Risale-i Nur Enstitüsünün Cevabı

Sayın Abdulaziz Bayındır ,

07.05.2001 tarihli e-mailinizdeki soruları inceledik. Sorularınıza dair değerlendirmelerimiz şöyledir:

Kavramlar

Risale-i Nur bir Kur’an tefsiridir. Kuran’daki hakikatleri açıklamak için kendine has yöntemler kullanmıştır. Bu açıdan Risale-i Nur’daki bir meseleyi açıklamak için kendi konteksini bilmek gerekmektedir. Bu durum, Hz. Peygamberle ilgili kavramlar için de geçerlidir. Yani kavramları, başkalarının kullandığı anlamıyla alarak Risale-i Nur’a tatbik edemeyiz; fakat bu kaydımız, Risale-i Nur’daki kavramların, geleneğin içerisinde oluşmuş muhtevadan tamamen uzaklaştığını da göstermez. Bununla kastedilen kısaca şudur: Risale-i Nur’daki çeşitli konuları açıklamak için onun kendi kavramlarını kullanmak zorundayız. Şayet karşılaştırma söz konusu ise, kavramların Risale-i Nur’da tekabül ettiği karşılıkları/anlamları mutlaka açıklamalıyız. Böyle yapılmazsa, geleneğin içerisinde çeşitli şekillerde yer alan kavramlara Risale-i Nur’da aynı anlamları vermemiz gerekir ki; bu yaklaşım bizleri anlama problemleri ile karşı karşıya kalmamıza sebep olur.

Sorular ve Cevaplar

Soru 1-Eğer evliya-yı ümmet o yoldan gitmeyecekse Peygamberimizin Miraca giden yolun kapısını açık bıraktığı iddiasının ne anlamı olur?

Bu soru üzerinde düşünebilmek için Mirac kavramının kazandığı anlamları dikkate almamız gerekmektedir. Mirac, gerek Risal-i Nur’da, gerekse diğer İslam literatürünün ekseriyetinde iki anlamda kullanılmaktadır:

Bunlardan birisi kelime manasıdır; buna göre Mirac: “Çıkılacak yükselecek yer, göğe çıkma, göğe yükselme, uruc” demektir. “Namaz müminin miracıdır” denilirken kelimenin bu anlamı kullanılmıştır. Yani, her Müslüman, ubudiyet cihetiyle Allah’a yakınlaşmak ister. Bu da namaz ve sair ibadetler yoluyla manen yükselmek anlamındadır. Mesela, yukarıdaki ifadede müminlerin namazla Allah’a yaklaşması kastedilir. Evliya-yı ümmetin miracını bu kategoride değerlendirmek gerekir. Miracın bu gibi hallerde hiçbir zaman, terim anlamıyla, yani Peygamberimizin miracı anlamında kullanılamaz.

İkincisi terim anlamıdır ki, Hz. Peygamberin mirac mucizesini ifade eder. Peygamberimiz bu mucizesinde maddi ve ruhi bütün varlığıyla yükselip Cemalullahı müşahede etmiştir. Önce, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürülmüş, oradan da bütün alemleri geride bırakarak Sidretü’l- Müntehaya ve Rabbinin huzuruna ulaşmıştır. Kavram olarak kastedilen budur. Bediüzzaman, Mirac’ın bu anlamını ifade etmek için “Mirac-ı Ekber-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam” tabirini de kullanmıştır. Evliya-yı ümmetin gidemeyeceği yol bu yoldur. Bu yol sadece Peygamberimize (s.a.v.) mahsustur.

Bediüzzaman’ın, “Zat-ı Ahmediye Aleyhisselam-ı Vesselam, o yolu açmış, velayetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-i ümmeti, ruh ve kalp ile o cadde-i nuranide, mirac-ı Nebevinin gölgesinde seyr-ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı aliyeye çıkıyorlar.” ibaresinin ikinci cümlesindeki evliya-i ümmetin ruh ve kalp ile cadde-i nuranide” ilerlemeleri miracın birinci anlamıyla ilgilidir. Yani, Müslümanların manevi derecelerine göre yükselmesi kastedilir. Bunu miracın terim anlamı ile karıştırmak doğru olmaz. Mezkur cümleden velilerin ya da derecelerine göre diğer Müslümanların Sidretü’l- Müntehaya kadar çıkabileceği gibi bir anlam da çıkaramayız.

