İslamiyet İçinde Alevilik

Ali radiyellahü anh’ın dediği rivayet edilmiştir: Beni Resulüllah aleyhisselam çağırdı ve buyurdu ki, ” Sende İsâ’ya benzer bir yön vardır. Yahudiler onu öylesine horladılar ki, anasına bile iftira ettiler. Hırıstiyanlar da öylesine sevdiler ki, onu kendisine layık olmayan bir yere indirdiler.” Ali şöyle devam etti: Dikkat edin, iki grup, benim hakkımda kendilerini gerçekten mahvedeceklerdir. Birisi sevenlerdir ki, beni bende olmayan şeylerle öveceklerdir. Diğeri de horlayanlardır ki, bana olan kinleri onları bana iftiraya zorlayacaktır. Bakın, ben Nebî değilim. Bana vahiy gelmez. Ama ben gücümün yettiği kadar Allah’ın kitabına ve Resulüllahın sünnetine uygun iş yaparım. Size Allah’a boyun eğmeyi emrettiğim sürece hoşunuza gitse de gitmese de bana boyun eğmek görevinizdir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/160)

I- ALİ’Yİ AŞIRI SEVENLER

Bunlar Ali ve evladı ile ilgili çeşitli iddialarda bulunmuşlardır.

A- Halifeliğin Yalnız Ali ve Evladının Hakkı Olması

Bilindiği gibi İslam öncesi Arap yarımadasında halk kabileler halinde yönetiliyordu. Her kabilenin bir reisi vardı. Kabile reisliği babadan oğlu geçerdi. Müslümanların komşuları olan İran, Bizans ve Habeşistan da krallıkla yönetilmekteydi. Krallığın da babadan oğula geçen bir sistem olduğunu biliyoruz. Muhammed aleyhisselam hem bir Nebî hem de devlet başkanı idi. Nebîmizin hanedanı içinde başkanlığa en yakın kişi şüphesiz Ali idi. Çünkü o hem amcasının oğlu, hem damadı, hem de bütün hayatını Nebîmiz ile birlikte geçirmiş bir şahsiyetti. Kur’an’ı ve Sünneti de iyi biliyordu. Bu sebeple insanlardan bir kısmının Nebîmizden sonra onu halife görmek istemeleri normaldi. Ali’nin halife seçimindeki hoşnutsuzluğu da böyle bir görüş ve ictihada dayandırılabilir.

Bugün de insanlar, bunca yaygın propagandaya rağmen hanedanlık düşüncesinden uzaklaştırılamamaktadırlar. Osmanlılar neredeyse bir asra yakındır tarih sahnesinden silinmiş ve saltanata mensup kimseler sürgün edilmiş olmasına rağmen bu gün o hanedandan olan kişilerin söz ve davranışlarını halk ilgi ile izlemektedir. Eğer onlardan birisi siyasete soyunacak olsa eminim ki, kolaylıkla seçimi kazanacaktır. Erdal İNÖNÜ’nün SHP’nin genel başkanı olmasının İNÖNÜ soyadıyla olan ilgisi inkar olunamaz. Aynı şey Menderes ailesi için de söylenebilir. Amerika’da Kennedy ailesinin hala önemli olması silinemeyen bu hanedanlık düşüncesiyle yakından ilgilidir.

Kur’an’da da hadis-i şeriflerde de devletin şekliyle ilgili emredici bir hüküm yoktur. Kur’an egemenliğin Allah’a ait olduğunu ilan eder. Bununla ilgili çok sayıda ayet ve bir de Mülk suresi vardır. Bu surenin ilk ayeti şöyledir :

“Bütün yetkileri elinde tutan Allah pek yücedir. Her şeye bir ölçü koyan O’dur.”  (Mülk 67/1)

Mülk kelimesi egemenlik, saltanat ve sahiplik anlamına gelir.[1]

“Göklerin ve yerin hâkimiyeti O’nun elindedir; ne bir çocuk edinmiştir, ne de hâkimiyette ortağı vardır. O, her şeyi yaratmış ve her şeye bir ölçü koymuştur.”( Furkân, 25/2)

İnsanlara egemenliği veren Allah’tır.

