Abdest ve Hayız

Son zamanlarda en çok tartışılan konulardan biri de cünüplük, hayız ve nifas hallerinde Kur’an okunup okunmayacağı ile bu durumlarda ve abdestsiz olarak Kur’an’a dokunulup dokunulamamasıdır. Aşağıda Nursen KIŞLAKÇI adında bayan öğrencime konu ile ilgili olarak yaptırdığım bir araştırmayı bulacaksınız. Araştırmanın bu konuda okuyanlara faydalı olacağını umarım.

Abdulaziz BAYINDIR

FIKHİ YORUMLARLA
ABDEST İBADET İLİŞKİSİ
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
GİRİŞ
BİRİNCİ BÖLÜM
ABDESTSİZ KUR’AN-I KERİM OKUMAK

A) Kur’an’ın Abdestsiz Okunması
B) Kur’an’ın Boy Abdesti Olmadan Okunması
C) Konuyla İlgili Deliller

MEZHEPLERİN GÖRÜŞLERİ

A) Hanefi Mezhebi
B) Şafii Mezhebi
C) Maliki Mezhebi
D) Hanbeli Mezhebi
E) Zahiri Mezhebi
F) Diğer Görüşler
İKİNCİ BÖLÜM

ABDESTSİZ KUR’AN-I KERİM’E DOKUNMAK
Kur’an’a Abdestsiz Dokunulması
Kur’an’a Boy Abdesti Olmadan Dokunulması
Konuyla İlgili Deliller
MEZHEPLERİN GÖRÜŞLERİ

A) Hanefi Mezhebi
B) Şafii Mezhebi
C) Maliki Mezhebi
D) Hanbeli Mezhebi
E) Zahiri Mezhebi
F) Diğer Görüşler

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ABDESTSİZ MESCİTLERE GİRMEK
Mescitlere Abdestsiz Girilmesi
Boy Abdesti Olmadan Mescitlere Girilmesi
Konuyla İlgili Deliller
MEZHEPLERİN GÖRÜŞLERİ

A) Hanefi Mezhebi
B) Şafii Mezhebi
C) Maliki Mezhebi
D) Hanbeli Mezhebi
E) Zahiri Mezhebi
F) Diğer Görüşler
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ABDEST-KUR’AN, ABDEST-MESCİT İLİŞKİSİNDE
MEZHEPLERİN ROLÜ
Rasulullah’dan Bu Yana Mezhep Anlayışı
SONUÇ

——————————————————————————–

DERLEMECİNİN NOTU:

Bu çalışma sadece (oku) emriyle başlayan Kur’an-ı okuyabilmeyi kolaylaştırmak, Allah’ın kullarıyla Allah’ın kelâmı ya da Allah’ın evleri arasına giren engelleri kaldırmak amacıyla sizlere sunulmuştur.

Abdest, ibadet ilişkisine fıkhi boyutta büyük ölçüde ışık tutmaya çalıştığımız bu eserde konuyla ilgili sadece ashabdan bu yana ihtilâf edilen konular incelendiğinden “abdestsiz namaz” ya da “abdestsiz oruç” gibi konulara değinilmemiştir.

Çalışmamızda, sonucun önceden tayin edilip, Kur’an ve sünnetten delillendirilmeye çalışılması yerine adım adım, araştırma ruhuyla, zikredilen sonuçlara ulaşmak esas alınmış, güç nisbetinde tüm gayret bu yolda sarfedilmiştir. Aksine bir anlayış ve yaklaşımdan Rabbime sığınırım.

Kitap içerisindeki bilgiler, taşınması ya da ulaşılması külfetli kitaplarda, ağırlıklı olarak Arap diliyle, genellikle tek mezhebin görüşleri çerçevesinde, okuyucular açısından biraz daha dağınık bilgiler olarak yer almaktaydı. Biz bu kitabı yazarken her kesimden insanın anlayabileceği sade anlaşılır bir uslûb benimsemeye özen gösterdik. Bütün mezheplerin görüşlerini ezber mantığıyla değil, (fıkıh) anlama mantığıyla delilleriyle ortaya koymaya çalıştık. Rahat taşınması ve her ortamda ulaşmanın kolay hale gelmesi için ebatlarını amaca uygun ölçülerde tuttuk

Araştırma sizlere beş bölümde aktarıldı. “Birinci Bölüm”de Kur’an-ı Kerimi abdestsiz okumayla ilgili hükümler, “İkinci Bölüm”de Kur’an-ı kerime abdestsiz dokunmayla ilgili hükümler, “Üçüncü Bölüm”de ise mescitlere abdestsiz girmeyle ilgili hükümler, delilleriyle ve mezheplerin değerlendirmeleriyle ortaya konuldu. Her bölümün sonunda araştırmacının ulaştığı sonuç “Diğer Görüşler” bölümünde yine delilleriyle aktarıldı. “Dördüncü Bölüm”de, doğuşu, gelişimi ve uygulanışıyla “Mezhepler” konusuna genişçe yer verildi. Zira her ne kadar bu konu, üzerinde durulan diğer konulara uzak gibi gözükse de uygulama sahası kapatılmış mezheplerin görüşlerinin bilinmesi kanaatimizce hiçbir anlam ifade etmemekteydi. Son olarak da “Sonuç” bölümünde kitabı okuduğumuzda elde edeceğimiz bilgilerin bize kazandırdıklarına özet olarak değinildi.

Acize böyle bir araştırma imkânı sağladığı için öncelikle Rabbime sonsuz hamdeder, araştırmamın her safhasında büyük teşvik ve desteğini gördüğüm değerli hocam Doç. Dr. Abdülaziz Bayındır’a da kalbi şükranlarımı arz ederim.

GİRİŞ

CÜNÜPLÜK, HAYIZ HALİ VE ABDESTSİZLİK

Dini terimde gusül: Bütün bedenin yıkanması, boy abdesti alınmasıdır. Buna taharet-i kübra (büyük temizlik) denir. Böyle bir temizliği gerektiren hal ile kadınların hayız ve nifas (loğusalık) kanamalarının sona ermesi de cünüplüktür. Cünüplük hali şehvetle meninin atılmasından ve cinsel ilişkiden meydana gelir. Bu durumda olan kimsenin bazı dini hükümleri yerine getirmesi haramdır.

Hayız: Bir kadının rahminden, hastalık veya doğuma bağlı olmayarak belirli günler içinde gelen kandır. Buna “Adet” hali de denir. Bu şekilde gelen bir kana “hayız kanı” denir. Bu kan sebebiyle meydana gelen şer’i engele “Hayız” denir. Böyle adet gören bir kadına ise “Hayızlı” denir. Hanefi mezhebinde bunun en azı üç gün (72 saat), en çoğu da on gün (240 saat) dir. Bundan daha azı veya fazlası istihaze yani özür kanı olur. Bu halde bulunan kadınların namaz. oruç, tavaf gibi bazı sorumlulukları kaldırılmış ya da yapılması temizlik günlerine ertelenmiştir.

Abdest; belli organları usulüne uygun bir şekilde yıkamaktan ve meshetmekten ibaret bir temizliktir. Bu temizliği gerektiren haller abdestsizliktir. Abdestsiz olan kimseler de bu hallerini gidermedikçe namaz, tavaf gibi bazı ibadetleri yapmaktan menedilirler.

Söz konusu haller burada hatırlatma amacıyla özet olarak verilmiştir. Geniş bilgi sahibi olmak isteyenler ilmihal kitaplarına bakabilirler.

ABDESTSİZ KUR’AN OKUMAK
I. Kur’an’ın Abdestsiz Okunması

Abdesti olmayanların mushafa dokunmadan Kur’an okuyabileceklerine dair alimler arasında ittifak vardır. Zira abdestsiz kişinin Kur’an okuyamayacağı hususunda Kur’an ve sünnette bir yasaklama bulunmamaktadır. Konu, “Eşyada asl olan ibahadır.”(Aksine bir delil bulunmadıkça her şeyin mubah olması esastır) kuralı çerçevesinde değerlendirilmiş ve böyle bir hükümde birleşilmiştir.

II. Kur’an’ın Boy Abdesti Olmadan Okunması

Boy abdesti bulunmayan kişilerin, yani hayızlı, loğusa ve cünübün Kur’an okumasının haram olduğuna dair de Kur’ani bir yasak görülmemektedir. Rivayet edilen hadislerin sahihlik ve zayıflık yönünden hadis alimleri tarafından net bir tesbiti de yapılamadığı için konunun bu ciheti ihtilâf makamında olmaktan kurtulamamıştır.

Her iki görüşün savunucuları haramlık ya da helâllik yönündeki iddialarını ispat sadedinde bazı deliller ortaya koymuşlardır. Bu delilleri metin ve senedindeki farklılıklarıyla ve muhaddislerin değerlendirmeleri ile birlikte zikrediyoruz:

(…….)

Abdullah b. Seleme’den rivayet edilmiştir: “Biri bizden biri de zannediyorum Beni Esed’tendi, iki kişi ile birlikte Hz. Ali’nin yanına girdim. Onları bir göreve gönderdi ve “Siz kuvvetli kimselersiniz, dininiz uğrunda mücadele edin.” dedi. Sonra helâya girdi. Çıktığı vakit su istedi. (Getirdiler). Bir avuç su alıp onunla (elini) temizledi. Sonra Kur’an okumaya başladı. Ali ‘nin (r.a) abdestsiz Kur’an okumasını uygun görmediler.

Bunun üzerine Hz. Ali: “Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) helâdan çıkar, bize Kur’an okutur, bizimle et yerdi. O’nu cünüplükten başka hiçbir şey Kur’an okumaktan alıkoymazdı. ((Ebû Davud, Kitabu’t-Tahâre,229.)) dedi.

Hz. Ali’den (r.a) rivayet edilmiştir. “Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) cünüplük dışında her durumda bize Kur’an okuturdu.” ((Tirmizi,K.Tahâre,146.))

Abdullah b. Seleme’den rivayet edilmiştir: “Ben iki kişiyle birlikte Hz. Ali’nin (r.a) yanına girdim. Bize şöyle dedi: “Rasûlüllah (sallallahu aleyhi ve sellem) helâdan çıkar, Kur’an okur, bizimle et yerdi. O’nu cünüplükten başka bir şey Kur’an’dan alıkoymazdı.” ((Sünen-i Nesei, K. Tahâre,171.))

Ali’den (r.a.) rivayet edilmiştir. “Rasûlüllah (sallâllahu aleyhi ve sellem) cünüplük dışında her durumda bize Kur’an okurdu.” ((Sünen-i Nesei, K. Tahâre,171.))

Abdullah b. Seleme’den (r.a) rivayet edilmiştir. “Ben Ali b. Ebî Talib’in yanına girdim. Buyurdu ki: “Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) helâya uğrayıp, ihtiyacını giderdikten sonra çıkar, bizimle beraber ekmek ve et yer, Kur’an okurdu. Cünüplükten başka hiçbir şey, O’nu Kur’an okumaktan alıkoymazdı.” ((İbn. Mace, K. Tahâre,594.))

Bu hadisi ayrıca Ahmet, İbn Hibban, el-Hakim, el-Bezzar, Darekutni, el-Beyhaki tahriç etmişler, ((Tahric:Bir hadisi kaynak eserlerden bulmak,çeşitli yönlerden değerlendirmesini yapıp ilk eserlere nisbet ederek kendisinin veya başkasının senediyle rivayet etmek., Sahih-i Buhari Tercemesi İndeksi,çev. Hikmet Tekin, İstanbul 1990, s. 41.)) İbnü’s Seken, Abdu’l -Hakk ve Begavi sahih, Tirmizi ise hasen-sahih ((Hasen-sahih: a-Senetleri çoğalarak sahih derecesine ulaşan hadis. b-Birden fazla senedi olup bunlardan bazısı hasen bazısı da sahih olan hadis. c-Bazı alimlerce hasen, bazılarınca da sahih kabul edilen hadis. Sahih-i Buhari ve Tercemesi İndeksi,çev. Hikmet Tekin, İst.1990, s.20.)) olduğunu söylemişlerdir.

İmam Şafii, hadis ehlinin bu hadisi sahih görmediğini söyler. Beyhaki bunun sebebini şöyle açıklar: “Hadis Abdullah b. Seleme kanalı ile gelmektedir. O da yaşlılığından dolayı zihni bulanmış, bir manâda bunamıştı. Bu sebeple naklettiği hadisler kabul edilmiyordu. Bu hadisi de yaşlandıktan sonra rivayet etmiştir.”

Şûbe der ki: Tirmizi bu hadisin hasen-sahih olduğunu söylüyor, İbn Hibban ve Hakim de bunu sahih görmüştür. Halbuki ne Hakim ne de İbn Hibban Abdullah b. Seleme’yi güvenilir kabul etmezler. Ravisine güvenmedikleri bir hadise “sahih” demeleri çelişkili bir durumdur. ((Hattabî, el-Menhelü’l-Azbu’l-Mevrud, y.s 1351, c.2, s.305; İbn. Hümam,Kemâluddîn, Fethu’l-Kadir, Bulak 1315, K.Tahâre, c.1, s.116.))

Konuya delil olarak zikredilen ikinci hadis:

İbn Ömer’den (r.a) rivayet edilmiştir. Rasulüllah (sallâllahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Hayızlı ve cünüp Kur’an’dan bir şey okumasın.” ((Tirmizi, K.Tahâre, 131.))

İbn Ömer’den (r.a) rivayet edilmiştir. Rasulûllah (sallâllahu aleyhi ve sellem) buyurdu ki:”Cünüp ve hayızlı Kur’an okumaz.” ((İbn. Mace, K.Tahâre, 595. )) .

İbn Ömer (r.a), Rasûlüllah’ın (sallâllahu aleyhi ve sellem) şöyle dediğini rivayet etmiştir. “Cünüp ve hayızlı Kur’an’dan bir şey okumaz.” ((İbn. Mace, K.Tahâre, 596. ))

Bu hadisi Tirmizi, İbn Mace, Darekutni ve Beyhaki rivayet etmiştir. Zehebi “Mizan”, İbn Hacer de “Tezhib” adlı eserlerinde hadisin “batıl” olduğunu zikretmişlerdir. ((Tirmizi, K Tahâre, 131. ))

Tirmizi’nin açıklaması ise şöyledir:

İbn Ömer (r.a)’in hadisini yalnız İsmail b. Ayyaş’ın, Mus’ab b. Ukbe’den, Nafi’den, İbn Ömer’den, Rasûlüllah’dan (sallâllahu aleyhi ve sellem) olan rivayeti ile bilmekteyiz. Muhammed b. İsmail el-Buharî’nin, İsmail b. Ayyaş hakkında şöyle dediğini işittim: İsmail b. Ayyaş Hicaz ve Irak ehlinden münker ((Sadece zayıf bir ravi tarafından rivayet edilen hadise “münker hadis” denir. Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuk-i İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1985, c.1, s.29. )) hadisler rivayet ediyor. İsmail b. Ayyaş’ın ancak Şamlılardan yapacağı rivayetler kabul edilebilir.” ((Sünen-i Tirmizi Tercemesi, çev. Mollamehmetoğlu, Osman Zeki, İstanbul 1981, K. Tahâre, 596. ))

Tirmizi şerhi “Tuhfe” yazarı der ki: Rivayet edilen bu hadis zayıftır. Çünkü hadis imamları İsmail b. Ayyaş’ı Şam halkından yaptığı rivayetlerde güvenilir saymışlar, fakat Hicazlılardan yaptığı rivayetlerde zayıf görmüşlerdir. Kendisi bu hadisi Hicaz halkından olan Musa b. Ukbe’den rivayet etmiştir. ((İbn. Mace, Sünen-i İbn. Mace Tercemesi ve Şerhi, Hatiboğlu, Haydar, İstanbul 1983, K. Tahâre, 131. ))

Bu hadisle amel eden Hanefi alimleri de hadisin zayıf olduğunu eserlerinde beyan etmişlerdir. ((Hattâbi, a.g.e., c.2, s. 302. ))

Ne var ki sahih kabul etsin etmesin müçtehitlerden bir bölümü bu hadislerle amel etmişlerdir.

Dilerseniz bir de mezheplerin konuya bakış açılarını ve değerlendirmelerini irdeleyelim.

A- HANEFÎ MEZHEBİ ((Mezhebin kurucusu Ebu Hanife’dir. Kendisinin adı Nûman, babasının adı Sabit’dir. Hicri 80 tarihinde Kûfe’de doğmuş, 150 tarihinde Bağdat’da vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul 1990, s. 34. ))

Hanefi mezhebinde cünüp, hayızlı ve loğusanın Kur’an’dan tam bir ayet okuması haramdır. Hanefi alimlerinden Tahâvî ((Ebu Cafer Abdülmelîk el- Ezdî et-Tahavi. Mısır’ın yetiştirdiği en büyük Hanefi fıkıh alimidir. Hicri 239 tarihinde Mısır’da doğmuş 321 tarihinde yine Mısır’da vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Özel, Ahmet, Hanefi Fıkıh Alimleri, Ankara 1990, s.30. )) okunan yerin bir ayetten kısa olduğu taktirde caiz görülebileceğini söylemiştir. Zâhîdi ((Ebu’r-Reca Mahmud b. Muhammed ez-Zahidî el-Gazmınî. Tanınmış Hanefi fıkıh alimlerinden olup hicri 658 tarihlerinde yaşamıştır. Özel, Ahmet,a.g.e.,s.66. )) bu görüşün İbn Semâa ((Muhammed b. Semaa b. Ubeydullah b. Hilâl et-Temîmi el- Kûfi. Hicri 130-233 tarihleri arasında yaşamıştır. Ebu Yusuf Şeybâni, Hasan b. Ziyad ve Leys b. Sa’d’ın talebesidir. Güvenilir alimlerden olup halife el-Me’mun zamanında Bağdat’ta kadılık yapmıştır. Özel, Ahmet, a.g.e., s.27. )) tarafından Ebu Hanife’den rivayet edildiğini ve alimlerin çoğu tarafından kabul edildiğini belirtmiştir.

Kerhi ((Ebu’l –Hasen Ubeydullah b. Huseyn b. Dellâl el-Kerhi Büyük Hanefi müçtehitlerindendir. Hicri 260 tarihinde Kerh’de doğmuş, 340 tarihinde Bağdat’da vefat etmiştir. Özel, Ahmet, a.g.e.,s.32. )) bu görüşe katılmamış, bir ayetten az bile olsa cünüp, hayızlı ve loğusanın Kur’an okumasının caiz olamayacağını savunmuştur. Hidaye yazarı Merginâni ((Ebu’l Hasen Burhanuddin Ali b. Ebû Bekr b. Abdulcelîl el-Fergani el- Merginani er- Riştanî.Hicri 593 tarihlerinde yaşamış büyük Hanefi alimi ve müçtehit. Metinde geçen el-Hidaye adlı fıkıh kitabını 13 senede te’lif etmiştir. Özel, Ahmet, a.g.e.,s.57. )) Kâfî yazarı ((Hakimu’ş-Şehid Ebu’l-Fadl Muhammed b. Muhammed el-Mervezî el-Belhi, Büyük Hanefi alimlerinden olup hicri 241-334 tarihleri arasında yaşamıştır.”el-Kâfi” adlı eseri , İmam-ı Muhammed’in “Zahiru’r-Rivaye” diye anılan altı eserinden derlenerek te’lif edilmiştir. Daha sonra bu kitap Serahsi tarafından otuz cilt halinde şerh edilmiştir. Özel, Ahmet, a.g.e., s.32. )) ve Hanefilerden bir grup da bu görüşü tercih etmişlerdir.

İbrahim el-Halebi, Tahâvî’nin “cünüp, hayızlı ve loğusa olanlar bir ayetten azını okuyabilir.” sözünü şöyle yorumlar:

“Kişi uzun bir ayeti bölümlere ayırarak okumak isterse, okuyacağı her bir bölümün toplam üç kısa ayetten az olması gerekir. Meselâ bir ayetin Kevser Sûresi uzunluğunda bir bölümünü okursa Kur’an okumuş sayılır. Ama okuyacağı bölüm bundan, yani Kevser sûresinin tamamından daha kısa olursa Kur’an okumuş sayılmaz.”

Hülâsâ ((Hanefi fıkıh alimlerinden Hüseyin b. Muhammed es- Semenkani ( hicri 8. Asır.) tarafından yazılmış fıkıh kitabıdır. Özel, Ahmet, a.g.e., s.76. )) adlı kitapta Arapların konuşurken kullandıkları (……..)sümme nazar-(……..) lem yelid-(……..) ve lem yûled gibi kısa ayetleri de okumalarının caiz olduğu zikredilir.