2-Eğer evliya-yı ümmet o yoldan gitmeyecekse Peygamberimizin oraya velâyeti ile gittiği neden iddia edilir? Bu, o yoldan gitmek için veli olmanın yeterli olacağı anlamına gelmez mi?

Peygamberimiz Miraca çıkarken resul değil miydi ki, oraya velayetiyle çıktığı iddia ediliyor.

Peygamberimizin Miraca velayetiyle gitmesi meselesi, Risale-i Nur’da açık bir şekilde dile getirilmiştir. Sorular Risale-i Nur bağlamında sorulduğu için, biz de aynı bağlamda kalarak cevaplamaya çalışacağız.

Evet, Hz. Peygamber miraca velayetiyle gitmiştir. Çünkü, Mirac risaletin “zaruri bir gereği” değildir. Ancak, Hz. Peygamberin diğer peygamberlerden önemli bir farkı Allah’a yakınlıktaki derecesidir. Onun Allah’a olan yakınlığı, “mahbubiyet” olarak ifade edilen en yüksek makamdır. Yani resul olan bütün peygamberler miraca gitmemiştir. Bu konuda Bediüzzaman şu ifadeleri kullanır: “Semâ-i risâletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Dîvân-ı Nübüvvet, nasıl ki mahbubiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin kerâmet-i uzmâsı ve mu’cize-i kübrâsı olan Mi’rac ile, yani bir cism-i arzı semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhâniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini ispat etti.”

Bu ulvi seyahat sadece Hz. Peygambere mahsus bir durumdur. Bu Resul-ü Ekrem (s.a.v.)’in özellikleriyle ilgilidir. Onun ubudiyetteki yüksekliği böyle bir sonucu getirmiştir. Bediüzzaman, Otuz Birinci Söz’de “şu mirac-ı azim niçin Muhammed-i Arabî Aleyhissalatü Vessalam’a aittir? sorusunu cevaplarken insanlık içinde o makama en layık olan kimsenin Hz. Peygamber olduğunu anlatılır. Bu izaha göre Hz. Peygamber;

“Halık-ı alemi en güzel şekilde gösterici ve tarif edici”dir.
“Sani-i alemin kemal-i sanatı üzerine en yüksek bir sada ile dellallık” etmektedir.
“Bütün meratib-i tevhid-i ilan” etmektedir.
Sahib-i alemin hüsn-ü zatisine “şaşaalı bir şekilde ayinedarlık” etmektedir.
Cenab-ı Hakk’ın kemalatını en güzel şekilde teşhir, tavsif ve tarif edicidir.
Cin, ins, melaike ve ruhanilere en güzel rehberlik edendir.
İnsanlığa ulaştırılacak mesajı en güzel ileten ve marziyat-ı ilahiyi en güzel bildiren kişidir.
“Mevcudatın en eşrefi olan zihayat ve zihayat içinde en eşref olan zişuur ve zişuur içinde en eşref olan hakiki insan ve hakiki insan içinde geçmiş vezaifi en azami bir derecede, en ekmel bir surette ifa eden zat olması” ona Mirac-ı Azim’in kapılarını açmıştır.

Ayrıca, şu cümledeki genel ifadelere dikkat çekmek isterim: “Bütün evliyaların sultanı, umum müminlerin imamı, umum ehl-i cennetin reisi ve umum melaikenin makbulu olan Zat-ı Ahmediyenin (a.s.v.) seyr-ü sülûkuna medar bir miracı bulunması ve onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet makbuldür ve şüphesiz vakidir.”

Burada Risale-i Nur’da sık kullanılan bir anlama biçimine vurguda bulunmak istiyorum. İnsan aleminde iki daire ve iki levha vardır. Bu dairelerden birisi Rububiyet, diğeri ise Ubudiyet dairesidir. Peygamberimiz ubudiyet dairesinin en mükemmeli, her açıdan en üstünüdür. Bundan dolayı, bütün yaratılmışları temsilen rububiyet dairesine muhatap olmuştur. Yani yaratılmışların reisi, bütün mahlukatın “tahiyyelerini”, “Bütün zihayatların, hayatlarıyla gösterdikleri tesbihat-ı hayatiye ve sanilerine takdim ettikleri fıtri hediyeler, ey Rabbim, Sana mahsustur! Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve imanımla sana takdim ediyorum.” diyerek Yaratıcıya sunmuştur. ?

