Başörtüsü ve Örtünme

İslâmiyet’ten önce Araplarda örtünme adeti yoktu. Kadına saygı gösterilmez, kadınlar da erkeklerden sakınmazlardı. Başörtülerini enselerine bağlar veya geriye doğru bırakırlardı. Yakaları önden açı­lır, boyunları ve gerdanlıkları ortaya çıkar, süsleri gözükürdü. Erkek­lerin ilgisini çekmek için süslenen, açık saçık kıyafetler giyinen, ba­kışlarıyla ilgi toplamaya çalışan düşük ahlaklı kadınlar da vardı.

((Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul 1936, C. IV, s.3506 ve C. V, s.3927 (Nur Suresi 31, Ahzab 59).)) Ev­lilik dışı ilişkiler peşinde koşan bir kısım erkekler, kadınların arka­sına takılır ve onları zan altında bırakırlardı. ((Fahreddin er-Râzi Ebu Abdillah Muhammed b. Ömer (öl. 606 h. /1210 m.) et-tefsîr’ül-kebîr, Mısır, C. XXV, s.230 (Ahzab 59).))

Örtünme ile ilgili emirler Ahzab Suresi ile Nur Suresi’ndedir. Her iki surenin de Medine-i Münevvere’de indiği hususunda tam bir görüş birliği vardır. ((el-Kurtubî Muhammed b. Ahmed el-Ensârî (öl. 671 h. /1273 m.), tahkik eden Ebu İshak İbrahim Etfiş, el-Cami li Ahkam’il-Kur’an, Kahire 1387 h. 1967 m. C. XII, s.158 ve C. XIII, s.113.)) İslâm’ın bir çok emir ve yasağı gibi örtünme emri ile buna ilişkin yasaklar da Medine-i Münevvere’de gelmiştir.

Kadınlar Medine-i Münevvere’de de günahkâr erkekler tarafın­dan rahatsız ediliyorlardı. Durum Muhammed aleyhisselama şikayet edilince Ahzab Suresi’nin 59. ayeti nazil oldu. ((el-Kurtubî, a.g.e., C.XIII, s.243 (Ahzab 59).))

“Ey Nebî! Eşlerine, kızlarına ve inanıp güvenenlerin hanımlarına söyle de cilbablarını /büyük başörtülerini üzerlerine yaklaştırsınlar. Bu, iffetli bilinmeleri, dolayısıyla incitilmemeleri açısından daha uygundur. Allah daima bağışlayan ve ikramı bol olandır.”

Cilbab, kadınların evlerinden çıkar­ken üstlerine aldıkları, başörtüsünden büyük bir örtü ya da büyük bir başörtüdür. Bu husus ileride tekrar ele alınacaktır.

Bazı kadınlar cilbab başları üzerine, bazıları da omuzlarına atar­lar. İki ucu bir biri üzerine sıkıca örtülmezse kadının saçları, boynu ve gerdanlığı gözükür ve erkeklerin bakışlarını üze­rine çeker. Kimi kötü niyetli erkekler de bundan umutlanarak böyle kadınların arkasına düşer, onları rahatsız eder ve töhmet altında bırakırlar.

Kadınlar cilbabını, başını kapayacak şekilde alır ve uçlarını bir biri üzerine getirerek sıkıca örtünürse bu, onların iffetli ve ahlâklı olduğunun bir işareti olur ve rahatsız edilmekten kurtulurlar.

Nur Suresi’nin 31. ayetinde ise örtünme emrinin kapsamı geniş­letilmiş, bakışların kontrol edilmesi, namusun korunması, akrabalar ve yabancı erkekler yanında bazı organlar dışında kalan yerlerin ör­tülmesi farz kılınmıştır.

BAKIŞLARIN KONTROL EDİLMESİ

Gözler kalbe açılan pencerelerdir. Duygusal ilişkiler göz göze gelmekle başlar. Sonra bütün davranışlar bundan etkilenir. Eğer arkasında evlilik yoksa böyle bir ilişki sadece ızdırap kaynağı olur. Kur’an-ı Kerim gerek erkeğe, gerekse kadına bakışları kontrol etme emri verilmiş ve karşı cinsin gözünün içine bakmak yasaklamıştır. Çünkü kadınla erkeğin evlilik dışı yollarla birbirinden cinsel yönden yararlanması kesin olarak yasaktır.

“Mümin erkeklere söyle, bakışlarında ölçülü olsunlar ve edep/avret yerlerini korusunlar….” (Nur 24/30)

“Mümin kadınlara da söyle, bakışlarında ölçülü olsunlar ve edep/avret yerlerini korusunlar….” (Nur 24/31)

Cilbabıyla sıkıca örtünüp, erkekler yanında gözlerini önüne indi­ren ve bakışlarıyla onlara hiç bir ümit vermeyen bir kadın, kötü ni­yetli erkeklerin dahi saygısını kazanır. Bu kadın, namusunu da kolay bir şekilde koruma imkanı elde eder.

ZİYNETİN AÇILMASI

Allah-ü Teâlâ kadını güzel bir biçimde yaratmıştır. Saçları, yüzü, boynu, gerdanlığı, kolları, ayakları, hasılı kadının bütün vücudu gü­zeldir. Takındıkları takılar da güzelliklerine güzellik katar. Kadın bu güzellik ve süslerini istediği gibi sergileyemez. Zaten yaratılıştan kendisine verilen utanma duygusu da buna engeldir. Aralarında daimi evlenme yasağı bulunan babası, kardeşi, oğlu, da­yısı, amcası gibi kimselere zinet yerlerini göstermesine müsaade edilmiştir. Genel­likle iç içe yaşandığından kadının bu gibi kimseler yanında her tara­fını kapaması sıkıntıya sebep olur. Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Mümin kadınlara söyle …. Kendiliğinden görünen kısım hariç, ziynetlerini /vücutlarını göstermesinler. …” (Nur 24/31)

Bu emirle, açılmasına ihtiyaç olan yüz ve eller dışındaki süs yer­lerinin kapatılması istenmektedir. Buna göre mümin kadınlar, baş­larını, boyunlarını, kulaklarını, göğüslerini, kollarını ve ayaklarını kapayacaklardır.

Ayetin devamında bazı erkeklerin yanında, kadının zinet yerle­rini açmasına müsaade edilmiştir:

“… Kadınlar Başörtülerinin bir kısmını da yaka açıklıklarının üzerine yerleştirsinler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınlar, hâkimiyetleri altında olan esirler, cinsel ihtiyaçtan değil de (meşru bir sebepten) kendilerine bağlı ya da bağımlı olan erkekler ve kadınların mahrem yerlerinin farkında olmayan çocuklar hariç hiç kimseye ziynetlerini /vücutlarını açmasınlar…” (Nur 24/31)

Konu ile ilgili ayrıntılı hükümler ileride gelecektir.

BAŞÖRTÜSÜ

Ayette başın örtülmesi özellikle emredilmiş ve örtünmenin na­sıl yapılacağı da belirtilmiştir.

“Başörtülerinin bir kısmını da yaka açıklıklarının üzerine yerleştirsinler…” (Nur 24/31)

Eskiden kadınlar yakaları açık elbiseler giyinirler, boyunları ve göğüs kısmı gözükürdü. ((Ebubekr el-Cessas er Râzî (öl. 370 h. /980 m.), Ahkam’ül-Kur’an, Beyrut (Matbaa-i Amire baskısından ofset), C. III, s.371.)) Bu emirle başörtülerinin bir bölümüyle boyunlarını ve yakalarını örtmeleri istenmiştir.

Bütün mezhepler Müslüman kadının başını örtmesinin farz ol­duğu konusunda tam bir görüş birliği içindedirler. Ancak Malikî mezhebi ile ilgili olarak bazılarının zihnini karıştıran bir konu var­dır.

Malikî mezhebinde saçlar (avret-i hafife) hafif avret sayıldığın­dan, acaba Malikî mezhebine göre bir kadın başörtüsü kullanmadan, saçı açık olarak dışarı çıkamaz mı?

Malikî mezhebinde kaba avret (avret-i muğallaza) ve hafif avret (avret-i hafife) ayırımı yalnız namaz açısından yapılmıştır. Kadının yabancı erkekler yanında örtünmesi gerekli yerler açısından böyle bir ayırım yoktur. Bilindiği gibi avret yerlerinin kapatılması namazın farzlarındandır. Hanefî, Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre na­mazda başörtüsü açılan bir kadının namazı bozulur. ((Fahreddin er-Râzî, a.g.e., C. XXIII, s.206; el-Kurtubî a.g.e., C. XII, s.230.)) Ancak Malikî mezhebi bu durumda kadının namazının bozulmayacağını belirt­miş, fakat vakit çıkmadan namazın iade edilmesini istemiştir. Çünkü baş, namaz açısından hafif avrettir, bu her ne kadar namazı bozmasa da kadının başını açması haram olduğundan namaz kılar­ken işlenen bu haram fiilin günahından kurtulmak için henüz vakit çıkmadan namazın iade edilmesi gerekli görülmüştür. Vakit çıktık­tan sonra namazı iade imkanı ortadan kalkar. ((Ömer Nasuhi BİLMEN, Büyük İslam İlmihali, İst. 1986, s.99; Ahmed b. Hacer el-Heytemî, Tuhfet’ül-Muhtac bi Şerh il-Minhac, (Şirvânî ve İbâdî haşiyeleri ile birlikte) tarih ve yer yok, C. II, s.111; Abdullah b. Ahmed b. Kudame (öl. 620 h. /1223 m.) el-Muğnî, Kahire, C. I, s.578.))

