Tevessül

Bilindiği kadarıyla, tevessülle ilgili tartışmaların alevlenmesi, hicri VIII. yüzyıla rastlamaktadır. Bu dönemde İbn Teymiye (661–728), halk nezdinde kendilerine kutsallık atfedilen ölü veya diri bazı zatlarla, mukaddes mekân ve varlıkların aşırı yüceltilmesi şeklinde yaygınlaşan tevessülü, Kur’an ve sahih Sünnet dışındaki bütün vasıtaları/ vesileleri, şirke götüreceği gerekçesiyle reddetmiştir. İbn Teymiye’nin bu çıkışına yönelik itiraz, çağdaşı Sübkî’den (683–756) gelmiştir. Sübkî, şefaat ve tevessülün meşruiyetini, hemen tamamı zayıf veya düzmece hadis olarak nakledilen rivayetlerle ispata çalışmış ve başta Peygamber olmak üzere, kutsanmış şahsiyetlerle tevessülde bulunulabileceğini savunmuştur. Ayrıca o, kendi dönemindeki uygulamayı bir meşruiyet delili addettiği için olsa gerek, “yaşadığımız şu zamanda insanların peygamberlere iltica etmesi, peygamberlerle bu dünyada ve ahirette tevessülün varlığının en açık göstergesidir.” şeklinde bir ifade kullanmıştır.

İbn Teymiye ve Sübkî’nin temsil ettiği bu iki tavır arasındaki fark açıktır. Şöyle ki, ilki, dinin temellerini korumak için toplumda yaygınlaşmış manevi hastalıklarla Kur’an ışığında mücadele etmeyi hedeflerken; ikincisi, toplumsal pratiği meşruiyetin kanıtı olarak görmenin ve bu pratiği nasslara onaylatmanın uğraşı ve çabasındadır.

Meseleye Sübkî’nin penceresinden bakanlara göre –ki bu bakış bugüne dek geniş halk katmanlarına egemen bir halde ulaşmıştır–, tevessülün değişik versiyonları vardır: 1. Allah’ın isim ve sıfatlarıyla tevessül, 2. Salih amel ile tevessül, 3. Mübarek sayılan şahsi eşya, mekan gibi cansız varlıklarla ve 4. Peygamber, âlim, veli, şehit gibi şahıslarla yapılan tevessül.

Hadis mecmualarında, tevessülün bütün bu çeşitlerini destekleyen pek çok rivayete rastlamak mümkündür. Ancak, yapılan tedkikler, bu hadislerin hemen hepsinin sened ve metin yönünden problemli olduklarını göstermiştir. Ne var ki eskiden beridir şefaatle ilgili rivayetler, Kur’an ayetleri doğrultusunda anlaşılacağı yerde, ayetler söz konusu rivayetler doğrultusunda anlaşılmakta, yorumlarla onlara uydurulmakta ve Kur’an’a söylemediği şeyler söylettirilmektedir.

Bundan olacak ki, geçmişten günümüze, İslam dünyasının hemen her tarafında kutsallaştırılan ölü veya diri kişiler, mukaddes mekânlar (mezar, türbe, mabet, kuyu, mağara, tarihi kalıt vb.), ağaçlar ve taşlar; duaların kabulü, dertlerin çaresi ve ihtiyaçların giderilmesi için birer başvuru mekânı halini almış ve bu merciler etrafında sayısız bid’at, hurafe ve efsane üretilmiştir.

Buna bağlı olarak toplumda neredeyse konuşabilen herkes, hemen her vesile ve münasebetle şefaat ister hale gelmiştir. Hatim duasında, yemek duasında, mevlitte, ilahide; cenaze, nikâh, düğün, ziyafet, ziyaret gibi hemen her münasebette insanlar şefaat istemektedir. Kendi iman ve ameli ile Allah’a kulluk ve itaatiyle cehennemden kurtulmak ve cennete gitmek için çabalayacağına, Allah’ın emirlerini yerine getirerek ve yasaklarından kaçınarak Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya ve böylece hem cehennemden kurtulmak hem cennete gitmek için çalışacağına, yalnız ve yalnız ameline bel bağlayacağına, insanların çoğunluğu umutlarını şefaate bağlamış duruma gelmişlerdir. Ve hemen her münasebette ve her duada bu Kur’an dışı şefaat anlayışı ile davranan ve hayal kuran mukallitler, “Şefaat ya Resulallah” deyip durmaktadırlar.