Sevinçli bir haber duyulduğunda (……..)elhamdulillâh üzüntülü bir haber duyulduğunda (……..) inna lillâhi ve inna ileyhi râciun denmesinde, ya da Kur’an niyetiyle olmaksızın besmele çekilmesinde bir mahzur yoktur. Dua maksadıyla Fatiha Sûresi, ya da (……..) Rabbena âtina fi’d -dünya haseneten ve fi’l -âhireti haseneten ve kına azabe’n -nâr.âyeti kerimesi gibi dua ayetleri ya da Cenab-ı Hakkı övgü mahiyetinde onun yüce sıfatlarını belirten (……..)innallahe alîmun hakîm, (……..) ve hüve’l ganiyyu’l hamîd gibi âyetler de okunabilir.

Ayrıca Ebu Hanife’den, cünübün ağzını yıkadığı taktirde Kur’an-ı Kerim’i okumasının caiz olduğu görüşü de nakledilmiştir. ((Halebî, İbrahim, Halebî Kebir, İstanbul 1925, s.56 vd.))

Kur’an’ı abdestsiz okumanın caiz olduğu fakat bu amel için abdestli bulunmanın daha faziletli olduğu da belirtilmiştir ((Hattabi, a.g.e., c.2, s.305. ))

Hanefi Mezhebinin Delilleri:

Hanefi alimlerinin, hayızlı ve cünübün Kur’an-ı Kerim okumasının yasaklığına dair getirdikleri deliller, iki hadisten ibarettir. Bu hadisler Hz. Ali’nin “Rasûlüllah’ı (sallâllahu aleyhi ve sellem) cünüplükten başka hiçbir şey Kur’an okumaktan alıkoymazdı.” hadisiyle İbn Ömer’in “Cünüp ve hayızlı Kur’an okumaz.” hadisleridir. Söz konusu rivayetler hakkındaki değerlendirme yukarıda geçmişti.

Ancak hemen akla takılıveren bir soruyu burada dile getirmekte fayda var. Delil aldığı hadislerden birinde hayızlı ve cünübün Kur’an’a ait hiçbir şeyi okumayacağı ifade edilmesine rağmen Hanefi alimleri gusül abdesti olmayan bu kişilere “bir ayetten daha azını okuyabilir” şeklinde bir fetvayı nasıl vermişlerdir?

Bu sorunun cevabını Hanefi alimlerinden Kemâluddîn b. Hümam şöyle veriyor: “Bir âyetten daha az bir bölümün Allah (c.c) kelâmı mı, yoksa insan sözü mü olduğu pek anlaşılmaz. Bunun için namazda bir ayetten daha az okumak kıraat sayılmaz ve bununla namaz caiz olmaz. Namazda bir ayetten daha azı kıraat sayılmadığına göre namaz dışında da sayılmaz. Bu sebeple bir âyetten daha azını okumak caizdir.”

Alimlerden Kerhî hadisi yorumsuz ele aldığı için bir âyetten az bile olsa Kur’an’a ait bir şeyin okunmasına cevaz vermemiştir. ((Halebi İbrahim, a.g.e.,s.57. ))

Abdestsiz Kur’an-ı Kerim okumanın caiz olmasına da bu konudaki icmâ ve Hz. Ali’nin “Rasulullah’ı (sallâllahu aleyhi ve sellem) cünüplükten başka bir hiçbir şey Kur’an okumaktan alıkoymazdı.” hadisi delil getirilir. Akli yaklaşım ise: “Kişinin abdesti bozulduğunda abdestsizliği ağzına ulaşmaz, bunun için abdest alırken ağzın içini yıkamak farz değildir ve bu halde Kur’an okunabilir. Fakat cünüplük ağıza ulaşır. Cünübün Kur’an okuyamaması ve gusül abdesti alırken ağzını yıkamasının farz olması da bu sebepledir”şeklindedir. ((Hattabi, a.g.e., c.2.,s.305, Burhanuddîn el-Merginanî, el- Hidâye, K.Tahâre, Kahire, 1938, c.1, s.18. ))

B) ŞAFİÎ MEZHEBİ ((Mezhebin kurucusu İmam Muhammed b. İdris eş-Şafii’dir. Hicrî 150 tarihinde Askalan’da veya Şam beldelerinden Gazze’de doğmuş, 204 tarihinde Mısır’da vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun.))

Şafii mezhebinde cünüp ve hayızlının Kur’an’dan bir harf dahi okuması haram kabul edilmiştir. Okumaktan maksat, söylediğini kulağının işiteceği bir sesle okumaktır. Tabi burada kastedilen işitmeyle ilgili problemi bulunmayan bir kulaktır. İçinden okumaya bir mani yoktur. Kur’an okuma kasdı olmaksızın Kur’an’daki zikirleri de okuyabilir.

Kur’an’ı abdestsiz okumak ise caizdir.

Şafiî Mezhebinin Delilleri:

Bu konuya ait iki hadis bulunduğunu ve bu hadislerden birisinin Abdullah b. Seleme kanalıyla geldiği için İmam Şafii tarafından kabul edilmediğini söylemiştik. İmam Şafii de geriye kalan İbn Ömer’in (r.a) rivayet ettiği “Hayızlı ve cünüp Kur’an’dan bir şey okumasın.” hadisiyle amel etmiştir. Şafiiler bu hadisi hasen kabul ettiklerini de beyan ederler. ((Ahmed b.Hacer el- Heytemi, Tuhfetü’l-Muhtâc, y.t. yok, c.1, s.271.))

C) MALİKİ MEZHEBİ ((Mezhebin kurucusu İmam Mâlik b. Enes’dir. Hicrî 93 tarihinde Medine-i Münevvere’de doğmuş, 179 tarihinde yine Medine’de vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun.))

Maliki mezhebinde cünübün Kur’an okuması haramdır. Hayızlının ise unutma korkusu olsun olmasın kıraatte bulunması caizdir. Mushafa dokunmadıktan sonra ezber ya da bakarak okumak arasında fark yoktur. Malikî alimlerinden bu genel hükme iki ayrı istisnai durum ekleyenler olmuştur. Bunlar:

1 Hayızlı hayız hali bittikten sonra gusül abdesti alıncaya kadar kıraatten men edilir.

2- Hayızlıda hayzına ilâveten cünüplük de varsa Kur’an okumaktan men edilir. Bunun dışında hayzın bitmesiyle gusül arasındaki zaman dahil her zaman Kur’an okuyabilir, ifadeleriyle Maliki kitaplarında yer almıştır.

Kur’an’ın abdestsiz okunması caizdir. ((Muhammed el- Huraşî, (el-Huraşî veya Haraşî) alâ Muhtasarı Seydi Halîl, Dâr-ı Sâdır, Beyrut, c.1, s.209, Haşiyetü’ş-Şeyh Ali el- Adevi))

Maliki Mezhebinin Delilleri:

Maliki Mezhebi Hz. Ali’nin (r.a) “Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem)’ı cünüplükten başka bir şey Kur’an okumaktan men etmezdi.” hadisini delil alarak cünübün kıraatinin haram olduğunu söylemiştir.

Hayızlının kıraati konusunda diğer mezheplerden farklı bir görüş ortaya koyan Maliki Mezhebi, bu hususta hayızlıyı cünübe kıyas etmemiştir. Bunun sebebini büyük Maliki alimlerinden İbn Rüşd “İmam Malik bu fetvayı istihsan yoluyla vermiştir”, sözüyle açıklar. ((İbn Rüşt, Bidâyetü’l-Müctehit ve Nihayetü’l Muktesid, K. Tahâre, Kahire 1333, c.1,s.38.))

İstihsan nedir?

İstihsan: Zahiren kıyası bırakıp insanların ihtiyacına uygun olanı almaktır. Diğer bir ifade ile: Kolaylık için güç olanı terk etmek ve herkesin alışık olduğu işlerde, dini yönden bir müsaadeye bağlı kolaylık tarafını arayıp benimsemek demektir. ((Bilmen, Ömer Nasûhi, Büyük İslâm İlmihali, K. Kerâhe ve’l İstihsan, İstanbul 1990, s.435. ))

Bu tanım doğrultusunda Maliki mezhebinin izlediği yol daha net anlaşılabilir. Şöyle ki: Kur’an okumak isteyen bir cünüp gusleder ve okur. Fakat hayızlı için uzun süre temizlenme imkânı yoktur ve onun da Kur’an okumaya ihtiyacı vardır. Burada bir güçlük ortaya çıkar ki, bu güçlüğü kaldırmak için kıyas terk edilerek hayızlı cünübe benzetilmemiş ve onun Kur’an okumasına izin verilmiştir. Hayız hali sona erdikten sonra cünüple aynı hükümde olması ve yıkanıncaya kadar kıraatten men edilmesi bu halde cünüp gibi istediği zaman temizlenme imkânına sahip olması sebebiyledir.

D) HANBELİ MEZHEBİ ((Mezhebin kurucusu İmam Ahmed. B. Muhammed b. Hanbelî’dir. Şeyban kabilesine mensubtur. Aslen Mervez’lidir.Hicri 164 tarihinde Bağdat’da doğmuş, 241 tarihinde yine Bağdat’da vefat etmiştir. Bilmen Ömer Nasûhi, İslâm İlmihali, s.35.))

Hanbeli mezhebi de Hanefiler gibi hayızlı ve cünübün Kur’an’dan tam bir ayet okumasını haram kabul eder.

Hanbeli alimlerinden bir grup:”Elhamdülillah”,”Bismillâh” gibi Kur’an’dan olduğu anlaşılmayan zikirlerin Kur’an kastıyla olmadığı taktirde okunmasının caiz olduğunu. söylemiştir. Çünkü bunların Allah’ı (c.c) zikretmelerinin caiz olduğu ittifakla kabul edilmektedir. Zaten guslederken de Allah’ı zikretmeye ihtiyaç duyarlar, bunları söylemekten kaçınamazlar. Diğer bir grup da : Kur’an okumak kastedilsin edilmesin, bir ayetten az olan zikirler ile icaz hasıl olmayacağından bu gibi şeyleri okumanın caiz olacağı görüşünü savunurlar

İcaz: insanları benzerlerini yapmaktan aciz bırakan şey anlamındadır. Kur’an bir mucizedir. Ayetlerin her biri de bir mucizedir. Fakat bir ayetten daha azı mucize olmaktan çıkar. Çünkü buna benzer sözleri insanlar da söyleyebilir.

Kur’an-ı abdestsiz okumak caizdir.

Hanbeli Mezhebinin Delilleri

Hanbeli mezhebi bu konuda daha önce açıklanan Hz. Ali’nin (r.a), “Rasulûllah cünüplük dışında her durumda Kur’an okurdu” ve İbn Ömer’in (r.a) “Cünüp ve hayızlı Kur’an okumaz” hadislerini delil almış ve hadisler hakkındaki yorumlarını şu şekilde dile getirmiştir:

“İbn Ömer’in (r.a) rivayet ettiği hadisin ravileri içinde İsmail b. Ayyaş bulunmaktadır. Buhari: “Onun rivayeti ancak Şam ehlindendir” diyerek İsmail b. Ayyaş’ın Hicaz ehlinden yaptığı bu rivayeti zayıf bulmaktadır.

Bu hadis zayıf kabul edildiği taktirde elimizde sadece Hz. Ali’nin (r.a) “Rasûlüllah’ı (sallâllahu aleyhi ve sellem) cünüplükten başka bir şey Kur’an okumaktan alıkoymazdı”.” hadisi kalır. Bu hadiste hayızlıya bir yasaklama getirilmemiştir. Fakat biz hayızlıyı cünübe kıyas ederek onun da Kur’an okumasının haram olduğunu söyleriz. Çünkü ondaki hades, yani manevi kirlilik, cünübünkinden daha çoktur. Bu sebeple ona cinsel ilişki ve oruç haram kılınmış ve üzerinden namaz mesuliyeti düşürülmüştür. ((İbn Kudame, Muğnî, Mısır t.y.,c.1, s.144.))

E) ZAHİRİ MEZHEBİ ((Mezhebin kurucusu Ebu Süleyman Davud b.Aliyyü’l Isfahânî’dir. Hicri 202 tarihinde Kûfe’de doğmuş, 270 tarihinde Bağdat’da vefat etmiştir. Zahirilerin kavillerine, hilâflarına mutlaka itibar olunur. Ebu Mansûri Bağdadî’nin kanaati böyledir. Şafiilerce sahih görülen de budur. Bilâhare reyler, bu vecihle karargih olmuştur. Eimme-i müteahhirin , Davudi Zahirî’nin mezhebini kitaplarında irad etmişlerdir. Şeyh Ebu Hamid, Maverdî, Kadı Ebuttayyib gibi meşahir bu cümledendir. Bilmen, Ömer Nasûhi, Hukuki İslamiyye Kamusu, c.1, s.348 vd. ))

Zahiri mezhebinde cünüp, hayızlı ve abdestsizin Kur’an’ı Kerim okuması caizdir. ((İbn Hazm, el- Muhallâ, Beyrut 1984, K. Tahâre))

Zahiri Mezhebinin Delilleri:

Zahirilere göre, Kur’an okumak, mushafa dokunmak ve Allah’ı (c.c) zikretmek mendub ve ecri olan hayırlı işlerdendir. Bu hayırlı işlerin yapılmasına engel getiren varsa delil getirmek de ona düşer.

Cünübün kıraatini haram görenler, “Rasûlüllah’ı (sallâllahu aleyhi ve sellem) cünüplükten başka hiç bir şey Kur’an okumaktan alıkoymazdı.” hadisiyle amel etmişlerdir. Zahirîler bu hadisin söz konusu görüş sahiplerinin lehine bir delil olamayacağını belirtirler Çünkü Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) Kur’an okumaktan cünüplük nedeniyle kaçındığını ifade etmemiştir. Dolayısıyla başka bir sebeple kıraati terk etmiş olması da ihtimal dahilindedir. Ayrıca onlara göre hadiste bir nehiy, yasaklama da görülmemektedir. Rasûlüllah, şahsı adına cünüplük sebebiyle kıraatten kaçınmış olsa bile kimseyi böyle davranması konusunda uyarmamıştır. Allah Rasûlünün (sallâllahu aleyhi ve sellem), hiçbir zaman Ramazanın dışında tam bir ay oruç tutmadığını, on üç rekatten fazla gece namazı kılmadığını hiçbir zaman masada yemek yemediğini, dayanarak da yemediğini bilmekteyiz. Ramazanın dışında bir ay oruç tutmak, on üç rekâtten fazla teheccüt namazı kılmak, masada yemek yemek ya da dayanarak yemek bu mantığa göre haram mı kabul edilecektir? Böyle bir şey söylenemeyeceğine göre aynı manâyı ifade eden benzeri bir hadisten haram hükmünün çıkarılmasının sebebi sorgulanmalıdır. Zahirilere göre bu sadece Rasûlüllah’ın ( sallâllahu aleyhi ve sellem ) bağlayıcı olmayan bir davranışıdır.

Zahirîler hayızlı ve cünübün Kur’an okumasının haramlığını yansıtan eserlerin tamamının senedinin zayıf, sahih kabul edilebilecek özellikte olmadığını belirtirler. Ayrıca onlara göre sahih bile olsalar, bir ayeti ya da bir ayetten az bir bölüm okumayı caiz görenlere karşı delil olur. Çünkü yasaklama kabul ediliyorsa bu Kur’an’ın tamamı için olmalıdır. Kur’an’dan, sünnetten,icmadan, sahabe kavlinden, kıyastan ne de doğru olan görüşten hiçbirisinin desteklemediği cünüp, bir ayet veya bir ayetten azını okuyabilir ya da hayızlı okuyabilir, cünüp okuyamaz gibi sözler boş sözlerdir. Bir âyet şüphe yok ki Kur’an’dır. Ayetin bir bölümü de Kur’an’ın bir bölümü olur. Ayrıca bir ayeti okumayı mubah görmekle diğer ayeti okumayı mubah görmek arasında bir fark yoktur. Biri mubahsa diğeri de mubahtır. Bunu söyleyenler sahabe arasında ihtilâfın mevcut olduğu bilinmeyen bir konuda muhalif hareket ederek yanlış bir davranış içerisine girerler Bir de ayetlerin içinde (……..)ve’l fecr ((Fecr, 89 /1.)) ( ) müdhâmmetan ((Rahman, 55 / 64.)) gibi bir kelimelik olanları da vardır, borç ayeti ((Bakara, 2 / 282.)) gibi bir sayfalık olanları da. Borç ayetinin ayete’l kürsinin tamamını veya bir kısmını okumaya izin vererek (……..) “müdhammetan” gibi tek kelimelik “bir âyeti tam okumayacaksın demek” gerçekten tuhaftır denilmektedir.

Cünüple, hayızlıyı ayırarak hayzın müddeti uzun olduğu için hayızlıya kıraat izni vermek de bunun gibidir. Şayet onun Kur’an okuması haramsa müddetin uzaması ile helâl olmaz. Yok eğer helâlse, o zaman da süresinin uzun olmasını gerekçe göstermenin bir anlamı yoktur.”

Zahiri uleması, muhaliflerinin görüşlerine bu akli delillerle karşı çıkmıştır. Nakli deliller ise şöyle sıralanır:

Yunus b. Zeyd, Rebia’nın: “Cünübün Kur’an okumasında bir mahzur yoktur.” dediğini nakletmiştir.

Hammâd’dan nakledilmiştir:

Said b. Müseyyeb’e ((Tabiinin büyüklerinden bir zattır. Medine-i Münevvere’deki “Fukaha-i Seb’a “ dandır. Kendisine “Fakîhu’l- Fukaha” yani “fakihlerin fakihi” denilirdi. Hicrî 91 tarihinde vefat etmiştir.)) : “Cünüp Kur’an okur mu?” diye sordum. “Nasıl okumaz. Kur’an onun içindedir” diye cevap verdi.

Nasru’l Bahilî’den nakledilmiştir:

“İbn Abbas ((Rasûlüllah efendimizin amcası Hz. Abbas’ın oğludur. Kendisine ilminin çokluğundan dolayı bahr:deniz ve tefsire pek ziyade vukufundan dolayı “Tercümetü’l-Kur’an” ünvanı verilmiştir. Hicrî 68 tarihinde Taif’de vefat etmiştir. )) cünüpken Bakara sûresini okurdu.”

Hammad b. Ebi Süleyman’dan nakledilmiştir:

“Said b. Cübeyr’e ((Tabiinin büyüklerindendir. Tefsir, hadis, fıkıh ilimlerinde mütehassıs olmuştur. Hicrî 95 tarihinde vefat etmiştir.)) Kur’an okuyan cünübün durumunu sordum. Bunda bir mahzur görmedi ve dedi ki: ‘Kur’an onun içinde değil midir?’ ” ((İbn Hazm, el- Muhallâ, Beyrut 1984, K. Tahâre, c.1, s.96.))

E) DİĞER GÖRÜŞLER

Ele aldığımız konu muvacehesinde farklı bir yaklaşım ortaya koyan Zâhiri uleması bu görüşlerinde İbn Münzir, İbn Abbas ve Taberi gibi alimler tarafından da destek görmüştür.

En muteber hadis kitabımız olan Sahih-i Buhari’nin konuyla alâkalı bölümünde zikredilen hadis ve eserler de bu müçtehitlerimizi destekler mahiyettedir.

Bu hadis ve eserleri zihnî mesaimizle birlikte aktarıyoruz:

1- İbrahim en-Nehaî ((Kadîm ulema ve fukahadandır. Hz. Aişe validemize mülâkî olmuştur. Hicri 96 tarihinde vefat etmiştir. )) “Hayızlı kadının âyet (Kur’an) okumasında beis yoktur.” demiştir.

2- İbn Abbas cünübün kıraatte bulunmasında (Kur’an okumasında) bir mahzur görmemiştir.

3- “Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) zamanlarının tamamında (yani her halinde) Allah’ı zikrederdi.” ((Sahih-i Buhari, K. Hayz, 8.))

Açıklama: Zikredilen hadis, cünüp ve hayızlının Kur’an okumalarının caiz olduğuna delildir. Zira Peygamberimiz’in (sallâllahu aleyhi ve sellem) istisnasız her durumda Allah’ı zikrettiğini haber vermektedir. “Zikr” ile Kur’an İslâm literatüründe aynı anlamı taşırlar. Bu ikisinin ifade ettiği manâyı farklı değerlendirenler sadece insanlardır. Cenab-ı Hak ( )”Zikri biz indirdik ve onu biz muhafaza edeceğiz.” ((Hicr, 15/ 9.)) ayetinde olduğu gibi bir çok ayeti kerimede Kur’an’ı “zikir” olarak nitelendirmiştir.

Buhari’nin rivayet ettiği bu hadisi Müslim ve Ebu Davud da Hz. Aişe’den rivayet etmiştir. ((Müslim, Müsafirin, 139, Ebu Davud, Menasik, 45.))