Malikî mezhebine göre kadının yabancı erkekler karşısındaki davranışı şöyledir:

Kadın, Müslüman olan bir yabancı erkek karşısında eli ve yüzü dışındaki bütün organlarını kapamak zorundadır. Bu ona farzdır. Eğer bir fitne korkusu yoksa yabancı erkek kadının yüzüne ve elle­rine bakabilir. Fitneden korkulduğunda kadının elini ve yüzünü de kapamasının farz olduğunu söyleyen Malikî alimler olmuştur. “Kadının bir sorumluluğu yoktur, bu durumda erkeğin bakmaması farzdır.” diyen Malikî alimler de vardır. Malikî mezhebine göre ka­dın, Müslüman olmayan bir yabancı erkeğe yüzü ve elleri de dahil hiç bir organını gösteremez. ((Muhammed Uleyş, Menâhil’ül-Celî alâ muhtasar-i allâme Halîl, tarih ve yer yok, C. I, s.133.Muhammed Uleyş, Menâhil’ül-Celî alâ muhtasar-i allâme Halîl, tarih ve yer yok, C. I, s.133.))

Demek ki, bütün İslâmî kaynaklar Müslüman bir kadının ya­bancı erkekler karşısında başını örtmesinin farz olduğu konu­sunda tam bir görüş birliği içindedir.

Ayetin ilgili kısmı şöyledir: وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ

(ضرب)‘ın Türkçe karşılığı ‘vurmak’tır. Bu, Arapça’da bir şeyi bir şeyin üstüne düşürmek ve sabitlemek olarak açıklanmaktadır. ((er-Rağıb el-İsfahânî, Müfredâtü elfâz’il-Kur’an, Beyrut 1412/1992, s. 505. Burada geçen ifade şöyledir: (الضرب إيقاع شيء على شيء)))

Burada fiil (علىharf-i cerri ile kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de (ضرب) fiilinin bu şekilde kullanıldığı başka ayetler de vardır. O ayetler buradaki mananın tam olarak ne olması gerektiği konusunda bizi aydınlatır.

(ضربت عليهم الذلةBu ayet Rağıb el-İsfahânî’nin Müfredat’ında şu şekilde açıklanmaktadır: (إلتحفتهم الذلة التحاف الخيمة بمن ضربت عليه) “Alçaklık onları, üzerine çadır kurulan kişiyi çadırın örttüğü gibi örtmüştür. (ضربت عليهم المسكنة) ayeti de aynı şekilde açıklanmıştır. ((er-Rağıb el-İsfahânî, a.g.e. s.506.))

Demek ki, (ضربfiili (علىharf-i cerri ile kullanılınca üstünü örtmek anlamına geliyormuş.

Cüyûb: Ayette geçen (جيوبkelimesi( جيب)kelimesinin çoğuludur. Ceyb Arapçada yaka anlamınadır.

Ayette başörtüleri diye tercüme edilen kelime (خُمُر) dır. Bu, (خِمار) kelimesinin çoğuludur. Bunun da kökü (خَمْر)dir. Güvenilir bir Kur’an lugatı olan Müfredât’ta şöyle denmektedir. (خَمْر)‘ın kök anlamı bir şeyi örtmektir. (خمار) da örtü anlamındadır. Ancak Arap örfünde kadının başını örttüğü örtüye isim olmuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Başörtülerinin bir kısmını da yaka açıklıklarının üzerine yerleştirsinler….” (Nur 24/31)

Aklın bulunduğu yeri örttüğü için şaraba da (خَمْر) adı verilmiştir. ((er-Rağıb el-İsfahânî, a.g.e. s.298.))

Güvenilir hadis lügatı olan İbn’ül-Esîr’in en-Nihâye’sinde :

(أنه كان يمسح على الخُفِّ والخِمار“O, mestinin ve hımarının üzerini meshederdi.” hadisindeki (خمارkelimesi ile ilgili olarak şöyle deniyor: “Burada sarığı kastetmiştir. Çünkü erkek onunla başını örter. Nitekim kadın da başını hımar ile örter. Bu şundandır: Arap sarığını örter ve onu çenesinin altından döndürürse her vakitte açamaz. O zaman o, mestler gibi olur. Ama bu durumda başının az bir kısmını meshetmesi gerekir. Kaplama mesh yerine de sarığının üstünü mesheder. ((İbn’ul-Esîr, el- Mübârek b. Muhammed el-Cezerî (544/606 h.), en-Nihâye fî garîb’il-hadîsi v’el-eser, Beyrut 1399/1979, II/78.))

(خمار) kelimesinin kadının başörtüsü anlamına geldiği eski sözlüklerde yazılıdır. (الخمار للمرأة وهو النصيفHımar kelimesi kadın için nasîf anlamındadır. ((İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem (630-711 h.), Lisan’ul-Arab, Beyrut, 1410/1990, IV/257; Muhammed Murtaza ez-Zebîdî, Tâc’ul-Arûs, Mısır 10306, III/188.)) Nasif de başörtüsüdür. ((İbn Manzûr, Lisan’ul-Arab, IX/332.))

İçinde (خمارkelimesi geçen çok sayıdaki hadisten üç örnek verelim:

1- Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve selleme ipekli elbiseler getirilmişti. Ömer’e bir elbise gönderdi. Üsâme b. Zeyd’e bir elbise gönderdi. Ali b. Ebî Talib’e bir elbise verdi ve dedi ki;

(
شققها خمرا بين نسائكOnu karıların arasında başörtüsü olarak parçalara ayır… Akşamüstü Üsame elbisesinin içinde çıkageldi. Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem ona farklı bir bakışla bakınca yaptığından hoşlanmadığını anladı. Dedi ki, “Ey Allah’ın Elçisi! Bana neden bakıyorsun, onu bana sen göndermiştin. Buyurdu ki, “Ben onu sana giyesin diye göndermedim. Ama onu sana gönderdim ki, kadınların arasında başörtüler olarak parçalayasın. (لتشققها خمرا بين نسائك(Müslim, Libas7-2068)

2- Alkame b. ebî Alkame annesinin şöyle dediğini naklediyor: Abdurrahman’ın kızı Hafsa Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellemin eşi Ayşe’nin yanına girdi Hafsa’nın üzerinde ince bir başörtüsü vardı. Ayşe onu parçaladı ve ona kalın bir başörtüsü giydirdi.

(
وكستها خمارا كثيفا(El-Muvatta, Libas, 4, hadis no 6)

3- Aişe  Nebî sallallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediğini bildirmiştir. (لا يقبل الله صلاة حائض إلا بخمارAllah adet gören (yani büluğ çağına ermiş) bir kadının namazını başörtülü olmadan kabul etmez”. (Ebu Davud Salat 85, hadis no 641)

CİLBAB

Baş tarafta belirtmeye çalıştığımız gibi İslâmiyet’ten önce Arap­larda örtünme adeti yoktu. Kadına saygı gösterilmez, kadınlar da er­keklerden sakınmazlardı. Evlilik dışı ilişkiler peşinde olan bir kısım ayak takımı, kadınların arkasına takılır, onları rahatsız eder ve suç­lama altında bırakırlardı. Müslümanlar henüz tuvaleti icat etmeden önce kadınlar ihtiyaçlarını gidermek için evlerin arkasındaki boş sa­haya doğru giderlerdi. Bunu gören kötü ahlaklı erkekler onları inci­tici davranışlara girerler. Kadınlar bağırınca geri çekilirlerdi. Durum  nebî aleyhisselama şikâyet edilince Ahzab Suresinin 59. ayeti nazil oldu. ((Muhammed Uleyş, a.g.e., C. I, s.133.))

“Ey Nebî! Eşlerine, kızlarına ve inanıp güvenenlerin hanımlarına söyle, cilbablarını /büyük başörtülerini üzerlerine yaklaştırsınlar. Bu, iffetli bilinmeleri, dolayısıyla incitilmemeleri açısından daha uygundur.”

Cilbab başörtüsünden büyük ve rida’dan küçüktür. Kadın onu başına sarar ve kalan kısmını göğsü üzerine sarkıtır. ((el-Kurtubî, a.g.e., C. XIV, s.243; Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. III, s.371.)) Günümüzde Müslüman kadınlar iki türlü başörtüsü kullanmaktadırlar. Birisi saç­larını ve boyunlarını örtmek için kullandıkları küçük başörtüsü di­ğeri de namaz kılarken ve dışarı çıkarken kullandıkları büyük başör­tüsü. Buna göre başı örttükten sonra, kalan kısmı göğüs üzerine sar­kıtılan büyük başörtüsü yukarıda tanımı geçen cilbab olmaktadır.

