İttihad İlmi Araştırma Ekibinin Tenkidi

ASILSIZ BAZI TENKİDLERE CEVAP

İTTİHAD- Evvela bilinmelidir ki, İslamiyeti müdafaa etmek yolundaki fedakârane hizmetine zarar vermek isteyen gizli din düşmanlarının tahrikiyle ve iğfalatiyle Bediüzzaman Hazretleri hapishanelerde ve çekilmez musibetler içinde hayatını geçirdiği, inkârı mümkün olmayan bir hadisedir.

Hem Bediüzzaman Hazretlerinin, ahirzaman fitnesi denen mevcud sefahetlerin manevi tahribatını tamir etmek yolunda hayatı boyunca çalıştığı dahi bedihi olduğundan, Bediüzzaman Hazretlerini tenkid etmek, gizli cereyana yardım olacağı hükmü de, milli vicdanda yerleşmiştir. Bununla beraber Bediüzzaman Hazretlerinin dinî hizmeti tenkid edildikçe, O’na olan bağlılık daha kuvvetlenmiştir ve kuvvetlenir.

Esasen dinî sahaya bakan tenkidlerin, önce iyi niyete ve sonra da şer’î delillere dayanması şarttır. Aksi halde tenkidci, muhatab alınmaz.

Hatta bahsimize konu olan ve müslüman halkın hürmet ettiği “Süleymaniye” ismini de kullanarak dini hissiyatı taraflarına çekmek gibi iddiacılara münasib düşmeyen bir yol tercih edilmiştir. Ortaya atılan iddialar dahi çok basit ve tutarsız ve kasıtlı olduğu görüldüğünden nazara alınmadı. Ancak, o tenkidler sinsice hazırlanıp yayılmışsa, bazıların manevî zarar görmemesi için şer’î ve mantıkî cevablar verilmelidir. Biz de tenkidcileri müstemi’ makamamında bırakıp iyi niyetlileri muhatab alacağız.

SÜLEYMANİYE VAKFI – Bu sözlere cevabı, okuyucuya bırakıyoruz.

1- RÜYA MESELESİ

İTTİHAD- Hz. Bediüzzamanın rüyasında, Resulullah’dan A.S.M. ilim istemesi ve bu rüyanın manevî feyzinden ilme karşı kuvvetli bir alaka duyması ve ilimde yükselmesi olan masumane ve meşru rüya hadisesi, tenkid bahanesi yapılıyor.

Halbuki asırlardan bu yana İslam büyükleri olan mürşidler ve veliler ve hatta avam dairesinde dahi bunun gibi nice rüyalar ve feyizdarlıkları –bilhassa tasavvuf dairesinde– hayli nakledilmiştir.

SÜLEYMANİYE VAKFI – Bu kısmı ikiye ayırarak cevaplayalım:

1- Bizim yazdığımız şudur:

Risale-i Nurlara göre Said Nursî, “yirmi senede öğrenilmesi gereken ilim ve fenlerin özünü üç ayda kavrayarak öğrenimini tamamlamıştır. Hangi ilimden olursa olsun, sorulan her soruya, tereddütsüz ve derhal cevap vermiştir[1].” Çünkü “rüyasında Peygamberimizden ilim istemiş, o da ümmetine soru sormamak şartıyla ona Kur’ân ilminin öğretileceğini müjdelemiş, bu sebeple daha çocukken asrın bilgini olarak tanınmış ve kimseye soru sormamış, ama sorulan bütün sorulara mutlaka cevap vermiştir[2]”.

Verdiğiniz cevapla bu iddia arasında bir ilgi kurabiliyor musunuz?

Said Nursi Peygamberimizi rüyasında görmüş olabilir. Peygamberimizin görevi ilim vermek değil, Allah’ın indirdiğini tebliğdir. Allah Teâlâ, ona hitaben şöyle buyurmuştur:

“De ki: “Benim size ne zarar vermeye gücüm vardır, ne de sizi olgunlaştırmaya.