Rasulüllâh’ın (sallâllahu aleyhi ve sellem) eşlerinin O’nun her halinde Allah’ı zikrettiğini haber vermesi Hz. Ali’nin hadisinin hükmünü ortadan kaldıracaktır. Çünkü Hz. Ali’nin Hz. Aişe gibi Rasulullah’ın bütün cünüplük hallerini tespit etmesi mümkün değildir. Belki onun tesâdüf ettiği zamanlarda Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) cünüplükten bir an önce temizlenmek amacıyla Kur’an okumaktan veya onlara okutmaktan kaçınmış olabilir.

4- Ümmü Atiyye’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: Biz hayızlı kadınlara (namazgâha) çıkmamız, mü’minlerle birlikte tekbir almamız ve dua etmemiz emrolundu. ((Sahih-i Buhari, K. Hayz, 8.))

Açıklama: Cenab-ı Hakk A’raf Sûresi 180. âyette şöyle buyuruyor: “Allah’ın güzelisimleri vardır. O’na bu isimlerle dua edin.”

Esma binti Zeyd’den (r. anha) rivayet edildiğine göre Rasulûllah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Allah’ın İsmi Azam’ı şu iki ayettedir: (……..) ((Bakara, 2 / 163. )) “Sizin tanrınız tektanrıdır; Rahman ve Rahim olup O’ndan başka tanrı yoktur.” Bir de Âl-i İmran Sûresinin başlangıcı: (……..) “Elif, lâm, mîm. Allah, kendisinden başka tanrı bulunmayan Hayyve Kayyum’dur.” ((Tirmizi, B. Dua , 3705.))

Bu hadis hasen-sahih olup bir hanım tarafından rivayet edilmiştir. Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) efendimizin “Allah’ın güzel isimleri vardır. O’na bu isimlerle dua edin” ayetini bildiği halde kadınlara, Cenab-ı Hakkın isimlerinin hangi ayetlerde bulunduğunu açıklamaktan çekinmemesi ve hiçbir sınırlama getirmeden dua etmelerini emretmesi kadınların bu hallerde Kur’an okumasının helâl olduğu sonucunu doğurmaktadır.

5- İbn Abbas’ın şöyle söylediği rivayet edilmiştir: “Bana Ebu Süfyan haber verdi ki; Herakliyus, Peygamberin mektubunu istemiş ve okumuştur. Bu mektupda: “Bismillahirrahmanirrahim. Ey kitap ehli: Hepiniz bizimle sizin aranızda müsavi bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına tapmayalım, O’na hiçbir şeyi ortak tutmayalım. Allah’ıbırakıp dakimimiz kimimizi Rabb’ler edinmeyelim.” ((Al-i İmran, 3 / 64.)) sözleri vardır”. ((Sahih-i Buhari, K. Hayz, 8.))

Açıklama: Yüce kitabımız Kur’an’ı Kerim’in muhtelif birçok ayetinde mü’minlere Allah yolunda cihad emredilmiş, Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) efendimiz her fırsatta ümmetini cihada teşvik ederek, Allah yolunda cihad etmenin önemini beyan buyurmuşlardır. Hatta bir hadis-i şerifte:”Cihâda iştirak etmeden ve cihad niyeti taşımadanölen, bir çeşit nifak üzere ölmüştür.” ((Müslim, İmare,158, Ebu Davud, Cihad, 2502.)) buyurulmaktadır.

Dinimizin ısrarla emrettiği ve bu emri yerine getirmekten geri kalanların ağır bir şekilde tehdit edildiği bu “cihad” nedir? Savaş meydanlarında mücadele vermek, ölmek, öldürmek, ya da gazi olmakla sınırlı bir fiil midir?

Cihad: İnsanların davranışlarını öncelikle İslâm’a göre tanzim etmesini sağlamak amacıyla verilen kutsi bir mücadeledir. Bu mücadele yerine göre bazen canla, bazen malla ve bazen de dille yapılır. Nitekim Peygamberimiz (sallâllahu aleyhi ve sellem): “Mallarınız, canlarınız ve dillerinizle müşriklere karşı cihad ediniz” ((Ebu Davud, Cihad, 2504.)) buyurmaktadır. Kendisi dille yapılan cihad konusunda da ümmetine örnek olmuş, İslâm’a daveti Kur’an okuyarak, Kur’an’dan ayetleri insanlara duyurarak yapmıştır. Çünkü Kur’an okunup anlaşılmadan sağlıklı bir müslümanlık söz olamaz. Ayrıca insanları İslâm’a çağırırken yapılacak en önemli iş onlara Kur’an okuyup anlamalarını sağlamaktır.

Durum böyle iken tebliğ için şart olan ilmi, yani Kur’an’ı öğrenmeye belki daha da güzeli ezberlemeye ya da öğretmeye çalışan ve bu şekilde cihada iştirak etmek isteyen müslümanların karşısına çıkan ve onları, tek dayanakları Kur’an’dan uzaklaştıran bu büyük engel nedir? Bir insan cünüp iken canıyla cihadda bulunabildiği ve bu durumda öldüğü taktirde Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) tarafından müjdelendiği halde diliyle cihad yapamayacak mıdır? Hayızlı kadın her ayın bir haftası, belki daha da uzun bir vakit İslâm’ı tebliğ görevinden geri mi kalacaktır?

Denilir ki Kur’an okuması şart değil, tebliğ yapmak istiyorsa İslâm’ı kendi cümleleriyle de anlatabilir.

Şüphesiz ki İslâm dinini en iyi bilen ve uygulayan tek kişi Allah’ın Rasûlüdür ve bu yüce insan, müşriklere İslâm’ı tebliğ amacıyla yazdığı mektupta muhataplarının hem kâfir, hem de cünüp olduğunu ve bu mektubu da okuyacaklarını bildiği halde onlara İslâm’ı kendi sözleriyle değil Cenab-ı Hakkın kelâmıyla anlatmıştır. Dolayısıyla kendisine peygamberi “usve” (örnek) edinmiş bir müslümanın peygamberine muhalif hareketi tasavvur edilemez.

Bu konuda ortaya atılmış başka itirazlar da olmuştur. Meselâ: “Herakliyus kâfirdir. Kur’an’ın hürmetine inanmaz ve gusülle de mes’ul değildir. Bunun için Kur’an’ı okumasında bir sakınca yoktur.” denilmektedir.

Kur’an’ı hayızlı ve cünübün okumasının yasaklanmasının sebebi, Kur’an’ın pis bir ağız tarafından okunmasının engellenmesi ve bundan dolayı Kur’an’a karşı oluşacak bir saygısızlığın ortadan kaldırılması ise, kâfirin ağzı bu kişilere karşı kıyas kabul edilmeyecek derecede pistir. Zira pisliği Kur’ani nass ile tescil edilmiştir. Kâfir Kur’an’ı kirli olarak okumaktan sorumlu olmasa bile kâfire onu okutan, yani ayetleri ona gönderen Kur’an’a yönelik bir saygısızlığa sebeb olduğu için sorumlu olacaktır. Rasûlüllah (sallâllahu aleyhi ve sellem) bu ayetleri ona göndermişse, bu durum kâfirin ve dolayısıyla gusülsüz kimselerin de Kur’an okumasının caiz olduğunu gösterir.

Allah Rasûlünün Herakliyus’a gönderdiği mektup doğruluğunda şüphe olmayan ve aslı halen Topkapı Sarayı’nda bulunan bir mektuptur. Buhari şerhi Fethu’l -Bâri kitabının yazarı olan Kastalani’nin de dediği gibi söz konusu mektup, cünüp ve hayızlının Kur’an okumasının caiz olduğuna dair açık bir delildir.

6- Ata b. Ebi Rebah Cabir (r.a)’in şöyle dediğini rivayet etmiştir. Ayşe hayız olduğunda Kâbeyi tavaf hariç bütün hac fiillerini yapmıştı. Bir de namaz kılmıyordu.

Açıklama: Hac fiilleri tavaf, namaz gibi dua ve zikri de içine almaktadır. Ravî “Allah’ı zikretmedi” şeklinde bir tabir kullanmadığına göre Hz. Aişe (r. anha) hayızlıyken Kur’an da okumuş olabilir. Çünkü daha önce açıklandığı gibi şeriatte Kur’an ve zikir aynı anlamı taşımaktadır. Nitekim Kur’an okuyan birisine hiç kimse sen Kur’an okuyorsun, Allah’ı zikretmiyorsun diyemez.

7- Hakem b. Uteybe: Ben cünüp iken hayvan keserim. Allah da “Üzerlerine Allah’ın ismi anılmayanlardan yemeyin; çünkü bu muhakkak bir fısktır.” buyuruyor.

Açıklama: Cenab-ı Hak: “Üzerlerine Allah’ın ismi anılmayanlardan yemeyin” buyurmaktadır. Bir kimse Kur’an’dan bir ayet okuyarak da Allah’ın ismini anabilir. Buna da herhangi bir yasak getirilmemiştir.

Buharî’nin şerhi Fethu’l- Bâri sahibi şöyle der:

“Hayızlı ve cünübün Kur’an okumasının yasaklığına dair rivayet edilen hadisler her ne kadar başkaları tarafından delil kabul edilse de Buhari tarafından sahih görülmemiştir. Zaten söz konusu hadisler te’vil edilir durumdadır”

Bu hadisler başka nasıl yorumlanabilir?
İlk önce Hz. Ali’nin (r.a) “Rasûlüllah’ı (sallâllahu aleyhi ve sellem) cünüplükten başka hiçbir şey Kur’an okumaktan alıkoymazdı.” hadisini ele alalım.

Bu hadis sahih olsa bile, sadece Hz. Peygamberin bir fiilini anlatmaktan ibarettir. İçinde bir emir ya da yasaklama bulunmamaktadır. Zaten Hz. Ali’nin (r.a) Rasulullah’ın (sallâllahu aleyhi ve sellem) bütün cünüplük hallerini tesbit etmesi mümkün de değildir.

Kitaplarımızda sarımsak, soğan yiyenlerin mescide gelmelerinin adaba uygun olmadığı zikredilir. Oysa ki Hz. peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem), müslümanları kokulu yiyecek yedikten sonra mescide gelmemeleri hakkında defalarca uyarmış, hatta bu gibi şeyleri yiyenleri mescitten çıkarıp Baki mezarlığına göndermiştir.

Hz. Peygamber’in (sallâllahu aleyhi ve sellem) bu derece sert bir şekilde yasakladığı bir şeyi yapmak âdaba aykırı kabul edilirken, hiç emretmediği, ya da yasaklamadığı bir fiili işlemeyi haram saymak ne derece doğru olur? Üstelik bu hadiste hayızlıdan hiç bahsedilmemektedir. Hayızlıyı cünübe kıyas etmek ve sen de ömrünün büyük bir bölümünde Kur’an-ı Kerim’den uzak kalacaksın demek için elimizde ciddi deliller bulunması gerekir. Zira bu sözümüzle bir çok hafızın yavaş yavaş Kur’an’dan uzaklaşarak hıfzını unutmasına veya kadınların Kur’an-ı Kerimi öğrenmeye olan heveslerinin kırılmasına sebep oluruz. Bu da az bir sorumluluk değildir.

Gelelim “Hayızlı ve cünüp Kur’an okumaz”hadisine

Dikkatle incelenirse cünüp ve hayızlıya kesin olarak yasaklanan ibadetler namaz ve tavaftır. Bunlar farz olan ibadetlerdir. Yani haram sözü farzın karşıtıdır. Kur’an okumak ise sünnettir. Sünnet bir ibadette yapılan yasaklama ya mekruhluk ya da efdaliyet ifade etmekten öteye gitmeyecektir.

Ayrıca hayızlıya getirilen bir yasağı Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) efendimizin kendi eşlerine veya mü’min hanımlara değil de, sadece bir erkeğe söylemesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.

İKİNCİ BÖLÜM
ABDESTSİZ KUR’AN’A DOKUNMAK

I. Kur’an’a Abdestsiz Dokunulması:

Abdestsiz kişilerin Kur’an’a dokunmasının hükmü ile alâkalı müçtehitlerin ortak bir görüşü bulunmamaktadır. Zira – sıhhati tartışılmış da olsa- meselenin cevazı ya da haramlığını yansıtan deliller mevcuttur. Bu deliller inşaallah detaylarıyla ileride incelenecektir.

II. Kur’an’a Boy Abdesti Olmadan Dokunulması:

Alimler Kur’an-ı Kerime dokunma konusunda abdest şartını ele alırken abdestsizlik ile boy abdestsizliği arasında bir ayırım gözetmemişlerdir. Dolayısıyla abdestsiz kişinin Kur’an’a dokunması hakkında oluşan ihtilaf boy abdesti olmayanlar hakkında da tekerrür etmiştir. İhtilafın sebebi bu konuda esas alınan ayet ve hadislerin biraz kapalı oluşudur.

Konuyla İlgili Deliller:

Kur’anla abdest arasında bir irtibat ihtimalini gündeme getiren deliller şöyle nakledilir:

Cenab-ı Hakk buyuruyor ki:

(arapça metin)

“Şüphesiz O şerefli bir Kur’an’dır. Korunmuş bir kitaptadır. O’na temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz.” ((Vakıa,56 / 77,78,79.))

Rasulûllah (sallâllahu aleyhi ve sellem) Yemen’de bulunan Amr b. Hazm’a yazdığı mektupda şöyle buyurmuştur: “ Kur’ an’a temiz olandan başkası dokunamaz. ((Hakim el-Müstedrek, tarih ve yer yok, K.Zekât, c.1, s.395 vd. 8))

Cenab-ı Hakkın Vakıa suresinde “ O’na temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz”. âyetiyle kastettiği “temizlik” vasfından kasdın ne olduğu ; bu vasıfdan uzak kişilerin dokunamayacağı şeyin elimizde bulunan mushaflar mı yoksa Kur’anın da içinde saklı bulunduğu gökyüzündeki kitap “Levh-i Mahfuz” mu olduğu; haber cümlesiyle ifade edilmiş bir ayete emir anlamı yüklemenin caiz olup olmadığı alimlerin düğümlendiği üç ayrı nokta olmuştur.

Tefsîr-u Taberî ve Tefsîr-u Kurtubî’de İbn Abbas’ın “korunmuş kitab”ı “gökyüzündeki kitap” , “temiz olanlar”ı da “melekler” olarak tefsir ettiği rivayet edilmiştir. Ayrıca Enes, Mücahid, Said b. Cübeyr, Ebu Nehik, Ebu’l-Aliye, Katade, Cabir b. Zeyd, Kelbi’nin de bu görüşte olduğu kaydedilmektedir. ((Taberî, Tefsir-u Taberi, Beyrut 310 h.,Vakıa suresinin tefsiri, c.11,s.660 vd.; Kurtûbi, Tefsir-u Kurtûbi, Beyrut 1408 h.,Vakıa suresinin tefsiri, c.17, s.145.))

Katade: “Cenab-ı Hakkın yanında bulunan kitaba sadece temiz olanlar dokunur. Ama dünyadaki kitaba pis olan mecusi de, münafık da dokunabilir.” yorumunu yapmıştır. ((İbn Kesir, Tefsir-i ibn. Kesir, Vakıa 79’un tefsiri. ))

Ferra ise: “O’nun faydasını, bereketini, tadını ancak temiz olan, Kur’an’a inanan kişiler anlar”. demiştir. ((Kurtubî, Tefsir-i Kurtubi, Vakıa 79’un tefsiri. ))

Hüseyin b. Faddal buna: “O’nun tefsirini ve te’vilini (yorumunu) ancak Allah’ın şirkten ve nifaktan temizlediği kişiler bilirler” yorumunu eklemiştir.

Diğer bir grup alim de “korunmuş kitab”ı elimizde bulunan mushaflar, “temiz olanlar”ı da, “cünüplükten ve abdestsizlikten arınmış olanlar olarak” yorumlamışlardır. ((İbn Kesir, Tefsir-i İbn Kesir, Vakıa 79’un tefsiri.))

(Arapça metin)

“Temizlik” kelimesinin şumûlü bağlamında aynı ihtilâfların zuhur ettiği İbn Hazm’ın hadisi üzerinde buna ilâveten bir de sıhhat değerlendirmeleri yapılmıştır.

Hadisin ravi ve metin kritiği şöyledir:

“Zühri”yi, Ömer b. Abdulaziz zamanındaki alimler güvenilir buldular. Yahya b. Muin ravilerden “Süleyman b. Davud el- Havlani”nin,aleyhinde konuşmuştur. Abdurrahman b. Ebi Hatem bab–asının, Muhammed b. Ebu Hatem’de Ebu Zur’a’nın onun hakkında “bir zararı yoktur” ifadesini kullandığını söylemişlerdir. Ahmed b. Hanbel ve diğerleri bu zatın güvenilir olduğu görüşündedirler. Hadisin başka tarikten rivayetinde Süleyman b. Erkam bulunmaktadır. Nesei, onun hadislerinin metruk ((Yalancılıkla itham edilmesi , aşırı yanılması, fazla gafleti veya açık fasıklığı gibi bir nedenle zayıflığı hakkında icma edilen bir ravinin tek başına rivayet ettiği hadistir. Hatiboğlu, Haydar, Sünen-i İbn Mace Tercemesi ve Şerhi, İstanbul 1982, c.1, s.xxxvıı.)) olduğunu, kabul edilemeyeceğini söylemiştir. İbn Rüşd İbn Hazm’ın hadislerinin “musahhah” (bazı harflerinin yerlerinin değiştirilmiş ) olması sebebiyle alimler arasında ihtilâfa sebep olduğunu söylemiştir. ((İbn Rüşd, a.g.e.,K. Tahâre, c.1,s. 32.)) Müteahhirinden bir grup huffaz (hadis hafızları); hadisin her ikisi de zayıf görülen iki ravi üzerinde dönüp dolaştığını, tercih edilen ravinin Süleyman b. Erkam olarak takdim edildiğini, ancak onun da metruk rivayetleri sebebiyle hadislerinin kabul edilemeyeceğini beyan etmişlerdir. ((Cemâluddin Ebi Muhammed Abdullah b. Yusuf (v.562 h.), Nasbu’r-Raye, Kahire 1357 h., K.Zekât,c.2, s.340.))

Söz konusu mektubun “Kur’an’a temiz olandan başkası dokunamaz” ibaresinin bulunduğu bölümünü Hakim tahric etmiştir. Mektubun isnadının sahih olduğu savunan Hakim :”Bütün çabalarıma rağmen bu mektubu şerhsiz hiçbir yerde bulamadım, mektup bana insanlar tarafından yapılan açıklamalarıyla metinle şerh birbirine karışmış olarak ulaştı.” diyerek “sahih”lik ifadesinde ciddi bir çelişki göstermiştir. ((Hakim, a.g.e., c.1, s.395.)) “Nasbu’r Raye’ adlı eserde Ebu Davud’un bu mektubu “Merasil”inde ((Merâsil: Rasulûllah’ı (sallâllahu aleyhi ve sellem) görmeyen tabiinin sahabe ismi zikretmeksizin “Rasulûllah şöyle buyurdu.” diyerek rivayet ettiği hadislerin bulunduğu kitap.)) zikrettiği kaydedilmektedir. Ancak Nasbur’r-Raye’nin haşiyesi Buğyetu’l- Elmai fi Tahrici’z- Zeylâi Ebu Davud’un “Merasili”nde bu mektubun bulunmadığını haber vermektedir. ((Abdullah b. Yusuf, Cemaluddin Ebi Muhammed,a.g.e., c.2, s.340.)) Ve yine mektubu Nesei’nin de tahric ettiği belirtilmesine rağmen Nesei’de sadece sadakalarla (zekâtla) ilgili izahlar bulunan bir mektup bulunmakta “Kur’an’a temiz olandan başkası dokunamaz” gibi bir ibare yer almamaktadır. Dolayısıyla Hakim’le Nesei’nin rivayetleri farklılık arzetmektedir. Ahmed b. Hanbel ise mektubun diğer kısımlarının değil sadece sadakalarla (zekâtla) ilgili bölümün sahih olduğuna dikkat çekmiştir.

A) HANEFİ MEZHEBİ

Hanefi mezhebinde cünüp, hayızlı ve abdestsizin mushafa dokunması haramdır. Mushafdan tamamen ayrı, ona yapışık, bağlı veya dikili olmayan kılıfı ile tutmaya izin verilmiştir. Bu kişilerin üzerinde tam bir ayet yazılı olan kağıda, paraya veya levhaya dokunması da haram kabul edilmiştir. Mushafı kılıfı, paraları da kesesi ile tutabilirler denmektedir. ((Halebî, İbrahim, a.g.e., c.1, s.58 vd.)) “Kâfi” yazarı kabın bitişik veya ayrı olmasını zikretmeyip sadece kılıfı ile tutabilir demiştir. ((MÜLTEKA)) Buna göre herhangi bir şarta bağlı kılınmaksızın Kur’an’ın cildine dokunmak caiz olmaktadır.