Cilbabın milhafe olduğu da söylenmiştir. ((Şeyhülislâm Ebussuud Efendi Muhammed b. Muhammed el-İmâdî (öl. 982 h. /1574 m.) Tefsirü Ebissuud (Tefsir-i Kebir ile birlikte) Matbaa-i Amire, C. VII, s.801 (Ahzab 59).)) Milhafe, yorgan ve çarşaf gibi bürünecek şey ve üstlük elbise anlamına gelir. ((Şeyhülislâm Ebussuud Efendi, a.g.e., C. VII, s.801.)) Burada yorgan söz konusu olamayacağı için cilbab, mülâe demek olur. ((Firuzabâdî, Kamus’ül-Muhît, tercüme Asım Efendi.)) Mü­lâe, kadınların büründükleri çâr’dır. Bir en ya da iki en kumaştan ya­pılır. Bununla bütün vücutlarını bürüyüp örtünürler. ((el-Mucem’ül-Vecîz, Heyet tarafından hazırlanmış. Mısır 1400 h. /1980 m.)) Burada söz konusu olan çâr ya da çarşaf (milhafe) günümüz Türkiye’sinde ka­dınların giydiği, yüz ve ayaklar dışında bütün vücudu örten ve tek parça olarak dikilmiş elbise değil, bazı yerlerde ehram, bazı yerlerde de şal adı verilen ve kadınların bütün vücutlarını bürüyüp örten bir kumaştır.

Cilbabın rida olduğu da ifade edilmiştir. ((Firuzabâdî, Kamus, Asım Efendi Tercümesi.)) Rida başa ve belden yukarıya bürünecek çâr, şal ve kumaş gibi şeylerdir. ((Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. III, s.371.))

Cilbaba, kadını baştan aşağı örten çarşaf, ferace ve çâr gibi dış el­bise anlamı da verilmiştir. ((Firuzabâdî, Kamus, Asım Efendi Tercümesi.)) Buna göre kadının yüzü ve ayakları dı­şında bütün vücudunu örten ve tek parça elbise olarak dikilmiş bu­lunan çarşaf bir cilbab olduğu gibi başörtüsü ile birlikte manto veya pardesü de cilbab sayılmaktadır.

CİLBABI ÖRTÜNME ŞEKLİ

Cilbabın nasıl örtünüleceğine dair kaynaklarda farklı bilgiler var­dır.

1- Yalnız gözün biri açıkta kalacak şekilde sıkıca örtünmek. İbn Abbas (r.a.) demiştir ki, Allah-ü Teâlâ, cilbab ayetiyle mümin kadın­lara, bir ihtiyaç için evlerinden çıktıklarında baştan aşağı yüzlerini cilbabları ile kapamalarını ve yalnızca bir gözlerini açık bırakmala­rını emretmiştir. Muhammed b. Sîrîn diyor ki, “Ubeydet’üs-Selmân­î’ye cilbab ayetini sordum, yalnız sol gözünü açık bırakarak yüzünü ve başını örttü.” ((Elmalılı, a.g.e., C. IV, s.3927-3928.)) Elmalılı Muhammed YAZIR diyor ki, “Bizler ye­tiştiğimiz zaman memleketimizde validelerimizin tesettür tarzı bu idi.” ((İsmail b. Kesir (öl. 774 h. /1372 m.), Tefsirü İbni Kesir, Muhammed es-Sabûnî tarafından ihtisar ve tahkik edilmiş nusha, Beyrut 1393, C. III, s.114.))

2- Cilbabını alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra burnunun üzerinden dolayıp gözlerinin ikisi de açık kalsa bile yüzün büyük bö­lümü ve göğsü tamamen örtmek. Bugün Anadolu’nun birçok yöre­sinde kadınlar dışarı çıkınca böyle örtünürler. Elmalılı Muhammed YAZIR diyor ki, 1310 da (yani 1895 tarihinde) İstanbul’a geldiğimde İstanbul hanımlarının, bir peçe ilave edilmek ve elde açık bir şem­siye bulunmak şartıyla tesettür tarzları bu idi. ((Elmalılı, a.g.e., C. V, s.3928.)) Eldeki bu açık şem­siye yağmur ve güneşe karşı değil, erkekler yanından geçerken ka­dına perde görevi görsün diye taşınıyordu.

3- Bu ayet, örtülü ve iffetli olduklarını göstermek için genç ka­dınların dışarı çıkınca yüzlerini örtmeleri gerektiğini göstermektedir. Böylece düşük ahlâklı kimseler bunları rahatsız etmezler. ((Elmalılı, a.g.e., C. V, s.3928.)) Bu­gün Suudî Arabistan’da kadınlar bu şekilde sokağa çıkmaktadırlar.

KADINA BAKMA YASAĞI

Nur Suresi’nin 30. ayetiyle erkeklerin kadınlara bakmaları ve on­ları rahatsız edici tavırlar içine girmeleri yasaklanmıştır.

“Mümin erkeklere söyle, bakışlarında ölçülü olsunlar ve avret/edep yerlerini korusunlar. Onlar için nezih olan budur. Allah, yapmakta oldukları şeyin iç yüzünü bilir.”

Bu ayetle erkeklerin gözlerini, kendilerine haram olan şeylerden çekmeleri ve evlilik dışı ilişkilere götürebilecek davranışlara girme­meleri emrolunmuştur.

Kadın ile erkek birbirine karşı güçlü cinsel arzu içinde bulunur­lar. Bunun ayıplanacak ve yadırganacak bir tarafı yoktur. Ancak İs­lâm dini bu arzunun evlilik dışı yollarla tatmin edilmesini şiddetle yasaklamış, aykırı davranışları, toplum düzenini sarsan ağır bir suç saymıştır. Bu sebeple bütün unsurları ile tespit edilmiş bir zina su­çunu bağışlama yetkisi hiç bir şahıs ya da makama verilmemiştir. ((Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. III, s.372.))

Bakışlar kadınla erkek arasındaki ilk irtibatı kurar, günaha elçi­lik eder. Gözleri öne eğip harama bakmamak kolay değildir. Bir çok kimse bu konuda kendine hakim olamayacak gibi olur. ((Damad Abdurrahman b. Muhammed, Mecma’ül-Enhür (hudud), İstanbul 1301, C. I, s.542 vd.))

Bir gün Nebîmiz aleyhisselam ashabına,

«- “Sakın yollar üzerinde oturmayın.” buyurdu. Dediler ki,

– “Ya Resulullah, bir türlü oturmazlık edemiyor, yol üzerinde konuşuyoruz.” Buyurdu ki,

– “Mutlaka oturmak istiyorsanız, yolun hakkını verin.”

-”Yolun hakkı nedir?” diye sordular. Buyurdu ki,

– “Gözü öne indirmek, kimseye sıkıntı vermemek, selâm almak, iyiliği tavsiye edip kötülüğe engel olmaktır.”» (Buhari, İstizan 2; Müslim, Selâm 2)

Nebîmiz aleyhisselam Ali’ye (r.a.) bu­yurdu ki, “Ya Ali, bir kere baktıktan sonra ikinci bakışı yapma, birinci bakış senin hakkın ama ikincisi senin hakkın değildir.”

Nebîmiz aleyhisselam bir keresinde de şöyle buyurmuştur: “Ey Âdemoğlu, birinci bakış senin hakkın ama sakın ikinci bakışı yapma.” Birinci bakış kasıtsız olarak yapılacağı için kişi­nin hakkıdır. Eğer harama bakmak kastıyla olursa birincisi de yasak­tır. ((Fahreddin er-Râzî, a.g.e., C. XXIII, s.205.))

Erkeğin bakabileceği ve bakamayacağı kadınlar vardır. Hanefî mezhebine göre durum şöyledir:

1- Erkeğin, mahremi olan kadınlara bakması: Bir erkek, arala­rında ebedi evlenme yasağı bulunan bir kadının, mesela annesinin, kızının, teyzesinin diz kapağı ile göbeği arasına bakamaz; arzu duy­maması şartıyla başına, boynuna, göğsüne, kollarına, dizkapağının altında olan baldırına bakabilir. Bu organlara dokunması da caizdir. Ancak bunun için taraflardan hiç birinin diğerine arzu duymaması gerekir. Böyle bir endişe olursa ne dokunmak ne de bakmak caiz olur.

Erkek, mahremi olan kadınların karın bölgesine ve sırtına da ba­kamaz. Bir kadın, kendisinin böyle yakını olan bir erkeğin yanında karnını, sırtını, dizkapağı ile göbeğinin arasını örtmek zorundadır. Bu ona farzdır.

Erkeğin mahremi olan yani kendileri ile ebediyen evlenemeyeceği kadınlar annesi, babaannesi, anneannesi, kız kardeşleri, erkek ve kız kardeşlerinin kızları, kendi kızları, torunları, halaları ve teyze­leri, karısının annesi, sütannesi, sütninesi, sütkardeşi, sütkardeşinin kızları, sütkızı, sütkızının kızları, süt halası ve süt teyzesidir. ((Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. III, s.315 (Nur Suresi 30).))

Nikâhtan sonra cinsel birleşme olmuşsa o zaman karısının başka kocadan olma kızı da erkeğe ebediyen haram olur. ((Ömer Nasuhi BİLMEN, Büyük İslam İlmihali, (Müslümanlıkta aile ve karabet münasebetleri) İst. 1986, s.415.))

2- Erkeğin evlenebileceği kadınlara bakması: Erkeğin evlenebile­ceği kadınlar, aralarında ebedi evlenme yasağı olmayan kadınlardır. Geçici evlenme yasağının bu konuda etkisi yoktur. Mesela iki kız kardeşi bir arada nikâhı altında bulundurmak yasaklanmıştır. ((Bkz. Nisa Suresi ayet 23.)) Karı­sının ölmesi ya da onu boşaması halinde baldızı ile olan evlenme ya­sağı ortadan kalkacağı için baldız, yani karısının kız kardeşi bu bak­ması yasak olan kadınlar grubuna girer.