“De ki “Ey tüm yetkileri elinde tutan Allah’ım! Tercih ettiğin  kişiye yetki verir, tercih ettiğinden yetkiyi alırsın. Tercih ettiğin kişiyi üstün konuma getirir ve yine tercih ettiğin kişiyi değersizleştirirsin. Bütün iyilikler Senin elindedir. Her şeye bir ölçü koyan Sensin. “( Al-i İmrân, 3/26)

Allah Teâlâ insanları değerli yarattığını ve bir çok şeyi onların emrine verdiğini beyan etmektedir “Hâlbuki Âdemoğullarına çok değer verdik; karada ve denizde taşıttık; onlara temiz ve lezzetli nimetler verdik; yarattığımız akıllı varlıkların çoğundan da üstün kıldık.”  (İsra, 17/70)

İnsanların en değerli olanının kim olduğunu da Allah Teâlâ açıklamıştır :

“Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizi tanıyasınız diye oymaklara ve boylara ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, Allah’tan en çok çekinenizdir. Her şeyin iç yüzünü bilen Allah’tır.”(Hucurât, 49/13)

Bir çokları da bu ayetlere bakarak hanedanlığın önemli olmadığı kanaatine varabilir.

Ali’yi halifelik makamına daha layık görmenin yadırganacak bir tarafı yoktur. Ama Ali’nin de bizzat biat ettiği halifeleri zalim ve gasıp saymak bir aşırılıktır. Halbu ki, Ali’nin bu zatlarla ilgili güzel sözleri vardir.

Buhârî’nin rivayetine göre Muhammed b. el-Hanefiyye diyor ki, babama ( Ali kerremellahü veche’ye) sordum : Resulüllah sallallahü aleyhi ve sellemden sonra insanlarin en üstünü kimdir ? Dedi ki, “Ebubekr’dir. Ondan sonra kimdir, dedim. Dedi ki, Ömer’dir. Bundan sonrakinin Osman olduğunu söylemesinden korkarak dedim ki, “Sonra da sensin.” Dedi ki, “Ben başka değil, sadece müslümanlardan biriyim.” (Buhârî, Fedâil’üs-Sahabe, 5)

Bilindiği gibi bugün Şia, Ali’nin halifeliğini bir iman meselesi saymaktadır. Onlara göre imanın şartlarından biri de Ali’nin ve soyundan gelenlerin Nebîmizden sonra halife olduklarına inanmaktır.[2] Ezan okurken “Eşhedü enne Aliyye veliyyullah” demeleri bunu bir inanç esası haline getirmelerinden başka bir şey değildir.

B- İmamın Masum Olması

Yalnızca Ali ve soyundan gelenlerin halife olabilmesi ve onun dışındakilerin böyle bir yetkiye sahip olamamaları inancı insanları bir başka aşırılığa sürüklemiştir. Bu aşırılık Ali ve soyundan gelen imamların masum olmaları inancıdır. Çünkü halifeliğin bunların hakkı olması ve bir inanç esası haline gelmesi için onların bütün insanlardan farklı olmaları gerekir. Aşağıdaki ifadeler bugün İran’da yaygın olan Şia’nın inancıdır:

“İmamın da Nebîmiz gibi içte, dışta, görünürde, gizlilikte, bütün kötü ve pis şeylerden, doğumundan vefatına dek masum olduğuna inanıyoruz. İmam, imametten önce, sonra, soy-boy şerefi bakımından en yüce ve temiz kişi olup her türlü kötülükten, suçtan, yanılmadan, yanlış iş görmeden, unutmadan ve her türlü aşağılık şeylerden masumdur.” [3]

