Pakize Suda ve Kurban

Sayın Pakize Hanımefendi[1], 18/01/2005 tarihli Hürriyet Gazetesindeki köşe yazınızı okuduğumda “Kurban”la ilgili bu satırları yazmama sebep olduğunuz için size teşekkürlerimi sunarım.

Amacım yazınızdan ötürü sizi kınamak veya üzmek değildir. Kurban, aslında evrensel bir olgudur. Bu nedenle böylesine öneme haiz bir olayı sadece “Kurban Bayramlarına” hasretmek yetersiz olup; ara yerlerde de gündeme getirip müzakere etmek gerekir diye düşünüyorum. Bu günlerde (08/02/2005), Brezilya’da yapılan meşhur karnavaldaki – Guines Rekorlar kitabına girecek çapta büyük – bir boğa maketi medyadan gözünüze ilişmiştir sanırım. “Böylesine irilikteki muhteşem boğa maketinin karnavalda işi ne?” diye kafa yorarsak – aşağıda izahı yapılacağı üzere – kurban ile ilişkisini kurabiliriz…

Kurban eylemini bilimsel, toplumsal, dinsel, tarihsel ve geleneksel açılardan ele almayıp olaya sadece duygusal ve yüzeysel olarak yaklaşırsak işin esasını kavrayamayız. Kavranamadığı da görülmektedir. Senenin üç yüz altmış iki günü boyunca, hayvanların kesilip, insanların ve hemcinslerinin protein ihtiyacını karşılamaktadır. Dolayısıyla tam üç yüz altmış iki gün hayvanların kesilmesi, vejeteryanlar dahil hiç kimsenin umurunda olmazken: Kurban mevsimi gelip de, dini bir vecibeyi yerine getirmek söz konusu olunca, kıyametler kopartılmaktadır. Halbuki sadece üç gün içinde olup biten bir işlem!

Üstelik bunlar da yine sosyal ve toplumsal bir ihtiyacı karşılamakla neticeleniyor. Buradan anlaşılacağı üzere bir kısım insanımız kurban konusunda da – pek çok konuda olduğu gibi – bir çelişki içindedir. Sorumluluğunun bilincinde olan kimselere de olayın aydınlatılması düşer diye düşünüyorum. Köşe yazınızda: –Bayram… “Tek başına insana bir sürü hoşluk hatırlatan bu sözlükle “kurban” tezat oluşturmuyor mu sizce de?” Demektesiniz.

Kurbanla birlikte, kesilmesi gerekenlerimizin de kesilmesini sağlayamıyorsak tezat oluşturur elbet… –“Oruç tutulan, seccadenin, tesbihlerin, namaz örtülerinin bulunduğu bir evde büyüdüm ben… Hiçbir bayram ev halkından kimse seyahate çıkmadı. Şekerimizi hazır edip misafir bekledik daima. Ama işte oldum olası bu bayramın “kurban” kısmıyla barışamadım.” Diyorsunuz. Evinizde olup ta yazmayı unuttuğunuz bir şeyi daha hatırlatayım size: Kur’an’ı Kerim. Var değil mi? Hem de işlemeli, süslemeli, dantelli çok güzel bir kılıf içinde! Yüksek çe saygıdeğer bir yerde asılı vaziyette. Ara sıra ellenmesi gerektiğinde öpüp alnımıza sürdüğümüz, cenazelerde ve mevlitlerde – varsa Arapça bilen tarafından – ne dediğini anlamadan okuduğumuz; O Kutsal Kitap… Değil mi? Evlerimizde tutulan oruçtan, anlaşılmadan okunan Kuran’a kadar her ne varsa, hiç birisi, Kurban’ı anlama açısından bize bir şey söylemez. –“Benim hayvan severliğim çok eski değil. Severdim o ayrı ama deyim yerindeyse onların derdini dert edinişim şunun şurasında on beş sene olmuştur.” Diyorsunuz. Hayvanları sevmenizi ve onların dertlerini dert edişinizi gerçekten kutlarım. Çok güzel bir özveri sahibisiniz. Çünkü: Yunus’un, “yaratılanı severim Yaratan’dan ötürü” demesi gibi; eserin müessirini sevmek anlamına gelir ki, bu da imandan bir cüz olsa gerek… Güzel de bunlarla birlikte asıl kendi derdimizi dert edinmeyi hiç akıl edip düşünüyor muyuz? ! Kendi derdimiz de ne ola ki? Yeryüzündeki tüm insanlığın, farkında olsun veya olmasın, en önemli derdinin – tabii ki, sözüm ahiret inancı olanlara – geleceğinin nasıl olacağıdır?

Dertlerimizin sıralamasını hatırlayıp hiç düşündük mü? –“Ama işte dediğim gibi, ne sebeple olursa olsun hayvanların boğazının kesilmesine tepki duyma hususunda, aklım mı artık vicdanım mı her neyimse çok önceden bana sormadan vermiş kararını.” Diyorsunuz. Kararınız elbette sizi bağlar; bize saygı duymak düşer. Ancak, “doğru bir karar mı?” diye – insan oluşumuz nedeniyle – sorgulamamız gerekmez mi? Aklımızın veya vicdanımızın bize doğru bir karar aldırıp aldıramayacağına dair test cihazı henüz maddesel olarak icat edilmedi…Test cihazı deyince aklıma geldi: Paris de bulunan ölçüler ve tartılar müzesinde “etalon” adı verilen “metre ve kilogram” gibi ölçü birimlerinin asılları saklanmaktadır. Bunlar özel alaşımlardan imal edilmiş olup, soğuk veya sıcak gibi hallerden yok denecek kadar az etkilenirler.

Dünyanın bir yerinde herhangi bir nedenle değişime uğradığından kuşkulanılan “metre ve kilogram” olursa; müzedeki asılları ile test edilme imkanı mevcuttur. Bizlerin de aklımızın veya vicdanımızın verdiği kararları test ettirecek soyut bir “etalon” a ihtiyacımız olması doğal değil midir? –“Fakat bunun hassas bir mesele olduğunu biliyorum. Üstelik dinin buyrukları konusunda yorum yapacak kadar bilgili de değilim. Cahil sayılırım hatta.Onun için “kurban kesmeyin” deme cüretinde bulunamıyorum. Ama kulağımı kabartmış, din bilginlerinin ağzından umut verici bir söz çıkmasını bekliyorum. Bakarsınız ‘Kuran’da böyle bir emir yok’ deyiverirler. Nitekim var bunu söyleyenler.” Diyorsunuz.

Kadim İlahi Kitaplar ve son olarak da Kuran’ı Kerim tüm insanlığı kapsamak üzere Allah tarafından peygamberleri aracılığıyla indirilmiştir. Sorumluluk ise ferdi olup; kimse kimsenin günahına veya sevabına ortak olamaz. Öyleyse din bilginleri, bizim doğru ya da yanlış bilgilenmemizden sorumlu olamazlar. Aynı zamanda, okuduğumuzu anlayabilecek kimseler olduğumuza göre: Neden, Kuran’da böyle bir emrin varlığını ya da yokluğunu kendimiz araştırmak için en ufak bir gayretimiz yok? Çünkü asıl kendi derdimizin vahametinin bilincinde olmadığımızdan başkalarının derdini baş tacı ediniyoruz da ondan… Dinin çok ciddi bir iş olduğunu, şakaya gelir yönünün bulunmadığını, ebedi istikbalimizin rehberi olduğunu düşünür ve kavrarsak; birilerinin ipoteğine verilmeyecek kadar ucuz olmadığını çözeriz sanırım! Bu konuda, insanın kendi iradesiyle gayretini ortaya koyup; sonra din bilginlerinden de faydalanması güzeldir elbet. Ama dini bir meslek gibi algılayıp, bu iş bizim işimiz değil dolayısıyla, onlar(din bilginleri) ne derse kabulümüzdür gibi bir lüksümüz olamaz!

Geçtiğimiz Kurban Bayramı öncesinde – her yıl olduğu gibi – yine Kurban aleyhine haykırışları TV ekranlarından izledik. Mesela, bir hanım “hangi dinde Kurban kesmek var?” diye bağırmaktaydı… O’na “hangi dinde yok?” diye haykırmak geldi içimden. İnsanların çoğunluğu da olsa, dini bir vecibeyi yerine getirmiyorlarsa, ona dinde yoktur mantığıyla bakmak yanlıştır. Değil mi? Bununla ilgili ayete (Kuran’dan) bakalım: “…Bunun gibi, (bize inanan) her ümmet için kurban kesmeyi bir kulluk eylemi olarak öngördük ki, (bu amaçla) kendilerine rızık olarak sağladığımız hayvanları keserken Allah’ın ismini ansınlar ve (her zaman akıllarında tutsunlar ki:) sizin Tanrınız tek bir Tanrıdır. Öyleyse bütün varlığınızla kendinizi O’na teslim edin…” Buyuruluyor. (Hac suresi, 22/34)

Kurbanla ilgili olarak otuz-otuz beş ayet bulunmakla birlikte, sadece bu ayet bile düşünenlere gerekli pek çok şeyi söylemektedir: Bunları sıralarsak: A – İstinasız her ümmet için! B – Bir kulluk eylemi olarak. C – İhtiyacı olan (insan ve hayvan)’lara rızık olarak. D – Allah’ın Adı’nın anılması için. E – Tanrımızın tek bir Tanrı olduğu gerçeğini zihinlere iyice perçinleyip eğer varsa bir kısım hayali Tanrılarımız kurbanla birlikte onların da kesilip atılması için. F – O halde Allah’a kayıtsız şartsız tüm benliğimizle teslim olmamız için… Kurban eylemini Kuran’ın bütünlüğü içinde okuyup incelediğimizde – kimilerine ne kadar ters gelse de – uluhiyyet anlayışımızın tescili gibi algılıyorum. Hayvanlara acıma duygusallığı ile tarihi ve hatta günümüz gerçeklerini göz ardı edemeyiz. Tarihten Maya, Aztek, eski Mısır vb gibi pek çok medeniyetlerde Tanrı adına insanların kurban edildiğini de biliyoruz. Daha yakında Irak’ta kaçırdıkları rehineleri – Tanrı için kurban ettik demeseler de – başlarını kestikten sonra, sanki Tanrı’ya kurban edilmiş gibi “Allahüekber, Allahüekber.” diyerek tekbir getirdiklerini bizzat ve dehşetle izledim! Sapkınlıklarının farkında olmadıkları gibi, bu sapkınlığı da Allah adına yaptıklarının mesajını vermekteydiler.

Yine benzer bir misal: İsrail’de bir canlı bomba patlaması neticesi çok ölen ve yaralananlar var. Ölen canlı bombanın annesiyle röportaj yapılıyor. Gazeteci anneye: “Senin çocuğunla birlikte ölen o suçsuz insanlar hakkında nasıl bir duygu içindesin?” diye sorduğun da kadın: “Ne mutlu onlara ki, benim çocuğumla birlikte şehit oldular.” Şeklinde cevap veriyor. Böylece kendi hayali kuruntusu veya birilerinin hayali fetvasıyla hepsini cennete yerleştiriveriyor. Bu sözleri de yine kendi kulaklarımla bir TV ekranından duydum. Buralardan anlıyoruz ki, insan yaptıklarına nasıl da kolayca kılıf uydurabiliyor. Hiç kimsenin yaptıklarının doğru veya yanlışlığını bir kaynağa dayandırarak muhakeme etmek gibi bir derdinin olmadığı anlaşılıyor. Üstelik yaptıklarına da, Tanrı buyruğuymuş gibi iman ediyor. İnsanlık tarihi boyunca, Allah’ın kullarına zaman, zaman peygamberler göndermesindeki amaç, toplumlarda oluşan benzer sapkınlıkların düzelmesi için… Değil mi?

Kuran’ın bize bildirdiğine göre, artık kitap da peygamber de gelmeyeceği göz önüne alınırsa, o duvarlarda asılı duran Mus’afları süslü püslü kılıflarından çıkartıp: “Kitap bize ne diyor, Ve niçin diyor?” Sorularının cevaplarını öğrenelim ki, sapkınlığa düşmeyelim. Bizim böyle bir çabaya ne niyetimiz var ve ne de vaktimiz! Değil mi? Çünkü biz hep istikbalimizi garanti altına almakla meşgulüz. Ama ne istikbal, ne istikbal!.. Çürüyüp toz toprak olacak bedenimiz uğruna! Ebedi kalacak ruhumuzun istikbali ise hiç umurumuzda bile değil… “Kuran bize ne diyor, Ve niçin diyor?” demiştik: Uzun yıllar boyunca bu iki soru, İslam alemi tarafından terk edilip bize Kuran’ın sadece anlaşılmadan okunan Arapça lafzı – o da Allah’ın koruması altında olduğu için – miras kalmış durumda. Bunun neticesinde (anlam ve amaç yok olunca), ister kurban konusu olsun isterse, kavranılması hayati öneme haiz başka konu olsun; gerçeklerle duygusallık – sapla saman misali – birbirine karıştırılmıştır. Dolayısıyla her bir hadiseye yüzeysel ve duygusal yaklaşılmış “arka plan” ise göz ardı edilmiştir. Bu konuda da, Yüce Rabbimiz tefekkür, tezekkür, tedebbür vb gibi kavramlarla bizi sürekli uyarmaktadır. İşte tam da bu noktada – çok şükürler olsun – hele ki Kuran var diyebiliyoruz. Kurbanla ilgisi bakımından, Hz. İbrahim kıssasına bir bakalım Kuran bize ne diyor, niçin diyor?

Saffat suresi, 37/100-109. ayetler: 100. (Ve İbrahim şöyle yalvardı:) “Ey Rabbim! Bana dürüst ve erdemli (olacak bir erkek) çocuk bağışla!” Bunun üzerine ona (kendisi gibi) yumuşak huylu bir erkek çocuk müjdeledik. Ve (bir gün, çocuk babasının) tutum ve davranışlarını anlayıp paylaşacak olgunluğa eriştiğinde babası şöyle dedi: “Yavrucuğum! Rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm: bir düşün ne dersin?” (İsmail): “Babacığım” dedi, “sana emredilen neyse onu yap: İnşallah beni sıkıntıya göğüs gerenler arasında bulacaksın!” Fakat ikisi de Allah’ın emrine kendilerini teslim edince ve (İbrahim) onu yüzüstü yatırınca kendisine seslendik: “Ey İbrahim sen şimdiden o rüya(nın amacı)nı yerine getirmiş oldun!” İşte iyilik yapanları Biz böyle ödüllendiririz. Çünkü bu gerçekten bir sınama idi. Ve fidye olarak ona büyük bir kurban verdik. Böylece onun sonraki kuşaklar tarafından şöyle hatırlanmasını sağladık. 109. İbrahim’e selam olsun!

Not: Tüm Müslümanlar kıldıkları her namazın ikinci rekatında oturdukları vakit “salli” ve “barik” dualarını okuyarak O’na selam ederler. Aman Allah’ım, bir düşünüverelim bu ne çetin bir imtihan! Bazı müfessirler Hz. İbrahim’in oğluna aşırı sevgisinin bir tezahürü şeklinde açıklıyorlar bu sınamayı. Yukarıda, Allah’ın – İnsanlar sapıttıkça – sürekli peygamberler gönderdiğinden bahsetmiştik. Bu kıssada Hz. İbrahim oğlunu kurban ettiğini rüyasında görünce; hemen onu yerine getirmesinin gerektiği anlaşıldığına göre, o zamanın geleneğinde Tanrıya insan kurban etme olgusunun varlığı seziliyor. Bu bir sapkınlıktır elbet, sapkınlıktır diyoruz çünkü, sığırların kutsal diye kurban edilemediğini biliyoruz!..

İşte Hz. İbrahim’in kıssasından, böylesine sapkın bir geleneğin yıkılıp insan yerine hayvanın kesilmesinin öngörüldüğü anlaşılıyor. Şimdi günümüzde bir baba çıkar da rüyamda gördüm diye – gerçekten rüyasında görmüş bile olsa – evladını kesmeye kalksa Kuran’ın hükmü müsaade etmez. Ama Kuran’ın emrini bilmiyor ya da bilse de aldırmıyor olsa bu onun sapkınlığının belgesidir. Nitekim bu tip insanlar o sapkınlığı da – hatırlayanlar bilirler- geçmişte yaptılar maalesef! İşte yukarıda yapılanlarla Irak’ta yapılan sapkınlıklar ya bilmemezlikten ya da umursamamazlıktan ileri gelmektedir. Her iki halde de mazur gösterilemezler. Çünkü, Müslümanım diyen her insan Kuran’ı bilmek ve – kendi dilinde – anlamak zorundadır. Bu hususta ülkemizde mealler mevcuttur. “Efendim, hepsi ayrı, ayrı söylüyor hangisine?.. diye “ kaçamaklara sığınmadan birkaçını okuyup kendi aklımızı da devreye sokarak eminim üstesinden gelinir. Aksi Halde, Yüce Allah (haşa) bize zulmetmiş kanısı ortaya çıkar! Yüce Allah, “Üzerinde hiçbir şüphe bulunmayan bu İlahi Kelam (Kuran) Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlara bir rehberdir.” Buyurmaktadır. İslam’a mensup olduğunu söyleyen Müslüman, Allah’a teslim olduğunu söylemiş olur.

Allah’a teslim olan da, Kuran’ın hükümlerince yaşamaya – elinden geldiği kadar – gayret eder. Bunun da çaresi O’nun rehberliğine müracaat etmektir. Şimdi bir de günümüzle ilgisi bakımından Hz. Musa kıssasına bakalım: Bakara suresi, 2/67. ayet: “…Hani, o zaman Musa, halkına ‘Dinleyin! Allah bir sığır kurban etmenizi emrediyor.’ demişti. Onlar: ‘Sen bizimle alay mı ediyorsun?” dediler. Şimdi günümüz dünyasındaki Hindistan’da Hindu dinine mensup insanları bir düşünelim: malum orada sığırlar kutsaldır ve dokunulmazlıkları vardır. Onlara: “Bir sığır kesin de etini ihtiyaç sahiplerine yedirin” dense; tıpkı Hz. Musa’nın kavmi gibi: “Sen bizimle alay mı ediyorsun biz hiç kutsalımızı keser miyiz?” demezler mi?

İşte Hz. Musa’nın kavmine sığır kesme emri de: “Allah’tan başka ilah yoktur; sizin İlah sandığınız varlıklarsa ancak kesilip yenmeye layıktır!” Aklımıza, “İyi de şimdi – bu devirde – Hindistan haricinde sığırı kutsal sayan bir anlayış mı var ki hayvanları keselim? Şeklinde bir soru gelebilir.

Elbette hayvanları kutsayan kimseler günümüzde fazla olmayabilir. Yalnız hayvanların dışında da farkında olunsun veya olunmasın Allah’ın varlığını unutturacak derecede aşı ilgi duyulan pek çok alanlar vardır. –Bir futbol maçında tuttuğu takım uğruna kendi canını feda edeceği gibi, başkasının canını da hiçe sayan – malum – fanatikler mevcut. “İşte tuttuğu takım o kimsenin İlahı mertebesindedir!” –Paranın yapamayacağı hiçbir iş; satın alamayacağı hiçbir kimse yoktur iddiasında bulunan kimse için – eğer bu sözü inanarak ve kalpten söylüyorsa – “para o kişinin İlahıdır!” –Bir kimse yapmış olduğu önemli bir işi – o işi yapması için gerekli gücün, kabiliyetin, sezginin ve sair diğer meziyetlerin hepsinin Allah’ın kendisine bir lutfu olduğunu takdir etmeyip de – mutlak olarak sadece kendinden bilirse: “O kişi kendisini İlah edinmiş olur!” –Bizler de insanlık için hayati öneme haiz bir gerçeği yazma ya da söyleme imkanı varken “sırf açıklarsak sonra insanlar bize ne der gibilerinden” bir kaygıya takılıp gerçeği gizlersek: “çekindiğimiz kimseleri İlah edinmiş oluruz!” Misalleri çoğaltmak mümkündür.

Bir beşer olarak, hepimiz sık, sık hata yapabiliriz. Önemli olan hatamızı anlayıp onu vahyin ışığında değerlendirdikten sonra ondan dönüş (tövbe) yapmaktır. İşte kurban olayında da yaptığımız dönüşün imzasını atmış oluyoruz gibi geliyor bana!.. Saygılarımla,

06 / Mart /2005 CAHİT ERDEM

——————————————————————————–

[1] Ba yazı Pakize SUDA’nın 18/ocak/2005 Hürriyet Gazetesinde çıkan yazısına cevap olarak yazılmıştır. Yazının tamamı şöyledir: BAYRAM İYİ HOŞ DA… EYVAH! Perşembe günü Kurban Bayramı. Bu ne demek? O gün, belki ertesi gün de, hatta yarından başlayarak eve kapanılacak… Perdeler sımsıkı örtülecek… Kulaklar pamukla tıkanacak… Kimseye kapı açılmayacak… Olur ya… Biri bir tabağın içinde, henüz soğumamış bir et parçasını uzatıverir… Ya da bir ses duyarım… Bayram… Tek başına insana bir sürü hoşluk hatırlatan bu sözcükle “KURBAN” tezat oluşturmuyor mu sizce de? *** Oruç tutulan; seccadenin, tesbihlerin, namaz örtülerinin bulunduğu bir evde büyüdüm ben… Hiçbir bayram ev halkından kimse seyahate çıkmadı. Şekerimizi hazır edip misafir bekledik daima. Ama işte oldum olası bu bayramın “KURBAN” kısmıyla barışamadım. Öyle kötü bir anım falan da yok aslında. Hani günlerce beslediğim hayvanımın sürüklene, sürüklene kesilmeye götürüldüğüne falan tanık olmadım hiç. Aileme teşekkür borçluyum bu konuda. Tamamen hayvan severlikle alakalı olduğunu da söyleyemeyeceğim hassasiyetimin. Çünkü benim hayvan severliğim çok eski değil. Severim o ayrı ama deyim yerindeyse onların derdini dert edinişim şunun şurasında on beş sene olmuştur. Ama işte dediğim gibi, ne sebeple olursa olsun hayvanların boğazının kesilmesine tepki duyma hususunda, aklım mı artık vicdanım mı her neyimse çok önceden bana sormadan vermiş kararını. *** Fakat bunun hassas bir mesele olduğunu biliyorum. Üstelik dinin buyrukları konusunda yorum yapacak kadar bilgili de değilim. Cahil sayılırım hatta. Onun için “KURBAN KESMEYİN!” deme cüretinde bulunamıyorum. Ama kulağımı kabartmış, din bilginlerinin ağzından umut verici bir söz çıkmasını bekliyorum. Bakarsınız “KURAN’DA BÖYLE BİR EMİR YOK” deyiverirler. Nitekim var bunu söyleyenler. Nihai karar sizin tabii ki. Kulak verirsiniz vermezsiniz… Ama gerekli yerlere para yardımında bulunmak, yığınla şifa bekleyen hastanın imdadına yetişmek de Allah katında kabul görecektir, buna inanıyorum.

PAKİZE SUDA