu gibi kocanın da mehir vererek evlendiği kadından faydalanması hakkı olur. O bu yetkisini bedel ile kaldırabilir. Nikah satın alma, hul‘ ise satış gibidir. ((Şirbînî, Muğni’l-muhtac, III/262.)) Şâfiîler nikah akdinde kadına verilen mehri satıştaki bedel gibi değerlendirdikleri için hul‘ü de nikahla kocanın satın aldığı şeyi satması şeklinde görmüşlerdir. Mehrin bu manaya gelemeyeceği daha önce açıklanmıştı. ((Bk. “Mehir Hakkında Açıklama”, s. 47.))

B. Mübah Olmasının Şartı Şâfiîlere göre hul‘ aslen mekruhtur. Bazen talâk gibi müstehap olur. İster şikak (anlaşmazlık ve çekişme) olsun ister olmasın hul câizdir. Bunun delili “Eğer gönül hoşluğuyla mehrin bir kısmını size bağışlarlarsa onu da afiyetle yiyin” âyeti ile “Kadının fidye verip kendini kurtarmasında ikisine de bir günah yoktur” ((Nisâ 4/4; el-Bakara 2/229.)) âyetidir. Şâfiîye göre kadının mehrini karşılıksız olarak kocasına vermesi helal ise talâk karşılığında vermesi de günah olmaz. Hul‘ konusunda sünnetten delil olarak Buhârî’de yer alan bir talâk ile boşama emrini içeren Sâbit hadisine dayanmışlardır. Kadın hul‘e mecbur olsun diye koca kadının nafakasını engellerse bu durumda yapılan hul‘ü geçersiz saymışlardır. ((Remlî, Nihayetü’l-muhtac, VI/393.)) Fidyenin iki yerde helal olduğu görüşündedirler. Kadın kocasını sevmez, Allah’ın hududunu yerine getirememekten korkar, koca da kadının haklarını engellemezse kocanın fidye alması helaldir. ((Şâfiî, Umm, V/287)) Çünkü eşlerden birisi hududu yerine getiremediğinde diğeri de yerine getiremez. Bu durumda “Her ikisine de kadının fidye verdiğinde bir günah yoktur” durumu söz konusu olur. ((Şâfiî, Ahkâmu’l-Kur’an, I/217; Umm, V/287.)) Bu kocaya helal olduğunda kadına da helal olur. Burada kadının kocasını sevmemesi onun iftidâ etmesi için geçerli bir sebep olarak görülmektedir. Bu durumda kocanın da hududu yerine getiremeyeceği kabul edilmiştir. Kadın ayrılmak istemediği halde koca onu sevmiyor da olsa kocanın boşamak üzere bir şey alması helal değildir. Yaparsa ikrarıyla veya kadının delil getirmesi ile ortaya çıktığında kadına malı iade edilir. Bu arada koca talâkı kullandı ise söylediği kadar talâk kendisini bağlar. Talâkların hepsini kullanmadı ise ricat hakkı vardır. ((Şâfiî, Umm, V/287.)) Şâfiîler hul‘ün helal olmasını daha çok erkeğin bedel alıp boşamasının helal olmasına bağlarlar. Onlara göre kadın kocasının haklarını engellediği için eza ve dövmesine sebep olmuşsa bu kocaya helaldir. Buna delil olarak Sâbit’in eşini dövmesini ve onun da hul‘ etmesini göstermişlerdir. ((Şâfiî, Umm, V/290; Şirbini, Muğni’l-muhtac, III/262.)) Buna göre Peygamber Sâbit’e fidye alması hususunda izin vermiştir. Bize göre hadiste asıl mesele kadının ayrılmak istemesi ve Peygamber’in ona izin vermesidir. Hadiste kocanın fidye almayı istemesi ve ona izin verilmesi söz konusu değildir. Şâfiîler hul‘ü yeminden dönmek için bir kurtuluş olarak kullanmayı câiz görmüşlerdir. Mesela birisi “Şuraya girersem karım üç talâkla boş olsun” derse oraya girdiğinde kadın üç talâkla boş olacağı için karısıyla hul yaparak bundan kurtulabilir. ((Şirbînî,III/262.)) Oysa hul kocanın yaptığı bir hatayı düzeltmek için değil, kadının problemini hal için konmuştur. Şâfiî de kadının hududu yerine getiremediğinde kocanın bedel alabileceğini kabul etmiştir. Ancak onlar Kur’an’da olmayan, bir lafızla verilen üç talâkı caiz saydıkları için bunun doğurduğu problemlerden kurtulmayı da yine Kur’an’da olmayan bir yola baş vurarak gerçekleştirmeyi önermektedirler.