3-Eğer evliyay-ı ümmet o yoldan gitmeyecekse oraya cadde-i nûrânî demeye ne gerek kalır? Çünkü cadde bir kişinin geçmesi için değil, bir çok kişinin geçmesi için yapılır.

4-O cadde-i nûrânîde seyr ü sülûk etmek, o nurlu yolda yürüyüp gitmekten başka ne anlama gelebilir?

5-Peygamberimiz Mirac sırasında Sidre-i müntehâya kadar çıkmıştır. Yazıda geçen, “mirac-ı Nebevinin gölgesinde seyr-ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı aliyeye çıkıyorlar” ifadesi, her kesin, yolun sonuna yani Sidre-i müntehâya kadar çıkamayacağı, daha alt makamlarda kalabileceği anlamından başka ne ifade eder?

Yukarıdaki üç sorunun cevabı açıklamalarımızda verilmiş bulunmaktadır. Yani sıradan Müslümanların, velilerin, aktapların miracları ilk anlamdaki gibi manevi yükselişi ifade eder. Evet, evliyayı ümmet o yolda gidecektir. Fakat, Hz. Peygamberinki gibi cismani bir mirac değildir. Ancak manevi yükselmeyi ifade eder.

6- Aşağıdaki söz, böyle bir seyrin bizzat yapıldığı iddiasının delili olamaz mı?

“… Öyle de manevî bir elektrik olan Resail-in Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur’an’ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.”

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, “şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşisinden” denilirken neyin yerinin tesbit edildiği meselesidir. Mezkur yerde, Kur’an’ın yeri tanımlanıyor. Evet, Kur’an’ın yeri yaratılmışların malumatlarıyla ilgili değildir. Risale-i Nur da Kur’an’ın bir tefsiridir. Dolayısıyla kaynaşı Kur’an’dır; beşeri mulahazaların ötesinde bir kaynağı vardır. “şarkın malumatından ulumundan ve de garbın felsefe ve fününundan iktibas edilmiş bir nur değildir.”

7-Risale-i Nur’daki Hakikat-i Muhammediye, Nur-i Muhammedî ve İnsan-ı Kâmil terimlerini, tasavvufta geçen şekliyle mi kabul ediyorsunuz, yoksa Risale-i Nur’un bunlara verdiği yeni bir anlamı var mıdır?

Yazıya başlarken de ifade edildiği gibi, Risale-i Nur’un kendine mahsus bir terminolojisi vardır. Bu kavramların tasavvuf veya kelam ekolünden herhangi bir örnekle tam olarak örtüşebileceğini ya da tamamen zıt olacağını söylemek mümkün değildir; benzeyen ve ayrılan yönleri olabilir. Takdir edilmelidir ki, tasavvuftaki bir kavram ile Risale-i Nur’daki bir kavramı karşılaştırmak daha hacimli çalışmaların konusu olmalıdır. Çünkü tasavvufu tarihsel motifleri bir kenara atarak tek bir anlama biçimi olarak ele almak mümkün değildir. Biz burada bütün bu riskleri göze alarak, “hakikat-ı Muhammediye” “Nur-u Muhammediye” ve “İnsan-ı Kamil” gibi kavramları, tasavvuftaki ve Risale-i Nur’daki yerine dair bazı ipuçları sunmaya çalışacağız.
Hakikat-ı Muhammediye, Nur-u Muhammedi ve İnsanı kamil kavramlarının farklı bakış açılarıyla aynı anlama geldiği söylenebilir.

Risale-i Nur’da bu kavramlara yüklenen anlam genel olarak nübüvvet silsilesi ve onun son halkası Hz. Muhammed (sav) dir. Şimdi bu konuyu belli başlıklar altında anlamaya çalışalım:

I- Yaratılış

Tasavvufi anlayışa göre, Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakikat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halkedilmiştir. Alemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir.