Yabancı olsun veya kendisi ile evlenebileceği bir yakını mesela amcasının veya dayısının kızı olsun erkek böyle bir kadının yalnız yüzüne ve ellerine bakabilir. Eğer arzu duyuyorsa bu organlara da bakamaz. Bir kadın, aralarında ebedi evlenme yasağı bulunmayan bir erkeğin yüzü ve elleri dışındaki bütün organlarını kapamak zorun­dadır.

3- Erkeğin kendi karısına bakması: Arzu duysun duymasın bir erkek karısının bütün organlarına bakabilir. Cinsel organına bak­maması edebe uygun görülmüştür.

4- Doktorun bakması: Bir doktor, tedavi ettiği bir kadının hasta olan mahrem organına ancak zaruret miktarı bakabilir. Eğer bir ka­dına tarif ederek tedavisini yaptırabiliyorsa bu daha uygun olur. Çünkü cinsin cinse bakması daha zararsızdır. ((Bkz. Nisa Suresi ayet 23.))

ERKEĞE BAKMA YASAĞI

Nur Suresi’nin 31. ayet-i kerîmesi aynen erkekler gibi kadınların da harama bakmasını yasaklamış evlilik dışı ilişkilere sebep olacak davranışlardan uzak kalmalarını emretmiştir.

“Mümin kadınlara söyle, gözlerini önlerine indirsinler ve edep/avret yerlerini korusunlar…”

Gözler kişiyi gayri meşru ilişkilere götürebilecek en önemli giriş kapısıdır. Haramlar karşısında gözlerinizi öne indirerek bu kapıyı kapattığınız zaman avret yerlerinizi korumanız ve evlilik dışı ilişki­lere sebep olacak davranışlardan kaçınmanız büyük ölçüde kolayla­şır.

Yukarıda “Kadına Bakma Yasağı” bölümünde geçen hadisler bu bölüm için de geçerlidir.

Hanefi mezhebine göre bakma konusunda kadınlara düşen gö­revi şöylece sıralayabiliriz:

1- Kadının kadına bakması: Bir kadın, arzu duysun veya duyma­sın diğer bir kadının dizkapağı ile göbeğinin arasına bakamaz. Arzu duymamak şartı ile diğer organlarına bakabilir. Eğer arzu duyuyorsa diğer organlarına bakması da haram olur. Bu sebeple bir kadın, başka bir kadının yanında diz kapağı ile göbeğinin arasını kapamak zorun­dadır, bu ona farzdır.

2- Kadının erkeğe bakması: Bir kadın, kocasının dışında bir erkeğin diz kapağı ile göbeğinin arasına bakamaz. Arzu duymamak şartıyla bunun dışındaki organlarına bakabilir. Erkek ister yabancı olsun, is­terse kendi oğlu, babası, amcası gibi bir yakını olsun fark etmez. Bu sebeple bir erkeğin, başkaları yanında dizkapağı ile göbeğinin arasını kapaması farzdır.

3- Kadının kocasına bakması: Arzu duysun veya duymasın, bir kadın kocasının bütün organlarına bakabilir. Erkeklik organına bak­maması edebe uygun görülmüştür. ((Damad, a.g.e., C. II, s.538-542.))

KADINLARIN ÖRTÜNMESİ

Kadınların örtünmesiyle ilgili hükümler Nur Suresinin 31. aye­tinde oldukça ayrıntılı bir şekilde belirtilmiştir:

“…Kendiliğinden görünen kısım hariç, ziynetlerini /vücutlarını göstermesinler. …”

Ziynet, süslenecek, bezenecek ve donanacak şeye denir. ((Damad, a.g.e., C. II, s.538-542.)) Kadının ziyneti olarak düşünüldüğü zaman takıları, giyimi ve kuşamı anlaşı­lır. Bunların alımı satımı, üretimi ve başkalarına gösterilmesi konu­sunda bir yasak bulunmadığına göre burada anlaşılması gereken şey bu ziynetlerin bulunduğu organların açılmamasıdır. ((Firuzabâdî, Kamus, Asım Efendi Tercümesi.)) Kadının takıla­rının bulunduğu organları; başı, saçı, kulağı, yüzü, boynu, göğsü, pa­zusu, kolu, eli, baldırı (bacağın dizden ayağa kadar olan kısmı) ve ayağıdır. Başta taç veya süslü bir şapka bulunur. Saçlar çeşitli şekil­lerde örülür ya da boncuklarla süslenir. Boyun ve göğüste gerdanlık­lar olur. Boyundan koltuk altına kadar uzayan, süslü taşlarla bezeli ve işlemeli bir bez, bir hamail takılır. Pazuda pazubent, kolda bilezik, kulakta küpe, ellerde yüzük ve boya, baldırda halhal, ((Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. II, s.315-316; Şemsüddin es-Serahsî (öl. 483 h. /1090 m.), el-Mebsût, Mısır 1324, C. X, s.149 (İstihsan).)) yüzde sürme bulunur. ((Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.149.)) Bunların dışındaki organların zineti de elbisedir. “…ziynetlerini /vücutlarını göstermesinler …” emri organların tamamını kapsar. Eğer ayette bazı zinet yerleri için bir ayrım yapılmamış olsaydı Müslüman kadının tepeden tırnağa her tarafını kapaması ve ancak süslü ve gü­zel olmayan elbiselerle bütün organları kapalı olarak dışarı çıkması gerekirdi.

Ayette belirtilen “…Kendiliğinden görünen kısım…” yani görünen zinet nedir? Şimdi bununla ilgili hüküm ve görüşleri inceleyelim.

GÖRÜNEN ZİNET

Elbise kadının görünen zinetidir. ((Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. III, s.315.)) Elbisenin gösterilmesine mü­saade edilmiş, kumaşın rengi, cinsi ve elbisesinin modeli konusunda bir sınırlama getirilmemiştir. Elbise konusuna daha sonra değinile­cektir.

Kadının yüzü ve elleri de görünen zinet yerleridir.  Ali ve Abdullah b. Abbas (r. anhüm) demişlerdir ki, görünen zinet kadının sürmesi ve yüzüğüdür. Abdullah b. Abbas (r. a.) her ne kadar kadının yalnız ayakkabısının ve çarşafının görülebileceğini ((Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. III, s.315; Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.152.)) belirtmişse de yüzün ve ellerin görülebileceğine dair deliller kuvvetlidir. Ahzab Suresinin 52. ayetinde Nebîmiz aleyhisselama hitaben şöyle buyrulmaktadır: “Bundan sonra güzelliği çok hoşuna gitse bile, hâkimiyetin altında olan dışında bir kadınla evlenmen ve bir eşini bırakıp başkasını alman sana helal değildir. Allah her şeyi takip eder. …” Bir insan ancak yü­zünü gördüğü kadının güzelliğinden hoşlanacağından bu ayet, kadı­nın yüzünün görülebileceğini göstermektedir. ((Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.152. Burada çarşaf diye tercüme ettiğimiz “müâle” kelimesidir. Müâle, bir ya da iki en kumaştan yapılır, kadınlar bununla bütün vücutlarını bürüyüp örtünürler. Cilbab konusuna da bakınız.))

Bir gün  Ömer (r.a.) hutbede,

“Dikkatli olun, kadınların mehirlerini artırmayın.” dedi.

Bunun üzerine hemen yanakların esmerin kırmızı kadın söze karıştı ve dedi ki, “Bu senin görüşün mü, yoksa Allah’ın Elçisi aleyhisselamdan mı duydun. Biz  Allah-ü Teâlâ’nın kita­bında, senin söylediğinin aksini buluyoruz. Allah-ü Teâlâ şöyle bu­yuruyor: “Eğer bir kadını boşayıp yerine başka bir kadını almak isti­yorsanız, ilkine kantar yükü altın vermiş de olsanız hiç bir parçasını geri almayın.” (Nisa Suresi 20)

Bunun üzerine  Ömer (s.a.) bir ara şaşkınlaştı ve şöyle dedi: “Herkes Ömer’den daha anlayışlı, evlerindeki kadınlar bile.” Bu olayı bize ileten ravi, o kadının yanaklarının esmerin kırmızısı ol­duğunu belirttiğine göre demek ki, kadının yüzü açıktı. ((Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. III, s.316.))

Konu ile ilgili bir başka olay da Nebî aleyhisselam ile alakalıdır.

 Aişe validemiz (r. anha) buyuruyor ki, bir kadın Nebî aleyhisselama bir mektup uzattı, hemen onun ko­lunu tuttu Kadın dedi ki, “Ya Rasûlullah ben size mektup uzattım almadınız.” Nebîmiz buyurdu ki, “Bunun kadın eli mi, yoksa erkek eli mi olduğunu anlayamadım.” “Bu bir kadın elidir.” O şöyle buyurdu:

“Eğer sen kadın olsaydın tırnaklarının rengini kına ile değiştirir­din.” ((Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.153.)) Bu hadis-i şerif de kadının eline bakabileceğine yani elin, gö­rünen zinet yerlerinden olduğuna delil olmaktadır. Zaten kadın er­keklerle ilgili işlerini görebilmek için yüzünü, alıp verebilmek için de elini açık bulundurmaya muhtaçtır. ((Nesaî, Zinet 18. Aynı hadis, küçük kelime değişiklikleriyle Ebu Davud, Tereccül 4 ve Ahmed b. Hanbel, C. VI, s.262 de geçmektedir. Her üçünde de el yerine “yed” kelimesi kullanılmıştır. Yed kelimesi Arapçada hem kol, hem de el anlamına gelir (Kamus). Bu hadis-i şerif, Ebu Yusuf’a ait olan kolun açılabileceği görüşünü desteklemektedir. Ancak Mebsût’ta geçen rivayette “yed” yerine “keff” kelimesi geçmektedir. Keff ise elden başka bir anlama gelmez. (Bkz. Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.153).))