C. Hâkimin Müdahalesi Şâfiî hul‘ü talâk olarak gördüğü için mal ve talâkı yetkili olmadan vermek helal ve câiz olduğu gibi hul‘ün de yetkili olmadan câiz olacağı görüşündedir. Hul‘ talâk olduğu için kimse kocanın talâk hakkını kullanamaz. Hâkim ancak koca boşaması gerektiği halde boşamadığında boşayabilir. Hul ise böyle bir durum değildir. ((Şâfiî, Ümm, V/290, 293 (Hâkimin koca boşamadığında boşayabildiği durum îladır. Dört ay dolduktan sonra koca boşamaktan kaçınırsa hâkim boşar ve eşleri ayırır. Bk. Halil Günenç, Büyük Şâfîi İlmihali, s. 366.).)) Şâfiî’ye göre hakemlerin verdiği ayrılık hükmünün geçerli olması için de kocanın razı olması gerekir. Onların sadece ıslaha yetkileri vardır. ((Şâfiî, Ümm, V/286.)) Bunda evliliği sona erdirmenin sadece kocanın yetkisinde olan talâkla gerçekleşebileceği görüşü etkilidir.

D. Hükmü Şâfiî’ye göre hul talâk olup talâkın gerçekleştiği lafızlarla niyete gerek kalmadan, başka lafızlarla ise niyetle gerçekleşir. Üç talâkı eksiltir. Çünkü fesih olsaydı mehirden fazlası veya azıyla câiz olmazdı. ((Şirbînî, III/268.)) Koca “Hale‘tü (hul‘ ettim)”, “fâdeytü” gibi lafızları kullandığında niyet etmesi gerekir. Yoksa talâk gerçekleşmez ve aldığını iade eder. ((Şâfiî, Ümm, V/290.)) Koca herhangi bir sayı söylemediyse bir talâk gerçekleşip ricat hakkı olmaz. Çünkü hul bir çeşit satıştır. İki veya üç talâka niyet ederse o kadar talâk olur. Delili Mâlik’in rivâyet ettiği Osman’ın “Hul‘de bir sayı söylenmedi ise bir talâktır. Çünkü o koca tarafındandır. Söylerse söylediği kadar olur. Muhtelia mutallakadır. İddeti onunki kadardır. Kocanın ricat hakkı olmadığı için onun sükna hakkı vardır, nafaka hakkı bulunmaz. Ancak yeni bir nikahla dönebilir” sözüdür. Hul‘ü talâk saymanın sebebi Şafi’ye göre “O talâk iki keredir” âyetidir. Bundan talâkın ancak kocanın vermesiyle gerçekleştiğinin anlaşılacağını ve böylece hul‘ün de ancak kocanın vermesiyle gerçekleşeceğini söylemektedir. Koca karısını hul ettiğinde hul‘ üzere talâk, firak veya serah üzere talâk denir. Bu sebeple hul‘ talâktır. ((Şâfiî, Ümm, V/291.)) Şafiîler nikahı satışa benzettikleri için sistemlerini ona göre kurmuşlardır. Kocanın ricat hakkı olmamasını âyette geçen “iftedet” ile açıklamıştır. Hul‘işleminden sonra kadına dönülseydi müftediye olmazdı. ((Şâfiî, Ümm, V/292; Remlî, Nihayetü’l-muhtac, VI/409.)) Şafiî’nin bu sözüne göre kadının iftidâsı kocanın talâkı ile gerçekleşseydi talâkı koca istediğinde kullanacağı için koca istemediğinde kadın müftediye olmazdı. Şafiî bunu hem talâk sayıp hem de kocaya ricat hakkı tanımamakla iftidânın geçtiği ayete uygun olmayan bir görüş otaya koymuştur. Çünkü o ayette “O talak iki keredir bundan sonrası ya iyilikle tutmak yada güzellikle serbest bırakmaktır” buyrularak her iki talâkta da kocanın ricat hakkının bulunduğu hükme bağlanmıştır. Aynı âyette geçen iftedet sözünün kocaya dönüş hakkı tanımayan bir ayrılığı hükme bağladığı da açıktır. Ayette çelişki olmayacağından iftidânın talâktan farklı bir hükümde olması gerekmektedir. Ayrıca Şâfiî mezhebinin hul‘ü kadının kocasını sevmediği ve Allah’ın hududunu yerine getirememekten koktuğu zaman başvurabileceği bir çözüm yolu olarak görüp bunu kocanın kabulüne bağlaması da çelişkidir. Âyet tamamen kocanın bedel almasının mübah olması açısından değerlendirilmiş, hadis ise Peygamber’in Sâbit’e bedel alması için izin vermesi olarak ele alınmıştır. Dolayısıyla hul kadının kocasını sevmemesi sebebiyle sürdüremeyeceği bir evlilikten kurtulması için çözüm olarak kabul edilmiştir. Ancak bunu kocanın onayına bağladıkları için onu çözüm olmaktan çıkarmışlardır.