İmamlar için gösterilen bu özellikler Nebîmizde yoktur. Çünkü onun ve ashabının yanlış yaptıklarına dair Kur’an-ı Kerim’in açık ifadeleri vardır.  Müslümanlar ilk savaşı Bedir’de yaptılar. Allah Teâlâ bu savaştan önce şu Ayeti indirdi:

فَإِذا لَقِيتُمُ الَّذِينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِ حَتَّى إِذَا أَثْخَنتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَ فَإِمَّا مَنًّا بَعْدُ وَإِمَّا فِدَاء حَتَّى تَضَعَ الْحَرْبُ أَوْزَارَهَا

“Ayetleri görmezlikten gelenlerle (kafirlerle) savaşta karşılaşınca boyun köklerini vurun. Etkisiz hale getirince onları, sıkı güvenlik çemberine alın . Sonra karşılıksız ya da fidye alarak serbest bırakın ki savaşın ağırlığı kalmasın.”(Muhammed 47/4)

Esirleri serbest bırakmak düşmanı rahatlattığı gibi yeni bir savaşa gerekçe yapılmalarını da önler. Allah Teâlâ şöyle demiştir:

“İyilikle kötülük bir olmaz; sen kötülüğü iyilikle karşıla. O zaman aranda düşmanlık olan kişinin can dostun olduğunu görürsün.”(Fussilet 41/34)

Bedir savaşında Nebîmiz, düşmanı etkisiz hale getirmeden esir aldığı ve sahabe de onu bu konuda uyarmadıkları için günaha girmişlerdir. Allah Teâlâ şu âyetlerde onları ağır bir dille eleştirdi:

“Savaş alanında  düşmanı etkisiz hale getirinceye kadar hiçbir nebinin esir alma hakkı yoktur . Siz, dünya malını (hemen elde edeceğinizi) istiyorsunuz. Allah ise Ahireti (sonrasını) istiyor. Üstün olan ve doğru kararlar veren Allah’tır.

(Rumların yenildiği gün Allah’ın yardımıyla sevineceğinizi)  Allah önceden yazmasaydı, aldığınız esirlerden dolayı başınıza büyük bir felaketin gelmesi kaçınılmazd.” (Enfâl /67-68)[

Ayetler dikkatle okunursa Nebîmiz ile birlikte bütün sahabi suçlanmıştır. Savaş esirleri, karşılıksız veya fidye karşılığı serbest bırakılmış, hiç biri köle veya cariye yapılmamıştır.[4] Demek ki, Nebîmiz de ashabı da günah işlemiştir. Ancak şu var ki, Cenab-ı hak Nebîmizin yaptığı yanlışları vahiyle düzeltir ve ondan bize düzeltilmiş olarak intikal eder.

 Dört yıl sonra yapılan Hudeybiye antlaşmasıyla Mekke’yi fethin yolu açıldı ve şu ayetler indi:

إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا

“(Mekke’yi) Fethin önündeki engeller, senin için tamamen kalktı . Allah bunu, önceden girdiğin günahı  ve ertelediğini  önceki ve sonraki günahlarını bağışlamak, sana olan iyiliklerini tamamlamak ve seni doğru bir yola yöneltmek için yaptı.” (Fetih 48/1-2)

Demek ki Nebîmiz, Bedir’de günaha girmişti. Günahının bağışlanması için Mekke’yi fethetmesi gerekiyordu; fetihin öncesinde şu sure indi:

إِذَا جَاءَ نَصْرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ .  وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللَّهِ أَفْوَاجًا فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا

“Allah’ın yardımıyla Fetih  gerçekleşip önün açılır da  insanların akın akın Allah’ın dinine girdiğini görürsen, her şeyi güzel yapmasından dolayı Rabbine yönel ve bağışlanma dile! O, tevbe edeni kabul eder.“ (Nasr 110/1-3)

Ne kadar üstün bilgiye ve fazilete sahip olursa olsun herkesin yanılabileceği düşüncesi, Kitap ve sahih Sünnette açıkça belirtilenler dışındaki her görüşün tenkide tabi tutulmasına yol açmış ve İslam’da ihtilaflı her meselenin daima kitap ve sahih Sünnet ışığında çözülmesine sebep olmuştur.