Mushafı elbisenin kolu ile tutmayla ilgili olarak iki ayrı görüş zikredilir:”Hidaye” yazarı Merginani mushafa yen (elbisenin kol ağzı) ile dokunmanın mekruh olduğunu, sahih olan görüşün de bu olduğunu savunurken, Mevsılî, “El- İhtiyar” adlı kitabında bunun bir sakınca arzetmediğini belirtmiştir. Müçtehitlerin çoğu da bu görüştedir. ((el-Merginani, Burhaneddin, el-Hidaye, K.Hayz, Kahire, 1356, c.1,s.18, el-Mevsıli, Mahmud b. Mevdud, el-İhtiyar, K. Tahâre, İstanbul 1989, s.13.)) Kişinin üzerinde bulunan ve onunla birlikte hareket eden her kumaş parçasının elbisenin kolu hükmünde olduğu da beyan edilmektedir. ((İbn Hümam, Kemaluddin, a.g.e.,c.1,s.117.))

Ebu Hanife’den cünübün elini yıkadığı taktirde Kur’an’a dokunmasının caiz olduğu görüşü rivayet edilmiştir. Sahih olan ise cünüplükten tamamen temizlenmeden Kur’an’a dokunmanın haram olmasıdır. ((Halebi, İbrahim, a.g.e.,c.1,s.58 vd.))

İmam Ebu Yusuf’a göre cünüp, hayızlı ve abdestsizin kişilerin Kur’an’ı yazmalarında bir sakınca yoktur. İmam Muhammed ise; yazmamalarının daha güzel olacağını söylemiştir. ((el-Kâsâni, Ebu Bekr b. Mes’ud , Bedayiu’s-Sanai, Lübnan ts., c.1, s.37 vd.))

Ebu Yusuf’un; “Kur’an’ı yazmalarında bir sakınca yoktur” sözünü Hanefi alimlerinin açıklamaları farklı boyutlarda olmuştur.

Bir grub: “Kur’an yazılırken el ile levha arasına bir engel konur, ve elin levhayla teması engellenebilirse Kur’an’ın yazıya dökülmesinde bir mahzur olmaz,fakat böyle bir engel bulunmadan yazmak caiz değildir”.derken diğerleri de; “mekruh olan yazıya dokunmaktır, yazısız bölüme dokunabilir”.demişlerdir. ((Halebi, İbrahim, a.g.e.,c.1,s.58 vd.))

Kur’an’ın tercümesi ve tefsirine dokunma hakkında Hanefi kitaplarında haramlığı ((el-Kâsânî, a.g.e.,c.1,s.37 vd.)) -mekruhluğu ve cevazına yönelik üç ayrı görüşe rastlanmaktadır. Ebu Hanife’nin fetvası ve esah (daha doğru kabul edilen) görüş. Kur’an’ın tercüme ve tefsirine dokunmanın caiz olmasıdır.

Kur’an’ın tercüme ve tefsirine dokunma konusunda oluşan ihtilâf hadis ve fıkıh kitapları için de söz konusu edilmiştir. İmameyn bu tür kitaplara dokunmanın mekruh olduğunu savunurken, İmam Ebu Hanife cevazına yönelik fetva vermiştir. Burada da esah olan görüş Ebu Hanife’nin görüşüdür.

Tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarına çıplak elle dokunmanın mekruh olduğunu söyleyenler elbisenin kolu ile dokunmaya izin vermişlerdir. ((Halebî,İbrahim,a.g.e.,c.1,s.58 vd.))

Ebu Yusuf, kâfirin de Kur’an’a dokunmasının haram olduğunu söylerken, İmam Muhammed guslettiği taktirde dokunabileceğini belirtmiştir. ((el-Kâsâni, a.g.e., c.1, s.37.))

Çocuklara Kur’an-ı Kerimi veya üzerinde Kur’an yazılı bir levhayı vermek mahzurlu görülmemiştir. ((Halebî, İbrahim, a.g.e.,c.1,s.58 vd.))

Mushafın yangın, sel gibi bir afette zayi olması tehlikesi karşısında, yahut kâfirlerin İslâm memleketini işgal etmesi halinde ya da pis yere atılmış olan bir mushafı kurtarmak niyetiyle abdestsizin, hatta cünübün onu taşıması vacibdir. Mushafın saygınlığı bunu gerektirir, denilmektedir. ((Hattabî, a.g.e.,c.2,s.304.))

Hanefi Mezhebinin Delilleri:

Hanefi alimleri bölüm girişinde hakkındaki ihtilâflardan bahsedilen Vakıa Sûresinin 77-78 ve 79. ayetleri olan(Arapça)” O şerefli Şüphesiz bir Kur’an’dır. Korunmuş bir kitaptadır. O’na arınmış olanlardan başkası dokunamaz.” kelâm-ı ilahisini delil almışlardır. Onlara göre “O’na arınmış olanlardan başkası dokunamaz” ayetinde Cenab-ı Hakkın (â) zamiri O’na ifadesi ile kastettiği şey ya “Levhi Mahfuz” ya da elimizde bulunan mushaflardır. Fakat her ne şekilde olursa olsun sonuç aynıdır; mü’minlerden istenen Kur’an’a abdestsiz dokunmamalarıdır. Çünkü ayet-i kerime Kur’an’ı övmek için nazil olmuştur. Kur’an yücedir ve temiz olmayanlardan korunmuştur. Bundan Kur’an’a saygı göstermenin vücûbiyyeti ve korunmasının gerekliliği anlaşılır. Kur’an’a abdestsiz dokunmak ta’zim sayılmaz ve temiz olmayanın dokunmasından da onu korumak gerekir. ((el-Kâsânî,a.g.e., c.1, s.33 vd., Halebi, İbrahim, a.g.e.,s.58 vd.)) Velhasıl bu ayeti kerime kendisiyle nehiy (yasaklama) murad edilmiş haberdir. Amr b. Hazm’ın “Kur’an’a temiz olandan başkası dokunamaz” hadisi Hanefilerin ayete bu yorumla yaklaşmalarında önemli bir etken olmuştur.

Hanefi alimleri bir ayet ve hadisten oluşan nakli delillerini sıraladıktan sonra Kur’an’ı yen ile tutmanın mekruhluğuna dair verilen fetvayı şu akli delile dayandırarak açıklarlar:

Kişinin Kur’an’a dokunmasının hükmü ne ise üzerinde bulunan ve onunla birlikte hareket eden şeylerin hükmü de aynı olmalıdır. Çünkü elbise sahibine tabidir. Tabi olana ise ayrıca hüküm verilmez. Nitekim bir kişi yerde oturmayacağım diye yemin etse de üzerindeki elbise ile otursa yeminini bozmuş olur. Ve yine namaz kılarken yerde bulunan necasetin üzerine elbisenin kolunu yaysa namazı caiz olmaz. ((İbn Hümam, a.g.e.,c.1,s.117.))

Bu izahlardan sonra ister istemez akla gelen bir soru vardır. “Tabi olanın hükmü farklı verilmiyorsa Kur’an’a el ile dokunmak haram kabul edilirken niçin yen ile dokunmanın hükmü mekruhtur?”

Bu soruya maalesef Hanefi kitaplarında açık ve net bir cevap bulunamamaktadır. Fakat bilinen bir gerçek var ki; Hanefi kitaplarında kayıtsız olarak zikredilen mekruhluk ifadesi harama yakınlığı gösterir. Yani bu meselenin hükmü “mekruhtur” denildiğinde onun hükmünün tahrimen mekruh olduğu anlaşılır. Şayet tenzihen mekruh ise bu açık bir şekilde belirtilir. Bu konudaki hükmün haram değil de ”mekruh” ifadesiyle ortaya konmuş olması muhtemelen delilin kuvvetli olmamasından kaynaklanmaktadır.

Kur’an’a yen ile dokunmanın caiz olduğunu söyleyenler yenin, yani elbisenin kolunun bir engel teşkil ettiğini, yasaklanan “mess” (dokunma) olayına mani olduğunu söylemişlerdir. Bunun gibi Kur’an’a yapışık dahi olsa cildinin kişi ile Kur’an arasında engel oluşturması sebebi ile ciltli Kur’an’lara da dokunmanın caiz olduğunu belirtmişlerdir.

Fıkıh, tefsir, hadis kitaplarına dokunmayı mekruh kabul edenler;bu kitaplarda ayet bulunacağını,dolayısıyla kitaba dokunanın ayete dokunmuş sayılacağını belirtmişlerdir. Fakat bu tür İslâmî ilimleri ihtiva eden kitaplara dokunmaya duyulan şiddetli ihtiyaç ve bu kitapların Kur’an-ı Kerim gibi ezbere okunabilir bir özellikte olmaması onlara zaruret icabı yen ile dokunulmasını caiz hale getirmiştir.

İçinde ayet yazılı kitaplara dokunmayı şartsız olarak caiz gören Ebu Hanife kitapların içinde bulunan ayetlerin o kitaba ait olduklarını ve bu tür kitaplara da Kur’an denmediğini, yasak olanın ise Kur’an’a dokunmak olduğunu belirtmiştir. Bu görüşe göre içinde ne kadar çok ayet bulunursa bulunsun Kur’an ismini taşımayan her kitaba dokunulabilir. ((Halebi, İbrahim, a.g.e., s.58 vd.))

B) ŞAFİİ MEZHEBİ

Şafiiler; cünüp hayızlı ve abdestsizin Kur’an’ı Kerim’e dokunmasının haram olduğu görüşündedirler. Kur’an’ı Kerim’in yazısız yapraklarına, kendisine bitişik kılıfına, hatta kendisinden ayrı fakat onun için hazırlanmış ve içinde Kur’an bulunan çanta ve sandığa dahi dokunulması haramdır. Bu çanta ve sandık Kur’an’ın haricinde şeyler de konma düşüncesiyle hazırlanmışsa o zaman dokunulabilir.

Kur’an öğretmek için yazılmış olan kitaplara , içinde bir ayetin anlamlı bir bölümü bulunuyorsa dokunmak haramdır.

Üzerinde bir ayet ya da sûre yazılı paralara dokunmak caizdir.

Kur’an ve ondan başka bir kitap bir cilt altında toplansalar, cildin her iki tarafına da dokunmak haram olur.

Abdest almaya, hatta teyemmüm dahi yapmaya gücü yetmeyen kişi, Kur’an’ın pisliğe bulaşmasından, yanmasından ya da düşman eline geçmesinden korkar, emanet edeceği birisini de bulamazsa onu taşıyabilir ve üzerine oturabilir. Sadece zayi olmasından korkarsa taşıyabilir fakat üzerine oturamaz. Çünkü üzerine oturmak daha kötü bir harekettir. Çalınma korkusu bulunmadığı taktirde değerli ilim kitaplarının üzerine oturmak da haramdır.

Şafii Mezhebinin Delilleri:

Şafiiler bu konuda rivayet edilen Amr b. Hazm’ın: “Kur’an’a temiz olanlardan başkası dokunamaz”. hadisini sahih kabul ettiklerini beyan etmişler ve onunla amel etmişlerdir.

İçinde Kur’an bulunan Kur’an için hazırlanmış sandık veya bohçaya dokunmak ise Kur’an için hazırlanmış şeylerin onun cildi yerine geçeceği düşüncesinden yola çıkılarak haram kılınmıştır.

Üzerinde sûre veya ayet yazılı paralara dokunmanın caiz olmasının sebebi; bunlar ders ya da ezber için paranın üzerine yazılmamıştır, bu nedenle Kur’an hükmü para üzerinde cereyan etmez şeklinde açıklanmıştır. ((el-Heytemî, Ahmed b. Hacer, a.g.e., c.1, s.145.-153.))

C) MALİKİ MEZHEBİ

Maliki mezhebinin abdestsiz Kur’an’a dokunmayla ilgili hükmü Kur’an okumayla ilgili hükmüyle paralellik arzetmektedir. Malikîler diğer meşhur üç mezhepden farklı olarak öğrenci, öğretmen ya da Kur’an’ı yerine kaldırma ihtiyacı duyan hayızlı ve abdestsiz kişilerin Kur’an’a dokunmasına izin vermişlerdir. Onlara göre Kur’an’dan bir ayete bakmaya ihtiyaç duyan kimse de talebe hükmündedir.

Hayızlı veya abdestsiz olanlar eğitim için ellerinde bulundurdukları levhaya (kitaba) dokunabilirler. Öğretmen talebelerin levhalarına, öğrenci ise sadece kendi levhasına dokunabilir.

Malikî alimlerinden Acc öğrenci ve öğretmen konumunda bulunan hayızlı kadında cünüplük de bulunursa, cünüplükten temizlenmeden Kur’an’a dokunması caiz değildir demiştir. Ali el -Adevi ise, hayızlının cünüp olup olmadığı önemli değildir diyerek verilen fetvayı genellemiş ve her durumda dokunmanın caiz olduğunu belirtmiştir.

Çocukların Kur’an’a dokunmak için abdestli olmaları farz değildir. ((el-Huraşî veya Haraşî alâ Muhtasarı Seydi Halîl,Dar-ı Sâdır, Beyrut ts., c.1, s.161.Hamişindeki kitap: Haşitetu’ş-Şeyh Ali el-Adevi; İbn Rüşd, a.g.e.,c.1, s.42.))

Malikî Mezhebinin Delilleri:

Malikîler cünübün, talebe ve hoca konumunda bulunmayan hayızlı ve abdestsizin Kur’an’a dokunmasını Cenab-ı Hakkın “O’na temiz olanlardan başkası dokunamaz” kavli şerifi sebebiyle haram görmüşlerdir.

Talebe, hoca ve Kur’an’ı yerine kaldırmak isteyen hayızlı ve abdestsiz hakkında sağlanan kolaylık İmam Malik’in Kur’an okuma mevzuunda olduğu gibi istihsânı esas alması sebebiyledir. Yani zorluğu gidermek için şer’i bir müsaadeye bağlı kalarak ihtiyaca uygun olan tercih edilmiştir. Bu şer’i müsaade cünüp için geçerli değildir. Çünkü cünüplüğü gidermek kişinin kendi elindedir. Belki abdestsizliği gidermek de insanın elindedir, ama abdestsizlik hali cünüplük gibi değildir, sık sık tekrarlandığı için, her defasında abdest almakta zorluk vardır. ((el-Huraşi alâ muhtasarı Seydi Halil,c.1,s.161.))

D) HANBELİ MEZHEBİ

Hanbeli mezhebinde cünüp, hayızlı ve abdestsizin Kur’an’a engelsiz dokunmaları haramdır. Kılıfı ile birlikte ya da eşya içerisinde taşımalarına izin verilmiştir.

Tefsir, fıkıh kitapları gibi içinde ayet bulunan kitaplara ve mektuplaşmalarda yazılan ayetlere dokunmak caizdir. Kağıda dokunmadan Kur’an’ın yazılmasında da sakınca yoktur.

Hanbelî Mezhebinin Delilleri:

Cenab-ı Hakkın; “O’na temiz olanlardan başkası dokunamaz.” kavli şerifi ve Amr b. Hazm’ın “Kur’an’a ancak temiz olan dokunur.” hadisi Hanbelilerin bu konudaki delilleri olmuştur.

İçinde ayet bulunan kitap ve mektuplara dokunmanın cevazı hususunda Hz. Peygamber’in Kayser’e gönderdiği içinde ayet bulunan mektup esas alınmıştır. Bir gayr-i müslimin oradaki ayetlere dokunması caiz ise herkesin dokunması caizdir. Ayrıca bu kitaplara mushaf denmez ve içinde ayet var diye mushafın haramlığı bunlar üzerinde tahakkuk etmez.

Bir engelle Kur’an’a dokunmanın caiz olması aradaki engelin yasaklanan “mess” yani dokunma olayına mani olması sebebiyledir.

Bir Hanbeli kitabı olan ve metin bölümünde yukarıda zikredilen görüşler bulunan el-Muğni’nin haşiyesinde ise adeta metne reddiye tarzında şu ibareler yer almaktadır:

“O’na temiz olandan başkası dokunamaz.” ayeti ile delil getirmekte şüpheli bir durum vardır. Çünkü ayetteki “kitap” saklı olarak vasıflanmıştır. O da Kur’an’ın indirildiği “Levh-i mahfuz” dur. Temiz olanlar da meleklerdir. Cenab-ı Hakkın “Güvenilir kâtiplerin elleriyle yazılıp tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde yazılmış bu âyetler bir hatırlatma ve öğüttür.” ((Abese,80/ 11-16.)) ve “Hakikatte onların yalanladıkları aslı Levh-i Mahfuzda bulunan şerefli bir Kur’an’dır.” ((Buruc,85/ 21-22.)) kavli şerifleri de bu kabildendir.

Amr b. Hazm’ın hadisi ise üzerinde hadis alimlerinin büyük ihtilâfları bulunan bir hadistir. Hadis sahih bile olsa ibarede “temiz” kelimesi yer almaktadır. Temiz olanlar ise Cenab-ı Hakkın “Ey iman edenler ancak müşrikler pistir. ((Tevbe,9/28.)) .” kavli şerifinde olduğu gibi şirk pisliğinden temiz olanlardır denerek mezhebin görüşü ciddi bir biçimde tenkit edilmiştir. ((İbn Kudâme, a.g.e.,c.1,s.147 vd.))

E) ZAHİRİ MEZHEBİ

Zahiri mezhebinde cünüp, hayızlı ve abdestsizin Kur’an’a dokunmaları câizdir. ((İbn.Hazm,a.g.e.,s.97 vd.))

Zahiri Mezhebinin Delilleri:

Zâhirî alimleri abdestsizlik halinde bulunanlar için Kur’an’a dokunma yasağı getirenlerin delillerinin sahih olmadığını ileri sürmüş ve onlara karşı kendi görüşlerini el-Muhallâ adlı eserde şöyle ortaya koymuştur:

Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem), dokunacağını yakînen bildiği halde Hristiyan olan Herakliyus’a içinde: “Bismillâhirrahmanirrahim. Ey Kitap ehli! Hepiniz bizimle sizin aranızda müsâvi bir kelimeye gelin. Allah’tan başkasına tapmayalım, O’na hiçbir şeyi ortak tutmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabb’ler edinmeyelim” ((Al-i İmran,3/ 64.)) ) ayeti bulunan bir mektup göndermiştir.

Peygamberimizin (sallâllahu aleyhi ve sellem) mektuba yazdığı sadece bir ayettir denilecek olursa, deriz ki; evet Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) sadece bir ayet yazmıştır, fakat bundan fazlasını da yasaklamamıştır. Sonra sizler kıyas ehli kimselersiniz. Niçin bir ayeti ondan daha çoğu ile kıyaslamıyorsunuz?

Şayet delil olarak, “Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem), Kur’an ile düşman topraklarına gitmeyi düşmanın eline geçme korkusu ile yasaklamıştı” hadisini zikredecek olurlarsa, bu kendisine uyulması gereken bir gerçektir deriz. Hadiste kâfir veya cünüp Kur’an’a dokunmasın şeklinde bir ifade yer almamaktadır. İstenilen O’nun ehli harbin, yani düşmanın eline geçmemesidir.

Cenab-ı Hakkın (……..). “O korunmuş kitaptadır. . O’na temiz olandan başkası dokunamaz”, ayetini zikredecek olurlarsa, bu ayette onlar için bir delil olmadığını söyleriz. Çünkü içinde emir değil sadece haber vardır. Açık bir nass ve yakînen bilinen bir icma bulunmadıkça haber lâfzına emir anlamı vermek caiz değildir. Allah’u Azimuşşân (c.c); temiz olmayanların Kur’an’a dokunamayacağını haber vermiştir ve şüphesiz O’nun söylediği doğrudur, gerçektir. Bizler mushafa temiz olanın da, olmayanın da dokunduğunu görüyorsak anlarız ki Allah Azze ve Celle orada mushafı değil başka bir kitabı kastetmiştir.

(……..)

Muhammed b. Said, bize Said b. Cübeyr’in : “O’na temiz olanlardan başkası dokunamaz’ ayetiyle kastedilenin gökteki melekler olduğunu söylediğini haber vermiştir.

(……..)

Alkame’den nakledilmiştir:

Süleyman b. Farisi’ye gitmiştik. Tuvaletten çıkıp yanımıza geldi. Biz; Ya Eba Abdillah, abdest alsan da bize şu sûreyi okusan dedik. Süleyman bize: “O saklı bir kitaptadır. O’na temiz olanlardan başkası dokunamaz” ayetini okudu ve âyette zikredilenin semada bulunan kitap olduğunu ve O’na meleklerden başkasının dokunamayacağını söyledi. ((Bu rivayet zinciri içinde bulunan Yahya b. el-Alâ el-Beceli için Ahmed b. Hanbel ”yalancıdır”, “hadis uydurur”; İbn Maîn, ”güvenilir değildir”, Veki de”yalan söylerdi” ifadelerini kullanmışlardır. İbn Hazm’ın adı geçen eserine Abdulgaffar Süleyman el-Bendarî tarafından yazılmış haşiye, c.1, s.98. ))

(……..)