V. ZÂHİRÎ MEZHEBİ Zâhirî mezhebinin görüşlerini yansıtan İbn Hazm diğer mezheplerin bu konudaki görüşlerini de ele alarak ayrıntılı bir şekilde eleştirmiştir.

A. Tanımı İbn Hazm’a göre hul ya kadın kocasını sevmediği için ona karşı görevini yerine getirememekten korktuğunda veya kocasının kendisini sevmeyerek hakkını yerine getirememesinden endişe ettiğinde iftidâ etmek (fidye vererek kendini kurtarmak) tir. İbn Hazm tarifte hul‘e kendini kurtarmak manasını vererek kadının hakkı olduğunu açıklarken buna ters olarak koca razı olursa gerçekleşeceğini söylemektedir. Ona göre ne koca hul‘e zorlanabilir ne de kadın. Hul eşlerin karşılıklı rızalarıyla gerçekleşebilir. ((İbn Hazm, Muhallâ, IX/511.)) Bize göre eğer iftidâ kadının hakkı ise bunu başkasının rızasına bağlı olmadan kullanabilmelidir. Karşılıklı rıza ile olması onu kadının hakkı olmaktan çıkarmakta, baş vurabileceği bir ayrılma şekli yapmaktadır. Oysa kadının hakkı ise o bu hakkı kullanmak istediğinde bir engelinin bulunmaması gerekirdi.

B. Mübah Olmasının Şartı İbn Hazm’a göre iftidâ ancak iki durumda helal olur. Bunlar kadının ya kocasını sevmeyerek onun hakkını yerine getirememekten korkması, ya da kocasının kendisini sevmeyerek hakkını yerine getirememesinden korkması durumlarıdır. Bunun mübah olduğunu şu ayetler gösterir: Bir kadın kocasının nüşûzundan veya yüz çevirmesinden korkarsa aralarında sulh yapmalarında ikisine de bir günah yoktur. Sulh daha hayırlıdır ve onların (eşler) Allah’ın hududunu yerine getirememelerinden siz korkarsanız kadının iftidâ etmesinde ikisine de bir günah yoktur. ((İbn Hazm, IX/511, 513.))

C. Hâkimin Müdahalesi İbn Hazm Hasan Basri ve İbn Sirin’in hul‘ü sultanın yanında olması gerektiği görüşlerinin delil getirilemeyecek sözler olarak değerlendirmiştir. Said İbn Cübeyr’in “hul ancak nasihat ettikten, fayda vermezse dövdükten, fayda vermezse hâkime götürüldükten sonra olur. Hâkim iki hakem gönderir. Onlar durumu tahkik ederek hâkime bildirirler. Hâkim duruma göre ayırır veya birleştirir” sözünü de aynı şekilde görür. “Eğer doğru söylüyorsanız delilinizi getirin” ((Neml 27/64; el-Bakara 2/111.)) diyerek bunlara karşı çıkar. Ona göre hul sultan olmadan gerçekleşir. ((İbn Hazm,IX/514.)) O hul‘ü ricî talâk olarak gördüğü için koca istediğinde ricat edebilmekte ve bu tamamen kocanın elinde olmaktadır. ((İbn Hazm, IX/518.)) Buna göre kadın mal verdiği hallde kocasından kurtulamamaktadır. İbn Hazm’a göre zaten hâkimin müdahalesi söz konusu değildir.