C- İmamın Sıfatları ve Bilgisi

İmam hayali bir şahsiyet haline getirildikten sonra onun için çok şeyler söylenmeye başlamıştır. İşte İrandaki şiilerin imamla ilgili inançlarından bir bölüm daha:

“İmamın ilahi hükümlere, ilahî marifete, bütün bilgilere sahip olması Nebîmiz yahut kendisinden önceki imam vasıtasıyladır. Yepyeni şey hakkında da imam, Allah Teâlânın ona ihsan ettiği kudsi kuvvetle, ilham yoluyla gereği gibi hükmeder, o şeyi künhüyle anlar, bilir. Bir şeye yönelirse, onu bilmek dilerse o şey hakkında ancak gerçeği bilir, yanılmaz, şüpheye düşmez; bu hususta akli delillere, yahut belletenlerin belletmesine ihtiyaç yoktur; bilgisi iktiza edince daha da derinleşir, daha da ziyadeleşir ve bu yüzdendir ki Resul-i Ekrem’e, ” Rabbim bilgimi ziyade et.” demesi emir buyurulmuştur “

“…. İmam herhangi bir şeyi bilmek dilerse o işin bütün gerçeği tozdan pasdan arınmış, yapımı güzel bir aynaya, karşısındaki şeyler, nasıl akseder, olduğu gibi görünürse İmamın gönlüne de böyle akseder, görünür. “

“….. Hiç biri bir muallime gitmemiş, bir mürebbiden bir şey öğrenmemiştir; hatta okumayı, yazmayı bile talim yoluyla elde ettiklerine dair bir rivayet mevcut değildir. Hiç biri, bir hocadan ders görmemiş, hiç biri bir mektebe, bir medreseye gitmemiştir. Böyle olduğu halde kendilerine bir şey sorulunca ona derhal ve en doğru cevabı vermedeler, dillerine, bilmiyorum sözü gelmediği gibi cevap vermek için düşünmeleri, yahut cevabı bir müddet sonraya tehirleri de vaki değildir…”[5]

Bu özellikler de Nebîmizde bulunmayan özelliklerdir. Çünkü bunlar onu beşer olmaktan çıkarır. İnsanların bir kısmı Nebîmizde bir insan üstülük görmek istemişler, sıradan bir insanın nebî olamayacağını zannetmişlerdi. Kur’an-ı Kerim bu durumu şöyle bildirmektedir.

“Dediler ki; “Bize bu topraktan akıp giden bir pınar fışkırtıncaya kadar sana inanacak değiliz.        Hurması ve üzümü olan bir bahçen de olabilir; ırmakları onların arasından da akıtabilirsin. Ya da sandığın gibi gökyüzünü üstümüze parça parça düşürürsün. Allah’ı ve melekleri karşımıza getirsen de olur.  Altından yapılmış bir evin olsa yahut gökyüzüne çıksan?  Bize okuyacağımız bir kitap indirmedikçe çıktığına da inanacak değiliz ya.” De ki “Rabbime boyun eğerim; ben elçi olan bir beşerden başka neyim ki?” Kendilerine doğru yolu gösteren kişi gelince bu insanları inanmaktan alıkoyan şu sözleridir: “Allah elçi olarak bir adamı (beşer) mı gönderdi?”(İsrâ 17/90-94)

Hırıstiyanlar, İsa’ya olan aşırı bağlılıklarnıdan dolayı onu Allah’ın oğlu kabul etmişler, Tanrının İsa’nın şahsında insan kılığına büründüğünü söylemişlerdir.