Tasavvuftaki ilk yaratılışa dair bu bilgiler, Risale-i Nur’daki bilgilerle büyük benzerlikler göstermektedir. İlk yaratılan Hz. Peygamberin temsil ettiği nübüvvet nurudur. Kainat onun nurundan yaratılmıştır. Varlığın mebde ve müntehası Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. “Hem o melek, cin ve beşerin seyyidi olan zat, şu kâinat ağacının en münevver ve mükemmel meyvesi ve rahmet-i İlâhiyenin timsali ve muhabbet-i Rabbâniyenin misali ve Hakkın en münevver bürhanı ve hakikatin en parlak sirâcı ve tılsım-ı kâinatın miftahı ve muammâ-yı hilkatin keşşafı ve hikmet-i âlemin ıârihi ve saltanat-ı İlâhiyenin dellâlı ve mehâsin-i san’at-ı Rabbâniyenin vassâfı; ve câmiiyet-i istidat cihetiyle, o zat mevcudattaki kemâlâtın en mükemmel enmuzecidir. Öyleyse, o zâtın şu evsâfı ve şahsiyet-i mâneviyesi işaret eder, belki gösterir ki, o zat kâinatın illet-i gaiyesidir. Yani, “O zâta şu kâinatın Hâlıkı bakmış, kâinatı halk etmiştir. Eğer onu icad etmeseydi, kâinatı dahi icad etmezdi” denilebilir. Evet, cin ve inse getirdiği hakaik-i Kur’âniye ve envâr-ı imaniye ve zâtında görünen ahlâk-ı âliye ve kemâlât-ı sâmiye, şu hakikate şahid-i kat’idir.”

“Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedî (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.

Eğer o âlem-i kebir bir şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur.

Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nur onun ruhu olur.

Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.

Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî onun andelîbi olur.

Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezelin makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san’atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münâdi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları dâvet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san’atları, harikaları ve mucizeleri târif ediyor. Halkı o saray Sâhibine, Sâniine iman etmek üzere câzibedar, hayretefzâ dâvet ediyor.”

Bu yaklaşımı tam olarak anlayabilmek için burada verdiğimiz, orijinal metin mutlaka okunmalıdır.

II-“Levlake” hadisi

“Tasavvufta sık sık kullanılan ve kutsi hadis olarak da rivayet edilen, ‘Sen olmasaydın ben kainatı yaratmazdım’ (Levlake…) (Acluni, II: 164; Hakim el Müstedrek, II: 615) ifadesiyle” varlığın Hz. Muhammed için yaratıldığı anlatılır.

Risale-i Nur’un birçok yerinde de bu hadis nazarlara sunularak kainatın yaratılış sebebi olarak Hz. Muhammed (s.a.v.) gösterilir.

Hatta, Emirdağ Lahikasındaki bir mektupta, “Levlake…” hadis-i kutsisine dair yazılan “Bu hitap zahiren Hz. Peygamber Aleyhissalatü Vesselama müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevil hayata racidir” şeklindeki bilgiyi Bediüzzaman tadile muhtaç görür ve şöyle izah getirir. “Çünkü külli hakikat-ı Muhammediye (a.s.m.) hem hayatın hayatı, hem kainatın hayatı, hem İsm-i Azam’ın tecelli-i azamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kainatın çekirdek-i aslisi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap, doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.”

III-Çekirdek ve Meyve

Tasavvufi anlayışta, “Rasül-i Ekrem’in ruhu ve nuru bütün insanlardan, peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan Peygamber insanlığın manevi babasıdır. Hz. Adem insanların maddeten babası (ebul beşer) Hz. Peygamber ruhların babası” olduğu söylenir.

Risale-i Nur’da da Hz. Peygamber, yaratılmışların çekirdeği ve en mükemmel meyvesi olarak ifade edilir. Bu hakikat aşağıdaki alıntıda şöyle izah edilir:

“Ve herhalde, zîhayat içinde o fert zîşuurdan olacaktır. Çünkü, zîhayatın envâı içinde en mükemmeli zîşuurdur. Ve herhalde, o ferd-i ferid, insandan olacaktır. Çünkü, zîşuur içinde hadsiz terakkiyâta müstaid, insandır. Ve insanlar içinde, herhalde o fert Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira, o zat, küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini saltanat-ı mâneviyesi altına alarak, bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle saltanat-ı mâneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün envâ-ı hakaikte bir üstâd-ı küll hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş; bidâyet-i emrinde, tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş; her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebânı olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı göstermiş bir zat, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur.”

IV-Koruyucu

ıbnü’l Arabiye göre alemin varlığının sebebi ve koruyucusu bu insan-ı kamildir. Allah’ı ancak insan-ı kamil bilebilir. Çünkü o Allah isminin mazharıdır. Öte yandan varlık mertebelerinin sonuncusu da mertebe-i insan-ı kamildir. Bu mertebe La-taayün dışındaki bütün mertebelerin hakikatlarını kapsar bu sebeple ona, ‘kevn-i cami’ ve ‘alem-i ekber’ denilmiştir. Bu mertebede insan-ı kamil, bir kavramın yahut mecazi ve izafi anlamda var olan bir şeyin değil hakiki manada var olan bir insanın adı ve sıfatıdır. Bu anlamda insan-ı kamil Hz. Muhammed’dir…Molla Sadra da alemin korunmasını insan-ı kamilin varlığına bağlar. Birçok tasavvuf kitabında buna benzer ifadeler yer almaktadır.

