Tasavvufta Temellendirme Sorunu

Bir öğreti olarak din, bireysel ve toplumsal yaşama dair normatif iki yaklaşım sunar. Bunlardan birisi ritüelleri içeren ameli kısımdır. İkincisi ise bu ameli kısmın üzerine bina olduğu epistemolojik temeldir. İslam açısından bakıldığında, dinsel pratik ve bilginin temeli, “nas” adı verilen ve inanan için epistemolojik doğruluk derecesi en üstte bulunan verilerdir.  Yani inancın temeli bilgidir. Bilgi her ne kadar yoruma açık olsa da, bir inanç sistemi tutarlı olmalıdır ve bilgiye yönelik yorumların geçerliliği ancak bu tutarlılık bağlamında değerlendirilebilir.

Bilginin temellendirilmesi neden önemlidir? Çünkü tutarlı bir inanç sistemi, tutarlı bir bilgi sistemine dayanır. İnancın bütün unsurları, doğru bilgi ile tanımlanmadığı ve sınırlandırılmadığı sürece, inanç bir hezeyana, sanrıya ve tutarsızlığa dönüşür.  Bir bilgi temeli olarak Kur’an kendi doğruluğunu, ya da başkası tarafından değil de Allah tarafından indirilmiş oluşu gerçeğini, “tutarlı bir kitap olmasına” bağlar. Bilginin, özellikle de Allah hakkındaki bilginin, “zan” üzere olmasını eleştirir, inananından “yakîn” bilgisi ister.

Her ne kadar kökenlerine ilişkin tartışmalar sonuçlanmamış – hatta sonuçlanamayacak – olsa da, tasavvuf bir alt-disiplin olarak uygulamada İslami düşünce sisteminin bir parçası olagelmiştir. İslam’da tasavvufun ayrı bir sistem olarak ortaya çıkışını hicri II. ve III. yüzyıllara kadar götürebiliriz. Aslında Tedvin Dönemi olarak adlandırılan bu ayrışma dönemi, diğer İslami disiplinlerin ve mezheplerin de temayüz ettiği zamandır. Tasavvufun ilk tebarüzü bir züht hareketi olarak kendini göstermiş, bu eğilim daha sonra kendi bilgi sistemini geliştirerek – veya kadim bir gelenekten devşirerek – İslam’dan ayırmıştır.

Tasavvuf okumaları yapan bir göz, diğer İslami ilimlerden hiç birisinin kendisine Sünni İslam’da temel bulma konusunda tasavvuf kadar zorlanmadığını görecektir. Gerçi tasavvufun kendisini meşrulaştırma sürecinde öne çıkan Gazali gibilerini istisna tutarsak, bir mutasavvıfın, bir fıkıhçı veya kelamcı ile cedelleşmeye tenezzül etmeyecek kadar kendisini müstağni ve havas gördüğü bir vakıadır. Çünkü bir sufinin, en sağlam akli ve nakli delillerde zedelenemeyecek bir “tasavvufi bilgi” kalesi vardır ve bu çoğu zaman doğrulanmaya muhtaç bile değildir. Dolayısıyla tasavvufi bilginin temellendirilmesi sorunu, tasavvufun içsel bir sorunu olmaktan çok, genel İslam çerçevesinde ele alınmalıdır.

Tasavvuf bilgi temelini, Allah’ın insanlarla, semavi dinlerin temelini teşkil eden “melek vasıtasıyla peygambere vahiy” iletişimine ek olarak iletişim kurduğu tezine dayandırır. Bu bir sufi için inanılmaz geniş bir hareket ve düşünce sahası yaratmış, tasavvufun bir sistem olarak teşekkülüne zemin hazırlayacak her türlü fırsatı vermiştir. Keşfi bilgi adı verilen bu bilgi türü, Allah’ın vasıtasız olarak sufinin kalbine ilham ve “ilka”da bulunmasıyla aktarılır. Bir sufi, vecd halinde, ya da ansızın, günün beklenmedik bir vaktinde, veya uykusunda bu tür bir bilgi aktarımıyla karşılaşır.  Her ne kadar sufiler bu bilginin “Kuran ve Sünnet’e” göre ikinci planda, sadece kendileri için işaretler taşıyan istisnai durumlar olduğunu iddia etse de, önümüzde duran devasa tasavvuf külliyatı, bu keşif bilgisinin koskoca bir mistik düşünce sistemi oluşturacak kadar ciddiye alındığını ortaya koymaktadır.