D. Hükmü İbn Hazm’a göre hul‘ ricî talâktır. Koca dönmek isterse kadın istesin, istemesin dönebilir. Ancak üç talâk ile boşamış veya üçüncü talâk hakkını kullanmış veya zifaftan önce boşamışsa ricat olmaz. ((İbn Hazm, IX/511.)) İbn Hazm âyette hul‘ün talâk olmadığının da talâk olduğunun da yer almadığını, bu yüzden Peygamber’in beyanına başvurulacağını ifâde eder. İbn Hazm bu konuda gelen hadislerden Mâlik’in Amra’dan rivâyeti ile Ahmed b. Hanbel’in Rubeyyi’den aldığı rivâyeti nakletmiştir. ((Mâlik, hadisi Yahya b. Said’den o Amradan rivayet etmiştir. “Habîbe Sâbit’ten hul etmiştir. Peygamber Sâbit’e “onu ondan al” demiş, Sâbit almış ve kadın ailesinin yanında oturmuştur.” Diğer rivayeti Ahmed b. Şuayb Muhammed b. Yahya’dan o Şazzân b. Osman’dan o Ali b. Mübarek’ten o, Yahya b. Ebi Kesir’den nakletmiş o Muhammed b. Abdurrahman’dan haber vermiştir. Ona Rubeyyi Sâbit’in eşinin hul’ünü haber vermiş onun kardeşi Sâbit’i Peygamber’e şikayet etmiştir. Peygamber Sâbit’e haber göndermiş “ondakini al ve yolunu aç” diye emretmiş Sâbit “evet” demiştir. Daha sonra hanıma bir hayız beklemesini ve ailesine dönmesini emretmiştir (İbn Hazm, IX/516).)) Bu rivâyetlerde “onda olanı al ve yolunu aç” emri ve Peygamber’in Habîbe’ye bir hayız iddet belirlemesi yer alır. İbn Hazm’a göre başka rivâyet olmasaydı bu iki rivâyet hul hakkında kesin delil olurdu. Ancak Buhârî’nin yer verdiği ibn Abbas hadisinin de ((Bk. “Hadisin Farklı Rivayetlerinin Değerlendirilmesi” konusunda ilk hadis. )) dikkate alınması gerektiğini İkrime’den gelen, hul‘ün bir hayız olduğu rivâyetinin mürsel olması sebebiyle alınamayacağını belirtmiştir. Ona göre böylece geriye üç rivâyet kalmaktadır. Buhârî’nin yer verdiği rivâyette “Onu bir talâkla boşa” fazlalığı bulunmaktadır. Ona göre hul talâk olduğu için bu ziyadeyi bırakmak câiz olmaz. Allah Kur’an’da talâk iddetini bildirmiştir. ((İbn Hazm, IX/516, 517.)) Yâni Kur’an’da talâk iddeti belli olduğu halde Peygamber hul‘ iddetinin bir hayız olduğunu söylemez. İbn Hazm hul‘ü kocanın boşaması olarak kabul ettiği için buna uygun olan rivâyeti almakta ve Kur’an’da talâk iddetinin belli olması sebebiyle ona uymayan rivâyetleri almamaktadır. İbn Hazm İbn Abbas’ın hul‘ün talâk olmadığı hususundaki fetvasını kabul etmemektedir. Çünkü İbn Abbas bunu Peygamber’den rivâyet etmiş değildir. Ama İbn Abbas’ın “onu bir talâk ile boşa” sözüyle biten rivâyetini Peygamber’den naklettiği için esas almaktadır. Ona göre hul‘ün ricî talâk olduğunun delili hul‘ün talâk olmasıdır. Allah Kur’an’da talâkın hükmünü açıklamıştır. Buna muhalefet edilmez. Ne Kur’an’da ne sünnette ricî olmayan talâk bulunmaz. Yalnız üç talkın bir arada verilmesi, üçüncü talâkın kullanılması ve zifaftan önceki boşamada ricat olmaz. Bunun dışında ricat olmamasını söylemek delilsizdir. Koca geri dönerse aldığını iade eder. Çünkü o zaman kadının muradı yerine gelmemiş olur. ((İbn Hazm, IX/518, 519.)) Hul‘ kadının ayrılma isteğini yerine getirmek içinse, bize göre bunu talâk sayarak kocanın istediğinde dönebilmesini caiz saymak bu amaca ve eşlerin anlaşmalarına uygun düşmemektedir. Allah talâkın, hul‘ün ve iftidânın hükümlerini ayrı ayrı açıklamıştır. Bunları birbirine karıştırmamak, birini diğerinin yerine koymamak gerekir. İbn Hazm da hul‘ün talâk olup olmadığının Kur’an’da geçmediğini söylemektedir. Neticede ona hul‘ demek, iftidâya da iftidâ demek, hz. Peygamber’in açıklamalarını buna göre değerlendirmek en uygun olanıdır.

