Reenkarnasyon

Konu: REENKARNASYON

Sayın Prof. Abdülaziz BAYINDIR Bey,

Zat-ı alinizi, katıldığınız TV programlarından tanıma fırsatı bulmuş; yapmış olduğunuz analizleri ve özellikle namaz vakitleri ile ilgili açıklamalarınızı takdirle izlemiştim.
Ancak, web sitenizde gördüğüm reenkarnasyon’la ilgili bir yazınızı okuduğumda hayal kırıklığına uğradım. Sitenizdeki diğer yazıları incelediğimde ise o yazının tek olmadığını ve belli bir grubu uyarı amacıyla, o grubun okumakta olduğu eserlerden aldığınız bazı ibareleri gerekçe göstererek; eserlerin Müellifini dalalete sapmakla itham etmekte olduğunuz daha başka yazılarınızın da bulunduğunu ve bu sebeple de söz konusu gruba mensup bazı kişilerle karşılıklı yazışmalarınızı üzülerek gördüm.
Her hangi bir gruba mensup olmamakla birlikte, söz konusu kitapların muhteviyatını bilen ve şahsi kitaplığımda bulunduran sade bir Müslüman olarak reenkarnasyon konusunda yapılan eleştirilerin haksız ve temelsiz olduğunu ifade etmek durumundayım. Şöyle ki;
Mesnevi tarzında yazılmış olan, altmış sayfalık Leme’at adındaki bir eserin muhteviyatına bakmadan; giriş bölümünde yer alan bir şiirdeki birtakım mecazi ifadeleri gerçek gibi algılayıp, yüzeysel yorumlarla; müellifini, küfürle itham etmekle eşdeğer olan, reenkarnasyon (tenasüh) itikadıyla suçlamanızı; şahsen, değil sizin gibi seçkin bir bilgin kişiden, okuduğunu anlayacak kadar genel kültüre sahip, sıradan bir lise mezunundan bile beklemezdim.
İlginçtir, adı geçen eserde bu tür yanılgı ile ilgili olarak;

“Cehil, mecâzı eline alsa hakikat yapar
İlmin elinden eğer cehlin eline düşse mecâz, eder inkılâb hakikate.
Hem açar hurâfâta kapılar.” şeklinde veciz bir ifade bulunmaktadır.

Bu noktada acı olan husus; karşımızda cahil birisi değil, maalesef tanınmış bilgin bir kişinin bulunmasıdır.
Elbette, bir mümini haksız olarak küfürle itham etmenin; itham eden açısından şer’i hükmünü sizler çok iyi bilmektesiniz. Herhalde, söz konusu eserin tümü okunup incelendikten sonra bir değerlendirme yapılmış olsaydı; bu şekilde bariz bir hataya düşülmez, on satırlık o şiirin doğru yorumlaması yapılabilirdi.

Üstelik Müellifi merhum, adı geçen eserde “İfade-i Meram” başlıklı bölümde;