Risale-i Nur’da varlığı ahenginde döndürüp çevirenin Nur-u Muhammedi olduğunu ifade edilir. Eğer o nur çıkmış olsa varlık, düzen ve ahengini sürdüremeyeceğinden kainatın sonu gelmiş olacaktır. Risale-i Nur’da bu bahis şöyle açıklanır:

“Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü’l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye dahi (a.s.m.), kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.), âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur’ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır.

Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak.

Hem hayat, iman-ı bilkader rüknüne bakıyor, remzen ispat eder. Çünkü madem hayat âlem-i şehadetin ziyasıdır ve istilâ ediyor; ve vücudun neticesi ve gayesidir; ve Hâlık-ı Kâinatın en câmi aynasıdır; ve faaliyet-i Rabbâniyenin en mükemmel enmuzeci ve fihristesidir, temsilde hata olmasın, bir nevi programı hükmündedir. Elbette âlem-i gayb, yani mazi, müstakbel, yani geçmiş ve gelecek mahlûkatın hayat-ı mâneviyeleri hükmünde olan intizam ve nizam ve mâlûmiyet ve meşhudiyet ve taayyün ve evâmir-i tekvîniyeyi imtisale müheyyâ bir vaziyette bulunmalarını sırr-ı hayat iktiza ediyor.

Nasıl ki bir ağacın çekirdek-i aslîsi ve kökü ve müntehâsında ve meyvelerindeki çekirdekleri dahi, aynen ağaç gibi, bir nevi hayata mazhardırlar, belki ağacın kavânin-i hayatiyesinden daha ince kavânin-i hayatı taşıyorlar. Hem nasıl ki bu hazır bahardan evvel geçmiş güzün bıraktığı tohumlar ve kökler, bu bahar gittikten sonra gelecek baharlara bırakacağı çekirdekler, kökler, bu bahar gibi cilve-i hayatı taşıyorlar ve kavânin-i hayatiyeye tâbidirler. Aynen öyle de, şecere-i kâinatın bütün dal ve budaklarıyla herbirinin bir mazisi ve müstakbeli var; geçmiş ve gelecek.”

Risale-i Nur’da insan-ı kamil kavramından ne anlamamız gerektiği de şu şekilde anlatılır:

“Evet, madem dost ve düşmanın ittifakıyla, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) mehâsin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bil’ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem, binler mu’cizâtın delâletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemâlâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’ân-ı Hakîmin hakaikinin tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibâıyla milyonlar ehl-i kemal, merâtib-i kemâlâtta terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır. Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktidâ edilecek en güzel numunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittibâ-ı Sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittibâ etmeyen, tembellik ederse hasâret-i azîme, ehemmiyetsiz görürse cinayet-i azîme, tekzibini işmam eden tenkit ise dalâlet-i azîmedir.

Bu bilgiden de anlaşılabileceği gibi Hz. Peygamber “en mükemmel bir insan-ı kamil” şeklinde tanımlanmaktadır. Burada insan-ı kamil kavramına da nur-u muhammedi kavramına verdiğimiz anlamı verebiliriz. Yani, insan-ı kamilden anlatılmak istenen nübüvvet misyonunun gereklerini en iyi yerine getiren insan demektir. Bu misyonu en güzel şekilde ifa den Hz. Muhammed (s.a.v.) olduğundan insan-ı kamilin en mükemmel meyvesi de odur. Bu açıdan Müslümanların vazifesi insan-ı kamil ismine layık bir yaşam tarzını kazanmaya çalışmak olmalıdır. Bediüzzaman bu hususu şöyle ifade eder:

Seyr-i sülûk-ü kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyât-ı mâneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani hakikî mü’min ve tam bir Müslüman olmak; yani, yalnız surî değil, belki hakikat-i imanı ve hakikat-i İslâmı kazanmak; yani, şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelâline abd olmak ve muhatap olmak ve dost olmak ve halil olmak ve ayna olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî Âdemin melâikeye rüçhaniyetini ispat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamât-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir.