Yeni Başlayanlar İçin Azınlık Raporu

Kurucu Özne:

Bir ülkenin sevk ve idaresi, gidişatının düzenlenmesi, istikametine yön verilmesi ya diktatörün, ya konjonktürün, ya reel politiğin,  ya sekülerizmin veya kurucu öznenin iradesi ile düzenlenir. Her ne kadar fiili durum farklı (seküler) olsa da, bu toprakların bir kurucu öznesi var ve o da tevhid inancıdır. Bu cümleden olarak,  yeryüzünde ‘özne’ olmak, ancak tevhidi bir inanca sahip olmakla mümkün oluyor. Tarihte bir defa özne olanın, artık nesne olmayacağı kabul edilir…(Azmetmek gerekiyor, müktesep bir hak değil.)

Kurucu özne olmak önemli, ancak ondan daha önemli bir şey var: Kurucu öznenin mayası, muharrik gücü ne olacak?  O özne kendisini ne ile temellendiriyor, nasıl tanımlıyor! Özetle, aidiyetini, dünya görüşünü güncelleme gereği duyan, (“güncellenmeye muhtaç aidiyet” diyoruz buna) bir kimse özne olamıyor… Bize bu toprakları vatan yapan kurucu öznenin ve sahip çıkanların mayası tevhid inancıdır. Yani bu topraklar bize, birileri ile aşık atarak kazanılıp vatan olmadı.  Dahası, bahadırlığımızla da vatan olmadı. Bu son cümle ‘ben’i de siliyor. Peki ne oldu? İslami duyarlılığımızı kuşandığımız için, bu topraklar bize vatan oldu. Peki bu duyarlılık, hangi etnik köken ile kaim? Hiç biri ile kaim değil. Bu toprakların ortak paydası, etnik köken ve türedi bir gelenek değil, İslam kardeşliği… Bu kurucu öznenin öncülerinden,   Anadolu’nun Mehmet Akif sevgisi göstermiştir ki, Türkiye yi sevmek, etnik bir kökene veya kültüre sahip olmanın çok ötesinde bir şeydir. Yeryüzünde hangi şehrin tarihi mirasının, İstanbul, Bursa, Konya camileri kadar, kimlik tayin edici vasfı vardır?

Çoğunluk Nerede, Azınlık Kim?:

İnsanlar bu topraklarda, yüzyıllardır, şu veya bu kesimin değil, sözünü ettiğimiz kurucu öznenin hükümranlığının “gölgesinde” yaşaya geldi.  Bu mirasa, kurucu özneye sahip çıkıldığı müddetçe, çoğunluğun da azınlığın da “kapsama alanını” tespit etmek kolaydır. Çoğunluğun yeterince sağlam bir duruş sergilediği zamanlarda, azınlığın ne dediği dikkate alınır. Bu toprakların vatan olmasında etkin rol oynayan pusula yere düşürülürse, azınlık ta çoğunluk ta hem danadan hem küpten olur. Külliyetli paydanın kurucu özneye sadakati, her kesimin tek kelime ile panzehiridir. Ama külliyetli payda, hem sadakat olarak, hem de miktar ve temsil kabiliyeti olarak varlık göstermiyorsa, Chow’ın o ünlü sorusu ile bağırabiliriz: -Nereye gitti bütün bu yerliler?

Azınlık veya çoğunluk konusunda esas söyleyeceğimiz bunlardan ibaret değil. Bir toplum, etnik olanın değil, etik olanın hükümranlığına sahip çıktığı sürece varlık gösterir. Kurucu özne de bu etik olan olsa gerek. Azınlık veya çoğunluk tanımı,  nüfus sayımına gönderme yapar. Tutundukça sizi güçlendiren bir erdeminiz varsa, siz az veya çok olmaz, “gerçek” olursunuz… Şayet insan, temellendirme sorununu çözmüş, yani aidiyeti güncellenmeye muhtaç değilse, o tek başına bir ordu’dur. Kendisini asla azınlık veya zafiyet içinde görmez. Ama bir insan, kendini bütün sınırları ile açık bir şekilde tanımlayamıyor veya belirli bir aidiyeti var fakat buna sadakat göstermiyorsa, onu ne azınlık yas’ı kurtarır, ne de çoğunluk güzellemesi. Çünkü haddini bilmeyen, konu mankeni olduğunu ve “kiminle iş tutacağını” asla bilemez. Aynı vatanda yaşayanlar, başkaları ile iş tutmadıkça da birbirine düşmezler. Yeryüzünde nice azınlık veya çoğunluk, doğru dürüst bir vatandan mahrumdur. Çünkü bir yeri vatan kılma aşkı, vatan sevgisi (azınlık veya çoğunluktan değil,) imandandır. Bu son söylediğim ise, yeni bir şey değil, yüzyılların malumunu ilâmdır. Basiret, bu toprakların kokusunu dokusunu keşfedip, eşyanın tabiatını doğru okumaktan geçiyor.

Büyük Taş Kimin Başına Düştü?:

Bu topraklarda azınlık veya çoğunluğun (bu kavramları tanım gereği kullanıyorum), zaman zaman başına taşlar düştü. Bu taşları sayacak değiliz. Ama kimse benim taşım senin taşından daha ağırdır diyemez. Bunu bahane ederek kazanımlar elde edemez. Minarelerde okutulan; “tanrı uludur, tanrı uludur” taşı, herkesin başına yıllarca düştü. Maddi taşların kime ne kadar düştüğü,  kara kutular açılırsa anlaşılır. Bir Başbakan ve iki bakan asıldıktan sonra, yaklaşık yarım asırlık bir darbe geleneği musallat oldu. Bu yarım asırda, kimlerin başına hangi taşlar düştü, sayabilir miyiz? Büyük fatura, daima büyük biradere, külliyetli paydaya kesilir. Kendi başına değil, özellikle vatanın başına düşen taşı hesaba katmayanın, başı taştan kurtulmaz. Vatan sathına düşen taşları dikkate almadan, kendi başımıza gelenleri kişiselleştirmek, bir vatanda yaşadığımızı unutmak demektir… Nice haksızlığa uğrayan insanlar, AİHM’ye gitmeyişini şöyle izah ediyor: Bana haksızlık ta yapsa, kendi vatanımı, gayrimüslimlere şikâyet etmeyi, terbiyem müsaade etmiyor… Bir vatanı vatan kılan öz ve özne, işte budur… AİHM ile tehdit eden, kendini açık eder.

“Diyanet Ve Din Dersleri Kaldırılsın”, Kimin Ağzı?:

Yukarıda söylediklerimizi, günümüzden örneklerle tamamlamaya çalışalım… Tevhid inancına sadakat gösterenler için ‘vatan’, olmazsa olmazdır. Söz konusu olan Tevhit inancına ilişkin teklifler ise, bu durumda kimin dediğine değil, kimin NE dediğine bakılır. Bu denilen, Tevhid inancının selametine denk düşmüyorsa, âdetimiz gereği uyarılır.

Zaman zaman duyuyoruz. Türkiye’de bir kısım insanlar, “Din dersleri kaldırılsın, Diyanet lağvedilsin, İmam Hatipler şöyle olsun” vs. diyorlar… Bu itirazlar büyük bir olgunlukla, “tevhide sadakati olanlar” tarafından teskin edilir… Ama bu kafileye, “sen de mi arkadaş” dedirtecek kadar katılanlar oluyor… Bu bağlamda, Sn. M. Türköne’nin (31.01.12. zaman), ‘Din Dersleri Kaldırılsın mı?’ başlıklı yazısının, bidayeti nihayetine denk düşecek şekilde özetini verelim:

Böyle Diyor Mümtaz’er Hoca:

‘Birileri, madem milli güvenlik dersleri kalktı, din dersleri de kalksın, demiş. Din dersleri sorunu (?) siyasi kutuplaşmanın eksenidir. Alevi sorunu (?), din eğitimi tartışması sona ermeden çözülemez… Din eğitimi tekeli devletin elindedir. Dünyada hiçbir devlette böyle tekel yok. Batıda din eğitiminin nasıl verildiği izah edildikten sonra, tekrar Türkiye’deki mevcut süreç dile getiriliyor… Yalnız bu durumun Sünni İslam pratiğine uyan bir kısmı olduğunu ve Sünni İslam’da, devletin onayladığı dini yorumun esas alındığı ifade ediliyor… Dini yorum tekeli (?) Din İşl. Y. Kurulunun tekelindedir. Sonuç olarak, mecburi din dersleri kaldırılmalı veya seçimlik (tadımlık. r.d.) hale getirilmeli, din hizmetleri yerelleşmeli, din eğitimindeki devlet tekeli kaldırılmalı’ diyor ve bitiriyor.

Devlet ve Din Bir İkilem mi?:

İnsanlar, mevcut devlet ve din ilişkilerine bakarak, selameti (kimilerinin de istediği gibi), dini devletten uzaklaştırmakta buluyorlar. Böylece din, devlet politikası olmaktan çıkacak ve elini ovuşturanların eli güçlenecek. Sonrasında atacakları adımları biliyorlar. Devlet tekeli/gücü kırılınca, mahalle muhtarının, cami derneğinin, vakıfın lafı mı olur!  Bu anlamda din, cami yaptırma ve yaşatma derneğinin, (haydi cemaat ve vakıfların diyelim) inisiyatifine ve daracık “kapsama alanına” terk edilecek… Mademki din ve devlet bağlamında işler arzulanan gibi gitmiyor, din de senin, devlet de… Düzeltmenin yollarını göster! Neden, ‘ver, at, uzaklaştır, havale et’ yaklaşımında bulunuyorsun! Bir işin ucundan devlet ve millet birlikte tutsa mı daha iyi; yoksa bölük pörçük, küme küme, grup grup insanlar tutsa mı daha iyi… Merkezden muhite yerine getirilmeyen (yani yerelleşen) bir İslami inisiyatifin, “rakip mücahid grupları” yaratmayacağını söyleyebilecek bir kişi var mı?  Din, ilim ve tarih; din ve devlet bağlamında, konuya böyle bakılması gerektiğini söylüyor.

Alıntıdaki diğer konuları, cümle cümle tarayalım.

Olması gereken bir şey yapıldı ise, din dersleri neden kaldırılacakmış! Çocuğu kendi haline bırakırsan, ya çaycıya, ya sazcıya gider. Din dersi zorunlu ise, kimse kimseyi zorla secde ettirmiyor. Ders ortamında yapılan rutin bir işten ibaret. Çocuk bir şekilde dinden sadece “haberdar” ediliyor. O kadar… Okutulan dersi, “milli din dersi” kavramı ile “ilk tanımlayan” (eleştiren) kişiyim ama, bu konuda yorgan yakmanın anlamı yok. Araba bozuksa, tamir edersin…

Din derslerini neden ‘sorun’ olarak tanımlıyor ve siyasi kutuplaşmanın adeta suçlusu (ekseni) olarak görüyorsunuz! Sizin aidiyet temeliniz, neden sorun ve kutuplaşma sebebi olsun ki!

Alevi sorunu, din eğitimi tartışması sona ermeden çözülemez, diyorsunuz. Biz din eğitimini tartışırken, alevi konusunu neden merkeze alacakmışız! Din eğitimini, alevi konusuna göre asılıp sündürecekseniz, din eğitimini tartışmanızın manası ne? Din eğitimi tartışması, dinin kendi doğruları esas alınarak çözülür. Başka konuları din eğitimi tartışmasında veri kabul ederseniz, çözülen dinin kendisi olur. Din eğitimi ile, alevi konusunu irtibatlandırıp, başa baş yarıştırmaktan kastınız ne?