“Ey kâri! (Ey okuyucu!) Peşinen bunu itiraf ederim ki: … Şu eserimde üstadım Kur’ân’dır, kitâbım hayattır, muhatabım yine benim. Sen ise, ey kâri, müstemi’sin (dinleyicisin). Müstemiin tenkide hakkı yoktur; beğendiğini alır, beğenmediğine ilişmez. Şu eserim, bu mübârek Ramazan’ın feyzi olduğundan, ümit ederim ki, inşaallah din kardeşimin kalbine tesir eder de lisânı bana bir duâ-i mağfiret bahşeder veya bir Fâtiha okur.” diyerek, okuyucusundan bir dua ve Fatiha beklerken; eseri, okuyup anlamadan; Müellifini batıl reenkarnasyon itikadına sahip olmakla itham etmek, acaba insafa sığar mı? Hani nerede kaldı ‘insaf dinin yarısıdır’ düsturu?
Şayet insafı elden bırakır ve o yazınızda kullanılan düz mantıkla hareket edecek olursak; Napolyon’un, masum bir muhatabının sıradan bir sözünden onu idam edecek bahaneyi bulması gibi; küfür, dalalet ve sapkınlıkla itham edilemeyecek kişi az bulunur.
Mesela; İslam şairi olarak iştihar etmiş olan merhum Mehmet Akif’in Safahat’ını bir bütün olarak değerlendirmeden, içinden sadece “…yok musun ey adl-i ilahi” diye biten şiiri ile Sultan Abdulhamid’i hakaretamiz bir şekilde hicveden şiirlerini ele alır, onlarla hüküm verir isek, ona sıradan bir mümin vasfını bile çok görüp; rahatlıkla, asi ve isyankar biri olarak nitelendirebiliriz.
Aynı mantıkla; Allah dostu Mevlana’nın Mesnevi’sinden, tedbir babında yer verdiği malum kabak hikayesini ele alıp onunla hükmedersek; o muhterem zatı, haşa! edepsizlikle suçlayabiliriz.
Ve yine; yaşadığı asırda birçok ilimde temayüz etmiş olan Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname’sinde yer alan; “Bir zamandır ki, gam-ı aşk benim dinimdir.” beytinden onun İslam dinini terk ettiğine, “Ey gönül… Sendedir duzah-ı Suzan, dahi Cennet sende, Sendedir iki cihan mülkü tamamen sende..” beytinden de Cennet ve Cehennemi inkar ettiğine hükmedebiliriz.
Yunus Emre’den bahsetmeye bilmem gerek var mıdır? Onun kendi devrinde zaten bir Molla Kasım’ı var idi..
Ayrıca Ene’l Hak diyen Hallac-ı Mansur’un hikayesini; Halife tarafından zulmen hapsedilen İmam-ı Azam’ın, aynı zamanda bazı Hadisçilerce de dalalete sapmakla itham edilmesini; Muhiddin-i Arabi’nin, devrindeki bir kısım alimlerce dinden çıkmakla ve fasıklıkla suçlanmasını ve buna benzer daha nice vakayı sizin gibi bilgin bir kişiye hatırlatmaya sanırım gerek yoktur.
Bu arada hoşgörünüze sığınarak bir hususu daha nazar-ı dikkatinize sunmak istiyorum; yukarıdaki bağlamda, acaba zat-ı alinizin de herhangi bir şeyle itham edilebilecek bir hatası var mıdır, diye hatırıma geldiğinde; ‘hatasız kul olamayacağına göre mümkündür..’ önyargısı ile web sitenize baktığımda; bazı haksız eleştirel yazılarınızı bir tarafa bırakırsak, takdire şayan onca ilmi makalenin yanında, “bağlantılar” kısmının altında, bir kuruma ait meali açtığımda; maalesef sizin de haşa Allah’a iftira eden bir ibareye sitenizde yer vermiş olduğunuzu fark ettim.
O ibare ki; anlı şanlı pek çok zatın ve hatta sözüm ona reformist geçinen pek çok allamenin(!), Türkçe meallerinde yer vermesi ile, onu okuyan eğitimli pek çok genç bayanın Kur’an hakkında şüpheye düşüp dinden uzaklaşmasının sebebi olmuştur (olmaktadır). Hatta araştırmalarımda, aynı ibarenin İngilizce bazı meallerde de daha feci yanlış çevirisi sonucu, ecnebilerce de İslam aleyhinde kullanılmakta olduğunu gördüm.
Bahse konu olan: “ve kevâıbe etrâbâ.” (78/33); Türkçeye kısaca “yaşıt eşler” şeklinde aktarılabilecek olan bu ibare, her ne hikmetse pek çok diğer mealde olduğu gibi; sitenizde bağlantı vermiş olduğunuz anılan mealde de zorlama yorum ve gereksiz uzatmalarla “göğüsleri tomurcuk gibi kabarmış yaşıt kızlar” şeklinde ifade edilmiştir ki; haşa! sanki, Cennet (tövbe) 8-10 yaşındaki kız çocuklarının yetişkin insanlara peşkeş çekileceği bir yermiş gibi bir anlatım.. Meal adı altında o saçma sözleri yazanların maksadı ne olursa olsun, onları okuyacak masum çocukların algılaması bundan farklı olamaz. Hele bir de çevresinde bir takım yaşlı insanların sözlü tacizine uğramışsa.. Üniversite mezunu bir bayandan bizzat dinlediğim bir vaka: lise çağlarına kadar beş vakit namaz kılmakta iken, o tarihlerdeki (1967) Akşam gazetesinin verdiği Türkçe meali alıp okuyunca, gördüğü o gibi Kur’an dışı saçma sapan sözler yüzünden; namazı da Kur’anı da bırakıp ateist olmuş..
Şimdi lütfen bakar mısınız? Yüce Yaratıcı’nın ilim nimeti bahşetmiş olduğu çok değerli Prof. Abdülaziz Bey, o geniş ilmini bu gibi yanlış Kur’an tercümelerini tashih etmek için kullanacağı yerde; o ibarenin yer aldığı bir metne kendi sitesinde yer vermekle, o yanlış manaya onay verip benimsediği yetmiyormuş gibi; bütün ömrünü Kur’an ve iman hizmetinde geçiren Müellifi merhumu, vicdanları isyan ettirecek bir şekilde, tenasüh itikadı ile itham etmekle meşguldür.
Şayet bu ibarenin manası bu şekilde, yani tek cins için kabul edilirse; Bakara/25 ve Ali İmran/15’de geçen “ezvâcün mutahharatün” ibaresi ile çelişki teşkil etmez mi? Yani “tertemiz eşler”in doğru anlamı; erkek için bir refîka ve kadın için bir refîk değil midir? Malumu aliniz, temel bir kural olarak; nesh edilme durumu yok ise, ayetler arasında tenakuz söz konusu değildir.