D- İmamlara İtaat

İmamlara kayıtsız şartsız itaat edilmesi ön görülmektedir. Bu konuda da İran şiilerinin inançlarından nakilde bulunalım :

” Onların buyrukları Allah Teâlâ’nın buyruklarıdır. Nehiyleri onun nehyidir. Onlara itaat, Allah’a itaattır. Onlara isyan Allah’a isyandır. Onları seven Allah’ı sever. Onlara düşman olan Allah’a da düşman olur… “[6]

Hırıstiyanlar İsa’daki uluhiyet ruhunun papaya, papaza, kardinale ve rahibe geçtiğine inanmaktadırlar. Bunların Allah’tan ilham aldıkları ve asla yanılmayacakları kabul edilmekte ve onlara kayıtsız şartsız itaat edilmesi istenmektedir. Bu bir aşırılıktır.

Ali ve evladına karşı da aşırı davranıldığı görülmektedir. İmamların uyacağı şey, Kur’an-ı Kerim ve ondan çıkarılan doğru hükümler yani hikmetlerdir. Allah Teâlâ hazretleri şöyle buyuruyor : “Ey inanıp güvenenler, Allah’a itaat edin, bu Elçiye itaat edin ve sizden olan yetki sahiplerine de. Eğer (o yetkililerle) bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu, Allah’a ve Elçisine  götürün. Allah’a ve ahiret gününe inanıp güveniyorsanız böyle yaparsınız. Böylesi hayırlı olur ve çok güzel sonuç verir . ( Nisa 4/59)

Ayeti Arapçadaki dizilişine göre tercüme edecek olursak şöyle dememiz gerekir : ” Ey inananlar! Allah’a boyun eğin, onun Elçisine boyun eğin, sizden olan yetkililere de…” Burada, yetkililere boyun eğme emri, Allah’ın elçisine boyun eğme emrine bağlantılı olarak verilmiştir.

Allah’ın Elçilerine kayıtsız şartsız boyun eğilir. Çünkü onlar, sadece Allah’ın ayetlerini tebliğ ederken Allah’ın Elçisidirler. Elçiye itaat, onu gönderene itaattir.  Ama bundan, yetkililerimize de kayıtsız şartsız boyun eğmemiz gerektiği anlaşılamaz. Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor : “Yaratıcıya ısyan olan yerde yaratılmışa boyun eğilmez.” (Müslim, imaret 39; Ebû Davud,cihad 87) Bir diğer hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor : ” Boyun eğme sadece marufta olur.” (Buharî, ahkâm 4, Müslim, imaret 39-40) Maruf, Kur’an’a uygun şeydir. Bu sebeple yetkilinin marufa aykırı emri kişiyi sorumluluktan kurtaramaz.

Ali b. Ebî Talib radiyellahü anh şöyle demiştir : “İmamın görevi Allah’ın indirdiği ile hükmetmek ve emaneti yerine getirmektir. Böyle yaparsa vatandaşların onu dinlemesi ve ona boyun eğmesi gerekir. “[7]

Halifeye kayıtsız şartsız boyun eğmenin bir inanç haline gelmesi onu Allah’ın yerine koymak ve şirke düşmek olur.

E- Ric’at İnancı

İmamların ölümlerini kabul etmek istemedikleri için bazı aleviler ric’ata  yani imamın ölümden veya gaybete girmesinden sonra geleceğin veya ruh göçüne inanmışlardır. İran şiileri ric’ata inanır. Bunu şöyle açıklarlar :

” İmamiyenin, Ehl-i beytten gelen rivayetlere göre, Allah Teâlâ’nın ölenlerin bir bölümünü öldükleri surette dünyaya getireceğine, böylece de bir bölüğün yüceltileceğine, bir bölüğünün alçaltılacağına, gerçeklerin haklı olduklarının, zalimlerin haksız bulunduklarının meydana çıkacağına inançları vardır.”

