M. Latif Salihoğlu’nun Tenkidi

Bayındır’ın Tahribatı (1)

Süleymaniye Vakfının Kurucu Başkanı İlâhiyatçı Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır Hoca, özellikle son 2–3 yıldır kaleme aldığı bazı yazılarla pekçok din kardeşini derinden derine üzüyor, acımasızca üzmeye de devam ediyor.

Gerek kurucusu olduğu vakfın web sitesinde yazdığı yazılarıyla ve gerekse aynı vakıf adı altında neşrettiği kitaplarıyla en çok hedef aldığı, tenkit ettiği, hatta yer yer insaf ölçüsüyle bağdaşmayacak kadar ağır ithamlarda bulunduğu şahsiyet, hiç şüphesiz Bediüzzaman Said Nursî’dir.

Tenkit oklarını merhametsizce savuran Bayındır Hocanın hedefinde, Üstad Bediüzzaman ile birlikte, o zâtın eserleri olan Risâlei Nurlar (bilhassa Birinci Şuâ, tevâfuklar, ebcedî hesap ve cifrî yorumlar) ve Nur Talebeleri de var.

Bazı noktalarda Fethullah (Gülen) Hocaefendi ile Mahmut (Ustaosmanoğlu) Hocaefendiyi de açıkça tenkit etmekten, hatta yer yer kendince onlara ders vermeye kalkışmaktan çekinmeyen Bayındır Hoca, “tarikat” ve “cemaat” ehline karşı adeta topyekûn bir taarruz harekâtına girişmiş bulunuyor.

Böyle yapmakla, acaba kime ve neye hizmet ediyorlar? Ne menfaat elde ediyorlar?

Dindarları yıkıcı bir üslûpla tenkit etmekten, İslâm âlimlerini karalamaya çalışmaktan, hele hele bunları “şirk”e girmiş gibi göstermekten nasıl bir zevk alıyorlar? (Bkz: Bayındır Hocanın “Aracılık ve Şirk” isimli kitabı.)

Hem, dindarları tenkit ve karalama çabası, nasıl bir hizmettir? Böyle bir şeyi kim hizmet diye kabul eder?

Bu, düpedüz bir hezimet, bir tahribat değil midir?

Dahası, muhtelif cemaat ve tarikata bağlı iman kardeşlerini böyle küsüp darıltmakla, acaba bir kemâlât mı kazanıyorlar?

Yoksa, dinî çevrelere böyle ateş püskürmekle, sadece ve sadece ehl-i dünya ve ehl-i dalâleti sevindirdiklerini bilemeyecek kadar vahim bir duruma mı düştüler?

Yâ hû! Her insaf sahibinin düşünmesi gereken bu mühim noktaları kendileri hiç düşünmüyorlar mı? Düşünmeleri gerekmiyor mu?

Evet, Bayındır Hoca, kaleme aldığı serapa tenkit, itham ve karalama yazılarıyla maalesef imar ve bayındırlık değil, re’sen ve alenen tahribat yapıyor.

Kendileri farkında veya değil; ancak, yaptıkları doğrudan doğruya mü’min kardeşlerine taarruz şeklinde olup tahribat hesabına geçiyor.

Tıpkı, geçmişte Ehl-i Sünnete karşı bazı Mu’tezile imamlarının yaptıkları gibi.

Ve, tıpkı bir zamanlar (1935–43) “Risâle–i Nur’un medet beklediği İstanbul âfâkında yapılmış bir nevi taarruz” misâlinde olduğu gibi. (Bkz: Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 58. YAN)

Herşeye rağmen, biz yine de Bayındır Hocaya mukabele-i bilmisil yapmayız, yapamayız. Zira, onun kullandığı kanatıcı üslûp ve yıkıcı tenkit tarzından bizi men’ eden bir hakikat ölçüsü var, şöyle ki:

“…Böyle hadiselerin vukuunda (bundan 70 sene evvel benzer bir hadise olmuş), bizlere îtidâl–i dem ve sarsılmamak ve adâvete girmemek ve o muârız tâifenin rüesalarını çürütmemek gerektir.