De ki: “Beni Allah’ın azabından kimse kurta­ramaz. Ondan başka bir sığınak da bula­mam. Benimkisi yalnız Allah’tan olanı, onun gön­derdiklerini tebliğdir o kadar.” (Cin 72/21-23)

2- Diyorsunuz ki;

“Din namına yapılan tenkidlerde, bütün müslümanların ortak kabul ettikleri şeriatın temel kitablarından delil getirmek şarttır. Bu zamanda böyle bahaneci bazı tenkidciler, şer’î kaynaklardan kaçtıkları gibi kendi şahsi anlayışlarıyla bazı ayetlerin kısa meallerini kaynak makamında gösterdiklerinden sözleri değer taşımaz”

Kur’an, bütün müslümanların ortak kabul ettikleri şeriatın temel kitabı değil midir? İşte biz insanları ona çağırıyoruz. Yoksa şer’i kaynak sözüyle başka bir şey mi kastediyorsunuz?

2- İMAMİYE ANLAYIŞINA BENZETME

İTTİHAD- İşin daha garibi, bu rüya, Alevilik mezhebinin “imamiye, talimiye” gibi kollarına benzetilmek istenilmiş. Halbuki bu mezheblerin, akıl, ilim, tefekkür ve naklî delillere değil, sadece mutlak manada imama bağlı kalınacağı şeklindeki anlayışları, mezhebler tarihi ve hatta kelam kitablarında dahi tafsilatla yazılmıştır. Halbuki Risale-i Nur eserleri, ilmî ve şer’î ahkâmı esas almış olduğu gibi, Bediüzzaman dahi kendisini sözü dinlecek tek şahsiyet olarak göstermemiştir. Mesela birkaç örnek verelim. Bediüzzaman diyor:

“Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.” Münazarat:14

Yani ortaya atılan sözlerin ve iddiaların doğruluk ölçüsü, ahkâm-ı Kur’aniyeyi gösteren şeriatın malum temel kitablarında yazılı hükümler olduğuna, Bediüzzaman Hz. “mehenge vurunuz” sözüyle dikkat çeker.

Yine Bediüzzaman diyor:

“Benim çok kusurlu şahsıma hüsn-ü zan ile verdiğiniz makamlar cihetinde değil; belki vazifeye, hizmete bakıp o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurat ile âlûde mahiyetim, benden kaçmağa bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için, şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız. Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârane dua ve himmetinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakk’ın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymetdar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksim-i mesaî kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.” Emirdağ Lahikası:73

Bediüzzaman Hazretlerinin daha bunlar gibi pek çok beyanları, Risale-i Nurda serpilmiş olup, nazarlar şahıslardan kitaba, yani hakaik-ı Kur’aniye çevriliyor.

Şimdi kasıtlı olarak yapılan iddiada Bediüzzamanın, mutlak manada sözü dinlenen tek şahıs manasındaki “imamiye ve talimiye” ciliğe benzetilmek istenmesi, bilerek hakikatı tahrif ile tersine çevirip hak ve hakikata sinsice taarruzdur !… Ehl-i insafın vicdanlarına havale ediyoruz.

SÜLEYMANİYE VAKFI – Yukarıdaki yazıda yer alan iddialara tek tek değinelim:

1- Diyorsunuz ki; “İşin daha garibi, bu rüya, Alevilik mezhebinin “imamiye, talimiye” gibi kollarına benzetilmek istenilmiş. Halbuki bu mezheblerin, akıl, ilim, tefekkür ve naklî delillere değil, sadece mutlak manada imama bağlı kalınacağı şeklindeki anlayışları, mezhebler tarihi ve hatta kelam kitablarında dahi tafsilatla yazılmıştır. Halbuki Risale-i Nur eserleri, ilmî ve şer’î ahkâmı esas almış olduğu gibi, Bediüzzaman dahi kendisini sözü dinlecek tek şahsiyet olarak göstermemiştir.”

Biz rüyayı herhangi bir şeye benzetmiyor, aynen şunu söylüyoruz:

Bir kimsenin Allah’ın Elçisi tarafından bilgi sahibi kılınması Şiilere has iddiadır. Onlar bunu, Ali’nin (r.a) soyundan gelen imamlar için söylerler. Şöyle derler:

“… İmamlardan hiçbiri bir öğretmene git­memiş, bir eğitimciden bir şey öğren­me­miştir. …Hiç biri bir hocadan ders almamış, hiç biri bir mektebe, bir medre­seye gitmemiştir. Böyle olduğu halde kendilerine bir şey so­rulunca derhal en doğru cevabı verirler. Dillerine bilmiyorum sözü gelmediği gibi cevap vermek için dü­şünmeleri yahut cevabı bir müddet geciktirmeleri de vaki değildir…[3]” İmamın ilahî hükümlere, ilahî maârife, bütün bilgilere sahip olması, peygamber, yahut kendisinden önceki İmam vasıtasıy­ladır… [4]”

Benzer iddia Katoliklerde de vardır. Onlara göre de Papa, yanılmaz bir otoritedir[5].

2- Diyorsunuz ki;

” Bediüzzaman diyor:

“Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz.” Münazarat:14

Yani ortaya atılan sözlerin ve iddiaların doğruluk ölçüsü, ahkâm-ı Kur’aniyeyi gösteren şeriatın malum temel kitablarında yazılı hükümler olduğuna, Bediüzzaman Hz. “mehenge vurunuz” sözüyle dikkat çeker.”

Biz de diyoruz ki;

Said Nursî, kendi kitapları için şunu söylüyor; “Sözler”[6] şüphesiz Kur’ân’ın nurlu parıltılarıdır. Açıklanmaya muhtaç yerleri eksik olmamakla birlikte tümüyle kusursuz ve eksiksizdir[7].” “Risale-i Nur bu asırda, bu tarihte bir “urvet-ül vüska”dır. Yani çok sağlam, kopmaz bir zincir ve bir “hablullah” yani Allah’ın ipidir. Ona elini atan, yapışan kurtulur[8].

Onun bu iki iddiasından hangisini alacağız. Birincisini alırsak yaptığımız tenkitleri teşekkürle karşılamanız gerekir.

Siz onun ikinci iddiasını doğru kabul ettiğiniz için söylemediğimiz sözleri bize söyleterek onu haklı çıkarmaya çalışıyorsunuz.

3- Said Nursi’nin şu sözünü naklediyorsunuz:

“Benim çok kusurlu şahsıma hüsn-ü zan ile verdiğiniz makamlar cihetinde değil; belki vazifeye, hizmete bakıp o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurat ile âlûde mahiyetim, benden kaçmağa bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için, şahsiyetime karşı haddimin pek fevkinde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız. Ben size nisbeten kardeşim, mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben sizin, kusuratıma karşı şefkatkârane dua ve himmetinize muhtacım. Benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakk’ın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsî ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymetdar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksim-i mesaî kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevînin fevkalâde ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı bize kâfidir.” Emirdağ Lahikası:73

Bu söze söylenecek bir şey yok ama ya onun şu sözlerine ne dersiniz?

“Açmayı aklımdan bile geçirmediğim bir sırrı açmaya mecbur kaldım. Şöyle ki:

Risale-i Nur’un manevî kişiliği (Said Nursî) ve onu temsil eden has şakirtlerinin manevi kişilikleri “Ferîd = Bir tek olma” makamıyla şereflendikleri için onların üzerinde, ne bir ülkenin kutbunun ne de zamanının büyük bölümünü Hicaz’da geçiren kutb-u âzamın yetkisi vardır. Bu sebeple kutb-u âzamın dahi emrine girmek zorunda değillerdir. Her devirde var olan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmazlar. Ben, eskiden Risale-i Nur’un manevî kişiliğini (Said Nursî’yi), o imamlardan biri zannederdim. Şimdi anlıyorum ki Gavs-ı Âzam, hem kutub hem gavs hem de “Ferdiyet = Birlik” makamında olduğundan, âhir zamanda, şakirtlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o Ferdiyet = Birlik makamıyla şereflenmişlerdir. Gizlemeye lâyık bu büyük sırra göre, Mekke-i Mükerreme’de hiç beklenemeyecek bir şey olsa da Risale-i Nur aleyhine kutb-u âzamdan bir itiraz gelse, Risale-i Nur şakirtleri sarsılmamalı, o mübarek kutb-u âzamın itirazını bir iltifat ve selâm gibi saymalı, ilgisini kazanmak için, itirazın odaklandığı noktaları o büyük üstadlarına izah etmeli ve ellerini öpmelidirler[9].”

Lütfen söyler misiniz, gerçek Said Nursi bunlardan hangisidir?

İslamla bağdaşması mümkün olmayan bu inanca göre Kutub, erenlerin başı ve kâinatta tasarruf sahibidir. Yani dünyayı ve evreni yönetmeye yetkilidir. Said Nursî’nin söylediği iki imam, Kutubdan sonra geldiğine inanılan iki hayali kişidir. Birine “imam-ı yemîn” diğerine “imam-ı yesâr” derler. Kutup ölünce yerine imam-ı yesâr geçer. Kutup ile iki imam üçleri oluşturur.

Said Nursî önceleri kendini bu iki imamdan biri sayarmış, sonra “Ferîd” yani bir tek olma makamıyla şereflendiğini, baş Kutub yani Kutbu’l-Aktab ve Gavs-ı Azam olduğunu anlamış. Bunlar Gavs-ı Azam’ın kendine sığınanlara yardım ettiğine inanırlar.

Her kıtanın, her ülkenin ve her bölgenin bir kutbu olduğuna, yeryüzü kutuplarının başının, Hicaz’da bulunduğuna da inanırlar. Said Nursi, bütün kutupları emri altında gördüğü için hiçbirine hesap verme gereği duymuyor.

Said Nursi bu sözleriyle kendini, Allah’ın yanında bir yere yerleştirmiş oluyor. Burası Hıristiyanların İsa aleyhisselamı yerleştirdiği yerdir. (Kutub konusunda geniş bilgi için bkz. Süleyman ATEŞ, Kutub maddesi, TDV islam Ansiklopedisi, Ankara 2002 ve Hasan Kamil YILMAZ, Altınoluk Mecmuası, Aralık 1995)

Allah, dünyayı ve evreni yönetme yetkisini kimseye vermemiştir. O, şöyle buyurur:

“Onun hakimiyet alanı gökleri de kapsar yeri de. Her ikisini de korumak kendine ağır gelmez. O yücedir, uludur.” (Bakara 2/255)

“De ki: Çocuk edinmemiş olan, hakimiyette ortağı olmayan, acizlikten ötürü bir veliye ihtiyacı bulunmayan Allah’a hamdolsun.” Onu büyükledikçe büyükle.” (isra 17/111)

Bilerek hakikatı tahrif ile tersine çevirip hak ve hakikata sinsice taarruzda bulunan acaba kimdir, söyler misiniz?

3- RÜYA İLE İRŞAD MESELESİ

İTTİHAD- Bir de, rüya ile irşadın yapılamıyacağı iddia ediliyor. Üstelik mesele ile alakası olmayan bazı ayetler, ehl-i ilmin nefret edeceği sathilikle güya delil olarak gösteriliyor. Büyük müfessirlerimizin ve imamlarımızın hükümlerini yok sayarak mezhebsizlik yoluna sapılıyor. Halbuki, Kur’anda, ehadiste ve dinî şahsiyetlerin tarihçelerinde, yazılı olan bu rüya ile irşad hadiseleri mebzuliyetle vardır. Bu meselenin bedihi oluşu sebebiyle, Merhum Ömer Nasuhî Efendinin Büyük İslam İlmihalinden bir örnekle iktifa ediyoruz. Şöyle ki:

“Mescid-i Nebevî (Peygamberin Mescidi) yapıldıktan sonra, ashab-ı kiram toplanıp beş vakit namazı cemaatla kılmaya başlamışlardı. Fakat namaz vakitlerini ilân edip bildirmek gerekiyordu. Başka milletlerin ibadete çağrı için boru öttürmek, çan çalmak, yüksek bir yerde ateş yakmak gibi kabul etmiş oldukları anlamsız işaretler İslâmiyete yakışmazdı. Bir aralık Hazret-i Ömer’in teklifi ile: “Essalâte Camiaten (topluca namaza)” diye seslenildi. Sonra Ensar-ı kiramdan Abdullah ibni Zeyd’e rüyasında bildiğimiz şekilde ezan öğretildi.” Büyük İslam ilmihali:546

SÜLEYMANİYE VAKFI- “Rüya ile irşadın yapılamıyacağı iddia ediliyor” diyorsunuz. Yazımıza bakarsanız burada söylediğiniz şeylerden hiçbirinin yer almadığını görürsünüz.

Ezan olayı, Peygamberimizin (s.a.v) hayatında meydana gelmiş ve onun onayından geçmiştir. Ayrıca şu ayetlerle de te’yid edilmiştir: “Namaza çağırdığınızda onu alay ve eğlenceye alırlar…” (Maide, 5/48). “Ey inananlar! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah’ı anmaya koşun; alım satımı bırakın; bilseniz, bu sizin için daha iyidir.”(Cuma, 62/9). Peygamberimizin vefatına yakın din tamamlanmıştır (Maide, 5/3) ondan sonra dine bir şeyler ilave edilemez.

4- KUR’AN HAKİKATLARININ İLHAMEN GELİŞİ

İTTİHAD- Risale-i Nurdaki ifadelerini bozarak hareket eden tenkidcilerin Bediüzzamana atfen bir iddiaları da şöyle:

“Kur’anın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!” denmiş.

Halbuki Bediüzzaman’ın asıl ifadesi şöyledir:

“تنزيل الكتاب Cümlesinin sarih bir manası asr-ı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübin’in nüzulü olduğu gibi, mana-yı işarîsiyle de, her asırda o Kitab-ı Mübin’in mertebe-i arşiyesinden ve mu’cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor” Şualar: 711 diyerek her asrın dinî şahsiyetlerin bu İlahî ihsana mazhariyetleri beyan edilip “şu asırda bir şakirdini ve bir lem’asını cenah-ı himayetine ve daire-i harîmine bir hususî iltifat ile alıyor.” Şualar: 711 şeklindeki meşru ve makbul bir ifadeyi, “Kur’anın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!” şeklinde bilerek tahrif etmek, açık bir garazkârlığın ve dinî inkişafa sinsi muhalefetin eseri olur.

Evet, bu paragrafda Kur’an ayetlerinin sarih manasından başka işari manaların dahi bulunduğu ve bu işarî manaların her asırda mazharları bulunabileceği cihetiyle Risale-i Nur’un dahi feyiz ve ilham yoluyla bir mazhariyeti bulunduğu ifade ediliyor. Bu ise dini ölçüler dairesinde İslâm ulemasınca kabul edilmiştir. Tenkitçiler İslâm’ın dini şahsiyetlerini hatta ehl-i sünnetin hak mezheblerini dahi nazara almamak gibi garip anlayışları olduğu anlaşılıyor. Çünkü tenkidciler iddialarını, güya Kur’andan hüküm çıkarabilme salahiyetinde imişler gibi bazı ayetleri tevilat-ı fâside ile tahrif ederek garazlarına alet ettikleri görülüyor.

Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinde, Kur’anın mana camiiyeti ve külliyeti hakkında izahlar yapmıştır. Bunlardan birisi şöyledir:

لكل أية ظهر و بطن و حد و مطلع و لكل شجون و غصون و فنون

Kur’anın “Lafzındaki câmiiyettir. Elbette evvelki sözlerde, hem bu sözde zikrolunan âyetlerden şu câmiiyet aşikâre görünüyor. Evet olan hadîsin işaret ettiği gibi; elfaz-ı Kur’aniye, öyle bir tarzda vaz’edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.” Sözler: 391

Bediüzzaman Hazretleri bir mahkemede iddia makamının tenkidine verdiği cevabında diyor ki:

“…mana-yı sarihî ile, mana-yı işarî ve mana-yı küllî ile hususî ferdlerin farkını anlamayan bir cehalettir. Necmeddin-i Kübra ile Muhyiddin-i Arabî gibi binler ülemaların küllî hâdiselerine, hattâ nefsin cüz’î ahvaline dair âyâtın mana-yı sarihi değil, işarî manalarını beyan sadedinde çok yazıları var olduğu malûmdur. Hem âyâtın mana-yı işarî-i küllîsinde her asırda efradı bulunduğu gibi bir ferdi bu zamanda ve bu asırda Risale-i Nur ve bazı şakirdleri de bulunduğuna eskiden beri ülema mabeyninde makbul bir riyazî düsturu olan ebced ve cifir hesabıyla bir tevafuk göstermek, elbette hiç bir cihetle âyâtı şahsî fikirlere âlet ediyor denilmez. Ve böyle diyen büyük bir hata eder ve dekaik-i ilmiyeye ihanet eder.” Şualar: 419

“Hem dememişiz ki mana-yı işarînin külliyeti budur. Belki diyoruz ki, mana-yı sarihinin tahtında müteaddid tabakalar var. Bir tabakası da mana-yı işarî ve remzîdir. Ve o mana-yı işarî de bir küllîdir, her asırda cüz’iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi bu asırda o mana-yı işarî tabakasının külliyetinde bir ferddir ve o ferdin kasden bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ülema beyninde bir düstur-u cifrî ve riyazî ile karineler, belki hüccetler gösterilmiş iken, Kur’anın âyetine veya sarahatine değil incitmek, belki i’caz ve belâgatına hizmet ediyor. Bu nevi işarat-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatın nihayetsiz işarat-ı Kur’aniyeden hadd ü hesaba gelmeyen istihraclarını inkâr edemeyen, bunu da inkâr etmemeli ve edemez.” Şualar: 682

İşte Risale-i Nur Külliyat’ında bu manada olarak çeşitli izahlar vardır.

Amma tenkidçiler İslâm âlimleri dairesinde makbul olan anlayışlara değil, kendi maksadlı anlayışlarına bağlı kalarak garip sözler söyleyebilirler. Bu gibi sözleri hakiki müslümanlara tesir etmediği gibi aksine nefret uyandırır.

SÜLEYMANİYE VAKFI- Bu uzun yazıyı da bölümlere ayırarak cevaplamak gerekir.

1- “Kur’an’ın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!” ifadesi Said Nursi’nin kendine aittir. Biz zaten bu iddiaları reddetmenizi ve doğruyu bulmanızı bekliyoruz. Yazımızda geçen ifade şöyledir:

Şu sözler Said Nursi’ye aittir:

“Kur’an’ın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!!

Bu sözün açık anlamı; asr-ı saadette Kur’an’ın vahiy suretiyle inmesi gibi, her asırda o Kur’ân’ın Arş’taki yerinden ve manevi mu’cizesinden feyz ve ilham yoluyla onun gizli gerçekleri ve gerçeklerinin kesin delilleri iniyor[10].”

2- Diyorsunuz ki;

“Evet, bu paragrafda Kur’an ayetlerinin sarih manasından başka işari manaların dahi bulunduğu ve bu işarî manaların her asırda mazharları bulunabileceği cihetiyle Risale-i Nur’un dahi feyiz ve ilham yoluyla bir mazhariyeti bulunduğu ifade ediliyor. Bu ise dini ölçüler dairesinde İslâm ulemasınca kabul edilmiştir.”

Biz de şunu söylüyoruz:

İlham, bilgi edinme yolu değildir. Çünkü ilham zannettiğimiz şey, Şeytan vesvesesi de olabilir. Kaldı ki, Said Nursi çok ileri gidiyor ve şunları söylüyor: “Risale-i Nurlar, ne Doğu’nun kültüründen ve ilimlerinden, ne de Batı’nın felsefe ve bilimlerinden alınmış ve iktibas edilmiş bir nurdur. O, gökten inmiş Kur’an’ın, Doğunun da Batı’nın da üstünde olan Arş’taki yerinden alınmıştır[11].”

Bu vahiy iddiası değildir de ya nedir?

Bu tür iddialarla kitap yazanlar hakkında Allah Teala şöyle buyurmuştur:

“Vay o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar, sonra “bu Allah katındandır” derler. Hedefleri, onun karşılığında bir şeyler almaktır. Vay o ellerinin yazdığından dolayı onlara! Vay o kazandıklarından dolayı onlara!.” (Bakara 2/79)

3- Diyorsunuz ki;

“Tenkidciler iddialarını, güya Kur’an’dan hüküm çıkarabilme salahiyetinde imişler gibi bazı ayetleri tevilat-ı fâside ile tahrif ederek garazlarına alet ettikleri görülüyor.”

Soruyoruz:

Yaptığımız fasid teville ilgili bir tek örnek verebilir misiniz?

4- Said Nursi’nin hadis diye verdiği söz, Batınîlerin iddiasıdır. (Siyer-u A’lami’n-Nübela, Zehebi, c.15 s. 149) Kur’an’ı kendi arzularına alet etmek için böyle bir yola girmişlerdir.

Kur’an-ı Kerim kendini apaçık bir kitap olarak tanıtır. Bu gerçek bir çok ayette vurgulanmaktadır. Bunca ayete rağmen böyle bir söze hadis diyerek Kur’an’ın; bir açık bir de gizli manasının bulunduğunu iddia etmek Kur’an’a ters düşer. Ayrıca Kur’an’da açıklanmamış gerçeklerin kendisine Allah tarafından ilham ve feyiz yoluyla yazdırıldığını iddia eden, kendi kitabını Kur’an’dan üstün görmüş olur.

SON OLARAK, ……..devam edecek………… diyorsunuz.

İnşallah devam eder. Bundan sonra bizim sözlerimizi, bizim kaleme aldığımız şekilde belirtirseniz tenkitleriniz, “asılsız” olmaktan kurtulur.

NOT: Tenkidin aslını okumak için lütfen aşağıdaki linke tıklayınız:

http://www.ittihad.com.tr/asilsiz%20tenkidler-1.mht

——————————————————————————–

[1] Bediuzzaman Said Nursî, Kaynaklı-İndeksli Risale-i Nur Külliyatı, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1995, Tarihçe-i Hayat, c. II, s. 2124. (Takdim yazısında bu kitabın 1958’de hazırlandığı, Bediuzzaman Said Nursî’nin kontrol ettiği ve onun düzelttiği şekilde yayınlandığı ifade edilmektedir.)

[2] Bediuzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı, Haşiye 2, a.g.e, c. II, s. 2123.

[3]- Muhammed Rıza’l-Muzaffer, Akâid’ül-İmâmiyye, Şia İnançları (Türkçeye çeviren Abdülbaki GÖLPINARLI) İstanbul 1978, s. 52-53.

[4]- GÖLPINARLI, Şia İnançları, s. 52.

[5] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, Papa 14. Lui’nin emriyle Kardinal Joseph Ratzinger (Bugünkü Papa) başkanlığında bir heyet. Türkçe’ye çev. Dominik PAMİR. İstanbul 2000, Paragraf 891.

[6] Sözler, Risale-i Nurlar’ın bir bölümünü oluşturur.

[7] Barla Lâhikası, Yirmi Yedinci Mektub ve Zeyilleri, c. II, 1415. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Mübarek Sözler şübhesiz Kitabı Mübin’in nurlu lemeâtıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır”.

[8] Said Nursî, Şualar, On Birinci Şua, Onbirinci Meselenin haşiyesinin bir lahikasıdır, a.g.e, c. I, s. 985.

[9] Kastamonu Lâhikası Mektup No: 121, a.g.e, c. II, s. 1644. Yazı sadeleştirilmiştir, aslı şöyledir: “Fâş etmek hatırıma gelmeyen bir sırrı, fâş etmeye mecbur oldum. Şöyle ki:

Risale-i Nur’un şahsı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirtlerinin şahsı mânevîsi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın tasarrufundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor. Ben, eskide, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Âzam’da, kutbiyet ve gavsiyetle beraber, “Ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhirzamanda, şakirtlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o Ferdiyet makamının mazharıdır. Bu gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azime binaen Mekke-i Mükerremede dahi farz-ı muhal olarak Risale-i Nur’un aleyhinde bir itiraz kutbu âzamdan dahi gelse, Risale-i Nur şakirtleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u âzamın itirazını iltifat ve selâm suretinde telâkki edip, teveccühünü de kazanmak için, medâr-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini öpmektir… Said Nursî.”

[10]- Şualar, Sözler Yayınevi, İst. 1993, s. 617. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir:

Kur’an’ın gizli hakikatleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!!

cümlesinin sarih bir manası asr-ı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübin’in nüzulü olduğu gibi, mana-yı işarîsiyle de, her asırda o Kitab-ı Mübin’in mertebe-i arşiyesinden ve mu’cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor…”

[11]- Şualar s. 601. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Resail-in Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur’an’ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.”