İbrahim en-Nehaî’nin bildirdiğine göre, Alkame b. Kays bir mushaf edinmek istediği zaman bir Hristiyan’dan kendisine bir nüsha Kur’an yazmasını isterdi. ((İbn Hazm,a.g.e.,c.1, s.97 vd.))

E) DİĞER GÖRÜŞLER:

Şimdiye kadar aktarılan bilgilerden, ortada birbirine taban tabana zıt iki ayrı görüş bulunduğunu müşahede ediyoruz Bunlardan birisi Hanefi, Şafii ve Hanbeli mezhebinin müdafisi olduğu abdestsizlik halindeki kişilerin Kur’an’a dokunmasının haramlığı görüşü;bir diğeri de Zahirilerin üzerinde durduğu kâfir olsun abdestsizlik halindeki mü’min olsun her durumda Kur’an’a dokunulabileceği görüşü. Bu arada talebe ve hoca konumunda bulunan abdestsiz ya da adetli kişilerin Kur’an’a dokunabileceklerini söyleyen Mâliki mezhebinin fetvası her iki görüşün orta noktası durumunda bir görünüm arzediyor.

Dokunmanın haramlığı hakkında iki delil zikrediliyor. Bunlar, bir âyeti kerime ve bir hadisi şerif. Ayetin nüzûl sebebine ve ilk dönemden bu yana yapılan yorumlarına baktığımızda bu âyetin Kur’an’a dokunmanın haramlığı hususunda açık ve net bir delil olmadığını görüyoruz. Hadisi-i şerif ise hem zayıf, hem de haramlık ifade eden bir emri içermiyor. Hükmün haramlığını savunanlar dönüp dolaşıp bir fikir üzerinde birleşiyorlar: “Deliller kesin olmasa bile Kur’an’a abdestsiz dokunmak saygısızlıktır. Kur’an’a saygısızlık ise haramdır”. Öte yandan Zâhirî uleması görüşlerini Ashab-ı kiramdan yaptığı nakiller ve en önemlisi açık ve sıhhati sabit bir hadis-i şerif ile ortaya koyuyor. Bu hadis Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) efendimizin bir Hristiyana gönderdiği -aslı halen Topkapı Sarayında mevcut- içinde ayet bulunan bir mektup. Rasûlullah (sallâllahu aleyhi ve sellem).Kur’an’ı bir gayri müslime göndermiş ise anlaşılan âyette geçen ve pek çok ihtilâflara sebep olmuş temiz kelimesinin anlamı abdestli demek değildir. Zira gayri müslimlerin abdestsiz olacağı şüphesizdir ve Allah Rasûlü bu durumu yakînen bildiği halde bir Hristiyan’a dokunması gereken ayet yazılı bir metin göndermiştir.

İslâm litaratüründe .(……..)”temiz” kelimesi başka ne gibi anlamlara gelmektedir ve bu anlamlardan her biri,“O’na temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz” âyetini ve”Kur’an’a temiz olandan başkası dokunamaz” hadisini nasıl etkiler?

1- (……..) “Temiz” kelimesi itikadi temizlik anlamında kullanılmıştır. Cenab-ı Hakkın (……..) “Ancak müşrikler necistir (pisliktir)” ((Tevbe,9 / 28. )) kavli şerifi ve Hz. Peygamberin (……..) “Mü’min necis olmaz” ((Sahih-i Buharî, K.Gusl, B. 23, H.34. )) hadis-i şerifi “necis”in manevi pislik, imansızlık hali ve dolayısıyla “tahir”in de mümin olarak kullanıldığına delildir.

Tahiri mü’min olarak algıladığımızda âyet,O’na (Kur’an’a ya da Levh-i Mahfuz’a mü’min olanlardan başkası dokunamaz; hadis ise”Kur’an’a mümin olandan başkası dokunamaz şeklinde anlaşılacaktır. Levh-i Mahfuz’a mü’min olsun, kâfir olsun beşerin teması mümkün olmadığına göre bu âyetle Kur’an yazılmış sayfalara mü’minlerin dışındakilerin dokunamayacağı belirtilmiş ya da mü’min olanların dışındakilerin Kur’an’a dokunması yasaklanmıştır denilebilir. İlk ihtimalin imkânsız olduğu zaten pratikte gözlemlenmektedir, çünkü mü’mini de, münafığı da, kâfiri de Kur’an’a dokunmaktadır. İkinci ihtimal ise sahih hadislerle çakışması ve haber lâfzıyla ifade edilmiş âyet ve hadise emir anlamı yüklemeyi gerektirdiğinden çok isabetli gözükmemektedir. Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) Kur’an yazılı sayfalara mü’minlerin dışındakilerin dokunmasını yasaklayıp da bu yasağı bir Hristiyan olan Herakliyus’a ayet yazılı mektup göndererek çiğnemesi düşünülemezdi. Allah Rasulünün bu uygulaması –bir âyet Kur’an sayılmaz- düşüncesine rağmen gayr-ı müslimlerin Kur’an’a dokunabileceğinin en açık delilidir. Zira Kur’an-ı Kerim Rasulûllah (sallâllahu aleyhi ve sellem) zamanında yazı malzemeleri üzerinde zaten âyet âyet bulunuyordu, toplanarak kitap haline getirilmesi Hz. Ebu Bekir zamanında olmuştur. Dolayısıyla Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem)’in, yazılı haldeki Kur’an’dan bahsettiğinde bir veya birkaç ayetten fazlasını kastetmesi mümkün değildi.

2- “Tahir”, hakiki pisliklerden uzak olma, bedende kan, idrar, dışkı gibi maddi olarak hissedilen bir necasetin bulunmaması, ya da sadece örfi olarak değer verilen bir şeye veya kişiye dokunma durumunda pis olarak kabul edilen çamur vs. gibi şeylerden arınmış olma halidir. “Necasetten taharet” terimi tahir kelimesinin bu anlamda kullanıldığının en bariz örneğidir.

Bu tanıma göre ayetin anlamı O’na (Levh-i Mahfuz ya da Kur’an’a) dünyevi bir pislikle dokunulamaz ;hadisin anlamı ise”Pislik bulaşmış bir uzuvla Kur’an’a dokunamazsınız” olur. Herhalde saygısızlık kavramına en yakın olan da bu olacaktır. Zira yeryüzünde tabiatı bozulmamış hiçbir insan yoktur ki böyle bir davranışı hoş karşılasın ve kirli ellerle kutsal bir şeye dokunmayı hakaret kabul etmesin.

3- “Tahir” kelimesi, hükmi pisliklerden, yani cünüplük, hayız ve abdestsizlikten uzak olma anlamına gelmektedir.

Cenab-ı Hakk Maide Sûresi ayet 6’da mü’minlere namaz kılacakları zaman abdest almalarını, cünüp olanlara boy abdesti ile temizlenmelerini emretmiş ve “Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi tertemiz kılmak ve size nimetini tamamlamak istiyor, umulur ki şükredersiniz” buyurmuşlardır. Bir hadis-i şerifte de Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem): (……..)Allah taharetsiz (abdestsiz) hiçbir namazı kabul etmez buyurmuştur ((İbn Mace, K. Tahâre, 271. )) .

Ayeti kerime ve hadis-i şeriften anlaşıldığına göre cünüp, hayızlı ve abdestsiz de dışarıdan bakanın anlayamayacağı hükmi bir pislik bulunmaktadır ve temizlik bu hallerden uzak olma anlamında kullanılmıştır.

Hadisi şerife “tahir” kelimesinin bu anlamı yerleştirildiğinde, hadisin anlamı “Kur’an’a ancak abdestli olan dokunur” olacaktır. Fakat bu yorum şekli de pek çok nakli ve akli delile ters düşmektedir. Çünkü Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) efendimizin Kur’an’ı yazmakla memur bulunan vahiy kâtiplerini abdestsiz bulunduklarında bu vazifeden nehyettiğine dair hiçbir rivayet bulunmamaktadır. Her gün Kur’anla iç içe bulunan Ashab-ı kiram tarafından abdestsiz Kur’an’a dokunmalarının haram kılındığını belirten tek bir açıklama yapılmamıştır. Kur’an’ı Kerim’e son derece ilgi ve muhabbet besleyen, hayatını Kur’anla yönlendiren bu insanların en küçük ayrıntıları kendisinden sonraki nesillere naklettikleri halde böylesi önemli bir yasakla karşılaşıp da sükût etmelerinin tasavvuru dahi mümkün değildir. Ayrıca “Kur’an’a temiz olandan başkası dokunamaz” hadisini rivayet eden tek bir sahabi de yoktur. Hadisin mürsel olması bunu göstermektedir. Rasulullah’ı görmeyen tabiinden bir zat kimden duyduğunu belirtmeksizin Rasulullah’tan hadis rivayet etmiştir.

Dikkate alınması gereken diğer bir husus da “ Kur’an’a temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz âyetinin Mekke’de nazil olmasıdır. İlim ehlince ma’lum bir gerçek var ki Mekke’de nazil olan âyetlerde amelî değil itikadî konular ağırlıklıdır. Mekki sûreler îmana dâvet eden, Allah’ın varlığını, birliğini vurgulayan, âhiret hayatına yönelik kıyamet, cennet, cehennem tasvirlerini ön plânda tutan âyetlerle doludur. Zira akide binanın temelidir ve temeli atılmayan binâya kat çıkmak mümkün değildir. “Allah ve Rasulü ile savaş”olarak nitelendirilen “faiz”in Medîne’de ve dört merhalede yasaklanmış olması ve yine kötülüğü hakkında dört ayrı uyarı bulunan içkinin yasaklanmasının Medine’de gerçekleşmiş olması hep bu sebepledir Dolayısıyla “Oku” emriyle başlayan bir kelâma ulaşmaya daha Mekke’de sınır getirilmesi ilâhi kanuna muhâlif bir tavır olarak gözükmektedir.

Müslümanlara namaz dışında hiçbir ibadet için abdestin farz olmadığı Kur’an’da abdest emrinin namaza kalkma şartına bağlı kılınmasından da anlamak mümkündür

. Alkame b. Fağva Hz. lerinden ve benzer manada Ebu Cehm’den rivayet edildiğine göre Maide sûresinin abdestle alâkalı 6. âyeti indirilinceye kadar Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem).abdesti bozulduğunda yeniden abdest alıncaya kadar ne konuşur, ne konuşulana cevap verir, ne selâm verir, ne de selâm alırdı. ((İbn Rüşd, a.g.e.,s.36-37; Emiroğlu, Tahsin, Esbab-ı Nuzül, Konya 1969, c.4, s.29.)) Ashab-ı kirama da deve eti ya da diğer bir rivayette ateşte pişmiş bir taamı bile yediklerinde abdest almayı emrettiği beyan edilmektedir. ((Tirmizî, K. Tahâre, 79, 81.))

Medine-i Münevvere’de nâzil olan ve en son inen sûreler arasında bulunan Maide sûresinin 6.ayeti ile bu uygulamanın hükmü neshedilmiş ya da en azından abdest ve guslün namaza kalkma eylemiyle kayıtlanması namaz harici ibadetler için alınan abdestin farz olmadığını belgelemiştir.

Bu manâya uygun olarak Ebû Dâvud ve Tirmîzi’de zikredilen ve hasen olarak kabul edilen bir hadis ise şu mealdedir: “Allah Rasulü abdestini bozmuştu. Kendisine bir yemek takdim edildi. Abdest suyu getirmeyelim mi diye sordular. Bunun üzerine: “Ben ancak namaza kalktığımda abdest almakla emrolundum.” ((Ebu Dâvud, K. Et’ıme, 11, Tirmizî, K. Et’ıme, 1908. )) buyurdu.”

4) “Tahir” kelimesini hükümlerini kabul etsin etmesin Kur’an-ı Kerim’e saygı gösterebilecek, O’na hakaret edip zarar vermeyecek kişi ya da kişiler olarak düşünmek de mümkündür. Kelimenin bu anlamda kullanıldığına dair bir delil bulunmamakla birlikte Rasulüllah (sallâllahu aleyhi ve sellem) efendimizin Kur’an ile düşman topraklarına seferi düşmanın O’na zarar vermesinden korktuğu için yasakladığı rivayeti ((Müslim, K. İmâre, 94. )) bizleri bu anlayışa götürmüştür. Zira Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) burada Kur’an’ı kâfirden değil düşmandan korumayı emretmiştir. Maksat kâfir olsaydı Medine’de bulunanlar için de bir yasaklamanın getirilmesi gerekirdi.

Bu yorum şekline göre kâfirler de iyi niyetli yaklaştıktan sonra Kur’an’ı alıp okuyabilirler. Zaten bunun aksini tatbik etmek İslâm’ın yayılmasına büyük bir darbedir. Ma’lûmdur ki; nice gayr-i müslim, sadece Kur’an’ı okuduğu ve O’nun mûcizevi yönünü müşahade ettiği için müslüman olmuştur.

Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) Yemen’in yeni fethedilen bir bölge olması ve orada bulunan “İslâm düşmanı” kâfirlerin zaten az sayıda bulunan âyet yazılı nüshalara zarar vermelerini önlemek niyetiyle mü’min olanları “Kur’an’a temiz olandan başkası dokunamaz” şeklinde düşmana karşı temkinli davranmaları için uyarmış olabilir.

5- “Tahir” kelimesiyle meleklerin kastedilmiş olması da mümkündür. Vakıa Suresinin “O’na temiz olanlardan başkası dokunmaz” âyetinin nüzul (indirilme) sebebinde açıklandığı gibi; kâfirler Kur’an’ın şeytanlar tarafından indirildiğini iddia ediyorlardı. Cenab-ı Hak: “O’na temiz olanlardan başkası dokunamaz” âyeti kerimesi ile inanç hususunda pisliğiyle şöhret bulmuş şeytanın pisliğinin Kur’an’dan uzak olduğunu ve Levh-i Mahfuz’daki Kur’an’a sadece temiz olan meleklerin dokunup O’nu dünyaya indirdiklerini haber vermiştir.

En’am suresinin indirilişini anlatan rivayetler de bu manâyı destekler mahiyettedir. Bu rivayetlerde Rasulullah şöyle buyurmuştur: “Kur’an’da En’am Suresinden başka bir sure bana tümü birden inmedi ve şeytanlar bu süre için toplandıkları kadar hiçbir süre için toplanmamışlardı. Bu süre bana Cibril ile emrinde elli bin melek olduğu halde gönderildi. Bunu kuşatmışlar, bir düğün debdebesiyle getirdiler.” ((Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dîni Kur’an Dili, İstanbul ts.,c.3, s.375. ))

Tahir kelimesinin anlamını “melek” olarak algıladığımızda Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) yeni fethedilen bir yere ve İslâm’dan habersiz bulunan Yemenlilere bir mektup ile İslâm’ın bazı hükümlerini bildirmiş ve orada bulunan kâfirlerin müslümanları olumsuz yönde etkilemesine mahal vermemek için Kur’ân’ın vasfını, yüceliğini, şeytanın pisliğinden berî tertemiz olduğunu “O’na temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz” âyetinin tefsiri mahiyetinde izah buyurmuştur, denilebilir.

Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem)’in söz konusu mektubunu incelediğimizde mektubun emirler, nehiyler ve İslâmî konuların îzahı olmak üzere üç bölüme ayrıldığını müşahade ediyoruz. “Kur’an’a temiz olandan başkası dokunamaz” cümlesi emir ya da nehiylerin değil izahların bulunduğu bölümde yer alıyor.

Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) efendimizin Amr b. Hazm’a yazmış olduğu ve içinde “Kur’an’a temiz olandan başkası dokunamaz” ifadesinin yer aldığı mektubun ilgili bölümünü öncesi ve sonrasıyla aynen naklediyoruz:

(……..)

“Umre küçük hactır. Kur’an’a temiz olandan başkası dokunamaz. Evlenmeden boşanma olmaz. Satın almadan köle azad edilmez.”

İbare bütünüyle incelendiğinde birbiri ardına gelen cümlelerin aksini tatbîke imkân vermeyen konuları içerdiği görülüyor. “O’na temiz olanlardan başkası dokunamaz” cümlesi bağlantılı olduğu cümleler itibariyle bizi şöyle bir anlayışa götürüyor: Evlenmeden önce boşanmak ve satın almadan köle azad etmek ne kadar imkânsız ise temiz olandan başkasının Kur’an’a dokunması da o kadar imkânsızdır. Böyle bir şey olur diyenlerin sözü, satın almadığı bir köleyi azad ettim diyen kişinin sözü gibi boştur.

Mektubdan naklettiğimiz cümlelerin hemen akabinde: “Sizden hiçbiriniz bir yanı açık namaz kılmasın, sizden hiçbiriniz saçları örülü namaz kılmasın” gibi nehiy cümleleri bulunmaktadır. Şayet, Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) “Ona temiz olandan başkası dokunamaz” cümlesi ile bir yasaklama murad etmiş olsaydı ibare yukarıdaki izah cümleleri arasında değil bu bölümde yer almış olurdu.

Tahir, kelimesine şimdiye kadar değindiğimiz anlamlarından en çok yakışan İbn Abbas, Enes, Mücahid, Saîd b. Cübeyr, Ebû Nehik, Ebu’l Aliye, Katade, Cabir b. Zeyd, Kelbî ve Katade’nin de tercihiyle “melek” anlamdır. Zira Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde Kur’an’a abdestsiz dokunmayın ya da sadece abdestliler dokunsun tarzında açık bir emir ya da yasaklama cümlesi bulunmamaktadır. Bizlere sadece Kur’an’a temiz olanlardan başkasının dokunamayacağı haber tarzında ifade edilmiştir. Dünyada kirli olarak kabul ettiğimiz kişiler Kur’an’a dokunuyorsa ki dokunuyor, o taktirda âyette kastedilen Kur’an Levh-i Mahfuz’daki Kur’an . olmalıdır. Nitekim Cenab-ı Hakk “ Hayır yıldızların yerleri üzerine yemin ederim. Gerçekten bilseniz bu büyük bir yemindir. Şüphesiz O şerefli bir Kur’an’dır, korunmuş bir kitaptadır. O’na temizlenmiş olanlardan başkası dokunamaz. Alemlerin Rabbi tarafından indirilmedir. Siz bu sözü mü küçümsüyor sunuz ?” ((Vâkıa, 56/ 75-81. )) buyurmuş öncelikle Levh-i Mahfuz’un bulunduğu bölgeye yıldızların yerleri üzerine yemin ederek burada bulunan Kur’an’ın özelliklerini belirtmiş ve onun yüceliğine dikkat çekmiştir. Hemen akabinde devam eden âyette de bu Kur’an’ın dünyaya indirildiği haber verilmektedir. “O’na temizlenmiş olanlardan bakası dokunamaz” âyetinin “Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir” ayetinden sonra değil “O saklı bir kitaptadır” âyetinin ardında yer alması da temiz olmayanların dokunamayacağı şeyin Levh-i Mahfuz’daki Kur’an olduğunun bir göstergesidir. Ayrıca âyetin devamında siz bu sayfaları, Kur’an yapraklarını mı küçümsüyorsunuz denmemiş, “Siz bu sözü mü küçümsüyorsunuz.” buyurulmuştur. Çünkü yazılı olan şey Arapça’da Kur’an değil mushaf, sahife ya da mektup gibi kelimelerle ifade edilir. Mushaflara Kur’an denilmesi halk diline yerleşmiş hatalı bir kullanımdır. Ve Cenab-ı Hakk âyet-i kerimede manâsı okunan demek olan “Kur’an’ı methetmektedir.

Dikkatleri çeken diğer bir husus da Kur’an’ın içinde bulunduğu kitabı tasvir ederken kullanılan “meknûn” kelimesidir. Vakıa suresinin 23. âyetinde incinin gizliliğini ifade ederken kullanılan “meknûn” kelimesi burada Kur’an’ı içinde bulunduran kitabın vasfını beyan için tercih edilmiştir. Elimizde bulunan mushaflar istiridye içindeki inci gibi insan eli ulaşmayacak ya da nadiren ulaşacak şekilde saklı tutulmadığına göre inci gibi saklı tutulan temizlik vasfını haiz meleklerin dışındakilere kapalı bulunan “Levhi Mahfuz” dan başka bir şey olmamalıdır.

Bu arada elimizde bulunan mushafları Levh-i Mahfuz’da bulunan Kur’an’a kıyas etmek ve bunlara saygı amacıyla abdestli dokunmayı elzem görmek “saygı” kavramını bir kere daha gözden geçirmeyi gerekli hale getirmektedir. Cenab-ı Hakkın zatının isimlerine ya da, peygamberlerine ya da Beytullah olarak adlandırılan kâbeye ya da diğer kutsal kitaplara dokunmak haram mı ki bunlara kıyasen onlar gibi kutsal bir değere dokunmak haram olsun ? Allah’ın saygısızlık olarak addetmediği ya da böyle bir şeyi açıkca izhar etmediği bir fiilden yola çıkarak Kur’an ile insanlar arasına girmek yakîn (kesin) bilgi varken zanna tabi olmaktır. Yani Kur’an yazılı bir nüshaya abdestsiz kişilerin dokunabileceğini sahih ve açık bir şekilde belgeleyen bir Herakliyus hadisi varken manâsı müphem bir âyet ve hadisin peşine düşmektir ki, bu hareketle Cenab-ı Hakkın: “Onlar sadece zanlarına tabi oluyorlar” ((En’am, 6/ 116.)) âyet-i kerimesindeki kınanan “zanna tabi olma” fiili işlenmiş olunur.

Saygı sebebiyle Kur’an’dan uzak kalma düşüncesi ilk bakışta önemsiz gibi gözükmesine rağmen belki de İslâm âleminin Kur’an’dan uzaklaşmasında en büyük rolü oynamış ve Kur’an’a yapılacak gerçek saygısızlığın tohumlarını atmıştır. Kur’an mü’minlerin rehberi, kılavuzudur ve oku emriyle başlayan kılavuz sadece okuyana kılavuzluk eder. Gerekçesi saygı da olsa rehberinden uzaklaşanların elde edeceği en iyimser sonuç yolunu şaşırmak olacaktır. İnsanların kılavuzlarına dokunmalarına birtakım engeller getirmek onları ya bu rehberden soğutacak ya da bıkkınlığa yol açan sıkıntılara girmelerine sebep olacaktır. Şeker hastalarını ya da sıkça tuvalet ihtiyacı hisseden kişileri düşünecek olursak durumun güçlüğü daha iyi anlaşılır. Oysa ki Allahü Azimüşşa’n Kelâm’ı Mecidinde (……..) “Allah size dinde bir güçlük yaratmamıştır” ((Hacc, 22/ 78. )) buyurmaktadır.

Ortada sübûtî ve manâya delâleti kat’i bir delil bulunmadan verdiğimiz hükümler insanların sıkıntıya girmesine sebep oluyorsa bu hükümleri değiştirmek Cenab-ı Hakkın yukarıda zikredilen kavli gereğince üzerimize vacib derecesinde bir vazife olmalıdır.

Şüphesiz en doğrusunu Cenab-ı Hakk bilir.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ABDESTSİZ MESCİDE GİRME
1-Mescide Abdestsiz Girilmesi:

Görüşlerini incelediğimiz mezheplerin tamamı abdestsiz kişilerin mescide girmelerine şer’an bir mahzur bulunmadığında müttefiktirler. Sadece Hanefi alimlerinden bir bölümü namazı beklemek ya da ilim öğrenmek gibi şer’i (İslâma uygun) bir amacı bulunmayanların abdestsiz olarak mescitte durmalarının mekruh olduğunu söylemişlerdir. ((Hattabi, a.g.e., c.2, s.313. (Hanefi kitaplarında bu hükümle alâkalı bir delil zikredilmemiştir.) ))

2. Mescide Boy Abdesti Olmadan Girilmesi:

İslâm alimleri hiçbir asırda, boy abdesti olmayan kişilerin yani; cünüp hayızlı ve lohusanın mescide girmelerinin hükmü hakkında tek yönlü ortak bir görüş serdetmemişlerdir.

Tabi bunun en önemli sebebi mesele ile alâkalı âyet ve hadislerin farklı şekillerde yorumlanmaya müsait olmasıdır.

Konuyla İlgili Deliller:

( )

“Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye, cünüpken de yol geçen müstesna yıkanıncaya kadar namaza (namaz yerine) yaklaşmayın.” ((Nisa, 4/ 43.))

(……..)

Cesra binti; Dicace ((Kelimenin Dicace şeklinde okunduğu Fethu’l Kadir’de belirtilmiştir. )) Hz. Aişe’den (r.anha) rivayet etmiştir. Ashab-ı Kiram’ın evlerinin yönü (kapısı) Rasûlüllah’ın (sallâllahu aleyhi ve sellem) mescidine bakıyordu. Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) mescide gelerek ashabına: “Bu evlerin yönünü mescitten çeviriniz” dedi ve evine girdi. Ashab bu konuda kendilerine bir ruhsat gelir ümidiyle bir şey yapmadılar. Daha sonra Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) tekrar: “Bu evlerin yönlerini mescitten çeviriniz. Çünkü ben hayızlı ve cünübe mescidi helâl kılmıyorum” buyurdu. ((Ebu Davud, Tahâre, 93, H.232. ))

Bu hadisi Taberani ((Süleyman b. Ahmedi’l-Lahmi; Meşhur bir muhaddistir.260-360 tarihleri arasında yaşamıştır. Irak, Hicaz, Yemen, Mısır gibi İslâm merkezlerinde 32 sene kadar seyahat ederek birçok hadisi şerifi zabt etmiş “Mu’cem-i Kebîr”, “Mu’cem-i Evsat”, “Mu’cem-i Sagir” de üç hadis kitabını te’life muvafık olmuştur. Ömer Nasûhi Bilmen, Hukuki İslâmiyye Kamusu, İstanbul 1985, c.1, s.461. )) ve Tarihu’l-Kebîr adlı kitabında Buhari tahriç etmiştir. İbn Huzeyme ((İbn Huzeymete’n-Neysaburi, Şafii fukahasından muhaddis bir zattır. Hicri 223-311 tarihleri arasında yaşamıştır. Ö.N.Bilmen, Kamus, s.406. )) “sahih”, İbn Kattan “hasen” olduğunu söylemişlerdir. İbn Seyyidi’n-Nas hadisin “hasen”liğinin hasenlikte en alt mertebede olduğunu belirtmiştir. Buhari hadisin ravileri içinde bulunan “Cesra” için ( ) “acaib” ifadesini kullanmış, rivayet ettiği bu hadisin mescide açılan kapıların kapatılmasıyla ilgili diğer hadislere muhalif olduğunu bildirmiştir. Hattabi alimlerden bir grubunun ravi Eflet’in meçhul olması sebebi ile bu hadisi zayıf gördüklerini haber vermiştir. Buna mukabil Zühri, Eflet’in kimliğini açıklayarak : Eflet Halife’nin oğludur. Ona Fuleyt b. Halife denir, Amir ya da Zehli kabilesine mensuptur, künyesi Ebu Hisan’dır, demiş ve Eflet’i meçhul olmaktan çıkarmıştır. Beyhaki ((Beyhaki Ahmed Ebu Bekr, Ebu’l Huseyn, Şafii fukahasının en büyüklerindendir. Hadis ilminde de hakim Ebu Abdullah’ın kibârı ashabından idi. İmamu’l Harameyn demiştir ki: Hiç bir Şafiu’l mezheb yoktur ki üzerinde İmam Şafii’nin minneti olmasın. Beyhaki müstesna. Çünkü Şafii üzerinde onun minneti vardır. 382 tarihinde Beyhek’de doğmuş olan bu zat 458 senesinde vefat etmiştir. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Ö.N.Bilmen, Kamus, c.1, s.340. )) hadisin kuvvetli olmadığını bildirmiştir. Ebu Davud ise sadece rivayet etmekle yetinerek metni ve ravileri hakkında herhangi bir yorumda bulunmamıştır. ((Hattabi, a.g.e., c.2, s.315, Halebi İbrahim, a.g.e., c.1., s.60-61. ))

İbn Mace’nin rivayet ettiği benzer manada ikinci hadis:

( )

Ümmü Seleme’den (r. anha) rivayet edilmiştir. Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) bu mescidin avlusuna girerek en yüksek sesiyle: “Şüphesiz mescit, cünüb ve hayızlıya helâl değildir.” buyurdu. ((İbn Mace, K. Tahâre, 645. ))

İbn Mace bu hadisi rivayet ettikten sonra altına şöyle bir not düşmüştür: “Zevaid adlı kitapta hadisin isnadının zayıf olduğu zikredilir. Çünkü hadisin ravilerinden Mahduc güvenilir değil, Ebu’l-Hattab ise meçhuldür. Ayrıca İmam Zahiri; Mahduc’un Cesra’dan mu’del ((Mu’del: Senetten alettevali ( birbiri peşine ) bir veya daha fazla ravi sakıt olan hadislere “mu’del hadis” denir. Zeynuddin Ahmed Abdillatifi’z-Zebîdi, Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecridi Sarih Tercemesi (Ahmet Naim), Ankara 1984, c.1, s. 149. )) hadisler rivayet ettiğini de haber vermiştir.

( )

Ebu Said Hudri (r.a) şöyle demiştir: Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) bir hutbe verdi ve hutbesinde:

“Allah, bir kulu dünya ile kendi yanında olan şeyler arasında (ikisinden birini seçme hususunda) serbest bıraktı. O kul da Allah’ın katındakileri seçti” dedi. (Bu söz üzerine) Ebu Bekr (r.a) ağladı. Ben, kendi kendime: Allah’ın bir kulu dünya ile kendi yanında olan şey arasında muhayyer bırakmasında, onun da Allah’ın yanındakileri tercih etmesinde ne var ki bu ihtiyar ağlıyor? dedim. Meğer o muhayyer kılınan kul, Rasûlüllah’ın (sallâllahu aleyhi ve sellem) kendisi imiş. Ebu Bekr bunu hepimizden daha iyi anlamış. Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) “Ya Eba Bekr, ağlama. Arkadaşlığı ve malı hususunda insanların içinde bana karşı en cömerdi Ebu Bekr’dir. Ümmetimden bir dost edinecek olsa idim muhakkak Ebu Bekr’i edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği ve sevgisi (daha faziletlidir) Mescide açılan hiçbir kapı kalmasın, mutlaka kapatılsın. Bundan Ebu Bekr’in kapısı müstesna” buyurdu. ((Sahih-i Buhari, K. Salât, B. 80, H. 111. ))

( )

İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: Rasûlüllah (sallâllahu aleyhi ve sellem) vefatı ile neticelenen hastalığı sırasında başını bir bez ile bağlamış olarak mescide geldi ve minber üzerine oturdu. Allah’a hamd ve sena etti. Sonra şöyle buyurdu: “Şu muhakkak ki, insanlar içinde nefsi ve malı itibariyle bana karşı, Ebu Kuhafe’nin oğlu Ebu Bekr’den daha cömerdi yoktur. İnsanlardan bir dost edinecek olsaydım muhakkak Ebu Bekr’i kendime dost edinirdim. Lâkin İslâm kardeşliği (daha faziletlidir). Ebu Bekr’in penceresinden başka mescide açılan bütün pencereleri kapatın.” ((Sahih-i Buhari, K. Salât, B.80, h.112. ))

Son zikredilen Hz. Ebu Bekir ile alakalı iki hadis-i şerif Sahih-i Buhari’de yer almaktadır ve hadisler hakkında sıhhatini zedeleyecek en ufak bir söz söylenmemiştir.

Hz. Aişe’den (r.anha) rivayet edilmiştir. Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) bana buyurdu ki: “Mescitten seccadeyi bana ver.” Ben hayızlıyım, dedim. O: “Senin hayzın elinde değildir.” buyurdu. ((Sahih-i Buhari, K. Gusl, B.23, H.34))

Tirmizi, bu hadisin hasen-sahih olduğunu, ilim adamlarının tamamının bunu kabul ettiğini, hadis hakkında aralarında ayrılık bulunmadığını bildirmiştir. ((Tirmizi Tercemesi, Osman Zeki Mollamehmetoğlu, K. Tahare, B.101, H.134. ))

( )

Cabir b. Abdullah’dan rivayet edilmiştir. Rasûlüllah (sallâllahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Yeryüzü bana mescit ve temizleyici kılındı. Onun için ümmetimden kendisine namaz vakti erişen herkes namazını kılsın.” ((Sahih-i Buhari, K. Salât, B. 56, H.84. ))

( )

Hz. Aişe’den (r.anha) rivayet edilmiştir: “Arap kabilelerinden birisine ait siyah bir cariye vardı. Onu azat ettiler. Bu kadın Rasûlüllah’a (sallâllahu aleyhi ve sellem) gelerek müslüman oldu. Mescitte ona ait bir kıl çadır veya küçük bir oda vardı.”

( )

Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir: Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “Mümin necis (pis) olmaz.” ((Sahih-i Buhari, K. Gusl, B.23, H.34. ))

Son olarak zikrettiğimiz Cabir, Aişe ve Ebu Hureyre hadisleri Sahih-i Buhari’de yer alan ve sahihliği tartışmaya mahal bırakmamış kuvvetli hadislerdir.

( )

İbnü’l Münzir, Zeyd b. Eslem’den rivayet etmiştir: “Rasûlüllah’ın (sallâllahu aleyhi ve sellem) ashabı cünübken mescitte yürürlerdi.” ((Daremi, Vudu, 117’de ( ) şeklinde geçmektedir. ))

Bu hadisin rivayet zincirinde Hişam b. Sa’d bulunmaktadır. Ebu Hatim onun rivayetiyle delil getirmek doğru değildir, demiştir. Aynı zamanda İbn Main, Ahmed b. Hanbel ve Nesai onun zayıf olduğunu tesbit etmişlerdir. ((Yıldırım, Cemâl, Ahkâm Hadisleri, Konya 1986, c.1, s.374. ))

Peygamber’in (sallâllahu aleyhi ve sellem) ashabı abdestsizken mescitte konuşurlardı. Cünüp olan da abdest aldıktan sonra (mescide) girer ve konuşmaya katılırdı.” ((İbn. Kudame, Muğni, s.146. ))

A) HANEFİ MEZHEBİ

Ebu Hanife ve arkadaşlarına göre gusül abdesti olmayanların içinde durmaksızın geçmek suretiyle de olsa mescide girmeleri haramdır. Ancak evinin kapısı mescide açılan kişiler kapılarının yönünü değiştiremiyorlar ve oturacak başka bir ev de bulamıyorlar ise ortada bir zaruret bulunduğu için mescitten geçebilirler.

Hanefilere göre mescitte iken cünüp olan kişi bulunduğu yerde teyemmüm edip, hemen dışarıya çıkmalıdır. Cünüp olduğunu unutup mescide girdikten sonra durumunu hatırlayan da aynı şekilde hareket etmelidir. Teyemmüm yapılmadan süratle mescidin terkedilmesi de caizdir. Dışarı çıkmaya gücü yetmiyorsa teyemmümle orada kalabilir. Fakat bu teyemmüm ile namaz kılamaz, Kur’an okuyamaz. ((Hattabi, a.g.e., c.2, s.313., Bilmen, Ö.N, İlmihal, s.87 vd. ))

Cünüb, hayızlı ve lohusanın iş yerlerinde veya okullarda mescit olarak tahsis edilen bölgelere girmelerinde bir mahzur yoktur. Çünkü Hanefi Mezhebinde gusül abdesti olmayan kişilerin girişinin haram kılındığı “mescitler” her zaman halka açık bulunan alanlardır. Oysa ki okul ve işyeri, kapatılması halinde cemaatten uzak kalacaktır. ((Alâuddin el- Haskefi, Reddü’l – Muhtar alâ Durri’l-Muhtar, ( Haşiyetü İbn Abidin ), t.y -y.y, c.1, s.213))

Hanefi Mezhebinin Delilleri:

Hanefi alimleri Cesra binti Dicace’nin “Ben hayızlı ve cünübe mescidi helâl kılmıyorum” mealindeki hadisi ile amel etmişlerdir. ((Hattabi, a.g.e. c.2, s.315. Bu hadis ile ilgili değerlendirme yukarıda geçmişti. ))

B) ŞAFİİ MEZHEBİ

Şafii Mezhebinde gusül abdesti olmayanların mescitte durmaları haramdır. Fakat kişi mescitte iken ihtilâm olmuş ve mescidin kapıları üzerine kapatılmışsa yahut gusül abdesti olmayan herhangi bir kişi mescitten çıktığı taktirde malının telef olmasından korkarsa zaruret icabı- teyemmüm yaparak mescitte kalabilir.

Şafii mezhebi hayızlı ve cünübün mescitten geçmesini ayrı bir konu olarak ele almış ve cünübün mescitten geçmesinin caiz olduğunu söylemiştir. Hayızlı kadının mescidi kirletme korkusu varsa geçmesi haram, böyle bir korkusu yoksa mekruhtur denilmektedir.

Şafii Mezhebinin Delilleri:

Şafiiler hayızlı ve cünübün mescitte durmasının haramlığı hususunda Hz. Aişe’den rivayet edilen: Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) bana buyurdu ki: “Mescitten seccadeyi bana ver.” Ben, hayızlıyım dedim. O da: “Senin hayzın elinde değildir” buyurdu mealindeki hadisi delil olarak zikrederler.

Onlar ayrıca: “Ey iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye, cünüpken de yol geçen müstesna yıkanıncaya kadar namaza (namaz yerine) yaklaşmayın, ((Nisa, 4/43. )) ayeti kerimesini cünübün mescitten geçmesine bir ruhsat olarak değerlendirirler. Şafii alimlerine göre âyeti kerimede zikredilen ( ) “yol geçen” kelimesi ancak karşıdan karşıya geçen anlamına gelebilir. Çünkü başka türlü yol geçmek imkansızdır. ( ) “Abir” kelimesine karşıdan karşıya geçen anlamı verildiğinde ise ayetin akışı gereği, namazın bir yakasından öbür yakasına geçilmesi gibi bir anlam ortaya çıkmaktadır. Böyle bir eylem imkânsız olduğu için Şafiiler zorunlu olarak ( ) namaz kelimesine de âyet içerisinde “namaz yeri” anlamı vermişler ve âyeti kerimeyi cünüp olduğunuz zaman yol olarak kullanan gelip geçen hariç namaz yerine yani mescitlere yaklaşmayın şeklinde tefsir etmişlerdir. ((el- Heytemi, Ahmed b. Hacer, Tuhfetu’l Muhtac, K. Gusl, c.1, s. 268. ))

C) MALİKİ MEZHEBİ

Maliki mezhebinde cünüp ve hayızlının mescide girmesi haramdır. ((İbn Rüşd, a.g.e., c.1, s.38 ; Rivayeti Sehnun an Malik b. Enes, el- Müdevvenetü’l Kübrâ, el Matbaatu’l- Hayriyye, 1324 h.,c.1, s,37.[ el- Müdevvenetü’l Kübra, Sehnun’un rivayet ettiği İmam Malik’den sonra onun nassen sabit reyleri ile fetvalarından istinbat yoluyla alınanların toplanılarak yazıldığı bir eserdir. el- Müdevvene İmam Malik’in usûlü ve yolu üzere yürüyen-talebelerinin ondan rivayet ettikleri ve onların anladıkları Maliki mezhebinin bir suretidir. Kitap Maliki alimlerince hüsnü kabul görmüştür. ( Prof. Muhammed Ebu Zehra, İmam Malik, Ankara 1984, s.16 ) ] ))

Maliki Mezhebinin Delilleri:

Malikiler, Cesra’nın: “Ben mescidi hayızlı ve cünübe helâl kılmıyorum” ((Ebu Davud, K. Tahare B. 93, H.232. Hadisle ilgili değerlendirme daha önce geçmişti.)) hadisini delil alarak hayızlı ve cünübün mescide girmesinin haram olduğunu söylerler.

Bidayetu’l Müctehid ve Nihayetül Muktesid’de İmam-ı Malik’in konu hakkındaki görüşü “bu hadis, hadis ehlinin görüşüne göre sahihliği tesbit edilmemiş bir hadistir” ifadesiyle eleştirel bir yaklaşımla aktarılmıştır.

D) HANBELİ MEZHEBİ

Hanbeli Mezhebinde cünüp ve hayızlının mescitte durması haramdır. İhtiyaç halinde içeride kalmaksızın bir şey almak ya da bir şey bırakmak amacıyla mescidin içinden geçilmesi caizdir.

Cünübün mescitte durmasının haram olması abdesti olmadığı taktirdedir. Abdesti olan cünüp mescitte durabilir. Tabii burada söz konusu edilen abdest, gusül abdesti değil namaz için alınan abdestdir. Gusül abdesti alan kimsede zaten cünüblük kalmaz. ((İbn Kudame, Muğni, c.1, s.146. ))

Hanbeli Mezhebine ait olmayan bazı kitaplarda bu mezhebin görüşü olarak; hayızlı kadının kanının kesilmesi halinde cünüple aynı hükümde olacağı yani namaz için alınan abdestle mescitlere girebileceği zikredilir. ((el-Ceziri, Abdurrahman, Mezahibu’l-Erbaa, trc. Hasan Ege, İst.1991, K. Tahâre, c.1, s.157. )) Fakat biz, Hanbeli kaynak kitaplarında böyle bir ibareye rastlamadık.

Hanbeli Mezhebinin Delilleri:

Hanbeli Mezhebi Cesra’nın “Ben hayızlı ve cünübe mescidi helal kılmıyorum” ((Ebu Davud, K. Tahâre, B.93, H.232. )) hadisini delil alarak gusül abdesti olmayanların mescitte durmasını haram kabul etmişlerdir.”Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye, cünüpken de yol geçen müstesna yıkanıncaya kadar namaza (namaz yerine) yaklaşmayın” ((Nisa, 4 / 43. )) ayetini cünübün mescitten geçmesine bir ruhsat olarak değerlendiren Hanbeli alimleri “Rasulullah’ın ashabı cünüpken mescitte yürürlerdi.” ((Daremi, Vudu, 117. )) hadisini ve Hz. Aişe’nin hayızlıyken mescitten seccadeyi alması için verilen ruhsatla ilgili hadisi gusül abdesti olmayanların mescitten geçebileceklerine delil olarak zikrederler.

Ayrıca Hanbelilere ait namaz abdesti alan cünübün mescide girebileceği görüşünün delili de: “Peygamber’in (sallâllahu aleyhi ve sellem) ashabı abdestsizken mescitte konuşurlardı. Cünüp olan da abdest aldıktan sonra mescide girer ve konuşmaya katılırdı.” mealindeki rivayettir. ((İbn Kudame, Muğni, c.1, s.146. )) Hanbelilere göre hadis ashabın tamamının bu şekilde hareket ettiğine dolayısıyla abdestli cünübün mescide girmesinin cevazı hususunda “icma” oluştuğuna işaret etmektedir.

ZAHİRİ MEZHEBİ

Zahiri mezhebinde abdestsizin, hayızlı ve cünübün mescide girmeleri ve orada durmaları caizdir.

Zahiri mezhebinin Delilleri:

Zahiri Mezhebine göre, gusül abdesti olmayanların mescide girmesinin haramlığına dair bir delil bulunmamaktadır. Onlar ; cünüp ve hayızlının mescitte durmasının haram olduğunu fakat oyalanmadan içinden geçmenin caiz olduğunu söyleyen ve buna delil olarak Allahu Teala’nın “ Ey iman edenler: İçkiliyken ne söylediğinizi bilinceye cünüpken de yol geçen müstesna yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayın ((Nisa, 4 / 43. )) ayetini zikr edenlere bu âyetin onların fetvalarına geçerli bir delil olamayacağını söyleyerek cevap vermişlerdir. Zahirilere göre lâfzında (……..) namaz kelimesi bulunan bu âyeti “namaz yeri” tefsiriyle ele almak oldukça hatalı bir yaklaşımdır. Zira sonuçta ortaya çıkan Allah böyle demek istememiştir gibi asla caiz görülemeyecek bir manâ olacaktır.

Ashab-ı Kiram’dan, Ali b. Ebi Talib’e İbn Abbas’a ve bir diğer topluluğa göre de bu ayet namaz yeri değil namazın kendisi hakkındadır. Ayrıca Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem): “Mümin necis olmaz” buyurmuşlardır.

Zahiriler hayızlı ve cünübün mescide girişinin haramlığına işaret eden hadislerin tamamını da zayıf kabul ederler. Buna mukabil Ashab-ı Suffe’nin , Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) zamanında mescitte gecelediklerini zikrederler. Ashab-ı Suffe büyük bir topluluktu ve içlerinde ihtilam olanların bulunacağında da şüphe yoktu. Buna da herhangi bir yasak getirilmemişti, denilir.

. Diğer bir delil ise Hz. Aişe’den (r.anha) gelen bir rivayettir: Arap kabilelerinden birisine ait siyah bir cariye vardı. Onu azat ettiler. Bu kadın Rasulullah’a (sallâllahu aleyhi ve sellem) gelerek müslüman oldu. Mescitte ona mahsus bir kıl çadır veya küçük bir oda vardı. ((Sahih-i Buhari, K. Salât, B.57, H. 85. )) Hadiste zikr edilen zenci kadın mescitte ikamet ediyordu. Hayız kadınlarda bilinen bir durum olduğu halde Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) bu kadını mescitte oturmaktan men etmemiş ve herhangi bir kısıtlama da getirmemiştir. Peygamberin yasaklamadığı bir şey ise mubahtır.

Başka bir hadis-i şerifte: “Yeryüzü bana mescit kılındı” ((Sahih-i Buhari, K. Salât, B.56, H. 84. )) buyurulmaktadır. Yeryüzünün tamamının hayızlı ve cünübe mübah olduğu hususunda kimse ihtilâf etmemiştir. Bu durumda söz konusu yasağı bazı mescitlere tahsis edip de diğerlerini ayırmak caiz değildir.

Şayet hayızlının mescide girmesi haram olsaydı Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) bunu muhakkak Hz. Aişe’ye bildirirdi. Fakat o sadece tavafı yasaklamakla yetindi, denilmektedir.

DİĞER GÖRÜŞLER:

Bu bölümde neredeyse başka yoruma ihtiyaç bırakmayacak derecede zengin fetva çeşidi bulunmaktadır.

Zahiri mezhebi gusül abdesti olmayanların mescide girmesini hiçbir şarta bağlamadan caiz kabul ettiğini belirtti. Diğer dört mezhep; cünübün namaz için alınan abdesti alarak mescitte durabileceği ((Bu görüş Hanbelilere aittir. )) , cünübün mescitten geçebileceği, gibi ((Bu görüş Şafii ve Hanbeli mezhebine aittir. )) – istisnai görüşlerle beraber bu hallerde olan kişilerin mescide girmesinin haram olduğunu söylediler .

Cünübün mescitten geçişinin caiz olduğunu kabul edenler Nisa Suresi’nin 43. ayetini durmasının haram olduğunu söyleyenler de: Ben hayızlı ve cünübe mescidi helal kılmıyorum hadisini delil getirdiler.

Görüşlerini irdelediğimiz beş mezhebin dışında İmam Buhari’nin konuya ilişkin tavrı dikkatleri çekmektedir. Hayızlı ve cünübün mescide girişinin haramlığını gösteren hadisin ravisi Cesra hakkında (……..)“acaib” ifadesini kullanan İmam Buhari, Cesra’nın rivayet ettiği ve bir haramlığı gündeme getiren hadisin diğer sahih hadislere ters düştüğünü ifade etmektedir. ((Hattabi, a.g.e.,c.2, s.315. )) Çünkü Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) sahih olan hadislerde kapıların kapatılma sebebini açıklamış ve Hz. Ebu Bekir’in kapısının açık kalmasına müsaade etmiştir. Kendi eşlerine ait evlerin kapıları da hayatının sonuna kadar açık kalmıştır. Eğer hayızlı ve cünübün mescide girmesi haram olsaydı hem Hz. Peygamber ve eşleri hem de Hz. Ebu Bekir (r.a) ve eşleri için bu yasağa uymak zorunlu olacaktı. Zira farzlar ve haramlar hususunda insanlar arasında farklı uygulamalarda bulunmak İslamın temel prensiplerine aykırıdır.

Ayrıca sahih olan hadislere bakıldığında emirlerden birinin kapılarla diğerinin ise pencereler ile alâkalı olduğunu görülür. Sanki ortada iki ayrı yasak vardır.

Alimlerden bazılarına göre ashab-ı kiram kapıların kapatılması emrini müteakip kapılarının yönlerini değiştirmiş fakat bu defa da mescit yönünde pencereler açmışlardı. Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) bunu dahi hoş görmemiş ve aynı şekilde pencerelerin de kapatılmasını emir buyurmuştu. ((a.e, c.2.,s. 310 vd.))

Mescide açılan kapıların kapatılmasının sebebi hayızlı ve cünübün mescide girmesini engellemektir denirse, pencerelerin kapatılma sebebini izah oldukça güçleşecektir. Zira artık su ihtiyacı için evlerinden çıkan mü’minler kapıyı kullanacak ve mescidden geçmeye ihtiyaç kalmayacaktır.

Olaylar bu şekilde ele alındığında kapı ve pencerelerin kapatılma emrinin birbiriyle sıkı bir bağlantısı olduğu görülmektedir. Kapıların kapatılmasıyla istenilen sonuç elde edilemediği, maksat hasıl olmadığı için pencerelerin de kapatılması istenmiştir.

Kapı ya da pencerelerin peygamber mescidine açılmasının ne gibi mahzurları olabilirdi ?

Gerek kapılar gerekse pencereler ile ilgili hadislerde bir husus dikkatleri çekmektedir. Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) efendimiz, Hz. Ebu Bekir’e (r.a) bir dizi övgü ile iltifatta bulunduktan sonra onun kapısı ya da penceresi dışındakilerin kapatılmasını emretmiştir. Burada akla ilk gelen kapıların ya da pencerelerin mescide açılmasının büyük bir ayrıcalık olduğudur. Muhtemelen Hz. Peygamber kendi vefatından sonra ashab-ı kiramın bu evleri paylaşma hususunda içine düşecekleri olası bir tartışmaya mahal vermemek için böyle bir yasaklama getirmiştir.

Hz. Ebu Bekir’in kapısının açık durmasına müsaade edilmesi onun ashab-ı kiram içerisindeki müstesna yerinin Hz. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem) tarafından bir kez daha onaylanmasıdır denilebilir.

Kapıların kapatılma sebebi evlerden çıkan gürültülerin ya da yemek kokularının mescide girmesini ve Hz. Peygamberin eşlerine ait ziyaretçilerin namaz kılanların zihnini dağıtmasını engellemek de olabilir. Yahut da mescittekilerin ev halkını görmemesi için böyle bir tedbir alınmıştır.

Aslına bakılacak olursa bu konuda delil olarak gösterilen Nisa suresinin 43.âyeti de gerek nuzül sebebiyle olsun gerek usül yönüyle olsun gusül abdesti olmayan kişilerin mescide girmelerine engel olacak bir özellik taşımamaktadır. Ayette ihtilaf konusu bazı kelimelerin anlamlarını ve ayetin nüzul (iniş) sebebi hakkındaki bilgileri en güvenilir kaynaklardan aktarıyoruz.

“Ey iman edenler! Siz sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar- cünüb iken de yolcu olan (ya da yol geçen) müstesna gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın eğer hasta olur veya bir yolculuk üzerinde bulunursanız, yahut sizden birisi heladan gelirse, yahut da kadınlara dokunup da bir su bulamamışsanız o zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin: yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici ve bağışlayıcıdır.

Ayette yer alan ( ) ve ( ) kelimeleri üzerinde yoğunlaşmak konuyu anlamak açısından oldukça faydalı olacaktır.

“Salat”, kelimesi lugatte: Dua, namaz, rahmet gibi manalara gelmektedir.

“ Abir” kelimesi ise karşıdan karşıya geçen yol kat eden rüya tabir eden kişi anlamlarını taşımaktadır. ((İbn Münzir, Lisanü’l Arab, Kamus ( Okyanus’un tercümesi )) )

“Abir” kelimesine ayet içerisinde karşıdan karşıya geçen kişi anlamı verildiğinde ( ) kelimesine de namaz yeri (cami, mescit) anlamı verilmesi zorunludur. Zira bu yapılmazda ( ) namaz kelimesi asıl anlamı verilirse ortaya namazın bir yakasından öbür yakasına geçmek gibi garip ve anlaşılması güç bir mana çıkar. Manayı hakiki teazzür ettikte mecaza gidilir yani bir kelimeye sözlük anlamı verildiğinde anlaşılması imkansız hale geliyorsa o kelimeye mecazi anlamlar verilir kaidesi gereğince ( ) abir kelimesine karşıdan karşıya geçen kişi anlamı verildiğinde ( ) salat kelimesine de namaz yeri anlamı verilmesi zorunludur.

Fakat ( ) abir kelimesine taşıdığı anlamlardan sadece birini yüklemek için böyle bir zorlanmaya girmekte gereksizdir. En geniş Arapça lügatlarımızdan olan “Lisanu’l- Arap” ve “Kamus” da ( ) “abir” kelimesinin karşıdan karşıya geçen anlamının yanı sıra “yol kateden” manasına da geldiği belirtilmiştir. “Yol katetmek” yol almak demektir. Yol kateden ya da yol alan kişiye de yolcu denir.

Kelimenin ikinci anlamını birincisi ile karıştırmamak lazımdır. Yol kateden kişi yol boyunca giden kişidir. Çünkü yollar karşıdan karşıya geçerek kat edilmez. En azından böyle yol katedenler varsa bunlar kaide değil istisna olarak zikredilir. Rüya tabircisine de ( ) abir denilmesi rüyayı başından sonuna kadar düşündükten sonra fikrini anlattığı içindir.

Sözün özü, Nisa Suresinin 43. ayeti içerisinde bulunan ( ) salat namaz kelimesine kendi taşıdığı anlamın dışında bazı manalar yüklemek için asıl anlamı ile ayetin anlaşılamayacak bir duruma, bir çıkmaza girmesi lazımdır. Oysa ki ( ) abir kelimesine yolcu anlamı verilirse bu problem kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

Cenab-ı Hak (c.c) ayetin başlangıcında cünüb iken yolcu olan müstesna namaza yaklaşmayın buyurmuş ve daha sonra yolculuk halindeki cünübün durumuna açıklık getirerek ona da namaz için teyemmüm yapmasını emir buyurmuştur. Aynı konuyu açıklayan Maide suresinin 6. ayetinde ( ) yerine açıkça ( ) yolculukta olduğunuzda ifadesi kullanılarak buradaki tereddüt bir diğer ayetle de giderilmiştir.

Nisa Suresinin 43. ayetin nüzul sebebi ise tefsirlerimizde şöyle açıklanır. İçkinin henüz haram kılınmadığı bir dönemde Abdurrahman b. Avf hazretleri bir gün yemek ve şarap hazırlayarak ashab-ı kiramdan birkaç kişiyi evine davet etmişti. İçlerinden bir zatı Hz. Ali’yi imamete geçirip namaza başladılar. O zat sarhoşluk tesiri ile “ben sizin taptıklarınıza tapmam” ((Kâfirun 109 / 2. )) ayeti kerimesini ( ) “taptıklarınıza taparım” şeklinde okuyarak anlamı tersine çeviren bir kıraatte bulundu. Söz konusu hâdise üzerine bu ayeti kerime nazil olmuştur. ((Muhammed Ali es- Sabûni, Safvetü’t Tefasir, Cidde 1986, c.1, s.277, Bilmen, Kur’an-ı Kerim Meali Alisi ve Tefsiri, İstanbul 1985, c.2, s.596. ))

Nüzul (iniş) sebebinden de anlaşıldığı gibi cünüb ile aynı yasak kapsamına giren sarhoşlar bu ayet-i kerime ile namaz yerine değil namaza yaklaşmaktan men edilmişlerdir ve dolayısı ile ayet, gusül, abdesti olmayanların mescide girmesinin haramlığına dair bir delil olmaktan da uzaktır.

Kapıların kapatılma sebebi bu zikredilenlerden herhangi birisi ise “Bu kapıların yönünü mescitten çeviriniz. Çünkü ben hayızlı ve cünübe mescidi helal kılmıyorum” hadisi nasıl anlaşılacaktır?

İlk olarak şunu belirtmek gerekir: Bir konuda kuvvetli ve sahih hadislerle zayıf hadisler çatışıyorsa sahih hadislerle amel edilir. Kapıların kapatılma sebebini hayızlı ve cünüb olarak gösteren hadis diğerlerine yani Hz. Ebu Bekir’in kapısının istisna edildiği rivayetlerine göre zayıf kabul edilir.

İkinci olarak; hadis hayızlı ve cünüb için mescide girmenin haramlığına tam ve açık olarak bir yasaklama getirmemiştir. Çünkü hadiste geçen ( ) mescit kelimesi Arapçada secde etmek anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in bu hadisle hayızlı ve cünübe namazı ya da tilavet şükür secdeleri gibi herhangi bir secde fiilini yasaklamış olması da muhtemeldir.

Şayet Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) ( ) mescit sözü ile böyle bir secdeyi ya da namazı kast etmişse bu hadis ile kapıların kapatılmasıyla alakalı hadis arasında herhangi bir bağlantı kalmayacaktır. Hz. Peygamber bir gün mescide açılan kapıların kapatılmasını emretmiş, başka bir gün veya farklı bir zamanda da hayızlı ve cünübe namazın ya da secdenin helâl olmadığını açıklamış olabilir. Muhtemelen hadisleri rivayet eden zat her iki hadisi birbiri peşine söylediği için daha sonra bunlar bir hadismiş gibi algılanmış ve yanlış yorumlara sebebiyet verilmiştir.

Meseleyi bu şekilde çözüme kavuşturmak zannımızca takip edilmesi gereken en uygun yoldur. Zira Rasulullah (sallâllahu aleyhi ve sellem) müşrikleri dahi mescide almıştır. Ayeti kerimede de müşriklerin sadece mescid-i harama girmeleri yasaklanmıştır. ((Tevbe, 9/28 )) Necisliği (pisliği) ayet ile sabit olan müşrikler bile sadece mescidi haramdan uzaklaştırılırken, temizliği “Mümin necis olmaz” ((Sahih-i Buhari, K. Gusl, B.23, H.34. )) hadisi ile belgelenen müminlerin çok açık ve kesin bir delil olmadan bütün mescitlerden dışlanması kanaatimizce uygun düşmemektedir. Zira İslam’da böyle bir uygulama yapıldığını gören gayrı müslimler bu dinin içinde değil dışında olduklarından memnuniyet duyacaklardır.

Hayızlı mescidi kirleteceği için girmesi haramdır demek de nakle ve akla uygun bir gerekçe değildir. Zira bunu söyleyenler aynı necaseti çevresine bulaştırma özelliğine sahip özürlü kişilerin camilere girmesinde hiçbir sakınca görmemektirler.

Ayrıca Hz. Peygamber aşırı kanamalı bir yaralıyı, orada devamlı ikamet etmek üzere bir kadını, hatta ve hatta bir deveyi bile mescide almıştır. ((Sahih-i Buhari, K.Salat, B. 56, 77, 78, H.84, 109, 110. )) Devenin ise necaseti gerek bulaştırma gerek temizleme hususunda kadınlardan daha duyarlı olduğu söylenemez.

Rasulullah’dan Bu Yana Mezhep Anlayışı:

Allah rasulü döneminde İslâmi mezhepler yoktu. Zira sahabiler Asr-ı saadette bir mesele olduğunda, Hz. Peygambere gelip soruyorlardı. Rasulullah hüküm veriyor, muhakeme için gelenlerin davalarını neticeye bağlıyordu. Şayet sorulan şey yeni ve hakkında ayet nazil olmayan bir mesele olursa, Allah’ın hükmünü bekliyor indirilen ayet-i kerime açıklama gerektiriyorsa , peygamber o ayeti izah ediyordu.

Rasulullah ( sallallahu aleyhi ve sellem) bir meselede ne diyorsa, sahabiler onu yapıyorlardı. Zira ayet-i kerimede : “Peygamber size neyi emretmişse onu alın, neyi yasaklamışsa ondan kaçının.” ((Haşr, 59 / 7 )) buyurulmaktaydı.

Asr-ı saadette her meselede hükmü Allah ve Rasulü bildirdiği için bu dönemde farklı mezheplerin olması mümkün değildi.

Rasulüllah ( sallallahu aleyhi ve sellem ) efendimizin vefatından sonra İslâm alemi genişledi. İran, Irak, Suriye gibi yerler fethedildi. Her sahabi bulunduğu yerde fetva ve ilim öğretme işiyle meşgul oldu. Sahabiler kendilerine yöneltilen sorularda öncelikle Kur’an-ı mübine müracaat ediyorlar, Kur’anda bulamazlarsa cevabı sünnette arıyorlardı. Onda da bulamayacak olurlarsa Kur’an ve hadisin ruhuna uygun olarak kendileri ictihat yapıyorlardı. Onlara içtihat yetkisini Muaz b. Cebel hadisi ile bizzat Hz. Peygamber vermişti. Şöyle ki:

Rasulüllah Muâz b. Cebel’i Yemen’e kadı olarak gönderirken aralarında şu konuşma geçmişti:

-Sana bir uyuşmazlık getirildiğinde neye göre hüküm vereceksin?

-Allah’ın kitabındakine göre.

-Allah’ın kitabında bulamazsan?

-Rasulüllah’ın sünnetine göre.

-Allah’ın kitabımda ve Rasulüllah’ın sünnetinde bulamazsan?

-Kendi görüşüme göre içtihat ederim ve vazgeçmem ( davayı hükümsüz bırakmam).

Hz. Peygamber bu cevabı alınca eliyle onun göğsüne vurarak:

-Peygamberinin elçisini Peygamberinin hoşnut olduğu (cevaba) muvaffak kılan Allah’a hamdolsun

Kur’an’ın her ayetinin Rasulüllah tarafından tek tek açıklanmamış olması ve Rasulüllah’ın söz ve hareketlerinin her sahabinin bakış açısı ve o anki Allah Rasulü hakkında sahip olduğu bilgiye göre değerlendirmeye müsait olması sahabe arasında farklı içtihatların ortaya çıkmasına sebebiyet vermişti.

Sahabe’den sabah namazında kunut okuyan da vardı, okumayan da. Namazda besmeleyi açıktan okuyan da vardı, gizli okuyan da. Ateşte pişmiş bir yemeği yediği için abdest alanlar da vardı, almayanlar da. Hz. Aişe ve İbn Abbas gibi sahabilerden eşek etini yemeyi helâl görenler de vardı haram görenler de.

Ayet ve hadislerdeki farklı anlayışlara sebebiyet veren bu esneklik kesinlikle onlardaki bir kusurun değil, ancak derin bir bakışla görülebilecek bir güzelliğin nişanesiydi.

Küçüğünden büyüğüne her meselenin hükmünün haram ya da helâl olarak açıklanması çabası içerisinde bulunan ashab-ı kirama bakınız Cenab-ı Hakkın cevabı nasıl olmuştu:

“Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın. Eğer Kur’an indirilirken onları sorarsanız size açıklanır.( Açıklanmadığına göre Allah onları affetmiştir. ( Siz sorup da başınıza iş çıkarmayın ). Allah çok bağışlayıcıdır. Aceleci değildir. Sizden önce de bir toplum onları sormuş, sonra da bunları inkâr eder olmuştu.” ((Maide, 5 / 101. ))

Cenab-ı Hak bu ayetiyle net olarak açıklamadığı konuların hükmüyle alâkalı rahat hareket imkânı sağlayan bir alanı kullarının menfaati doğrultusunda esnek bıraktığını beyan etmişti. Varılan sonuç hatalı bile olsa, iyi niyet ve samimiyetle yaklaşılarak bu sonuca varılmış ise söz konusu hatadan kulların sorumlu tutulmayacağı bildirilmekte idi. Rasulüllah ( sallallahu aleyhi ve sellem ) efendimizin müçtehidin içtihadında yanıldığında bir, doğruya isabet ettiğinde iki sevap aldığını haber vermesi de bu ayetin beyanı ve şerhi mahiyetindeydi.

İslâm’ın bu engin anlayış ve hoşgörüsünü içlerine sindirmiş güzide ashab ve sonra gelen üç nesil birbirlerine ters düşen pek çok fetva vermelerine rağmen hiçbir zaman çekişme ve nizaya girmemişlerdi. Basit bir örnek, olarak akan kanın abdesti bozduğunu söyleyen Ebu Hanife bunun aksini iddia eden İmam Şafiiyi abdestsiz namaz kılmakla itham etmemiş görüşüne sadece saygı göstermişti.

Evet, her sahabinin kendisine ait benimsediği ve fetva verdiği farklı görüşleri vardı. Ve bu görüşler (gidilen yol manasına gelen) sahabenin mezhebini oluşturuyordu. Ömrünü Allah rasulünün yanında geçiren isimlerin bile o dönemde kendi mezhebini tek doğru olarak kabul ettirme çabasına girmemesi ilk dönemdeki mezhep anlayışını başka bir açıklamaya ihtiyaç bırakmayacak derecede net ortaya koymaktaydı.

Hicri ikinci ve üçüncü asırlarda Ebu Hanife, Malik b. Enes, Muhammed b. İdris eş- Şafii ve Ahmed b. Hanbel gibi meşhur fakihler bulunmaktaydı. Bu fakihler, insanların kendi dönemlerinden başlayan taassub ve kolaycılığa olan temayüllerini farketmişler halkın Kur’an’dan uzaklaşarak ulemayı ulvileştirmeye başlamalarını önlemek için fetvalarını alıp, uygulamak isteyen insanlara önemli ikazlarda bulunmuşlardır.

Şah Veliyyullah Dihlevi söz konusu ikazları bize şöyle aktarır: ((Dihlevi, Şah Veliyyullah, Hüccetullahi’l Bâliga, trc. Mehmet Erdoğan, İstanbul 1994, c.1, s.561-570 ))

İmam Ebu Hanife’nin talebelerinden Ebu Yusuf ve İmam Züfer’in şöyle söylediği rivayet edilir: “ Delilimizi bilmeden bir kimsenin bizim görüşlerimizle fetva vermeye kalkışması caiz değildir.”

İmam Ebu Hanife bir fetva verdiğinde şöyle derdi: “ Bu Numan b. Sabit’in ( kendisini kastediyor ) görüşüdür. Bu bizim ulaşabildiğimiz en güzel sonuçtur. Kim bundan daha güzel bir sonuca ulaşırsa, elbetteki ona uymak daha isabetli olacaktır.”

İmam Şafii: “Hadis sahih olduğu zaman benim mezhebim odur.” Başka bir rivayette de: “Benim sözümün, hadise ters düştüğünü görürseniz, siz hadisle amel edin ve benim sözümü duvara çalın.” demişti.

İmam Malik: “Raslullahdan başka istisnasız herkesin sözü kabul de, red de edilebilir.”

İmam Ahmed b. Hanbel: “Ne beni, ne Malik’i, ne Evzaiyi, ne Nehaiyi, ne de bir başkasını taklit et! Hükümleri onların aldığı yerden; Kitap ve Sünnetten al!”

Ebu Yusuf’un oğlu İsam’a; “Sen Ebu Hanife’ye çokça muhalefette bulunuyorsun dediklerinde.” Şöyle cevap vermişti: “Çünkü eğer Ebu Hanife bizde olmayan çok üstün bir anlayışa sahipti. Bu anlayışıyla bizim anlayamadığımız şeyleri anlamıştı. Bu itibarla anlamadıkça, onun görüşleriyle fetva vermemiz bize caiz olmaz.”

İbni Hazm ise şöyle der:

“ Ashap ve tabiin istisnasız tümü icma halinde, herhangi bir kimsenin gerek kendilerinden ve gerekse öncekilerden birinin görüşüne yönelerek tümüyle onu almasını, başka bir şeye bakmamasını caiz görmemişler ve kendileri de böyle bir davranışa girmemişlerdi.

Bu durumda kim İmam Ebu Hanife, İmam Malik, İmam Şafii ya da İmam Ahmed’in görüşlerini tümüyle alır, tabi olduğu imamın görüşlerinden hiçbirini terketmez, başka görüşlere bakmaz, konu hakkında Kitap ve Sünnette yer alan nasslara dayanmaz, hep belli bir insanın mezhebi üzerinde saplanır kalırsa, o baştan sona bütün ümmetin icmaına açıkça muhalefet etmiştir. Bu kesindir ve en ufak kuşkuya mahal yoktur. Böyle bir tavır sergileyen kimse, kendisine bir selef bulamayacağı gibi, haklarında hüsnü şehadette bulunulan ilk üç nesil içerisinde böyle yapmış tek bir insan da bulamaz. Böylece o mü’minlerin yolundan çıkmış, başka bir mecraya girmiş olur ki, böyle bir durumdan Allah’a sığınırız.

Ayrıca bütün mezkur fakihler, başkalarını taklit etmeyi yasaklamışlardır. Bu durumda onları taklit edenler, bizzat onlara muhalefet etmiş olurlar.

Öbür taraftan bu fakihleri, Hz. Ömer, Hz. Ali, İbn Mes’ud, İbn Ömer, İbn Abbas, mü’minlerin annesi Hz. Aişe (R. anhum) gibilerinden üstün kılan nedir? Eğer taklit caiz ise, o zaman bu saydıklarımızdan birine uymak, diğerlerine uymaktan daha uygun olurdu.”

İmam Şafii’nin talebesi olan el-Müzeni (Ö.264 / 877), muhtasar adlı eserinin başında şöyle demiştir: “Bu kitabı İmam Şafii’nin ilminden özetledim. Özetle şöyle diyor: “Faydalanmak isteyenlerin istifadesine yaklaştırdım. Bununla birlikte ben İmam Şafii’nin, gerek kendisinin ve gerekse başkalarının taklit edilmesini yasakladığını bundan maksadının da, herkesin kendi dini yaşantısında bizzat düşünmesi ve ihtiyatlı davranmasını öğrenmesi olduğunu bildirmek isterim. (Yani kim İmam Şafii’nin ilminden faydalanmak isterse bilsin ki, İmam Şafii taklidi yasaklıyor.)

Bütün bu ikazlara rağmen bakınız sonuç ne olmuştur. Dört imama tabi olduklarını söyleyenler gerçek ilimden ve imamlarının nasihatlerinden uzak oldukları için taklidi şiar edinmişler ve farketmeden de olsa daha başlangıçta onların gösterdikleri yoldan çıkmışlardır.

Cahillik ve aklı devre dışı bırakma üzerine inşa edilmiş taassup, zamanla insanları takım tutan fanatikler gibi “en büyük imam bizim imam” (İmam-ı a’zam) sloganlarıyla ortada dolaşır ve tüm insanlık için tayin edilen en büyük İmamın Allah Rasulü olduğunu neredeyse unutur hale getirmiştir. İmamların sözleri ayet ya da hadislere ters düşmüş olsa dahi onu kabullenmek fazilet sanılmış hatta onların içtihatlarından yüz çevirenler sapıklık ile itham edilmiştir.

Kendi benimsediği imamının görüşü diye kendisine başka bir görüş de takdim edilmiş olsa mukallit o görüşü savunma ihtiyacı hisseder olmuştur. Mesela İmam Ebu Hanife, ismi Kur’an olmayan her kitaba abdestsiz dokunabileceği görüşünde olmasına rağmen, Hanefi mezhebinin fetvalarını aktaran pek çok kitapta abdestsiz dokunmanın mekruh olduğu zikredildiği için mukallid, imamını ne pahasına olursa olsun koruma ve sahiplenme adına mezhep imamlarından belki de hiç tanımadığı birisinin fetvasını tüm gücüyle savunur durur.

Tabi olduğu mezhebin dahi görüşlerini ve delillerini bilmekten aciz olan kişinin onu diğer mezheplere kıyas ederek kendi imamının üstünlüğünü ortaya koyması, ayakkabı tamircisinin hasta muayene edip reçete yazmasına denk bir tutum olduğu halde oldukça revaç bulmuş, taraftar toplamıştır.

İşin en vahim ciheti: ilim sahipleri de bu akıma kendilerini kaptırmışlar ve bu imamlardan sonra yaşayanların onların bilgisine asla ulaşamayacaklarını, Cenab-ı Hakkın “Her ilim sahibi üzerinde daha iyi bir bilen vardır.” ((Tevbe, 9/ 76.)) ayetine muhalif olmasına rağmen ilân edivermişlerdir.

Ayrıca halkın, diğer mezheblerin görüşlerini de uygulamasını imkansız kılmak için, kendilerine ne Kur’an’dan, ne sünnetten ve ne de sahabe kavlinden bir delil bulamadıklarından “takva” kelimesinin ardına sığınmış ve insanlara bir mezhebin dışında taklit ruhsatı verildiğinde diğer mezheplerin kolay görüşlerini alarak uygulayacakları ve dolayısıyla da takvadan ayrılmış olacaklarını söylemişlerdir.

Oysa ki hepimizden çok muttaki olan Allah resulü iki işle karşılaştığında kendisine kolay geleni tercih etmiş ((Sahih-i Buhari, B.80, H.151. )) “kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin nefret ettirmeyin.” ((Sahih-i Buhari, B.80, H.151. )) buyurmuşlardır.

Bakınız Hanefi mezhebinde otorite kabul edilen Kemaluddin b. Hümam ve Ömer Nasuhi Bilmen farklı mezhebleri taklit konusunda neler söylüyorlar:

Dediler ki; içtihada ve bir delile dayanarak bir mezhebi bırakıp diğerine geçen günâhkârdı, cezalandırılması gerekir, içtihada ve delile dayanmadan olursa öncelikle cezalandırılır.

İçtihad sözü ile araştırma ve kalbin bir kanaata varması kastedilmiş olmalıdır. Yoksa avamın (yani dini emir ve yasakların dayandığı âyet ve hadisler konusunda yeterli bilgisi olmayan kişilerin) içtihat yapması söz konusu olmaz.

Sonra bir mezhebi bırakıp diğerine geçmek daha önce taklid edilerek uygulanmış özel bir konuda gerçekleşebilir. Yoksa kişinin mesela Ebu Hanifeyi fetva verdiği bütün konularda taklit edeceğim deyip o fetvaların neler olduğunu bilmeden onları uygulamayı kendime görev bildim demesi gerçek bir taklit değil belki yapacağı taklidi bir yere bağlamak veya bu konuda söz vermek olur. Çünkü bu şahıs kendi hayatında ortaya çıkacak konularda Ebu Hanifenin görüşünü uygulamayı kendine görev bilmiştir. Bir mezhebe bağlılıktan bunu kastediyorlarsa kişinin sözü veya niyetiyle kendini belli bir müçtehide uymaya zorlamasının onun buna uymasını şer’an zorunlu (vacip) kılacağına dair bir delil yoktur.

Aksine bu konudaki delilimiz, kişinin ihtiyaç duyduğu yerde bir müçtehidin görüşüne göre amel etmesinin gerektiği yolundadır. Çünkü Allah’u Teala (c.c) “Eğer bilmiyorsanız, zikir (ilim) ehline sorun” ((Nahl, 16/ 43.)) diye emretmiştir.

Genel olarak bir mezhebe bağlanmakla ilgili sözler halkın ruhsatlara uymasına engel olmak için, o sözleri söyleyenler tarafından yapılan zorlamalardır. Böyle olmazsa halk her konuda kendine hafif gelen bir görüşü alarak uygular

Ben ne nakli ne de akli delillerden böyle bir davranışa engel bir şey bilmiyorum. Peygamber (sallâllahu aleyhi ve sellem ) efendimiz, ümmetinin yükünü hafifleten şeyi severdi. ((ibn Hümam, Kemalüddin, Fethü’l Kadir Bulak, s.1356, K. Kada, c.5, s.417 ))

Avamdan bir kimse bir hadise hakkında iki veya daha ziyade müftüye müracaat edip muhtelif cevaplar alsa muhayyer olur. Bunlardan birinin cevabı ile amel eder. Velev ki bu taklit ettiği müçtehit, diğer müçtehitlere nazaran mefzül, diğerleri efdal bulunmuş olsun. Çünkü sahabe-i kiramdan ve seleften bazı zatlar, daha fazıl zatlar mevcut olduğu halde fetva vermişlerdir. Bu tekerrür ve iztihar etmiştir. Artık bir kimse ise müçtehitlerden birini diğerine tercih edecek iktidara malik değildir. O bunlardan dilediğine tabi olabilir. ((Bilmen, Ömer Nasuhi, Hukuki İslamiye Kamusu, c.8, s.256. ))

Şayet müçtehitlerin hüküm çıkarmadaki metodları incelenecek olursa her birinin ayet ve hadisleri anlayabilmek için ne derece titizlendikleri, en ince ayrıntılar üzerinde dahi durarak gayretlerini sabır ile nasıl bütünleştirdikleri hayranlıkla müşahade edilecektir. İlmin kendilerine verdiği hoşgörü ve edep içerisinde içtihatları neticesi birisinin helal dediğine diğeri haram demiş olsa dahi karşı tarafın fikrini Allah ona merhamet etsin, Allah ondan razı olsun gibi övgülerle ifade etmişlerdir.

Önümüzde Cenab-ı Hakkın “Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın” ((Al-i İmran,3/103)) ayeti ve bu emri uygulama konusunda bu kadar güzel örnekler mevcutken Müslümanların tefrikaya düşmek ve birbirlerini kınamak için bu derece gayret sarf etmesi gerçekten teaccubu gerektiren bir durumdur.

Alimler bizim manevi doktorlarımızdır. Ömür boyunca bir doktora bağlı kalmak şart olmadığı gibi bir alime bağlı kalmak da şart değildir. Ne var ki, gideceğimiz doktorun bilgi ve becerisini araştırdığımız gibi soru sorduğumuz müçtehidin de o konudaki bilgi ve becerisini ve ilâveten delillerini gücümüz nisbetinde araştırmak bir sorumluluktur.

SONUÇ

Günümüzde bir takım zevat tarafından içtihat kapısının kapatılmış olması ya da önceki dönemlerde yapılan içtihatlardan sadece birini alma yönünde yoğunlaşan baskılar, pek çok kişinin insanların koyduğu bu kurallar zincirine İslâmla özdeşleştirerek karşı çıkmasına sebebiyet vermiştir. İslâmın özünü anlamaya fırsat vermeyen bu baskılar çok üzücüdür ki, insanların dinin güzelliklerine kapılarını kapatmasına sebep olmuştur.

Tek mezhebi taklitten taviz vermemek uğruna ömrünü tüketenler, ömrün uğruna verilmesi gereken değerin, Kur’an’ın okunması, anlaşılması ve uygulanması olduğunu adeta unutuvermişlerdir. İnsanlar Kur’anla şereflendirilmek, onunla içli dışlı edilmek yerine “oku” diyen, fakat sürekli kendilerinden uzaklaştırılan bir kitapla muhatap kılınmışlardır.

Kur’an ve sünneti rehber edinerek fetva vermiş, doğru ya da yanlış bir sonuca ulaşmış müçtehitlere söz söylemek kimsenin haddi değildir. Problem bu müçtehitlerin sözlerini Allah’ın sözü gibi vazgeçilmez doğrular olarak görmektir. Ya da bir görüşü almış kişinin kendine göre tercih ettiği fetva diğerlerine göre biraz daha ağır olduğu için ibadetini samimiyete değil başkalarına hakaretle şımarıklığa çevirmesidir.

Belli bir mezhebi taklit Kur’an ya da sünnetin bir emri değildir. Ancak bu kaynaklarda bize Allah’ın kibirlenen ve şımarıklık içerisinde olan kullarını sevmediği sık sık hatırlatılmıştır.

Bizler elimizden geldiği kadarıyla bu kitapçıkta fıkhi birkaç konuyu özden detaya hareketle aktarmaya çalıştık ve istedik ki insanlar neyi niye yaptıklarını bilsinler ve en azından fetva sahiplerinin birbirlerine gösterdiği saygıyı taklit bazında da olsa yaşayabilsinler.

Abdestsiz ya da gusül abdestsiz Kur’an-ı Kerim okumak, Kur’an-ı Kerim’e dokunmak veya mescitlere girmek ilk dönemden beri hükmü tartışılmış konulardır. Fıkıhta bunların benzeri yüzlerce konu bulmak mümkündür. İhtilâf makamı olan konular her dönemde farklı uygulamalara sebep olmuştur ve bu asla kınanacak bir davranış da değildir. Bu İslâm dininin güzelliklerinden ve Rabbimizin bize olan merhametinin tezahürlerindendir.

Maide suresinin 6. Ayetinde Cenab-ı Hakk abdesti namaz ibadeti ile bağlantılı olarak zikretmiş, “Namaza kalktığınızda yüzünüzü, kollarınızı, ayaklarınızı yıkayın, başınıza meshedin” diyerek teferruatlı bir açıklama yapmış, namazın dışında bir ibadet için abdest şartını vurgulamamıştır. Aynı surenin 101. Ayetinde ise: “Ey iman edenler! Açıklandığı zaman sizi sıkıntıya sokacak şeyler hakkında soru sormayın. Zira Kur’an’ın nazil olduğu sırada onlar hakkında soru sorarsanız size açıklanır, (o da sizi sıkıntıya sokar). Allah onlardan sizi sorumlu tutmayacaktır.” İfadesi yer almaktadır.

Evet Rabbimiz hükmünü açık bir şekilde belirtmediği konularda yapılan yanlışları affetiğini açıklamıştır. Hatayı Yaradanın affettiği bir makamda herhalde kulların bağışı fazla bir önem arzetmemektedir.

Şunu unutmamak gerekir ki fetvalar ilâçlar gibidir. Hangi dozda verilen ilâç manen kendimizi iyi hissetmemizi sağlıyorsa –diğer insanların da bünyelerini düşünerek ve onlara da dil uzatmadan- gerekli tedavimizi ikmal etmek ömür boyu sağlıklı olmamızda önemli rol oynayacaktır.

Şüphesiz her şeyin en doğrusunu Cenab-ı Hak bilir.