“…Evet, kardeşlerim, bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayatı ve cihanı sarsacak hadiseler içinde, hadsiz bir metanet ve îtidali dem ve nihayetsiz bir fedakârlık taşımak gerektir.” (Age., s. 172.)

İşte, bütün bu ölçü ve prensipler sebebiyledir ki, din dairesindeki ve iman camiasındaki şahsiyetlere karşı nisbeten daha yumuşak, daha mülâyim davranmak, onlara karşı herhangi bir kin ve adâvet hissiyatı içine girmemek durumundayız.

Yapılacak olan ise şudur: Risâle-i Nur’a karşı medar-ı itiraz olan noktaları izah ile onlarla yine dost ve kardeşçe yaşamaktır.

Bayındır Hoca kimdir?

Bu yazı münasebetiyle, tanımayanlar haliyle soracaklardır “Kim bu Abdulaziz Bayındır Hoca?” diye.

Muhterem hocamızın kısa biyografisini de vererek konuya öylece devam edelim.

Abdulaziz Bayındır:

1951’de Erzurum’un Tortum ilçesinde doğdu. 1976’da Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesini bitirdi. Temmuz 1976’dan 1997’ye kadar İstanbul Müftülüğünde Müftü yardımcısı ve Uzman olarak çalıştı. Bu süre içinde Fetva Kurulu Başkanlığını ve Şer’iye Sicilleri Arşivi yöneticiliğini yaptı. “Şer’iyye Sicilleri Işığında Osmanlılarda Muhakeme Usulleri” isimli teziyle 1984’te İslâm Hukuku dalında İlahiyat doktoru; İslâm iktisadıyla ilgili çalışmalarıyla da 1987’de Kelâm ve İslâm Hukuku dalında doçent oldu. 1993’te Süleymaniye Vakfı’nı kurdu. 1997 yılında İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde öğretim üyesi oldu. 2003 yılında ise, İslâm hukuku profesörü oldu. Halen bu görevi sürdürmekte olup, evli ve dört çocuk babasıdır. Arapça, Fransızca ve İngilizce bilmektedir. Yayınlanmış birçok ilmî kitap ve makalesi var.

Bayındır’ın Tahribatı (2)

Yazdığı “Aracılık ve Şirk” isimli kitabıyla tanınmış dinî cemaat ve tarîkat liderlerini şiddetle eleştiren, düşünce ve kanaatleri itibariyle de onları şirke bulaşmakla itham eden Abdulaziz Bayındır Hoca, belki de farkında olmayarak milyonlarca din kardeşinin kalbini kırıyor, onları dilhûn ediyor.

Bilhassa bu dindar kitlelerin “Hz. Hamza (ra), Şâh-ı Geylânî (ks) gibi bazı büyük zâtların, vefâtlarından sonra da izn-i İlâhî ile tasarrufları devam ediyor” şeklindeki görüş ve kanaatlerini yıkıcı bir lisânla tenkid eden Bayındır Hoca, adı geçen kitabın bir yerinde ise, kelimesi kelimesine (“Hz.” yok meselâ?) şunları ifade ediyor: “Hamza’yı, Abdulkadir Geylânî’yi veya başkasını yardıma çağıranlarla zaman zaman şöyle konuşmalar yaparız:

“Bayındır: Onlar sizi tanıyor mu?”

” Allah tanıtamaz mı?”

“Bayındır: Onlar sizi duyabilirler mi?”

“Allah duyuramaz mı?”

“Bayındır: Onlar sizin konuştuğunuz dili bilirler mi?”

“Allah öğretemez mi?”

“Bayındır: Peki, onlar ölmemişler midir?” (Age, s. 141.)

Bu konuşma faslının geçtiği bölümde önce Fethullah Gülen, hemen ardından Mahmut Hocaefendinin ismini zikreden Bayındır Hoca, onların fikir ve kanaatlerini tenkit etmekle de kalmıyor, itikatları hakkında ayrıca “Katolik inancı” benzetmesinde bulunuyor ki, maazallah…

Onlara “Ölmüşler” mi denilecek?

Şimdi hemen burada Bayındır’ın “Peki, onlar ölmemişler midir?” şeklindeki sorusuna mukabil, biz de şehitler ve bazı mühim zâtlar hakkında “Peki, onlar ölmüşler midir?” diye bir suâl tevcih ederek, bu mevzuyla alâkalı olarak Risâle-i Nur’dan izahat getirmeye çalışalım.

İşte, şehitlerin hayatıyla ilgili olarak Birinci Mektup’ta yer alan ilgili bölümden bazı cümleler:

“Dördüncü tabaka-i hayat: Şühedâ hayatıdır. Nass-ı Kur’ân’la, şühedânın, ehl-i kubûrun (diğer ölenlerin) fevkinde bir tabaka-i hayatları vardır. Evet, şühedâ, hayat-ı dünyevîlerini tarik-i hakta feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, hayat-ı dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı âlem-i berzahta onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar. Yalnız kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar, kemâl-i saadetle mütelezziz oluyorlar, ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar.

“Hadsiz vakıatla ve rivayâtla, şühedânın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri sabit ve katîdir. Hattâ, Seyyidü’ş-şühedâ olan Hazret-i Hamza Radıyallahu Anh, mükerrer vakıatla, kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi ve dünyevî işlerini görmesi ve gördürmesi gibi çok vakıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve ispat edilmiş.” (Mektûbât, s. 12.)

İşte, özellikle Hz. Hamza (ra) hakkında burada anlatılanları kabul etmeyen ve kendince âyetten delil getirerek bu fikri reddeden Bayındır, kitabında Mahmut Hocaefendi ile olan bir görüşmesini ise şu şekilde yansıtır:

“Mahmut Efendi: …Biz evliyânın ve büyük şeyhlerin ruhlarının Allah ile kul arasında vasıta olduğuna inanırız; onların ruhaniyetinden medet umar, yardım isteriz.

“Bayındır: Peki, ya ‘İyyâke nestaîn=yalnız senden yardım isteriz’ âyeti nerede kaldı? Bu âyeti her namazda okuruz. Bunun sebebi ne olabilir? Allah şâh damarımızdan yakın olduğuna göre, büyüklerin ruhları nerede boşluk bulur da araya girerler?”

“Mahmut Efendi: Abdulkadir Geylânî Hazretleri bir şiirinde buyururlar ki:

‘Müridim ister doğuda, ister batıda;

‘Hangi yerde olsa da yetişirim imdada.’

“Bayındır: Bu çok sayıda âyete açıkça aykırıdır…”

“Mahmut Efendi: Abdulkadir Geylânî’ye inanmıyorsan, seninle konuşacak bir şeyimiz yoktur.”

“Bayındır: Abdulkadir Geylânî’ye inanmak imânın şartlarından değildir. Biz ondan değil, Allah’ın kitabından sorumlu tutulacağız.” (Age, s. 142.)

Burada tümüyle Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufunda olan “izin ve inayet” ile evliyânın tasarrufuna ihsân edilmiş “himmet ve himaye”yi birbirine karıştırdığı anlaşılan sayın Bayındır’a, meselenin izahı sadedinde yine onun tenkit ettiği Risâle-i Nur’dan delil getirmeye çalışalım.

Barla Lâhikasının sonlarında yer alan bir mektupta—bir hikmete mebni olarak—vefattan sonra tasarrufları devam eden üç büyük şahsiyet hakkında şu izahat yapılıyor: “Sâniyen: Gavs-ı Âzam gibi, memattan sonra hayat-ı Hızırîye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyâlar vardır. Gavs’ın hususî İsm-i Âzamı, ‘Yâ Hayy’ olduğu sırrıyla, sâir ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi, gayet meşhur, Mâruf-u Kerhî denilen bir kutb-u âzam ve Şeyh Hayâtü’l-Harrânî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyne’l-evliya meşhûr olmuştur.” (Barla Lâhikası, s. 180.)

Burada dikkatten uzak tutulmaması gereken önemli bir nokta şudur: Vefatlarından sonra da “bir nevi hayata mazhar” olan ve bir ölçüde mânevî tasarrufları devam eden evliyânın himmet ve yardımı ile Allah’ın takdir ve inayetini asla ve kat’a birbirine karıştırmamak lâzım. İkisi aynı şey değildir ve olamaz.

Cenâb-ı Hakk, kemâl-i kereminden Hz. Hamza (ra) misüllü şehitlere bir ayrıcalık tanıdığı gibi, bazı büyük zatlara da—ki, bunlar istisnadır—manevî tasarruf yetkisini ihsan etmiştir. Mü’minler, o zatların yüzü suyu hürmetine ve onların ruhaniyatından istimdat ile, yine Cenâb-ı Hak’tan bazı dileklerde bulunabilirler.

Bir misâl olarak, “Bediüzzaman diyor ki” başlıklı bölümde iktibas edilen hakikatli hatırayı zikredilebiliriz.

(Devamı var)

Bayındırın tahribatı (3)

Köklü büyük tarîkatlara, tanınmış, itibar görmüş ve büyük teveccühe mazhar olmuş dinî cemaatlere karşı kendi çapında adeta savaşa tutuşmuş olan Abdulaziz Bayındır Hocanın, bu tahribatçılığı neden ve hangi akla hizmet için yaptığını anlamak kolay değil.

İnsanın havsalası almıyor; ama ne acıdır ki, Bayındır Hoca, en çok karşı geldiği ve adeta saldırırcasına muhalefet ettiği camia, Risâle-i Nur Talebeleridir. Hatta, Risâle-i Nur’un varlığına dahi karşı olduğu söylenebilir.

Öyle ki, vaktiyle Said Nursî’ye büyük âlimler tarafından verilmiş olan “Bediüzzaman” lâkabından ve bu âlim zâtın eserlerine isim olarak verdiği “Risâle-i Nur” tâbirinden bile büyük rahatsızlık duyuyor; bu nâm ve lâkapları fütûrsuzca tenkid ediyor; nihayet lâfı evirip çevirerek, adeta “Olmaz böyle şey” demeye getiriyor. (Bakınız: “Aracılık ve Şirk” isimli kitabın 145, 149, 150. sayfaları.)

Oysa, 80–90 yıldır hiçkimse, hele hele hiçbir âlim, bu isim ve lâkaplara Bayındır Hoca tarzında itiraz etmedi, bunlardan böylesine bir rahatsızlık duymadı.

Tenkitler, itirazlar…

Prof. Bayındır’ın Üstad Bediüzzaman’a ve Risâle-i Nur’a karşı ileri sürdüğü tenkit ve itirazların bir kısmı hülâseten şöyledir:

1) Said Nursî, Hz. Ali ve Abdulkadir-i Geylânî gibi büyük zatların bazı gaybî şeyleri bilmelerinin “Allah’ın öğretmesiyle” mümkün olduğunu söylüyor ki, böyle bir inançtan Allah’a sığınmak gerekir. (Age, s. 113.)

2) Katoliklere göre, Kutsal Ruh, vahiy ile oluşmuş. Tevrat ve İncil de aynı kaynaktan fışkırdığı için, bunlara da saygı duyulur. Onlara göre, Katolik kilisesine girmeyen kurtuluşa eremez.

Nurcular da böyle oluşmuştur. Onlara göre kurtuluşa ermek, ancak Nur cemaatine girmekle mümkün… (Age, s. 144.)

3) Said Nursî’nin Kur’ân’a yer yer doğru yaklaştığı gözlenmektedir. Ama, o Kur’ân’a daha çok kendini, kitaplarını ve şakirtlerini kutsallaştırmak için başvurur. Ayetlerden bu tür anlamları çıkarmak mümkün olamayacağı için, çok yanlış yollara başvurur.

Meselâ, ona göre Kur’ân’ın 33 âyetinde kendisine ve Risâle-i Nur’a işaret edilmektedir. İddiasını ispat için, ebced ve cifri kullanmaktadır. Bu, çoğunlukla büyücülerin başvurduğu yoldur. Zaten, bu tür iddiaları başka bir yolla yapmak mümkün değil. (Age, s. 175.)

* * *

Bayındır Hocanın eleştirileri bu minval üzere devam edip gidiyor. Bilhassa Birinci Şuâ’da yapılan ebcedî hesap ile cifrî yorumlara karşı geliyor ve kendince yaptığı hesaplamalarla Üstad Bediüzzaman’ın değerlendirmelerini çürütmeye çalışıyor.

Siz “ebced uzmanı” mısınız?

Bayındır Hoca, fıkıh, kelâm, ilmihal gibi konularda bir uzman kişi olabilir. Onun bu sahadaki bilgilerini hürmetle karşılarız.

Ama, onun Müslümanlar arasında nifak ve şikak kokusunu yayan, aynı zamanda nezahet ve nezaketen haylice uzak üslûb ve ifade tarzını beğenmediğimiz gibi, onun takındığı “ebced uzmanlığı”na da zerrece bir saygı duymuyoruz.

Ebced ve cifir için, hem “Bu, çoğunlukla büyücülerin başvurduğu yoldur” diyeceksin, hem de kalkıp aynı yolda uzman kesilerek sayfalarca karalamalarda bulunacaksın.

Evet, yaptığı bir karalamadan öteye gitmiyor. Kaldı ki, bu sahada ilim ehlince kabul görmüş muteber bir eseri de bulunmuyor. Hem nasıl eser versin ki? Hani, bu yol büyücülerin başvurduğu yoldur ya…

Fakat, burada hemen ifade edelim ki, Bayındır Hoca, velâyet mertebesine kadar çıkmış bazı büyük zatlara, bu hususta da hem bühtan ediyor, hem de onlara karşı büyük saygısızlıkta bulunuyor.

Zira, Necmeddin-i Kübrâ ve Muhyiddin-i Arabî gibi pekçok “ehl-i işârât”tan olan âlimler, “cifrî, ebcedî ve riyazî” ilimle meşgul olmuşlar ve bu sahada pek mühim eserlere imza atmışlar.

Evet, “cifr ve ebced”, İslâm tarihi boyunca da kabul edilmiş bir ilim dalıdır ki, sayısız derecede İslâm bilgini, bu ilimle de meşgul olmuşlar.

İşte, bu ilmi büyücülere hasretmek, en azından o zatlara karşı bir saygısızlıktır.

Hem “büyücülerin yolu” deyip, hem de o yolda gitmeye kalkışmak ise, kişinin kendisine olan bir saygısızlığı olsa gerektir.

Muteber âlimler ne diyor?

Bayındır Hocanın hasmâne itirazlarına karşı, kendimiz de elbette ki bazı cevaplar verebiliriz.

Ancak, biz yine de, kendisinin bile kolay kolay itiraz edemeyeceği, yahut karşı gelemeyeceği Diyanet camiasına mensup muteber zâtların ve heyetlerin—benzer tenkitlere mukabil—verdikleri cevaplara burada yer vermeyi tercih ediyoruz. Zira, kendisi de o camianın bir emektarı ve emeklisi durumunda.

İşte, 1940’lı yılların başında, aynı Birinci Şuâ’daki içtihat ve istihracî yorumlara karşı vaki olmuş itirazlara, eski “Fetva Emini” Ali Rıza Efendinin vermiş olduğu cevabın bir bölümü:

“Bediüzzaman, şu zamanda, din-i İslâma büyük hizmet ediyor. Eserlerinin tam doğru olduğunu ve böyle bir zamanda, mahrûmiyet içinde, feragat-ı nefs edip, yani dünyayı terk edip böyle bir eser meydana getirmek hiç kimseye müyesser olmadığını ve her suretle şâyân-ı tebrik olduğunu ve Risâle-i Nur müceddid-i din olduğunu söyleyebilirim. Cenâb-ı Hak, onu muvaffaku’n-bilhayr eylesin, âmin.

“Bu misillü, Bediüzzaman’ın dahi elbette bir içtihâdı vardır. İtiraz edenler haksızdır.

“Bediüzzaman’a kemal-i hürmetle selâm ederim. Telifatının ikmâline hırz-ı can ile duâ etmekteyim. Bazı ulemâüssû’un tenkidine uğradığına müteessir olmasın. Zira ’Yemişli ağaç taşlanır’ kaziyesi meşhûrdur.

“Mücahedatınıza devam buyurun. Cenâb-ı Hak ve Feyyâz-ı Mutlak, âcilen murad ve matlubunuza muvaffakü’n–bilhayr eylesin. Bâki Hakkın birliğine emanet olunuz.”

Eski Fetva Emini

Ali Rıza

“İşte böyle müdakkik ve ilim ve şeriat ve Kur’ân cihetinde bu zamanda söz sahibi en büyük âlim böyle hükmetmiş.” (Kastamonu Lâhikası, s. 150.)

…………………………

Yarın da, vaktiyle Diyanet İşleri Başkanlığınca teşkil edilen bilirkişi heyetleri tarafından Risâle-i Nur hakında hazırlanan raporlara yer verelim.

Bayındır’ın Tahribatı (4)

Diyanet: Risâle-i Nur, Kur’ân ve Hadis ilhâmâtıdır

Bilhassa son yıllarda Risâle-i Nur’u tezyif ve Nur Talebelerini tahkir dolu yazılar yazmaya başlayan Bayındır Hoca ve benzerlerine verilmiş en güzel cevabı, kendilerinin de emeklisi oldukları Diyanet Başkanlığı tarafından hazırlanmış ehil ve ehliyetli raporlarda görmekteyiz.

İşte, cevabî mahiyetteki o raporlardan birkaçı…

1) TC Diyanet İşleri Reisliği Dinî Eserleri Tetkik ve Müşavere Kurulunun 25.03.1956 ve 25.05.1958 tarihli raporu

“Bu eserlerin (Risâle-i Nurların) çoğu Said Nursî’ye ait eserler olup, münderecatının yalnız Kur’ân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriften ilham alınarak başka başka ünvanlar altında ve karihasına göre hazırladığı birtakım esrâr-ı ilmiye ve hikemiyenin madde âleminden temsiller getirilerek izahları yapılmış ve hal-i hazırdaki nev-i beşeri ve bilhassa memleketimizdeki küçük ve büyük insan kitlelerini gafletten ikaz, fikrî ve şehevanî dalâletten, sû-i itikad ve sû-i ahlâk girivelerinden kurtarmağa matuf ifadelerinden ve devletimizce matlup olan güzel ahlâka sevk edebilecek yazılardan ibaret bulunduğu…

“Bu kitapların muhtevasındaki …bilumum yazıların hülâsası ve neticesi, vatandaşları İslâmî itikad ve ibadetlerin ifâsına, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyeye ittibaa teşvik ve terğib eden ifadelerden başka, kànunlarımızı, nizamlarımızı ve devletimizin temel esaslarını ihlâl edecek mahiyette dinî vesâir mukaddesatı nüfuz ve menfaat temin etmek kasdiyle âlet ederek propaganda yapıldığına delâlet eden bir ifade görülmemiş olduğu kanaatine varılmıştır.”

Not: Ankara Birinci Ağır Ceza Yüksek Reisliğine sunulan bu raporun altında, bilirkişi olarak şu âzaların isimleri yer alıyor: H. Fehmi Başoğlu, H. Hüsnü Erdem, Şehid Oral.

(Ayrıca bakınız: Eşref Edib, Tenkit ve Tahlil, s. 25/Sebilürreşad Neşriyat, 1963 İst.)

* * *

TC Diyanet İşleri Reisliği Müşavere ve Dinî Eserler İnceleme Heyetinin Risâle-i Nurlar hakkındaki raporu

Tarih: 19 Şubat 1960/Sayı: 81

“…İlişik listede gösterilen ve Said Nursî’ye ait olan eserlerin kâffesi, evvelce müteaddit mahkemelerden aynı şekilde gönderilip, tedkik neticesinde, içlerinden dinî ve idarî ve siyasî mevzuata mugayir bir hüküm ve ifade görülmeyen ve yalnız Kur’ân-ı Kerim’in hakikatlarına ait hikmetleri beyan eden 312 adet kitaplar içinde bulunduğunun bildirilmesi uygun görülmüştür. Keyfiyetin yüksek riyasete arzına karar verildi.”

* * *

Aynı heyetin 08.09.1959 tarihli bir başka raporu: “İlişik eserde (İ. İ’câz), baştan nihayetine kadar Kur’ân-ı Kerim’in Fâtiha ve Bakara Sûresinin bir kısmının tefsirine ait bir ilim kaynağı olup, Kur’ân-ı Kerim’in izahını ve hikmetlerini, esrarlarını ve bilvesile itikadî meselelerde de ele alınarak, muhtelif akidelere karşı akaidin hakkıyla beyan edildiği anlaşılmış ve münderecatında dinî bir mahzur görülmemiş olduğunun bildirilmesi uygun görülmüştür.”

* * *

İşte bunlar gibi tek tek risâle ve bütün külliyat hakkında Diyanet Başkanlığı tarafından hazırlanmış daha birçok rapor var. Üstelik, hiçbirinde de herhangi bir sakınca belirtilmiyor.

Buna rağmen, aynı camiadan gelen Bayındır Hoca, kendince Risâle-i Nurlarda büyük sakıncalar görüyor, hatta haddini aşarak “Katolik inancı” benzetmesinde ve yakıştırmasında dahi bulunabiliyor.

Müsbeti görmüyor, doğruyu hiç umursamıyor

Bu münekkit hoca, “Aracılık ve Şirk” isimli kitabının bir yerinde (s. 175) ve sadece bir tek cümle ile “Said Nursî’nin Kur’ân’a yer yer doğru yaklaştığı gözlenmektedir” deyip geçiyor. Ancak, bu müsbet ifadeyi açmıyor ve “suret-i haktan görünür gibi” yaptığı bu nokta üzerinde hiç durmuyor. Çünkü, asıl derdi başka: Tenkit, hücûm, itham, isnat, karalama, tahkir, tezyif…

Öte yandan, Risâle-i Nurlar ile dine, imâna hizmet edilmiş, nice bîçarenin dalâlet vadisinden kurtulmasına vesile olunmuş, bu vatan ve milletin terör ve anarşi gibi belâlarından muhafazasına çalışılmış… Ki, Risâlei Nur mîzanları ekseriyetle böyledir. Ama, bütün buhayır, hizmet ve hasenatın da tenkitçi hocamızın umurunda olmadığı anlaşılıyor.

Şayet öyle olmasaydı, bunca tenkit ve itirazın yanında, herhalde Risâle-i Nur’un ve Nur Talebelerinin ekseriyetçe kabul gören hizmetlerinden de az buçuk söz edilmiş olacaktı.

Ama, nerede o fazilet gösterisi, nerede o hakşinaslık örneği…

Kime yaranmak için?

Bayındır Hocadan çok zaman evvel (1935-43 yılları) bir başka hoca da özellikle Birinci Şuâ’ya ve orada cifir ve ebced yoluyla yapılan izahlara şiddetli itirazlarda bulunmuştu. Onun bu muhalefetinden ehl-i dünya da haberdar olup yaptıklarını alkışlıyordu.

Ancak, bu müştereklik bir yere kadar sürdü. Hesapta olmayan bazı sebepler zuhûr etti. O ihtiyar hocayı âhir ömründe tutup sürgün ettiler, hayatına hatime çektirdiler.

Yani, Üstad Bediüzzaman’ın tâbiriyle, gerek meslek/meşrep muhalefetiyle ve gerekse ehl-i dünyaya yaranmak için yapmış “galiz gıybet ve şen’i hakaret”ler, ona bir fayda sağlamadı, hatta “perişaniyet”ine sebebiyet verdi.

Üstad Bediüzzaman ise, tâ o zamanlar tenkit edilen ve fakat çok ağır şartlar altında telif edilen Birinci Şuâ hakkında—itirazlara cevap sadedinde—şunları beyan eder: “Ben, ‘Senin içtihadında hatâ var’ diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat, şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla tasdik edenler, binler ehl-i iman ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda, sırf ehl-i imânın imanını Risâle-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla ve Necmeddin-i Kübra, Muhiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur’âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım dediğim halde, beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetvâ verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helâl etmem. Titresin! Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlûmun şekvâsı, elbette cevapsız kalmayacak.” (S. Tasdik-i Gaybî, s. 56.)

Bir sonraki yazı: Bayındır Hocaya son çağrı, son ihtar.

Bayındır’ın tahribatı (5)

Yıllar önce Nur Talebelerinin organize ettikleri salon toplantılarına konuşmacı veya panelist olarak katılan Abdulaziz Bayındır Hoca, ne hikmettir bilinmez, son birkaç senedir çok farklı tavır değişikliği içine girdi ve aynı camianın şiddetle aleyhinde bulunmaya başladı.

Bu aleyhtarlık işini, daha evvel ekseriyetle internet üzerinden yapıyordu. Kurucusu bulunduğu Süleymaniye Vakfının web sitesi olan “http://www.suleymaniyevakfi.org” adresinden yaptığı inanılmaz derecedeki tenkit ve karalama gayretkeşliğinin farkındaydık. Ancak, yine de üzerine gitmiyor ve “Belki zamanla insafa gelir, düzelir” mülâhazasıyla sabrediyorduk.

Ne var ki, Bayındır Hoca, sanal âlemde yaptığı tahribatla yetinmedi. Bir müddet sonra işi büsbütün aleniyete dökerek, hasmâne saldırılarına bu kez kitap ve matbu neşriyat yoluyla devam etti.

Daha, aynı Matbuat lisanıyla ona ve onun gibi düşünenlere cevap vermekten başka çare kalmadı. O yüzden, biz de bu yolu ihtiyar ettik.

Herşeye rağmen, biz yine de “dostluk kapısı”nın açık tutulmasından yanayız.

Bu vesileyle, Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır’a buradan seslenerek şöyle bir çağrıda bulunmak istiyoruz: Muhterem Bayındır Hoca!

1) Eğer sizin yanınızda bir kıymet ifade ediyorsa, Risâle-i Nur vasıtasıyla küfür ve dalâlet yolundan ayrılarak iman ve hidayet dairesine girmiş bulunan yüz binlerin var olduğunu düşünün ve onlara karşı hasmâne tutumunuzdan vazgeçin; onlarla dost olun. Zira, onların size düşman olmak gibi, ne geçmişte bir teşebbüsleri olmuştur, ne de bugün için öyle bir niyetleri, arzuları var.

2) Eğer sizin nazarınızda bir kıymet-i harbiyesi varsa, Kürtçülük veya Türkçülük gibi her nevi ırkçılık illetinden kurtularak İslâmın “uhuvvet dairesi”ne girmiş bulunan yüz binlerle Nur Talebesi olduğunu düşünün ve onlarla öyle muaraza meydanında değil, gelin kardeşlik dairesinde buluşun ve el sıkışın. Böylelikle, adâveti muhabbete dönüştürün.

3) Eğer sizin için bir değer ifade ediyorsa, her türlü anarşiden, terörden ve bölücülük belâsından Risâle-i Nurlarla kurtulabilmiş sayısız derecede Nur Talebesinin varlığını düşünün ve gelin onları tebrik edin. Zira, böyle vatana-millete hayırlı evlâtlar haline gelmiş kimseler, cidden tebrike, takdire şâyândır.

4) Yok, bunların hiçbiri sizin umurunuzda değilse, yanınızda bu güzelliklerden hiçbirinin kıymeti yoksa ve “Siz ne yaparsanız yapın, benim için değişen birşey yok, ben beldiğimi okumaya devam edeceğim” diyorsanız, Hocam, lütfen hiç olmazsa aleni düşmanlık yapmaktan vazgeçin. Yani, Üstad Bediüzzaman’a, Risâle-i Nur’a ve Nur Talebelerine açıktan açığa hasmâne bir nazarla bakmaktan, onlara saldırmaktan ve dolayısıyla din düşmanlarının ekmeğine yağ sürmekten vazgeçin.

5) Şayet, bu çağrıyı da dikkate almaz ve söylenenleri umursamazsanız, o takdirde sizi Sahib-i Kur’ân’a havale etmekten başka yapacak birşey kalmıyor.

Kaynak: http://www.yeniasya.com.tr/2006/05/01/yazarlar/lsalihoglu.htm

M. Latif SALİHOĞLU