SONUÇ

Nikah akdinde karşılıklı rıza ile aile kurulmakta, icab ve kabül ile akit tamam olmaktadır. Daha sonra erkeğe bu akdin bir sonucu olarak kadının mehrini vermek, ((Nisâ 4/24.)) nafakasını temin etmek, ((Talâk 65/7)) evini hazırlamak ((Talâk 65/6)) gibi ailenin devamıyla ilgili mali sorumluluklar yüklenmektedir. Konunun başından itibaren açıklamaya çalıştığımız âyetler, aile hayatında karı-koca arasında dengeli bir şekilde dağıtılmış hak ve sorumluluklara işaret etmektedir. “…Mâruf ölçüler içerisinde o kadınların erkekler üzerindeki hakkı, onların bunlara karşı olan hakkına denktir” âyeti bunu açıkça gösterir. Evliliğin sona ermesi söz konusu olduğunda da bu denge mevcuttur. Allah Teâlâ evliliği sona erdirme şekillerinden biri olan talâkla ilgili hükümleri beyan ederken fâilini hep erkekler mef’ulünü ise hep kadınlar olarak zikretmiştir. Bu da talâkın erkeğin fiili olduğunun açık delilidir. ((Bk. Birinci bölüm. “Talâk Selahiyeti”.)) Bunun için talâk tamamen erkeğin isteğine bırakılmış, bunun şekli, sınırları, riâyet edilmesi gereken kuralları, yüklediği sorumluluklar beyan edilmiştir. Talâkla ilgili âyetler mali olarak tamamen kocaya sorumluluk yüklemektedir. Boşadığı kadını iddet süresinde evinde oturtmak, bu müddet içerisinde nafakasını temin etmek, mehrini vermek gibi. Bunlar kocanın istediği zaman boşamasına mâni olan tabii engellerdir. Kadına evliliği sona erdirme yetkisi veren iftidâ âyetinde ise fâil kadın olarak gelmiştir. Burada fidye verip evlilik bağından kurtulma kadının fiili olarak belirtilmiştir. Âyette eşlerin Allah’ın koyduğu sınırları koruyamamalarından endişe edilmesi durumu yetkili bir mercie nispet edilmiştir. Kadın da koca gibi evliliği sona erdirme hakkına sahiptir. Fakat o erkeğin tek taraflı olarak talâk filini kullanarak evliliğe son vermesi gibi ayrılamamaktadır. Kadının iftidâ edip evlilik bağından kurtulması bir mercie başvurmasıyla gerçekleşmektedir. Çünkü bu hükmü koyan âyette eşlerin aile hukukunu yerine getiremeyecekleri endişesini taşıyan başkalarıdır. Bu da hâkimler veya müslümanlar olarak yorumlanmıştır. Bu hakkı kullanmada kadın ile erkek arasında bir derece farkı ortaya çıkmış olmaktadır. Ayette erkeklerin onlara karşı bir dereceleri vardır ((Bakara 2/228.)) denilmiştir. Bu da kadının hakkını kullanırken ayrılığı yetkili bir mercie başvurarak gerçekleştirmesidir. Kadın aile hayatını sürdüremeyeceğine karar verdiğinde ne Peygamber döneminde ne sahabe döneminde evliliği sona erdirme hususunda bir engelle karşılaşmıştır. Kocasıyla anlaştığında hul‘ yoluyla ayrılmış, anlaşma olmadığı takdirde Peygamber’e, ondan sonraki dönemlerde halifelere başvurarak bunu gerçekleştirmiştir. İbn Rüşd de kadına fidye vererek kendini kurtarma yetkisinin, erkeğin talâk yetkisine karşılık verilmiş bir hak olduğunu söylemiştir. Ona göre erkeğe talâkı kullanma yetkisi verilince kadına da ayrılmak istediğinde kullanabileceği iftida yetkisi verilmiştir. ((İbn. Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, II/59.)) Kadının, kocasını dış görünüşü, ahlakı, dini, yaşının büyük olması veya güçsüz olması gibi sebeplerle sevemediğinde ve Allah’ın koyduğu sınırları yerine getiremeyeceğinden korktuğunda iftidâ edebileceğini kabul etmeyen kimse bulunmamaktadır. Bütün âlimler el-Bakara 2/229. âyetin buna delalet ettiğinde görüş birliği içindedir. Kur’an’da bu, iftidâ olarak isimlendirilmiştir. Çünkü kadın verdiği mal ile kendisini evlilik bağından kurtarmaktadır. ((İbn Kudâme, Muğnî, VII/52.)) Hul‘Allah’ın koyduğu sınırları yerine getirememe endişesi olduğunda karı-kocanın anlaşarak kadının mehirden vermesiyle evlilik hayatına son vermeleridir. Âyette öncelikle, eşlerin evlilik hayatını sürdürememe endişesini taşımaları durumunda mehirde anlaşabilecekleri beyan edilmiş Burada karşılıklı anlaşma ile evliliğe son verme söz konusudur. İftidâ ise karşılıklı bir anlaşma değildir. Âyete göre hâkimin eşlerin Allah’ın hududunu yerine getiremeyeceklerini tespiti şartıyla kadın fidye vererek evlilik bağından kurtulabilecektir. Bu iftidâyı hul‘den ayırır. İftidâ ise gerekli işlemlerden sonra kadının evliliği sona erdirmesinin farklı bir yoludur. Hul‘, eşlerin karşılıklı rızalarıyla, iftidâ ise tek taraflı olarak evliliği sona erdirmektir. Sonuç olarak tezimizde talak, hul‘, mahkemenin tefriki dışında bir de iftidâ ile evliliğin sona erdirilebileceğini ortaya koymaya çalıştık. Rızâî bir akit olan nikah akdini kendi iradesiyle yapan kadın, evliliği sürdüremeyecek olduğunda kocasının razı olmaması gibi bir engelle karşılaşmadan iftida hakkını kullanabilecektir. Aksi takdirde kadını, kocasını razı etmek veya mahkemede çeşitli yollarla kocasının haksızlığını, geçimsizliğini, ailevî problemlerini açıklayarak ispat etmek zorunda bırakmak haksızlık olacaktır. BİBLİYOGRAFYA AFZALURRAHMAN, Sîret Ansiklopedisi (trc. Heyet), İstanbul 1996. AHMED Abdurrahman el-Benna, Fethu’r-Rabbânî li tertib-i Müsned-i Ahmed b. Hanbel eş-Şeybâni mea muhtasarı şerhihi Buluğu’l-emâni min eser-i fethu’r-Rabbânî, Kahire t.s.. AHMED Ferrac Hüseyin, Ahkâmü’l-üsrati fi’l-İslâm, Beyrut 1991. AKTAN, Hamza, “Talâk”, İslâmda İnanç ibadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi (nşr. İ. Kafi Dönmez), IV/238-245. AMİNE Vedûd Muhsin, Kur’an ve Kadın (trc. Nazife Şişman), İstanbul 1997. APAYDIN, H. Yunus, “Haberi Vâhid”, DİA, XIV/355-363. ASSAF, Ahmed Muhammed, el-Ahkâmu’l-fıkhiyye fi’l-mezâhibi’l-İslâmiyyeti’l-erbea, Beyrut 1988. AYNÎ, Bedreddin Ebu Muhammed Mahmud b. Ahmed (ö. 855/1451), el-Binaye şerhul-Hidaye, y.y. (Darulfikr) 1970. BARDAKOĞLU, Ali, “Hukukî ve Sosyal Açıdan Boşanma”, Türk Aile Ansiklopedisi, Ankara 1991. BEYHAKÎ, Ebu Bekir Ahmed b. Hüseyin, es-Sünenü’l-kübra, Beyrut 1996. BEYZÂVİ, Nasuruddin Ebu Said Abdullah İbn. Ömer (ö. 685 veya 692), Envârut-tenzil ve esrârut-tevil (Kitabu mecmûati mine’t-tefasir içinde), Beyrut t.s. BİLMEN, Ömer Nasuhi, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1985. BUHÂRÎ, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail (256/869), el-Câmi’u’s-sahih, İstanbul 1981. CESSAS, Ebû Bekr Ahmed b. Ali er-Râzî (ö. 370/980), Ahkâmu’l-Kur’an, y.y. (Matbaati’l-Evkafi’l-İslâmiyye) 1335. DALGIN, Nihat, İslâm Hukukunda Boşama Yetkisi, Samsun 1999. EBÎ HAYYAN, Muhammed b. Yusuf el-Endelüsî, el-Bahru’l-muhît fi’t-tefsir, (Dârulfikr) y.y. 1992. EBU DÂVUD, Süleyman b. Eş’as es-Sicistânî (ö. 276/888), es-Sünen, y.y 1389/1969-1970. EBU ZEHRA, Muhammed, el-Ahvalü’ş-şahsiyye, Kahire t.s. ERDOĞAN, Mehmet, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1998. EROĞLU, Selahattin, “Talâk Hakkında Kur’an’ın Genel Tutumu”, AÜİF. Dergisi 1986, XXVIII/159-165. GÜLEÇ, Hasan, “Muhâlaa”, İslâmda İnanç İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi (nşr. İ. Kafi Dönmez), III/266-268. ___________“Tefrik”, IV/314-316. GÜLER, İlhâmi, “Kur’an’da Kadın Erkek Eşitsizliğinin Temelleri”, İslâmi Araştırmalar Dergisi, Ekim 1991, V/311-319. HABBÂZÎ, Celaleddin Ebi Muhammed Ömer b. Muhammed b. Ömer (ö. 691/1291), el-Muğni fî usûlü fıkh (nşr. Muhammed Mazhar Beka), Mekke 1403. HÂKİM, Ebu Abdillah Muhammed b. Abdullah Neysâburî, Müstedrek ale’s-Sahih, Beyrut 1990. HAMZA Muhammed Kâsım, Menâru’l-kârî şerhi muhtasarı Sahihul-Buhârî, Beyrut 1990. HATTÂBÎ, Ebu Süleyman Ahmed b. Muhammed b. İbrahim (ö. 388/998), Meâlimu’s-Sünen (Süneni Ebi Dâvud ile birlikte), y.y. 1389/1969-1970. HÂZİN, Alâuddîn Ali b. Muhammed b. İbrahim el-Bağdadi (ö. 725/1324) Lübabut-tevil fi meanit-tenzil (Kitabu mecmuati mine’t-tefasir içinde) Beyrut t.s.. İBN ARABÎ, Ebu Bekir Muhammed b. Abdullah (ö. 543/1148), Ahkâmü’l-Kur’an (thk. Ali Muhammed el-Beccavi), y.y. 1387/1967. İBN ABDİLBER, Ebi Ömer Yusuf b. Abdullah b. Muhammed (463/1070), el-İstizkâr, Beyrut t.s.. _________ et-Temhîd limâ Muvatta mine’l-meânî ve’l-esânîd, y.y. 1990. İBN ESİR, Üsdü’l-gâbe fi marifeti’s-sahabe (nşr. Muhammed İbrahim el-Benna; Muhammed Ahmed Âşur), (Daru’ş-Şâb) y.y. 1973. İBN HÂCER el-Askalânî, Şihabuddin Ahmed b. Muhammed (ö. 852/1448), Fethu’l-bârî bi şerhi Sahihi’l-Buhârî, Beyrut t.s. İBN HAZM, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed (ö. 436/1064), el-Muhalla bi’l-âsâr (nşr. Abdulgaffar Süleyman el-Bundârî), Beyrut 1988. İBN HÜMAM, Kemaleddin Muhammed b. Abdulvâhid es-Sivâsî (ö. 681/1457), Fethul-kadîr, (Darulfikr) y.y. t.s., 2. Baskı. İBN KAYYİM el-Cevziyye, (ö. 751/1350), Zâdü’l-meâd (trc.Mehmet Erdoğan), İstanbul 1990. _________İ’lamu’l-muvakkıîn an Rabbi’l-âlemîn, (Darulkutubi’l-ilmiyye) y.y. 1417. İBN KUDÂME, Ebu Muhammed Abdullah b. Ahmed b. Muhammed (ö. 620/1223), el-Muğnî, Kahire t.s. İBN MÂCE, Ebu Abdillah