Kulluk görevlerini yerine getirmeyen kimileri, görev ve sorumluluklarını yerine getirmeden kestirme yollardan veya başkalarının üzerinden mükâfat almak veya cezadan kurtulmak istemektedir. Böylesi bir şefaat mantığı, dinin kesin ve açık öğretilerine inanıp salih amel işleyenleri cennete, inkâr edip kötülük işleyenleri de cehenneme koyacağını belirten Allah’ın adaletine ve verdiği söze aykırıdır.

Âhirette şefaatin olacağını belirten rivayetler Kur’an’ın açık ifadelerine aykırı olduğu gibi, kendi içinde de birçok tutarsızlıklar içermektedir. Öyle ki diğer peygamberleri kimi suçlu, kimi mahçup, kimi değersiz, kimi ümmetini değil, ancak kendini düşünen olarak göstermektedir. Bu rivayetlerde sayılan ve şefaat etme girişiminde bulunmaya (gûya) cesaret edemeyen veya yüzü tutmayan bu peygamberlerin, Âdem dışında, tümü ulul-azm (azim ve kararlılık sahibi) peygamberler olup Allah’ın yanında çok değerli olmalarına karşın ne duruma düşürüldüklerini, Hz. Muhammed’in ise buna dünden razı veya hevesli bir hava içinde gösterilerek bunu nasıl üstlendiğini düşünelim! Bu anlatım, tezgahlanan şefaat bağlamında peygamberlerin nasıl yarıştırıldığını göstermiyor mu?

Lâ ilâhe illallâh diyen kişiye Allah ateşi haram kılmıştır. rivayeti ile şefaat rivayetlerindeki Lâ ilâhe illallâh diyen cehennemden çıkarılır, rivayetleri birbiriyle çelişmektedir. Çünkü diğer bir kısım hadislere göre kişi lâ ilâhe illallâh dediği için zaten ateşe girmeyecektir ki ondan çıkarılmış olsun. Nitekim Kalbinde hardal tanesi kadar iman olan kişi ateşe girmez, denilmiştir. Kalbinde bu kadarcık bir iman bulunan kişi ateşe girmeyecekse, o zaman kalbinde bir arpa ağırlığı kadar iman olan kişi ateşten çıkarılır. La ilahe illallah diyen ve kalbinde bir buğday tanesi kadar iman olan kişi ateşten çıkarılır. La ilahe illallah diyen ve kalbinde bir darı tanesi kadar iman olan kişi ateşten çıkarılır, demenin anlamı kalmaz. Bir taraftan kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunan kişinin ateşe girmeyeceği söylenir, diğer taraftan kalbinde bu kadarcık iman bulunan kişilerin ateşten çıkarılacağı belirtilir. Bu bir çelişkidir. Bu rivayetlerin hangisi doğrudur?! Kaldı ki bunlar gaybdan haber veren, ama sübut bakımından yakinilik/kesinlik ifade etmeyen rivayetlerdir.

Onun için Kur’an’ı, fırka ve mezheplerin, rivayetler ve açıklamalarla yönlendirilmiş geleneksel anlayışların dışında, kendi bütünlüğü ve anlatım metodu içinde anlamak gerekir. Yüce Allah, çok ayette ancak iman edip salih amel işleyen kişilerin kurtulacaklarını belirtmekte ve bundan asla istisna yapmamaktadır. İman olmadan yapılan amellerin boşa gittiğini defalarca belirtmektedir. Cehenneme girdikten sonra oradan çıkışın Kur’an’da yer almadığını, ancak kafirlerin cehenneme gireceğini, Müslüman adını taşıdığı halde cehenneme girecek olan kişilerin, bunu şimdiden göz önünde bulundurmaları gerektiğini söylememiz daha yararlı olur. İnsanlar neden “Yüce Allah, cehenneme götürecek kötülükleri, cehennemin özelliklerini ve cehennemde çekilen azabın şekillerini insanlara sayıp döktüğü halde, bazılarının iddia ettiği gibi, aynı oranda önemli bir inanç ilkesi olması gereken cehennemden çıkışı neden bir kez olsun Kur’an’da belirtmez ve insanları bilgilendirmez?

Öte yandan mevcut şefaat anlayışının İslam’ın değil, başka inanç ve kültürlerin öğretisi olduğunu seslendiren kişilere insanların bu kadar ilgisiz kalmalarının veya muhafazakârlık güdüsüyle bu kadar tepkisiz kalmalarının sebebi, herhalde rivayetler konusunda yeterli doğru bilgiye sahip olmamaları, hayal kırıklığına uğramaları veya umutlarının boşa çıkması korkusudur. Çünkü geleneksel dindar ve muhafazakâr yığınlar ümidini şefaate bağlamış ve hayatını Allah’ın dinine değil, bu ümide göre yaşamaktadır. Neredeyse herkes kendisine Allah’ın dinine göre çekidüzen vermek yerine, şefaatle paçayı kurtarmanın hayali ve ümidi ile yaşamaktadır.

Aracılık fikrinin diğer bir uygulaması da, müesses tasavvuftaki, şeyhe ‘intisab’dır. “Tanrı ile doğrudan kurulan ilişki” şeklinde tanımlanması mümkün mistik tecrübenin kurumsallaşma sürecinde, zühd yaşantısında ciddi bir farklılaşma olmuş ve bu farklılaşmayla birlikte sufi–Allah düzeneği, mürid–şeyh–Allah düzeneğine dönüşmüştür. İlk dönem sufilerinde göze çarpan sadelik ve basitlik, Tasavvufun temel kitaplarında, Allah’a yaklaştırıcı pratikler ve metotlar anlatılırken giderek yerini daha teknik kavramlara ve sistematik teorilere bırakmaya başlamıştır. Üstelik bu, o kadar uzun zamana yayılan bir süreçte de olmamıştır. Tasavvufun temel kaynakları olarak bilinen ve peşi sıra gelen kitaplarda değişen bir perspektif olmuştur. Artık bireysel zühd olarak başlayan bir yaşantı kurumsal (tasavvuf) bir hal almış, herkes için mümkün olan Allah’a yakınlık/yaklaşma, istenen şartları yerine getirmeyenler için mümkün olmaktan çıkmıştır. Özetle, Kur’an’daki kurbet (yakınlık) kavramının anlamı ve bunun gerçekleşme şartları değişime uğramış, içsel aydınlanma hala mümkün olmakla beraber artık bu, hiyerarşik bir düzene bağlanmıştır. Örneğin Gazali’ye göre sıradan insanlar, Allah’a ulaşmak için, bir şeyhe bağlanmak ve onun izinden gitmek zorundadırlar. Bu telakkiye göre, artık ilk mutasavıfların farz ve vaciplerin yanında evrad, ezkar ve nevafil gibi diğer erdirici vazifeleri yapmakla Allah’a ulaşılacağına ilişkin yalın düşünceleri aşılmış ve bir şeyhin gerekliliği fikri, kök salmaya başlamıştır.

Tasavvufî düşünce hele kurumsal tasavvuf açısından bakınca, Allah’a yaklaşmak için vasıta bulmak ve ona sımsıkı sarılmak makul gelebilir. Ancak, bu telakki zaman içerisinde makullük sınırını aşmış ve İslam’ın sahih öğretisi açısından kabul edilmesi olanaksız bir mahiyet kazanmıştır.

Bu konuların fıkıh ve kelam gibi disiplinlerde yeterince tartışılmamış olması da, ciddi bir boşluk yaratmış ve bu boşluk maalesef, popüler İslam’ın kadim temsilcileri olan sufiler, vaizler ve kıssacılar tarafından doldurulmuştur. Böylece özellikle sufiler, kendilerine özgü dinî söylemleriyle geniş halk kitleleri nezdinde büyük bir teveccühe mazhar olmuşlardır. Bu mazhariyetle birlikte, kurumsallaşmış tasavvuftaki evliya hiyerarşisi içinde yer alan sivil ruhanilerin Allah’a daha yakın oldukları ve O’nun katındaki ricalarının geri çevrilmeyeceği gibi fikirler yaygın kabul görmüştür.

Mustafa Akman

_____________________________________

Not: Bu yazı aşağıdaki çalışmalardan istifade ile hazırlanmıştır.

1. Yrd. Doç. Dr. İsmail Çalışkan, “Allah-İnsan İlişkisinde Aracı Fikri: Vesilecilik”, İslâmiyât -Üç Aylık Araştırma Dergisi-, cilt: 5, sayı: 1 (Ocak-Mart), Ankara 2002., 181-190.

2. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2000.

3. İbrahim Sarmış, “İslam’ı Doğru Anlama Bağlamında Şefaat İnancı”, Haksöz Dergisi – Sayı: 193 – Nisan 07, http://www.haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=4973

4. Yaşar Düzenli, Üslub ve Semantik Açıdan Kur’an ve Şefaat, 2. baskı, Pınar Yayınları, İstanbul 2008.

Mustafa Akman

İ.H.L. Öğretmeni

E-posta: [email protected]