Değerli Prof. BAYINDIR Bey,
Sadede gelip “reenkarnasyon” meselesine dönecek olursak; yüksek müsaadenizle bu terimin neyi ifade ettiğine bir göz atalım;
Cambridge Dictionary’de bu terim; “ölen bir kişinin ruhunun, başka bir bedende hayata geri dönmesi inancı” şeklinde Türkçeye tercüme edebileceğimiz: “reincarnation: the belief that a dead person’s spirit returns to life in another body” ifadesiyle tanımlanmıştır.
Osmanlı Türkçesinde bu terimin karşılığı olarak kullanılan Tenasüh kelimesi ise; Şemseddin Saminin eski alfabe ile yazılmış olan meşhur Kamus-ı Türki adlı lügatinde kısaca; “Tenasüh: Ruhun bir cisimden diğerine ve bazen insandan hayvana ve hayvandan insana geçmesi, batıl itikadı” şeklinde tanımlanmıştır.
Şimdi, söz konusu şiirde bu anlama gelebilecek en küçük bir ifade veya ima var mıdır, lütfen ona bakalım; şiirde ne diyor: (günümüz Türkçe’sinde ve nesir haliyle:)
– Yıkılmış bir mezarımın içine Said’den; elemler ve günahlarla birlikte, yetmişdokuz mevta yığılmıştır.
– Sekseninci (mevta) mezara bir mezar taşı olmuş; İslam’ın hüsranına birlikte ağlıyorlar.
– Mezar taşımla, (mevtalar dolu) inleyen mezarımla, (yarınımdaki) ahiret meydanına gitmekteyim.
– Kuşkusuz; geleceğin gökleri (geleceğin efkar-ı umumiyesi), Asya kıtasıyla birlikte İslam’ın parlak (tertemiz) eline teslim olacaktır.
– Çünkü; (Allah’a) imanın kuvvet ve bereketi, halka emniyet ve güven verir. (İnsanlığa sulh ve huzur getirir.)

Aşağı yukarı bu şekilde sadeleştirilebilecek sözlerden; sanırım sizi reenkarnasyon yanılgısına götüren, mezarda yığılan mevtalar ifadesi olmuştur.
Bilindiği üzere, insan bedeni yaşam süresince haricen yenilendiği gibi (uzayan tırnakların yenilenmesi, dökülen-kesilen saç-sakalın yerine yenisinin çıkması ve üst deride yıpranan epitel dokunun yenilenmesi şeklinde..); dahilen de, yıpranan ve yaşlanan doku hücreleri metabolik olarak yenilenmektedir. Öyle ki; bazı doku hücreleri üç ayda, bazıları altı ayda bazıları ise bir yıl veya daha uzun bir sürede kısmen veya tamamen yenilenmektedir.

İşte buna istinaden; şiirin yazıldığı yıllarda kırk yaş civarında bulunan müellif, ortalama altı ayda bir, bedenin yapı taşlarının yenilendiği hesabıyla; sanki bedeninden ayrılan elementlerin oluşturduğu yetmiş dokuz adet mevta (elemleriyle, günahlarıyla birlikte) mezarına yığılmış; sekseninci mevta da, muhayyel mezarına mezar taşı olmuştur. Mezarı ve mezar taşı, birlikte; o tarihlerdeki (Osmanlının dağıldığı ve işgale uğradığı yıllar) İslam Dünyasının perişan haline adeta ağlamaktadır. Kendisi de, o durumdaki mezarıyla; çok yakınındaki ahiret meydanına doğru gitmektedir. Bu perişan manzaraya rağmen, umutsuz değildir. Gelecekte, Aska kıtasının ve hatta umum semavatın, İslamın ak-pak eline teslim olacağından kuşku duymamaktadır. Çünkü insanlığa huzur ve sükunu, ancak iman kuvveti ve bereketi sağlayacaktır.

İlk satırlarda, nasıl bedenin peş peşe ölüp mezara yığıldığı fakat, ruhun ölmeyip baki olduğu ve ebedi aleme doğru gitmekte bulunduğuna dikkat çekiliyor ise; aynen öyle de, sonraki satırlarda da, İslam’ın görünürdeki o perişan haline rağmen, gelecekte Dünyaya hükmedeceğine işaret edilmektedir. (Şiirdeki bu ince nokta göz ardı edilir ise, şiirin başıyla sonu arasında bağlantı kurulamaz. Afaki yorumlara sapılır.)

Aziz ve muhterem Abdülaziz Bey;
Söyler misiniz lütfen, bu ifadelerin hangisinden reenkarnasyon manası çıkarılabilir? Yani ölen kişinin ruhunun bir başka bedende yeniden hayata dönmesi gibi bir mana çıkarılabilir mi?
Böyle bir yargıya varmamız; karşımıza gelen yorgun ve bitkin haldeki birine, nasılsınız? Diye sorduğumuzda, bize “sormayın, öldüm öldüm dirildim” tarzında cevap verdiğinde… “Tövbe ediniz! dalalete düştünüz, bu sözlerinizle reenkarnasyon itikadına saptınız” şeklinde karşılık vermemizden daha mantıklı değildir.

Reenkarnasyon teriminin manası açık iken; herkes için geçerli olan bedeninin sürekli yenilenip tazelenmesine karşın, ruhunun o yenilenen bedende ömür boyunca adeta elbise değiştirir gibi (mecazen) beden değiştirmesini (bedeninin yenilenmesini) ve görünürde çürüyen o bedenin gerçekte ebedi aleme gitmekte olduğunu nazara verip; o tarihlerdeki İslam’ın inkırazının da geçici olduğunu ve gelecekte hükümferma olacağını ifade eden Müellifi merhumun bu teşbih ve mecazi ifadelerini, onun dalaletine delil olarak göstermek reva mıdır?

Üstelik, sizin gibi bilgin bir kişinin, böyle bir konuda hüküm verirken; sebep sonuç ilişkisini kurması gerekmez miydi? Yani itham ettiğiniz zat sıradan bir kişi değildir. Hayatı boyunca, inandığı gibi yaşamanın ve de inandığı fikirleri korkusuzca savunmanın en bariz örneğini göstermiş; bu hususta nice tahakkümlere maruz kalmasına rağmen, asla taviz vermemiş bir kişiliğe sahiptir. Böyle bir şahıs, eğer sizin iddia ettiğiniz gibi; batıl bir itikada sahip olmuş olsa idi, o itikadını yazdığı onca eserlerde açıkça savunup ortaya koymaz mıydı? Ayrıca onun eserlerini neredeyse bir yüz yıla yakındır okuya gelen; değişik meslek, meşrep ve eğitim seviyesinde, avamdan ulemaya kadar, gelmiş geçmiş yüzbinlerce kişiden hiç olmazsa bir kişi onun bu itikadını fark edip, ya karşı çıkıp ya da benimseyip ortaya koymaz mıydı? Ayrıca, özellikle dini neşriyatın yasak olduğu yıllarda, açılan yüzlerce davada, mahkemelerce tayin edilen onlarca ilahiyatçı uzman bilirkişi tarafından incelenen söz konusu eserlerde, batıl bir itikat olan reenkarnasyon fikri olsa idi, herhalde aleyhte delil olarak ortaya konulurdu.

Bugüne bakarsak;
– Çeşitli mihraklarca, Müellifin fikirlerini savunmakla suçlanan; F.Gülen Hoca Efendinin reenkarnasyon konusunda ne düşündüğü sanırım bize bu konuda bir fikir verebilir. Evet adı geçenin, 01.02.1980 tarihli Sızıntı dergisinde yayımlanan; “Tenâsüh Nedir ve İslâm İnançlarına Göre Doğru mudur?” başlıklı makalesinde; bu konu, ayrıntılı bir şekilde ele alınmakta ve netice itibariyle: “…Zaten hiçbir tecrübeye dayanmayan ve aklî mesnedi bulunmayan ve hele vahye müstenit olmayan böyle bir hurafeye, yaratılış itibarıyla çok şerefli olan insanın inanması asla düşünülemez…” şeklinde hükme bağlanmaktadır.

– Söz konusu eserleri okuyanlarca yaygın olarak başvurulan ve Müellifin hayatındaki önde gelen talebeleri içinde yer alan; Abdullah Yeğin tarafından hazırlanmış olan Yeni Lügat isimli Osmanlıca sözlükte; tenasüh terimi: “İslâmdan hariç olan batıl bir fırkaya göre, ruhun bir bedenden başka birinin bedenine intikâl eder diye olan batıl inanışları” şeklinde açıklanmıştır.

– Ve nihayet mevzu bahis şiirin Müellifi bizatihi, beş-altı bin sayfa hacmindeki eserlerinde tenasüh (reenkarnasyon) konusunda acaba ne söylemektedir, asıl ona bakmak icabeder.

Söz konusu şiirin yer aldığı Leme’at adlı eserden beş-altı yıl önce yazılan, İşarat-ül icaz adlı eserinde; “… Hülasa, neş’e-i ulaya (ilk yaratılışa) dikkat edenin, neş’e-i uhra (ikinci yaratılış) hakkında tereddüdü kalmaz. Peygamber Aleyhissalatü Vesselamın emrettiği gibi, “Neş’e-i ulayı gören adam, neş’e-i uhrayı inkar edebilir mi?” Çünkü ikinci teşekkül, yani ikinci yapılış, birinci teşekkülden daha kolaydır. Bunu yapan, onu daha kolay yapar…”
“…Zahire nazaran, haşirde, ecza-yı asliye ile ecza-yı zaide birlikte iade edilir. Evet, cünüp iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan herbir cüz’ün bir yere gömülmesi sünnet olduğu, ona işarettir. Fakat tahkike göre, nebatatın tohumları gibi “acbü’z-zeneb” tabir edilen bir kısım zerreler, insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insani neşv ü nema ile teşekkül eder…” ibareleri yer almaktadır.
Ve yine mevzu bahis eserden yedi-sekiz yıl sonra yazılmış olan Sözler adlı eserinde, (25nci Söz’de) “… Meselâ ‘…’ âyetiyle; Musa Aleyhisselâm’a karşı muharebe eden Firavun, gark olacağı zaman iman etmiş. Gerçi sekerat vaktinde o iman makbul değil. Fakat o makbul olmayan imana, imanın mahiyetine hürmet için bir mükâfat olarak Cenab-ı Hak, o Firavunun bedenine necat vereceğini haber veriyor. Çünki Firavunların tenasüh mezhebine göre, saadet-i uhrevî yerine şöhretperestlikle istikbalde mumyaları, heykelleri bâki kalmasını istediklerinden ve o heykelleri ve mumyaları, belki bir ruh bulacak gibi, efsaneleri ile öyle kanaat getirdiklerinden…, onların tenasüh düsturlarına binaen mumyalamak kanunlarına işaret eder…” tefsiri yer almaktadır
(29ncu Söz’de); “… Bir bedende birbiriyle imtizac ile ünsiyet ve münasebet peyda eden zerrat-ı esasiyye, Hazret-i İsrafil Aleyhisselâm’ın Sûr’u ile Hâlık-ı Zülcelâl’in emrine “Lebbeyk” demeleri ve toplanmaları; aklen birinci îcaddan (ilk yaratılıştan) daha kolay, daha mümkündür. Hem, bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve Hadîste acbü’z-zeneb tâbir edilen eczâ-i esasiyye ve zerrat-ı asliyye, ikinci neş’e (ikinci yaratılış) için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni’-i Hakîm, beden-i insânîyi onların üstünde bina eder.”
Eleştiri konusu olan şiirden önce ve sonra yazılmış olan eserlerinden kısaltılarak alınan yukarıdaki birkaç örnek bile, Müellifi merhumun asla ve katta tehasüh fikri ile itham edilemeyeceğini açıkça göstermektedir.
Sayın Prof. BAYINDIR Bey,
Doğrusu, o yazıyı sıradan biri kaleme almış olsaydı; kimsenin ciddiye almayacağından gülüp geçmek gerekirdi. Ancak, kamuoyunda ciddi çalışmalarıyla tanınmış, üretken ve araştırmacı vasıfları olan sizin gibi bilgin bir kişinin böyle bir yanlışa imza atmasının iki büyük zararı olacağı düşüncesiyle; bu yazıyı kaleme alma ihtiyacı hissettim.
O zararlardan biri; size itimat ederek yazdıklarınızı mutlak doğru olarak kabul eden pek çok kişi, batıl itikada sapmakla itham etmiş olduğunuz Müellif hakkında önyargıya sahip olacak; doğal olarak da eserlerini okumaktan imtina edecek ve okuyanlara da kuşku ile bakacaklardır. İkinci zarar ise, Müellifi merhumun eserlerini okuyarak İslami hassasiyet kazanmış olan nice insanlar; söz konusu reenkarnasyon suçlamasının aslı astarı olmayan afaki bir iddia olduğunu görüp, bu iddianızı emsal kabul ederek; sizin gibi bilgin bir kişinin hiçbir konudaki fikir ve düşüncelerine olumlu bakmayacaklardır. Her iki durumda da, okumaya meraklı inançlı insanlar yararlanabilecekleri önemli bilgi kaynaklarından mahrum kalacak; belki de birbirlerine fikren karşı tavır alacaklardır. Oysa, eleştirilen söz konusu şiirin yer aldığı Leme’at adlı eserde;“İslâmiyet, selm ve müsâlemettir; dahilde nizâ ve husûmet istemez” başlıklı bölümde;

“Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihadda. Ger ittihad istersen, düsturun bu olmalı:
‘hüvel hakku’ yerine ‘hüvel hakkun’ olmalı; ‘hüvel hasen’ yerine ‘hüvel ahsen’ olmalı.
Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: “İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir.”
Dememeli: “Budur hak; başkaları battaldır. Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir.” şeklinde, Müslümanlar arasındaki davranışın nasıl olması gerektiği veciz ifadelerle açıklanmaktadır.

Muhterem Prof. Abdülaziz Bey,
Takdir edersiniz ki; genelde, medeni dünyada eleştiri hakkı her ne kadar doğal bir hak ise de; İslam özelinde, Müslümanların birbirlerini eleştirilerinin yıkıcı değil yapıcı olması; kırıcı değil yol gösterici olması; gıybet, tahkir ve tezyife varmaması; afaki iddialara değil somut delillere dayanması; kısacası hasmane değil dostane olması, bir haktan öte aynı zamanda bir görevdir.

Ömrü boyunca; inkarcılara karşı Cenab-ı Hak’kın varlığını ve birliğini, Kur’anın hak ve hakikatını, Hatem-ül Enbiya’nın nübüvvet ve risaletini akli ve ilmi delillerle ispata çalışan ve bu konularda pek çok eserler yazan ve o eserler sebebiyle mahkemelere verilen ve ömrünün büyük bir kısmını mecburi sürgünlerde ve hapishanelerde geçiren; sünnet-i seniyye’ye ittiba etmeyi esas maksat edinen ve İslam aleminin ittifakını, ehl-i imanın uhuvvet ve tesanütünü şiddetle tavsiye eden bir zata, eleştiri adı altında çok ağır itham ve iftiralarda bulunmak her şeyden önce bir ilim adamına yakışmaz.

Bu sebeple sade bir Müslüman olarak zat-ı alinizden beklentimiz; söz konusu eserleri akl-ı seliminizle mütalaa edip, insaf ile değerlendirmeniz ve olur ki; mahkeme-i kübra’da hesaba çekileceğimiz gün, hesabını veremeyeceğimiz ağır sorumluluk altına girmemeniz için söz konusu eleştirilerinizi yeniden gözden geçirmenizdir.
Müellifi merhumun bir sözü ile yazıma son veriyorum: “Takdir-i Hüdâ kuvve-i bâzû ile dönmez , Bir şem’a ki Mevlâ yaka, üflemekle sönmez”

Saygılarımla, Rafet KALYONCU

Not: Said Nursi ismi yerine, Müellif kelimesini kullanma sebebi; o muhterem zatın ismiyle batıl itikat olan tenasüh terimini yan yana kullanmaya vicdanım elvermediğindendir.