Muhammed b. Yezid el-Kazvînî (ö. 276/889), es-Sünen, Beyrut 1986. İBN MANZÛR, Muhammed b. Mukrib, Lisânu’l-Arab, Beyrut 1990. İBN RÜŞD, Ebilvelid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b. Rüşd el-Kurtubî (ö. 595), Bidâyetü’l-müctehid ve nihâyetü’l-muktesıd, Mısır t.s.. İBN TEYMİYE, Takiyyuddîn Ahmed b. Abdulhalim, Mecmûu fetâvâ, Beyrut 1398. İSFAHÂNÎ, Hüseyin b. Muhammed b. Râgıb, el-Müfredât fî garîbi’l-Kur’an, Beyrut t.s.. KARAMAN, Hayrettin, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1991. KEHHALE, Ömer Rıza, et-Talâk, Beyrut 1984. KURTUBÎ, Ebû Abdullah Muhammed b. Ahmed el-Ensâri (ö.671/1252), el-Camî li ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut 1988. KIRBAŞOĞLU, M. Hayri, “Kadın Konusunda Kur’an’a Yöneltilen Başlıca Eleştiriler”, İslâmi Araştırmalar Dergisi, Ekim 1991, V/271-283. MÂLİK b. Enes (ö. 179/796), el-Muvatta, Beyrut 1994. ___________, el-Müdevvenetü’l-kübra, Kahire 1324. MERGINÂNÎ, Ali b. Ebî Bekr el-Fergânî, el-Hidâye şerhu Bidâyeti’l-mübtedî, Beyrut t.s. NESÂİ, Ebu Abdirrahman Ahmed b. Şuayb (ö. 303/916), es-Sünen, Beyrut 1930. NESEFÎ, Ebulberekat Abdullah b. Ahmed b. Mahmud (ö. 701/1301), Medarikut-tenzil ve hakaiku’t-tevil (Kitabu mecmûati mine’t-tefasir içinde), Beyrut t.s. REMLÎ, Muhammed b. Ebu’l Abbas Ahmed b. Hamza b. Şihabuddin (ö. 1004/1595), Nihâyetü’l-muhtac ilâ şerhi’l-Minhac, (Mustafa Halebi Baskısı) Mısır 1967. SABÛNÎ, Abdurrahman, Medâ hurriyyeti’z-zevceyni fi’t-talâk, Beyrut 1983. SAN’ÂNÎ, Ebû Bekr Abdurrezzak b. Hemmâm (ö. 211/826), Musannef, Beyrut t.s. SERAHSÎ, Şemsüleimme Muhammed b. Sehl, el-Mebsut,İstanbul 1983. SERÎTİ, Abdulvedud Muhammed, Ahkâmu’z-zevac ve’talâk, Beyrut 1995. SUYÛTÎ, Abdurrahman Celaleddin, Şerhi Süneni’n-Nesâî (ve Haşiyeti İmam Senûdî), Beyrut 1930. ŞÂFİÎ, Muhammed b. İdris (204/819), el-Ümm, Beyrut 1993. _______ Ahkâmu’l-Kur’an, Beyrut 1980. ŞEKER, Şule Yüksel, “İslâm Hukukunda Yargı Yoluyla Boşanma ve Nedenleri”, Mehir Dergisi, Yaz 1998, s. 98-104. ŞEVKÂNÎ, Muhammed b. Ali b. Muhammed (ö. 1250/1834), Neylü’l-evtar şerhi Münteka’l-ahbar, Kahire 1971. ŞİRBÎNÎ, Muhammed b. Ahmed el-Hatîb, Muğni’l-muhtac ilâ mârifeti meâni’l-Minhâc, (Mustafa Halebî baskısı) Mısır 1958. TABERÎ, Ebû Câfer Muhammed b.Cerir (ö.310/922), Tefsir-i Taberî (Camiü’l beyan fi tevili’l-Kur’an), Beyrut 1992. TİRMÎZÎ, Ebu İsa Muhammed b. İsa b. Sevre, el-Câmi’u’s-sahih, İstanbul 1981. VÂHİDÎ, Ebü’l-Hasen Ali b. Ahmed, Esbâbün-nüzûl (trc. Necâti Tetik, Necdet Çağıl), Erzurum 1994. YAZIR, Elmalılı Muhammed Hamdi (1358/1939), Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1936. YILMAZ, İbrahim, İslâm Hukukunda Boşama Yetkisi, Basılmamış Y. Lisans Tezi, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 1996. ZEMAHŞERÎ, Ebu’l-Kâsım Mahmud b. Ömer el-Hârezmî, el-Keşşaf an hakâiku’t-tenzil ve uyûni’l-ekâvîl fî vücûhi’t-tevîl, Kahire 1890.