“Dünyaya döndürülecek kişiler imanda en üstün olanlarla fesadda en aşağı derecede blunanlardır..” [8

F- Takiyye İnancı

Bu inanç şöyle açıklanmaktadır :

Takiyye, bir toplumdan yahut birinden çeşitli suretlerde korunmak, mensub olduğu zümreyi o zümrenin malını canını, inancını zarardan emin etmektir. Bu, kendilerinden ve kendilerine uyanlardan zararı uzaklaştırmak, canlarını korumak, müslümanların düzeninini ve birliklerini sağlamak için Ehl-i beytin şiarıdır. [9]

Takiyyenin sebep olduğu aşırılıklar :

Ali’nin 30 sene takiyye yaptığı, düşman olduğu halde dost göründüğü iddia ediliyor. Bu onun haşa, hilekar, iki yüzlü ve münafık tipli olduğu kanaatini vermez mi ?

Diğer taraftan Ali’nin ve ehl-i beytin dışında olanlar, onlara düşman oldukları halde iki yüzlülükle onlara dost görünmüş olmazlar mı? Sonuçta Resulüllah’ın bütün ashabı münafık ve iki yüzlü içi başka, dışı başka kişiler durumuna düşmez mi? O zaman Nebîmiz sallallahu aleyhi ve sellem kendi ashabını iki yüzlü bir şekilde yetiştirmiş demektir. Halbu ki, Allahü Teâlâ hazretleri bu konuda şöyle buyuruyor :

“Muhammed Allah’ın elçisidir. Onunla birlik olanların, kendini doğrulara kapatanlara karşı sarsılmaz duruşları vardır. Birbirlerine karşı ise merhametlidirler. Allah’ın rızasını ve ikramını kazanmak için rüku ve secde ettiklerini görürsün. Onları tanıtan, secdenin yüzlerinde bıraktığı etkidir. Tevrat’ta da böyle anılırlar. İncil’de ise filiz vermiş ekine benzetilirler. Güçlenmiş, kalınlaşmış, sapı üzerinde dik durmuş, çiftçileri pek hayran bırakan ekin gibidir. Bunlar, kendini doğrulara kapatanları kıskandırmak içindir. Allah, onlardan inanıp güvenen ve iyi işler yapanlara bağışlama ve büyük bir ödül vadetmiştir.” (Fetih 48/29)

II- ALİ’Yİ AŞIRI HORLAYANLAR

Ali’yi aşırı horlayanların başında Haricîler gelir. Bunlar başlangıçta Ali taraftarı iken Ali ile Muaviye arasında çıkan Sıffîn savaşında Muaviye, kaçmaya yeltendiği bir sırada bu zor durumdan kurtulmak için hakem tayini düşüncesini ortaya attı. Muaviye’nin ordusu, Kur’an-ı Kerim’i havaya kaldırdı. Fakat Ali savaşa devamda kararlıydı. Daha sonra haricî adını alan bir grup önce Ali’yi hakem tayinine ve bilirli bir hakemi kabul etmeye zorladıkları halde daha sonra hakeme baş vurmayı büyük bir günah saydılar. Ali’nin, işlemiş olduğunu iddia ettikleri bu günahtan dolayı tevbe etmesini istediler. Çünkü onlara göre Ali hakeme başvurmakla küfre girmişti. Nitekim kendileri de bu sebeple kafir olduklarını ve tevbe ederek yeniden islama girdiklerini sanıyorlardı. Haricilerden bir kısmı Ali’ye tabi olanları da müşriklikle suçluyorlardı. [10 ]

SONUÇ

İnsanlar Allah’ın kulu, Allah da insanların Rabbidir.