Peki bu bilgi türü bu kadar masum ya da risksiz midir? Öyle ya, din sağlam bir bilgi temeline oturmalıysa, keşfi bilginin de kendisini İslam kıstaslarında mihenge vurması gerekmez mi? İnancın konusu, ciddiyetsizliğe müsamaha gösteremeyecek kadar katı değil midir? En azından Allah hakkında fikir yürütüyorsak bu böyledir, ve vahim olanı, tasavvufun temel konusu Allah olmakla birlikte, keşfi bilginin alanına da  temelde Allah ile ilgili sufi tezlerinin giriyor olmasıdır. Ne kadar çabalanırsa çabalansın, Kur’anın ayetlerinin geçerli Arapça grameri ve anlam bağlamında sufi bilgiyi temellendirmede kullanılması zordur. Sufilerin zahiri dinsel öğretiyi, başta Kuran ve hadisleri, kendi görüşlerini doğrulamak için kurnazca ve çıkarcı bir şekilde eğip bükme niyetinde olacaklarını iddia etmeyeceğim. Bir sufi her ne kadar zincirlerinden kopmuş gözükse de, içinde şeriata karşı üstesinden gelemediği bir boyun eğme isteği vardır. Kur’an’ın keşfi bilgiyi temellendirmek için kullanılması, sufinin gerçekten Kuran’da bir zahir-batın anlam ayrımı olduğuna inanmasının bir sonucudur. Bunun tarihsel kökenlerine inmek ve Helenistik, Hermesçi, İsmaili veya Şii etkileri üzerinde durmak bu yazının kapsamını aşar. Dolayısıyla, İbn Arabî’nin kâfirleri tarif eden bir ayeti, arifleri tarif edecek şekilde yorumlaması, ya da Hallac’ın İblis’in secde etmeyişinin peşinde aradığı ilahi aşk varsayımını birer art niyet olarak değil, sufinin inanmak istediği şeye gerçekten kendini inandırması olarak bakmak daha insaflı bir tavır olur.

Tasavvufu bir kadim geleneğin İslam’da girmiş – ya da sokulmuş – bir uzantısı olarak kabul edersek, bir sufinin “keşif” olarak tabir ettiği şeyi kendi âleminde temellendirmesinin ne kadar kolay olduğunu anlayabiliriz. Tevarüs edilen bir efsane, mit, eski mistiklere ait hikayeler, esriklik anında ağızdan çıkmış birkaç söz vs., tüm bunlar, hakikat bilgisi arayışı içinde bulunan bir insanı yönlendiren unsurlardır. Mistik olarak adlandırdığı bir halin etkisindeki kişi, bu haline ait bir isim, cevap veya çözüm bulmak için, daha önceden aynı veya benzer bir durumu yaşadığını iddia kişilerden referans arar. Bu tarihsel ve literatür temelli bir arama da olabilir. Aradığı sadece referans bazı kelimelerdir: “ruhun Tanrı’ya varması, kaynağına geri dönmesi, aklın devre dışı kalarak mistik zevkin yaşanması,  tanrısal aşk, kutsal birleşme vs.”  Bunlara herhangi bir şekilde tesadüf eden sufi veya sufi adayı, içinde bulunduğu hal ile referanslar arasında “ilişkilendirme” kurar. Bu tamamen zihinsel bir ilişkilendirmedir ve aynı hal yaşandıkça bu ilişki güçlenir ve kişinin “bilgi” sandığı şey haline dönüşür. Zaman içinde bu ilişkilendirme, yaşanan hal ile tevarüs edilen referans kaynak arasında kopmaz bir çağrışım zincirine dönüşür. Tecrübenin “tasavvufi sır” olarak nitelendirilmesi ve harici objektif bir eleştiriye tabi kılınmaktan vareste tutulması, sufinin tecrübesinin yanlışlanamaz hale doğru evrilmesine yol açar. Aynı ilişkilendirmelerin başka ağızlar tarafından da ifadesi bu ilişkiyi kuvvetlendirir. Sonuçta aradaki ilişkilendirme ve çağrışım ortadan kalkarak, sufi tecrübe bilgiye dönüşür: bu, Bayezid’in fıkıh ehlini alaycı bir şekilde eleştirirken kullandığı “sizler ilminizi ölülerden ölü bir şekilde alırsınız, bizler ise daimi hayat sahibi ve baki Allah’tan alırız” ifadelerinde kendine yer bulan en üst düzey ilim haline gelmiştir artık.