İmam Ebu Hanife (öl. 150h. /767m.) rahmetullahi aleyh’e göre kadının ayakları da görünen zinetlerindendir. Bu görüşü talebele­rinden Hasan b. Ziyad (öl. 204h. /819m.) rivayet etmiş ve Tahâvî de (öl. 321h. /933m.) aynı şeyi ifade etmiştir. Çünkü kadın nasıl yüzünü ve ellerini açmak zorunda kalıyorsa yalınayak ya da terlikle yürür­ken ayaklarını da açmak zorunda kalır. Çünkü her zaman bot ya da çizme bulamayabilir. ((Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.153.)) Çorabı da her yerde ve her zaman kolay değil­dir. Ayak, ayak bileklerinin altında kalan kısımdır. Yukarısına baldır denir.

İmam Ebu Yusuf’tan (öl. 192h. /808m.) rivayet edilen bir görüşe göre kadının kollarına da bakılabilir. Çünkü ekmek pişirirken ve çamaşır yıkarken kollarını açmak  zorunda kalır. ((Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.153.))  Aişe (r. anha)’dan “bilezik ve yüzük yerlerinin görünen zinetler” olduğuna dair bir ri­vayet de vardır. ((Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.153.))

BAŞÖRTÜNÜN AÇILABİLECEĞİ YERLER

Bir kadın, bazı erkekler yanında başını açabilir; bu husus Nur Su­resinin 31. ayetinde şöyle ifade edilmektedir:

“…Kendiliğinden görünen kısım hariç, ziynetlerini /vücutlarını göstermesinler. Başörtülerinin bir kısmını da yaka açıklıklarının üzerine yerleştirsinler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kadınlar, hâkimiyetleri altında olan esirler, cinsel ihtiyaçtan değil de (meşru bir sebepten) kendilerine bağlı ya da bağımlı olan erkekler ve kadınların mahrem yerlerinin farkında olmayan çocuklar hariç hiç kimseye ziynetlerini /vücutlarını açmasınlar. Vücutlarından örttükleri kısımlar bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler, hepiniz Allah’a tövbe edin /dönüş yapın ki umduğunuza kavuşasınız!”

Yukarıda kadının süs yerlerinin baş, saçlar, yüz, boyun, göğüs, kulak, pazu, kol, el, baldır (bacağın dizden ayağa kadar olan kısmı), ayak olduğunu görmüştük. Bir kadın, ayette sayılan kişiler yanında bu organlarını açabilir. Bunlarla birlikte aralarında ebedi evlenme yasağı bulunan diğer akrabaları yanında da bu organlarını açabilir. Bunlar dayı, amca ve süt akrabalarıdır. Sütkardeş, sütbaba, sütana, süt amca, süt dayı, süt dede, sütkardeşin oğulları, süt oğulun ve sütkızın oğullarıdır. Çünkü aralarında ebedi evlenme yasağı bulunan kimseler birbirlerinin evlerine izin almadan girip çıkarlar. Kadın kendi evinde umumiyetle iş elbisesiyle bulunur, örtülü olmaz. Eğer Cenab-ı Hak kadının, aralarında ebedi evlenme yasağı bulunan ya­kınlarının yanında da örtünmesini emretseydi bu sıkıntı doğururdu.

Bu şahıslar, bakabilecekleri organlara dokunabilirler. Çünkü Nebîmiz aleyhisselam Fatıma’yı öper ve “Onda cennet kokusu buluyorum.” derdi. Bir yolculuktan döndüğünde önce onunla görüşür, kucaklaşır ve başını öperdi.  Ebubekir de (r.anh.) kızı  Aişe’nin (r.anha.) başını öpmüştür.  Nebîmiz aleyhisselam şöyle buyurmuştur:

“Kim annesinin ayağını öperse cennetin eşiğini öpmüş gibi olur.”

Ancak dokunma ve bakma hem kadının hem de erkeğin arzu duymaması şartına bağlıdır. Eğer taraflardan biri diğerine arzu du­yarsa bakmak da dokunmak da haram olur.

Yukarıda da belirtildiği gibi bakma ve dokunma konusunda süt akrabalığı aynen soy akrabalığı gibidir. Nebîmiz aleyhisselam soy akrabalığı yolu ile evlenilmesi haram olanların süt akrabalığı yolu ile de haram olduğunu belirtmiştir. Bu konuda yaşanmış birçok örnekler vardır.

 Aişe (r. anha) bir gün  Rasul aleyhisselama şöyle dedi: “Ya Rasûlullah ben ev kıyafeti içindeyken Eflah b. Ebî Kays odama giriyor.” Nebîmiz buyurdu ki, “Efleh girebilir, çünkü o senin süt amcandır.”

Zeyneb binti Ümmi Seleme (r. anha) saçını tararken Abdullah b. Zübeyr yanına girer saçlarını tutar ve Zeyneb’e “Bana dön” derdi. Zeyneb onun sütkardeşiydi. ((Ebubekr el-Cessâs, a.g.e., C. III, s.315.))

ELBİSE İLE İLGİLİ HÜKÜMLER

Burada konu, Hanefî, Şafiî, ve Mâlikî mezheplerine göre incele­necektir.

HANEFİ MEZHEBİNDE ELBİSE

Hanefi mezhebine göre, elbise ile ilgili hükümler beş kısma ayrı­labilir:

  1. Giyinilmesi farz olan elbiseler: Bunlar avret yerlerini kapatan, vücudu sıcağın ve soğuğun doğuracağı zararlardan koruyan elbise­lerdir. Çünkü avret yerlerinin kapalı olması farzdır. Bir de insan vü­cudu, sıcağa ve soğuğa tahammül edemez. Vücudun elbise ile ko­runması gerekir. Bu, aynen hayatı devam ettirecek kadar yeme ve içme gibi farzdır.

Elbisenin pamuk veya ketenden olması daha iyidir. Çünkü bu, insanı kibirden daha kolay uzaklaştırır. Kendini aşağı görmemesi için elbisesi kötü olmamalı kibirlenmemesi için de pek lüks olma­malıdır. Çünkü Nebimiz aleyhisselam şöhretin iki çeşidini de yasaklamıştır: Bunlardan birisi, güzellikte en iyi olmak; diğeri de en kötü ve pejmürde olmaktır. İşlerin en iyisi orta seviyede olanıdır.

  1. Müstehap olan elbise: Zaruret miktarından fazla olup, süslen­mek ve Allah’ın nimetini göstermek için giyilen elbisedir. Bilhassa, ilim adamları ve itibarlı kişilerin böyle giyinmeleri iyi olur. Nebi aleyhisselam, şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ, verdiği nimetlerin eserinin kulu üzerinde görülmesini sever.”
  2. Mübah olan elbise: Bu, güzel görünmek için giyilen elbisedir. Eğer, kibirlenme düşüncesi yoksa Cuma ve Bayram günleri ile top­lantılarda böyle elbiseler giyilebilir. Çünkü Nebi aleyhisselambazen 1.000 dirhem kıymetinde bir rida ile çıkar, ba­zen de 4.000 dirhem kıymetinde bir rida ile namaza dururdu. ((Şemsüddin es-Serahsî, a.g.e., C. X, s.150.)) imam Ebu Hanife de 400 dirhem kıymetinde rida giyinir ve öğrenci­lerine şöyle derdi: “Memleketinize gittiğinizde en güzel elbiseler gi­yininiz.” İmam Serahsî, her zaman kullanılmış elbiseler giyinirdi. Muhtaçları üzmemek için böyle yapardı. Kınye isimli kitapta yazıldı­ğına göre İmam Nehaî ((Dirhem, Nebi sallallhü aleyhi ve sellem zamanında ve daha sonra dolaşımda bulunan gümüşten basılmış para biriminin adıdır. Nebîmiz devrinde birbirinden farklı üç ayrı dirhem vardı.  Ömer (r. a.) devrinde kabul edilen İslam dirheminin yaklaşık ağırlığı 2.975 gr.’dır. Değeri ise 0.425 gr. altına eşittir. Bu altın genellikle 22 ayardır. O zaman yaklaşık olarak 5 dirheme bir koyun alınabilmekteydi. (Bkz. Abdülaziz BAYINDIR, «Paranın Değer Kaybetmesiyle Ortaya Çıkan Problemler ve İslam Hukukuna Göre Çözüm Yolları», İslam Açısından Enflasyon ve Çözüm Yolları s.17 vd. İstanbul 1983).)) evinden güzel elbiseler içinde çıkardı. Onun arkadaşları derlerdi ki, biz çok iyi biliyoruz ki, o, ölü hayvanın etini yemesi caiz olacak derecede fakirdir.
  3. Mekruh olan elbise: Bu, kişiye kibir ve gurur veren elbisedir. Nebîmiz aleyhisselam Mikdad b. Ma’di Kerib’e şöyle buyurmuştur: “Seni kibre sokmayacak ölçüde ye, iç ve giyin.”

Elbise ile ilgili diğer hükümler:

1- Renkler: Elbisenin beyaz veya siyah renkte olması müstahap­tır. Çünkü Nebîmiz aleyhisselam şöyle buyur­muştur:

“Allah Teâlâ beyaz elbiselileri sever; zira cenneti beyaz olarak ya­ratmıştır.”

Rivayete göre Nebîmiz aleyhisselam Mekke’nin fethi günü siyah cübbe giymiş ve siyah sarık takınmıştı.

Elbisenin mavi olmasının da bir sakıncası yoktur.

Bazı kitaplarda yeşil giymenin sünnet olduğu belirtilmiştir.

Erkeklerin elbiseleri kırmızı ve sarı renkli olmamalıdır. Çünkü Nebîmiz aleyhisselamın bu konuda bir yasağı­nın olduğu rivayet edilmiştir. Kırmızı elbisenin giyilebileceği yo­lunda görüşler de vardır. Buradaki yasağın bir kerâhet-i tenzihiyye olduğu anlaşılmaktadır.

Kadın elbiselerine renk sınırlaması yoktur.

2- Başa sarılan sarığın bir ucunu, sırta aşağı bir karış uzunlu­ğunda sarkıtmak sünnettir. Çünkü Nebîmiz aleyhisselam böyle yapardı. Sarığın bir ucunun sırtın orta kısmına, hatta oturak yerine kadar uzatılmasının sünnet olacağı yolunda görüşler vardır. Sarığı yeniden sarmak isteyen onu çıkarıp yere koyamaz, ol­duğu gibi geriye doğru açar ve baş üzerinde tekrar sarar.

3- Her çeşit kürk giyilebilir. Bunun yabani veya diğer hayvanların tabaklanmış derilerinden yapılmış olmasının bir farkı yoktur.

((Çözgü: Dokumacılıkta, boyda kullanılan ipliktir.

Atkı: Dokumacılıkta, enden atılan ipliktir.

İbrişim: Bükülmüş ipek ipliğidir.))

MALİKİ MEZHEBİNDE ELBİSE

  1. Elbise, cildin rengini hemen belli etmeyecek derecede sık ve ka­lın olmalıdır. Elbise şeffaf olup cildin rengini he­men belli ediyorsa bununla örtünme olmaz. Bu şekilde kılınan na­mazın mutlaka iade edilmesi gerekir.
  2. İnce veya dar olduğu için organın şeklini belli eden (muhaddid) bir elbiseyi giymek mekruhtur. Bağlanmak sebebiyle or­ganı belli eden elbise de böyledir. Çünkü bu, bir şahsiyetsizlik sayılır ve selefin elbisesine muhalefet edilmiş olur. Ancak rüzgâr vurması veya ıslanması sebebiyle vücuda yapışıp organları belli edecek bir el­biseyi giymenin mahzuru yoktur. ((Bu bilgiler için bk. Damad, a.g.e., C. II, s.531 vd. (Faslün fi’l-lübs) ile Ömer Nasuhi BİLMEN’in Büyük İslam İlmihali s.429 vd. 8. Kitap, (Giyilmeleri ve Kullanılmaları Lazım ve Caiz Olup-Olmayan Şeyler)54- Ömer Nasuhi BİLMEN, Muvazzah İlm-i Kelam, İstanbul 1972, s.102; Bekir TOPALOĞLU, (İslam İtikadı Açısından Kıyafet ve Örtünme’ kitabı içinde) İstanbul 1987, s.15 vd.)) Çok dar veya şeffaf elbise giyen kadın çıplak gibi olur. Nebîmiz aleyhisselam şöyle buyurmuştur: “Giyinmiş fakat çıplak kadınlar, kıvrak bir şekilde yü­rüyerek erkeklerin yüreğini hoplatan (ilgisini çeken) kadınlar cen­nete giremiyecek ve kokusunu hissedemiyeceklerdir. Halbuki cenne­tin kokusu beşyüz yıllık yoldan hissedilir.” (Muhammed ‘Uleyş, a.g.e., C. I, s.136.)
  3. Ne erkek ne de kadın için belli bir elbise modeli yoktur. Çok dar olmamak ve altını göstermemek şartıyla her model elbise giyile­bilir.

ŞAFİİ MEZHEBİNDE ELBİSE

Elbisede şart olan organın şeklini belli etse de cildin rengini belli etmemesidir. Elbise organın her tarafını örtmelidir. Cam, saf su ve şeffaf elbise ile örtünme meydana gelmez. Karanlık da başlı başına bir örtü değildir. Vücudu boyama ile örtünme meydana gelmez. Çünkü boya her ne kadar rengi örtse de bir örtü sayılmaz. Ayrı bir varlığı (cirm) olmadığı için pek incedir. Çamur ve bulanık su böyle değildir. Onlarla örtünme meydana gelir. ((Ebu’l-velid b. Rüşd, el-Mukaddimât (el-Müdevvene ile beraber) Matbaa-i Hayriyye, 1325, C. I, s.109.))

Dar elbiseye gelince (mesela dar pantolonlar gibi) bunları da ka­dınların giymesi mekruh, erkeklerin giymesi de hilaf-ı evladır. ((Ahmed b. Hacer el-Heytemî, a.g.e., C. II, s.111-112.))

ÖRTÜNMENİN DİNDEKİ YERİ

Allah Teala’ın Elçisi tarafından tebliğ edildiği kesin olarak bilinen hü­kümlere ve haberlere zarurat-ı diniyye denir. Her Müslümanın bun­ları olduğu gibi kabul ve tasdik etmesi gerekir. Bunlardan birinde te­reddüt veya şüphe etmek kişiyi imansız bırakır.

Kur’an-ı Kerîm Allah’ın kelamıdır. Nebîmiz aleyhisselama indirilmiş ve ondan bize tevâtüren ulaşmıştır. Müs­lümanlar  Nebîmiz aleyhisselam zamanından beri Kur’an-ı Kerîm’e büyük itina göstermişler, hem yazıyla hem de milyonlarca hafızın zihninde ve hafızasında bize kadar ulaştırmış­lardır. Bugün yeryüzünde bulunan Kur’an nüshalarının her biri di­ğerinin aynıdır. Elimizde bulunan Kur’an-ı Kerîm’in Allah Teala’ın Elçisi aleyhisselama indirilmiş olan Kur’an’ın aynısı oldu­ğunda hiç bir tereddüt yoktur. Onun için Kur’an!ı Kerîm’i, hiç şüp­heye düşmeden kabul ve tasdik etmek gerekir. Aynı şekilde Kur’an’ı Kerîm’in kesin ve açık olarak belirttiği bütün hükümleri hiç tered­düt göstermeden kabul etmek icabeder. Namaz, oruç, zekat vb. hükümlerin farz olması hırsızlık, zina, faizin haram olması gibi emir ve hükümler nasıl açık ve kesin ise örtünme ile ilgili hükümler de açık ve kesindir. Bu emir ve hü­kümleri kabul etmeyen bir şahıs derhal imanını kaybeder ve kâfir olur. ((Abdülhamid eş-Şirvânî, Tuhfe haşiyesi II, 112. (Bu görüş, Nihâye ve Muğnî’den nakledilmiştir).))

İNSANLIĞIN DURUMU

İnsanların bir kısmı samimi olarak Müslümandırlar. Bunların kalplerinde ne varsa dillerinde de o vardır. İslâmî hakikatlere doğru bir biçimde inanırlar ve bunu itiraf ederler. İşte gerçek müminler bunlardır.

İnsanların bir kısmı da kâfirdirler. İslam’ın hükmünü kabul et­mez ve kendi yanlış inançlarını açığa vururlar. Bunların durumları belli olduğu için müminlerin onlara karşı tavır alması kolay olur.

Bir kısım insanlar da münafıktırlar. İçlerinde olanı açığa vur­maz, kafir oldukları halde kendilerini mümin gösterir, Müslümanları aldatmak isterler.

Deme düşmana düşman elinde silahı ola

Veli müşkil budur sûret-i haktan gele.

Bunlar dost görünen düşmanlardır. Bu gibilere karşı tavır almak çok zordur. Müslümanların önemli bir kısmını aldatıp kendilerine destek sağlayabilir ve fesatlarını sürdürebilirler. Müslümanların asıl düşmanları bunlardır. Bunlara karşı korunmak gerekir. (Münafikun Suresi ayet 4)

Bunlar yalancıdırlar. Kâfir oldukları halde yalan söyler, gerekirse yemin eder kendilerini Müslüman göstermeye çalışırlar. (Münafikun Suresi ayet 1) Çok korkaktırlar, en küçük bir sesi ve en küçük bir davranışı aleyhlerinde zannederler. (Münafikun Suresi ayet 4) ((Ömer Nasuhi BİLMEN, Kur’an-ı Kerîm’in Türkçe Meâl-i Alîsi ve Tefsiri, İstanbul, C. I, s.18.))

KUR’AN-I KERİM NE DİYOR?

Kendilerini Müslüman zanneden ama İslâm’ın bazı hükümle­rini kabul etmeyenlerle ilgili Kur’an-ı Kerîm’de çok sayıda ayet var­dır. Konumuzla ilgisi dolayısıyla Nisa Suresinin 60. ayetinden 65. ayetine kadar olan kısmını okuyalım:

“Hem sana indirilene hem de senden önce indirilenlere inandığını iddia eden kişileri görmedin mi? Kendilerine tağutu tanımama emri verildiği halde, hakemlik etsin diye tağuta gitmek isterler. Şeytan ise bunları derin bir sapıklığa düşürmek ister. Onlara “Allah’ın indirdiğine ve Resul’e gelin” dendiği zaman o münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.

Kendi elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir iş geldiğinde halleri ne olur? O zaman sana gelip Allah’a yemin ederek derler ki “Biz sadece iyilik yapmak ve arayı bulmak istemiştik.” Onlar var ya onlar! Onların kalplerinde olanı Allah bilir. Onlara aldırma, ama yine de öğüt ver. Onların içlerine işleyecek etkili sözler söyle.

EK

T.C.

BAŞBAKANLIK

DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI

ANKARA

Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığına

Konu : İmam-Hatip Liselerinde Okuyan Kız Öğrencilerin Kıyafetleri

Karar Tarihi : 30.12.1980

Karar No. : 77

Milli Eğitim Bakanlığı’nca İmam-Hatip Liselerinde okuyan kız öğrencilerin kıyafetleri konusunda Bakanlık görüşünün bildirilme­siyle ilgili olarak Devlet Bakanı Sn. Mehmet Özgüneş’e yazılan 22.12.1980 gün ve 018323 sayılı yazı ile Devlet Bakanlığı Makamının konunun Din İşleri Yüksek Kurulunca da incelenerek Bakanlık gö­rüşünün tespit edilmesine dair 22.12.1980 gün ve 5.05-1020 sayılı yazı­ları konunun önemi ve şümulü dikkate alınmak suretiyle 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un 5. maddesiyle Kurulumuza verilen görev, yetki ve sorumluluklara dayanılarak dinî, hukukî ve diğer yönlerden incelendi.

Yapılan müzakereler sonunda:

1- Kur’an-ı Kerîm’de Nur Suresi’nin 31. ayet-i kerîmesinde: “Mümin kadınlara da söyle, bakışlarında ölçülü olsunlar ve edep yerlerini korusunlar. Kendiliğinden görünen kısım hariç, ziynetlerini /vücutlarını göstermesinler. Başörtülerinin bir kısmını da yaka açıklıklarının üzerine yerleştirsinler. …” buyrulmuştur.

İslâmiyet’ten önce (Cahiliyye Devrinde) kadınlardan başlarını ör­tenler, örtülerini enselerine bağlarlar veya arkalarına salıverirler, bo­yun ve gerdanlarını açık bırakırlardı. Cenab-ı Hak bu ayet-i celile ile Cahiliyye Devri’nin bu adetini kesinlikle yasaklamış, Müslüman ka­dınların başörtülerini, saçlarını, başlarını, kulaklarını, boyun ve ger­danlarını örtecek şekilde yakalarının üzerine salmalarını emretmiş­tir.

Kur’an-ı Kerîm’in mücmel hükümlerini açıklama yetkisi, onu tebliğ ile görevli Allah’ın Elçisi Efendimize aittir. Bu ayet-i celi­lede “kendiliğinden görünenler” ifadesiyle mücmel olarak beyan edi­len uzuvların hangileri olduğunu, muhterem eşi Ümmü’l-mü’mi­min  Aişe (r. a.)’nın nakletmiş olduğu bir hadis-i şerifinde Rasûl­lah (s. a.) Efendimiz,  Aişe’nin(r.anha.) ablası  Esma’ya yüz ve ellerini işaret ederek: “Ey Esma! Kadın erginlik çağına erince, şurası ve şurası dışında kalan yerlerini göstermesi caiz olmaz.” (Sünen-i Ebî Davud, 4/62 Hadis No. 4104) buyurmuş, böylece ayet-i celilede istisna edilen uzuvları bizzat açıklamıştır.

Ahzâb Suresi’nin 59. ayet-i celilesinde ise: “Ey Nebî! Eşlerine, kızlarına ve inanıp güvenenlerin hanımlarına söyle de cilbablarını /büyük başörtülerini üzerlerine yaklaştırsınlar. Bu, iffetli bilinmeleri, dolayısıyla incitilmemeleri açısından daha uygundur.” buyurmuştur.

Bu ayet-i celile ile de, Müslüman hanımların evlerinden çıkar­ken üzerlerine vücut hatlarını belli etmeyecek bir dış elbise almaları, ev kıyafetiyle sokağa çıkmamaları emredilmiştir.

Yukarıda mealleri verilen ayet-i celileler ile  Aişe (r.a.)’nın naklettiği hadis-i şerif ve benzeri hadis-i şeriflerden İslam müctehid ve fakihleri, Müslüman kadınların sadece namaz kılarken değil, namaz dışında da vücudun el, yüz ve ayaklar dışında kalan kısımla­rını, aralarında dinen evlilik caiz olan yabancı erkekler yanında açık bulundurmamaları gerektiği hükmünde ittifak etmişlerdir. İslâmî hükümlerin iki temel kaynağı olan Kitab ve Sünnet delilleri ya­nında, ashab ve tabiîn devirlerinden itibaren bu husus daima böyle anlaşılmış, böylece kadınların tesettürü konusunda her asırda icma‘-ı ümmet de meydana gelmiştir. Nitekim, İslâm’ın doğuşundan, gü­nümüze kadar bütün İslâm ülkelerinde her asırdaki uygulama da böylece devam edegelmiş, hiç bir İslâm alimi söz konusu hükme ay­kırı bir beyanda bulunmamıştır.

2- İnsan haklarına saygılı ve demokratik rejimle yönetilen ülke­lerde, yönetimin en önemli ilkelerinden biri de laiklik ilkesidir. La­iklik, Devletimizin de temel ilkelerinden biridir. Bu ilkenin tabii so­nucu ise, devlet yönetiminde din kurallarına uyma zorunluluğunun olmamasıdır. Bunun yanında, devletin de kişilerin dini inanç ve kanaatlerine saygılı olması, bunları baskı altına almaması, devletçe fertlere tam bir din ve vicdan hürriyeti tanınmış olması da laikliğin tabii bir sonucudur. Nitekim Birleşmiş Milletler Teşkilatının 10 Ara­lık 1948 tarihinde kabul ettiği «İNSAN HAKLARI EVRENSEL BE­YENNAMESİ»’ nin 18. maddesinde:

«Her şahsın fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır. Bu hak, din veya kanaat değiştirmek hürriyetini, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık veya özel surette öğretim, tatbikat, ibadet ve ayinlerle açıklama hürriyetini gerektirir.» hükmü yer almıştır. Bu beyanname, 6 Nisan1949 tarih ve 9119 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı­’yla Türkiye tarafından da benimsenmiş ve 27 Mayıs 1949 tarihinden itibaren yürürlüğe konmuştur.

Din ve vicdan hürriyeti, esasen, Türkiye’mizde Gülhane Hatt-ı Hümayunu’ndan, yani 1839’dan beri devlet umdelerimizin başında gelmiştir. 1924 Anayasasının 75. maddesinde bu hürriyet:

«Hiç kimse mensup olduğu felsefî ictihad, din ve mezhepten do­layı muaheze edilemez. Asayiş ve umumi muaşeret adabına ve ka­nunların hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü dinî ayinlerin yapılması serbesttir.» cümleleriyle ifade edilmiştir.

1961 Anayasasının «Temel Haklar ve Ödevler»le ilgili bölü­münde yer alan 19. maddesinde ise:

«Herkes, vicdan ve dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.

Kamu düzenine veya genel ahlaka veya bu amaçlarla çıkarılan kanunlara aykırı olmayan ibadetler, dinî ayin ve törenler serbesttir.

Kimse, ibadette, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. Kimse dinî inanç ve kanaatle­rinden dolayı kınanamaz…» hükmüne yer verilmiştir.

3- Din, sırf bir inanç veya inanç sisteminden ibaret değildir. Dinin inanca ait esasları yanında; ibadet, amel ve ahlaki davranışlarla ilgili hükümleri, dini kabul eden inançlı kişilerin yaşayışlarında uymaları zorunlu emir ve yasakları da vardır. O halde din ve vicdan hürriyeti, sadece bir dinin inançla ilgili esaslarına inanmak veya inanmamak hakkı değil; dindarın mensup olduğu dinin bütün emir ve yasakla­rını hiç bir engele rastlamadan, serbestçe yerine getirebilmesi hakkı­dır. İnanç, ferdin iç alemiyle ilgili olup kendisi tarafından açıklan­madıkça başkaları tarafından kontrolü mümkün olmadığına göre devletin fertlerinin inancına karışıp karışmaması fazla bir önem ta­şımaz. Din ve vicdan hürriyeti, dinin emir ve yasaklarını hiç bir bas­kıya uğramadan yerine getirebilme hürriyeti olduğu şüphesizdir. Ni­tekim İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini kabul eden Devleti­miz, Anayasamızın (1961 Anayasası) 19. maddesiyle din ve vicdan hürriyetini açık bir şekilde tanımış ve bu hürriyeti Anayasanın 10. maddesiyle kişiye bağlı, dokunulmaz. Devredilmez, vazgeçilmez te­mel hak ve hürriyetlerinden saymıştır. O halde her Türk vatandaşı, bir anayasa hakkı olarak, mensup olduğu dinin bütün emir ve yasak­larını «kamu düzeni, genel ahlak ve bu amaçlarla çıkarılan kanun­lara aykırı olmamak şartıyla» hiç bir baskıya maruz kalmadan, ser­bestçe yerine getirebilme hürriyetine sahiptir. Din ve vicdan hürriye­tinin ve laiklik ilkesinin tabiî ve mantıkî sonucu budur.

4- Müslüman hanımların başlarını örtmeleri, vücutlarının el, yüz ve ayaklar dışında kalan kısımlarını, aralarında dinen evlenme caiz olan yabancı erkekler yanında açık bulundurmamaları, bazı çevrelerce sanıldığı gibi belli zümrenin sonradan ortaya çıkardığı bir adet veya işaret değil, İslâm Dini’nin bir hükmüdür. Bu husus yuka­rıda delilleriyle açıklanmıştır. Bu emirlerin bir gereği olarak kadınla­rın örtünmesi milletimizin de bir örfü haline gelmiştir. Ülkemiz­deki hanımların çoğunluğunun, yaşlı hanımların ise hemen hemen tamamının günümüzde de başlarını örtmeleri bunun en açık kanıtı­dır. Üstelik hanımların söz konusu kıyafetlerinde (yani başlarını ka­patmalarında ve dinin emrettiği şekilde örtünmelerinde), kamu dü­zenine, genel ahlaka ve kanunlara aykırı bir durum olmadığı da açıktır. Bu hususun devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünün, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, kamu yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunup korunmamasıyla da bir il­gisi yoktur. Bu itibarla Müslüman hanımların dinî tesettüre uymala­rının kanunla sınırlandırılması da Anayasamızın 11. maddesi uya­rınca söz konusu olamaz. Kaldı ki, Anayasamız, 10. maddesiyle «devleti, kişinin temel hak ve hürriyetlerini fert huzuru, sosyal ada­let ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan si­yasi, iktisadi ve sosyal bütün engelleri kaldırmak ve insanın maddi manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamakla» yü­kümlü kılmıştır.

5- Hürriyet, en basit anlamıyla, başkalarına zarar vermemek şar­tıyla kişinin dilediği şekilde hareket edebilmesi ve dilediğini yapa­bilmesi demektir. Buna göre dinin emrettiği şekilde örtünmeyi ka­bul etmeyen bir kimseyi örtünmeye zorlamak, kişi hak ve hürriyetiyle ne derece bağdaşmayan bir davranış ise ister sırf öyle arzu ettiği için veya estetik amaçlarla olsun, örtünmek isteyen bir kimsenin örtün­mesini engellemeye kalkışmak ve bu maksatla ona baskı yapmak da aynı şekilde kişinin temel hak ve hürriyetlerine açık bir müdahale sayılmak gerekir. Çünkü genel ahlaka aykırı bir durum olmadıkça, kişinin örtünmesi veya örtünmemesinde başkaları için bir zarar söz konusu değildir. Nitekim hürriyetçi demokrasi ile idare edilen ve laiklik ilkesini kâmil uygulayan bütün ülkelerde, kişi hak ve hürri­yetleri bu şekilde anlaşılmakta, ister dini, ister estetik, isterse başka amaçlarla olsun kişilerin giyinişlerine, kılık ve kıyafetlerine hiç bir sınırlama getirilmemekte ve bu konuda herhangi bir müdahale dü­şünülmemektedir. Hatta bu ülkelerde bir takım dinî okulların ve cemaatlerin, kendi inançlarının gereği sayarak giydikleri, toplumun genellikle benimsediği kıyafetten çok farklı olan özel kıyafetleri de hiç bir şekilde yadırganmamakta, hatta saygı görmektedir.

6- Milli Eğitim Bakanlığı yazısında kadınların örtülü kıyafetleri­nin «Atatürk ilkelerine tamamen aykırı» olduğu ifade edilmekte ise de, genel ahlaka ve kanunlara aykırı olmayan her türlü kadın kıyafe­tinin Atatürk devrim ve ilkelerine aykırılığı söz konusu değildir. Ni­tekim bizzat Atatürk «Eğer kadınlarımız Şer‘in tavsiye ve dinin em­rettiği bir kıyafetle, faziletin icap ettiği tavr u hareketle içimizde bulu­nur, milletin ilim san’at, ictimaiyyat hareketlerine iştirak ederse bu hali, emin olunuz, milletin en mutaassıbı dahi men‘-i nefs edemez.» demiştir. (Prof. Dr. Afet İnan, Atatürk ve Türk Kadın Haklarının Ka­zanılması, Tarih Boyunca Kadının Hak ve Görevleri, s.104, İstanbul, 1968, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlarından).

Atatürk’ün Müslüman Türk kadınının kıyafeti konusunda be­nimsediği bu fikirlerine aykırı bir sözüne rastlanmadığı gibi bu sözle­rinden çok sonra çıkartmış olduğu devrim kanunlarından kıyafetle ilgili olan 671, 677 ve 2596 sayılı kanunların hiç birinde kadın kıyafe­tiyle ilgili bir hükme de yer verilmemiştir. Esasen, Atatürk’ü ve ilke­lerini, -çoğu zaman yapıldığı gibi- dinimizin kadın kıyafetiyle ilgili hükümlerine karşı göstermek, memleketimiz yararları ve Atatürk ilkelerinin benimsenmesi açısından son derece sakıncalı bir tutum­dur. Müslüman Türk vatandaşı, «ya Allah’ın emri, ya Atatürk ilke­leri» şeklinde son derece vahim bir tercihle karşı karşıya bırakılma­malıdır.

Unutulmamalıdır ki, örtünmek dinin bir emridir ve Atatürk di­nimizin en son ve mükemmel din olduğunu çeşitli vesilelerle birçok defalar ifade etmiştir.

7- Bilindiği üzere İmam-Hatip Liseleri ve Kur’an Kurslarında, Kur’an-ı Kerîm’in usulüne uygun olarak tilaveti yanında, bu okul­lardaki eğitim ve öğretimin bir gereği olarak dini hükümler de öğre­tilmekte ve bu hükümlere her Müslümanın uymasının gerekli ol­duğu anlatılmaktadır. Dinimizin kadın kıyafetiyle ilgili hükmü, yu­karıda belirtilmiştir. Sözü edilen eğitim ve öğretim kurumlarında dinimizin kadınların örtünmeleriyle ilgili hükümleri de tabiatıyla öğretilecektir. Bu durumda, bir taraftan Müslüman kadınların ör­tünmelerinin dinen zorunlu olduğu öğretilirken, diğer yandan Müslüman kızların başlarını açmaya zorlanmaları, izahı kabil olmayan bir çelişki olacağı gibi, onların vicdanında da son derece olumsuz et­kiler meydana getirecektir. Şüphesiz bu durumun eğitim ve öğretim açısından da fevkalade sakıncalı ve olumsuz sonuçları olacaktır.

Diğer taraftan İmam-Hatip Liselerimizde ve özellikle Kur’an Kurslarımızda Kur’an-ı Kerîm Öğretimi, temel dersler arasında yer almaktadır. Bilindiği gibi, Kur’an-ı Kerim okumak bir ibadettir. İba­det esnasında Allah’ın emirlerine tam bir itaat halinde olmak gere­kir. Kız öğrencilerin yaptıkları bir ibadeti başı açık halde yapmaya zorlanmaları, onların vicdanına açık bir baskı teşkil eder.

8- Vatandaş vicdanına baskı daima reaksiyonla karşılaşır ve top­lumun huzursuz olmasına sebep olur. Şayet bu baskılar devletten ge­liyorsa, devlet-millet ilişkilerinin olumsuz yönde etkilenmesine se­bebiyet verir.

İmam-Hatip Liseleri ve Kur’an Kursları gibi dini öğrenim ku­rumlarında okuyan öğrencilerin ve onların velilerinin vicdanlarına yapılacak baskıların okul-veli-öğrenci, ilişkilerini olumsuz yönde et­kileyeceğinde şüphe yoktur. Çünkü sözü edilen eğitim ve öğretim kurumlarına çocuklarını gönderen veliler, çocukların öğrenimlerini dinî hükümlere uygun yapmalarını ve onların dinî emirlere riayetkâr olarak yetişmelerini istemektedirler. Kaldı ki ilk nazarda sadece okul-veli-öğrenci ilişkilerinde olumsuz gelişmelere sebep olabileceği sanılan bu gibi durumlar, genişleyerek toplum vicdanında da rahat­sızlıklara sebep olabilir.

SONUÇ

Belirtilen sebeplerle, İmam-Hatip Liseleri’nin Yönetmeliğinde, dinimizin Müslüman kadınların örtünmesiyle ilgili hükümlerine aykırı, Anayasamızın tanıdığı, kişinin temel hak ve hürriyetlerini zedeleyici ve sözü edilen okulların yönetim, eğitim ve öğretim faali­yetlerini olumsuz yönde etkileyici nitelikte hükümlerin yer alması­nın uygun olmayacağı mütalaa olunmuştur.

Keyfiyetin Devlet Bakanlığı Makamına sunulmak üzere Başkan­lık Makamına arzına karar verildi.

Prof. Dr. Abdulaziz BAYINDIR