Kul kelimesinin arapçası abd’dır; kul ve köle anlamına gelir. Rab kelimesinin türkçesi de sahip demektir. Günümüz Arapçasında rabb kelimesi bu anlamda kullanılmaktadır. Mesela sermaye sahibine rabb’ül-mâl denir. İslam hukuku ile ilgili kitaplarda bu terim vardır. Köle efendisine “Rabbim” diye hitabeder. Yusuf’un, kardeşleri tarafından kuyuya atılmasından sonra Mısır hükümdarına köle olarak satıldığını biliyoruz. Hükümdarın karısı Yusuf ile ilişkiye girmek istediği zaman o Allah’a sığınmış ve kadının kocası için şöyle demişti : “O benim Rabbimdir, beni çok iyi barındırmıştır.” (Yusuf 12/23)

Abd ve Rab kelimeleri kişi ile Allah arasındaki ilişkileri belirleme hususunda gözümüzün önüne bir örnek getirmektedir. Efendi ile köleyi düşünelim. Efendi kölesi üzerinde tam bir egemenliğe sahiptir. Köle, efendisine kayıtsız şartsız boyun eğemek zorundadır. Onun malı üzerinde de şahsı üzerinde de bir yetkisi yoktur. O ancak efendisinin verdiği yetkiyi kullanabilir. Baba oğul ilişkisi ise farklıdır. Oğul babasının varisi, mülkünde az çok söz sahibi ve kendiliğinden bazı şeyleri yapmaya yetkilidir. İşte Allah ile kul arasındaki ilişki bir baba oğul ilişkisi değil, köle ve efendi ilişkisi gibidir. Allah’ın yetki vermediği bir konuda hiç kimse kendini yetkili sayamaz. Tek yetki kaynağı Allah Teâlâdır. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem de onun kuludur. Kelime-i şehadet getirirken Nebîmizin Allah’ın kulu olduğunu öncelikle vurgular sonra elçisi olduğuna inandığımızı söyleriz.

İnsanlar hep bu noktada yanılırlar. Allah’ın hiç kimseye vermediği yetkiyi kendi kuruntularına göre bazılarına tanır, onları Allah’ın egemenliğine ortak ederler. Hırıstiyanlar, İsa’ya Allah’ın oğlu demiş ve onu tanrılaştırmışlardır. Yahudiler, kendileri için Allah’ın oğulları ve sevgilileri diyerek[11] zaman zaman Tevratı değiştirmekte, Allah’a ait olan yetkileri her defasında daraltmaktadırlar. Kimileri melekleri Allah’ın kızları sanmış, kimileri ise bir kısım velilere tasarruf yetkisi tanıyarak insanları onlar arasında paylaştırmışlardır. Bazıları da kendilerini Allah’ın bir temsilcisi sayar, kendilerine gösterilen saygının aslında Allah’a gösterilmiş olacağını söyler ve insanları Allah’a ait olan egemenlik konusunda yanıltırlar. Bu iddiaların hepsi de delilsiz olduğu için birer sapıklıktan başka bir şey olamaz. Bazıları da Allah’ın bazı kişilerin kılığına girdiğini ileri sürmüşler ve bu yolla sevdikleri bir kısım kişilere kutsallık vermeye çalışmışlardır. Bugün bir kısım aleviler arasında telaffuz edilen Ali sırrı bu anlamı çağrıştırmaktadır. Bunlardan hiç birinin bir belgesi yoktur. Allah’ın egemenliğini daraltma çabaları Kur’an-ı kerimde şirk olarak tanımlanmış ve bu, bağışlanmaz bir suç sayılmıştır. “Allah kendisine ortak oluşturulmasını (şirki) bağışlamaz. Bunun altında olan günahları, şirkten uzak kalmayı tercih eden kişi için bağışlar. Kim Allah’a ortak oluşturursa, O’na büyük bir iftirada bulunmuş olur.”  (Nisa 4/48)

İnsanların Kur’an-ı Kerim karşısındaki tutumları farklıdır. Bazıları içtenlikle Kur’an’a uymak ister, bu yolda elinden geleni esirgemez; malını, canını ve her şeyini feda etmekten zevk duyar. Bazıları da Kur’an’ı kendine uydurmak ister ve arzusuna uygun yorumlar çıkarmaya çalışır.

“Sana indirdiğimiz bu kitap tümüyle gerçeklerden oluşur ve kendinden öncekileri de tasdik eder. Allah, kullarının içini bilir ve onları görür.