Tasavvufun kendini temellendirme sorunu tam da bu noktada başlar. Kur’anı en doğru bilgi kaynağı olarak kabul eden bir mümin için bilgi her zaman risk taşıyan bir unsurdur. Risk, bilginin az miktarda da olsa, “doğru” olması ve insanı “yakin”e yaklaştırması zorunluluğu ile ilgilidir. Dolayısıyla mümin, hesabını verebileceği bir bilgiyi içselleştirmelidir, çünkü insan imanından ve amelinden hesaba çekilecektir ve iman doğrudan bu bilgi ile ilgilidir. Eğer sufi, kendisine ilka olunduğunu iddia ettiği bilgi için tutarlı bir temellendirme yapamıyorsa ve bu onun bilgi sandığı veri yükünü Kur’anî eleştiriye açıkça maruz kalmış “zan” kapsamından kurtaramıyorsa, Allah hakkında “zan” üzere, yani “bilmeden” konuşmanın sorumluluğunu taşımak durumundadır. Bu, şatahat ve sarhoşluk halinin özrü kapsamına sokulması gereken basit bir füruat değil, ubudiyet – rububiyet ilişkisinin kökenlerine taalluk eden bir epistemolojik tavırdır.

Peki bir sufi bilgi elde etmede, veya Allah’ı bilmede hangi yetisini kullanmaktadır? Mutasavvıfların sürekli eleştirisine maruz kalan akıl, bilgi alma sürecinde gerçekten devre dışı mı kalmaktadır? Açıkçası, insaflı bir sufi, bilgi edinme aracını tanımlamada aciz kaldığını itiraf etmelidir.  Kur’ani terminoloji bağlamında incelendiğinde, bilgi edinme aracı olarak akıl ve kalp arasında ciddi bir ayrımın yapılmadığını ve kalbin doğruyu bulma, akletme aracı olan bir yeti olduğunu görürüz. Zaten etimolojik olarak bu iki kelime birbirinden ayırt edilemeyecek kadar iç içedir. Sufinin kalbe geldiğini iddia ettiği bilginin temeli, zihinsel çağrışımlar sonucu yaşadığı duygusal kıpırdanmalar ve sufinin bunlara yüklediği anlamlar örüntüsünden oluşan, hedefi bulanıklaşmış psikolojik med-cezirlerdir.  Ancak bu faaliyetler, sufiye en sağlam bilgi olan Kur’an’ın anlam örüntüsü bağlamında kabul edilemeyecek veriler sağlıyorsa, bunun “hakikati bulma ve kavramı” aracı olan “kalpten” çıktığı ne kadar iddia edilebilir?

Dolayısıyla sorun, zincirleme bir problemdir.  Zamanın bir diliminde, bir mistik bir tez geliştirir. Bu vahdet-i vücud, hakikat-ı muhammediye, fena vs. gibi İslam’ın zahirinde ifadesini bulamayan bir kavram olabilir. Bu tez, bir sonraki mistik için a priori bir bilgi olarak sorgulanmadan kabul edilir. Bu, zincirleme olarak devam eder ve kümülatif, eklektik bir sistem gelişir. Örneğin vahdet-i vücut düşüncesinden koskoca bir “varlık hiyerarşisi”, “sudur felsefesi” ortaya çıktığında, kimse asırlar öncesine giderek bu “kabullenme”nin temelini sorgulamaz. Zaten içinde yaşadığı mistik zevk o yöndeki bütün teşvikleri baş aşağı etmiştir. Sufi halinden memnundur ve bunun bozulmasını istemez. Tarihteki veya sistemindeki “zirve” kişilerin aynı ifadeleri terennüm etmesi, onun için artık bir “urve-i vuska (!)” oluşturmuştur.

Bugün İslam dünyasında öze dönüş eğilimleri güç kazanmıştır. Kur’ana  dönüş, her sahada kendini hissettirmektedir.  Tasavvuf kendisini bundan azade görmemeli ve bilgi sistemine, bunu oluşturan tarihine eleştirel yaklaşmalı ve kendisiyle yüzleşmelidir. Kimse doğru ile yüzleşmekten sakınmamalıdır, çünkü öte dünyada mutlak bir yüzleşme ile zaten karşılaşacaktır, “bütün sırların ortaya serileceği gün” (Tarık, 9).

Ahmet Tunç Demirtaş

Ankara Üniversitesi

Doktora öğrencisi

e-posta: [email protected]