Din eğitimindeki devletin tayin edici vasfının düzeltilebileceğini, Devlet ve din bir ikilem mi, başlığında izah ettik.

Batıdaki din eğitiminin nasıl verildiğinden söz ediyorsunuz? Bunun bizim için ne gibi bir bağlayıcılığı var? Batıdaki muharref bir dinin nasıl verildiği, bizi neden ilgilendirsin? Oldu olacak, balta girmemiş ormanlarda yaşayanları da dikkate alalım!

Devamla, hem mevcut durumun Sünni İslam pratiğine uygun olduğunu, Sünni İslam’da, Devletin onayladığı dini yorumun esas alındığını söylüyorsunuz. Hem de din hizmetlerinin yerelleşmesini, yani merkezden muhite değil, mahallinde herkesin kendi kafasınca icra edilmesini söylüyorsunuz. Ama bunların sonunda, nasıl “rakip mücahit grupları” haline geleceğini söylemiyorsunuz. Siz, “yeşil komünist” tanımını duyan bir kuşaksınız. Neden eksik söylüyorsunuz?

Diyanetin ve din işleri yüksek kurulunun uhdesinde olan, dini yorum tekeli değil, fetva sorumluluğu. Test amaçlı bile soru sorabilirsiniz. Yanlış yapan ve ısrar eden olursa, köşenize taşır, doğruya ulaşılmasına katkı sağlarsınız. Ama bu konuda esas söyleyeceğim şudur: Diyanet, şu süreç itibarı ile, gayri resmi de olsa, halk tarafından adeta denetleniyor. Temel tevhidi prensiplere aykırı bir fetvalarını okudunuz mu? Falanca Müftümüz ‘kadın şöyledir’ deyince, filanca yazarımız ayağa kalkıyor. Sonra öyle miydi, böyle miydi denilerek, sorun çözülüyor. Buna tekel denir mi, siz buna tekel mi diyorsunuz! Ben kendim din işlerine sorular sordum. Gelen cevap, yeni sorular barındırıyor. Tekrar sordum, üzerine bir şey ilave edemeyeceğim cevap geldi ve rahatladım. Buna tekel mi denir? Halk, tevhide olan sadakat ve sorumluluğundan dolayı diyaneti, tanım uygunsa denetliyor. Her şey yolunda mı? Konumuz o değil zaten, gidişatın istikametinden bahsediyoruz.

Sonunda, din dersleri kaldırılmalı diyorsunuz. Ben de, “din dersleri kaldırılmalı diyen ağız, hangi ağız, bu kimin ağzı olabilir” diye soruyor ve merak ediyorum.

Nihayetinde, dinin, din hizmetlerinin yerelleşmesi gerektiğini söylüyorsunuz… Merkezden muhite olmayan dini bir yapılanmanın neye malolacağını bilmek için, dini konuda meslekten biri olmak ta “yetmeyebilir”. Tevhid inancında, iki kişi yola çıktı mı, birisi sorumlu seçilir. Ahaliye, “Yerel mahallinizde başınızın çaresine bakın” denilmez!

Ekonomide küresel bir aktör olmak isteyen Türkiye, din söz konusu olunca, yöresel bir ‘çeşit’ olacak öyle mi? Din, ‘gidilen yol’ demektir. Bu yol, merkezden muhite, her yeri kuşatır. Yerel imkânlara havale edilen mahalli bir örf değildir.

Birkaç aforizmamla bu raporu bitirelim: Bir ülkeyi “çarpacak” olanlar, çoğu kez “bölme” ve “toplama” işleminden başlarlar… Kafa kâğıdında kendisi olduğu halde, düşüncesi ile “başkası” olanlar, işgalci olarak kendi kendilerine yeterler… Bir ülkenin hakikati tehlikeye girmedikçe, haritası tehlikeye girmez…

02.02.2012…

RAMAZAN DEMİR (Şair / Yazar)

[email protected]