Sonra kullarımızdan seçtiğimiz kimseleri Allah’ın izniyle bu Kitaba mirasçı yaparız. Onlardan kimi kendine kötülük yapar, kimi orta yolda gider, kimi de iyilikler konusunda en önde olur. İşte büyük üstünlük en önde olmaktır.”  (Fatır35/31-32)

Ali ile ilgili tartışmaların çoğu Ali’nin kabul edebileceği tartışmalar değildir. Madem onu Nebîmiz İsa’ya benzetmiş konuyu İsa ile ilgili bir ayetle bitirelim :

“Bir gün Allah, şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsa! Sen insanlara dedin mi ki ‘Beni ve anamı Allah ile aranıza iki tanrı olarak koyun?” İsa diyecek ki “Ben sana içten boyun eğerim. Benim doğru olmayanı söylemem olacak şey değildir. Eğer söylediysem, zaten bilirsin. Sen, benim içimi bilirsin ama ben Senin içini bilmem. Bütün gaybı (kalpleri) bilen sadece Sensin!”

Bana ne emrettiysen ben onlara onu söyledim. “Benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah’a kul olun!” dedim. Aralarında bulunduğum sürece onlara şahittim. Beni vefat ettirdikten sonra onlar, sadece senin gözlemin altındaydılar. Her şeye şahit olan Sensin.

Eğer azap edersen onlar senin kullarındır. Ama bağışlarsan, üstün olan ve bütün kararları doğru olan Sensin.”

Allah diyecek ki “Bugün doğruların, doğruluklarından yararlanacakları gündür. İçinden ırmaklar akan cennetler onlar içindir. Orada ölümsüz olarak sürekli kalacaklardır. Allah onlardan razıdır, onlar da Allah’tan razı olacaklardır. En büyük kurtuluş işte budur.”(Maide 5/116-119)

Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır

——————————————————————————–

* Bu yazı, ll.l2.l994 günü, Milli Gençlik Vakfı Ümraniye Şubesi tarafından düzenlenen ve Ümraniye’de Belediye Sinema Salonunda yapılan Alevilik toplantısı sebebiyle hazırlanmıştır.

Toplantıya katılanlar: Abdülaziz BAYINDIR, Doç. Dr. Mustafa ÖZ (Marmara Üniversitesi İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi), Cemal ŞAHİN ( Çorum Milletvekili) Muharrem Naci

[1]- İbn Manzûr, Lisan’ül-Arab, Beyrut c. l0 s. 492.

[2]- Muhammed Rıza’l-Muzaffer, Akâid’ül-İmâmiyye (Abdülbakî GÖLLPINARLI tarafından Şia İnançları adıyla tercüme ve neşredilmiştir. )İst. l978, s.50.

[3]- Muhammed Rıza el-Muzaffer, a.g.e. s. 51.

[4]- Allah Teâlâ’nın önceden yazdığı şey ile Kölelik ve cariyelik konusunda ayrıntılı bilgi için lütfen tıklayınız:  http://www.suleymaniyevakfi.org/tarih-arastirmalari/savas-esirleri-ve-cariyelik.html

[5]- Muhammed Rıza el-Muzaffer, a.g.e. s. 52-53.

[6]- Muhammed Rıza el-Muzaffer, a.g.e. s. 54.

[7]- Fahrüddin er- Râzî, ete-Tefsîr’ül-Kebîr, Dar’üt-tıbaat’il-âmire, c. III, s. 357.

[8]- Muhammed Rıza el-Muzaffer, a.g.e. s. 63-66.

[9]- Muhammed Rıza el-Muzaffer, a.g.e. s. 67.

[10]- Muhammed Ebû Zehra, İslamda Siyasî ve İtikâdî Mezhepler Tarihi ( Tercüme Hasan Karakaya ve Kerim Aytekin.)İstanbul, s. 71 vd.

[11]- Maide Suresi 5/l8