Prof.Dr. Mikail Bayram Röportajı

– Hocam, öncelikle bizi Konya’da ağırladığınız için teşekkür ediyoruz.  Biliyorsunuz Süleymaniye Vakfı olarak üç ayda bir çıkarmakta olduğumuz bir dergimiz var: Kitap ve Hikmet. Her sayımızda farklı bir konuyu işliyoruz ve bu sayımızın konusu “İslam tarihi boyunca siyasetin dini algı ve kaynaklara etkisi”. Biliyorsunuz, dinimizin siyasi emellere alet edilmesi öteden beri süregelen bir hastalık. Biz de bu konuyu, en iyi bilen kişiden öğrenmek istedik.

Evet, ben de sizlere çok teşekkür ediyorum. Çok güzel bir konu seçmişsiniz.

– Dilerseniz şuradan başlayalım: İslam’da meşru savaş şartları, Mümtehine Suresi’nin 8 ve 9. ayetlerinde bildirilmiştir. Peki buna rağmen, Nebimizin vefatından sonra, Müslümanlar fetih yapma gerekçelerini neye dayandırıyorlardı?

Şimdi, bir din doğduğu andan itibaren kendisini çevreye, hatta tüm dünyaya, tanıtma ihtiyacı hisseder. Onun için Hz. peygambere izafe edilen bir söz vardır; “Kur’an’ı tüm dünyaya yayınız.” Bu, peygamberlerin ana umdelerinden birisidir. Bir peygamber dinini yayacağı zaman çevresine tebliğ ile başlar. Tebliğsiz din olmaz. Tabi, bizim peygamberimiz için bu tebliğin safhaları çok belirgindir. Ben bunu genellikle şöyle ifade ediyorum; Hz. peygamber, peygamberlik görevini aldığı andan itibaren, onun bu tebliğ görevini nasıl yürüttüğü birkaç safhada incelenebilir. Birinci safhası için -ki en önemli safha budur- Hz. peygamber insanların düşüncelerini dizayn ediyor. Bunu yaparken de iman esasları üzerinde duruyor. İman esaslarını insanlara telkin etmek suretiyle insanların zihinlerine bir düşünce kalıbı, Avrupalılar buna düşünce formu diyorlar, bir düşünce formu yerleştiriyor. Hz. peygamberin etrafında ilk halkalanan insanlar diğer insanlardan daha farklı düşünebilen insanlardı. Niye daha farklı? Çünkü Hz. peygamberden düşümenin bir takım temel umdelerini almışlar. Ve bu temel esaslara inandıkları için çevrelerindeki diğer insanlardan daha farklı düşünebilen insanlar haline gelmişler.  Bunlar zaman içerisinde cemaatleşiyorlar. Hz. peygamberin ilk sloganları, slogan tabirini kullanayım, hep bu yöndedir. Mesela; “Lâ ilahe illallah, Muhammedun rasulullah.”  Bir olan Allah’ı tebliğ ediyor ve kendisinin de onun peygamberi olduğunu ilan ediyor. Ve ondan sonra her şeyin Allah tarafından yaratıldığı, Alah’tan başka yaratıcının olmadığını vurguluyor. Fatiha suresinin başındaki ibare bunu ifade eder; “Elhamdu lillahi” “Yaratılmamışlık Allah’a mahsustur.” Her şey yaratılmıştır. Ama Allah, yaratılmamış ve varlığı kendiliğinden olandır. Dolayısı ile bu telkinler sonucu insanlar belli bir şekilde düşünmeye başlıyorlar. Zihinlerinde belli düşünce kalıpları, formları, oluşuyor. Ve çevreye, doğaya, kainata baktığı zaman o formla düşünüyorlar, o formla değerlendiriyorlar eşyayı, tabiatı, insanı hatta hayatı. Tabi, hayatı bu şekilde değerlendirdikleri zaman, bu dünya hayatından sonra gelecek olan hayatı da öğreniyor, tanımaya başlıyor. Buraya kadar söylediklerimiz tebliğde birinci safhayı oluşturuyor. İkinci safhada, hayatı şekillendiren ahlaki normlar tebliğ edilmeye başlanıyor. Müslümanların, birbirlerine karşı münasebetlerini tanzim eden, düzenleyen, tebliğler, mesajlar geliyor. Böylece Hz. peygamber, Müslümanlar arasında, belli bir düşünce formuna sahip insanlar arasında, ilişkilerin nasıl olması gerektiği konusunda onları bilgilendiriyor. Üçüncü safhada da Müslümanların ekonomik hayatlarını tanzim eden emirler ve mesajlar geliyor. Zekatın emredilmesi, faizin yasaklanması, sadakanın uygulanması gibi bir takım emirler ve mesajlar geliyor. Böylece bu emirler ve mesajlar vasıtasıyla, belli bir düşünce formuna sahip inananlar arasındaki ekonomik ilişkileri tanzim ediyor. Bu üç umdeden sonra, dördüncü bir şey daha var, o da Medine’de oldu. Medine sözleşmesi var ya, Muhammed Hamidullah haklı olarak bunu insanlık tarihindeki ilk anayasa diye vasıflandırır ve gerçekten öyledir. Hz. peygamber Medine’ye geldiği zaman, burada Farklı kabileler halinde Yahudiler vardı, paganist yani putperest olan Araplar vardı, az da olsa Hıristiyanlar vardı, şimdi bir de bunların arasına müslümanlar katılacaktı. Bu farklı etnik gruplarla bir arada yaşarken belli bir düzenin, belli bir hiyerarşinin oluşması gerekiyordu. Hz. peygamber bu düşüncesiyle diğer kabilelerle, diğer etnik gruplarla temaslarda bulundu, onlarla görüşmeler yaptı. Bu görüşmelerinde onlara ‘sizlerle bir arada yaşayacağız, birbirimize karşı bir takım sorumluluklarımızın olması kaçınılmazdır. Bunu belli bir sözleşmeye bağlayalım’ şeklinde teklifte bulundu. Onlar da Hz. peygamberin bu teklifini haklı buldular. Böylece Hz. peygamber, müşrikler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanların bir arada yaşaması halinde birbirlerine karşı sorumluluklarını belirleyen maddeler sıralıyor. Bu sözleşme yaklaşık elli beş maddelik bir metindir. İşte o sözleşme metni içerisinde Medine’de böyle bir ortam yaratılmaya çalışmış. Tabi, bu ortam yaratıldıktan sonra çevredeki bazı kabileler de Hz. peygambere müracaat etmişlerdir, biz de size katılmak istiyoruz, biz de bu barış ortamına dahil olmak istiyoruz, diye ve bu sözleşmenin çerçevesi daha da genişlemiştir.

– O zaman tebliğ aslında böyle olmalıdır. Yani insanların size gelmelerini sağlayarak.

Çok doğru. İşte böyle bir ortam meydana geldikten sonra hepimizin çok iyi bildiği gibi bu sözleşmeyi yine ilk defa bozanlar Yahudiler oldu. Bu sözleşmeye göre Medine Devleti, Medine Site Devleti diyelim, dışarıdan bir taarruza maruz kaldığı takdirde hep birlikte bu taarruzu önleyeceklerdi; böyle bir madde vardı. Tabi, Müslümanlar Medine’de yaşıyorlar ve Mekkeli müşrikler de Müslümanlara karşı savaş açıyorlar, ordu topluyor, Medine’ye karşı taarruza geçiyorlar. Böyle bir durumda ne yapılması gerekiyordu? Hıristiyanıyla, Yahudisiyle, Müslümanıyla topyekun şehrin müdafaa edilmesi gerekiyordu. Ancak Yahudiler böyle yapmak yerine tam tersine düşmanla, yani Mekkeli müşriklerle işbirliği içerisine girdiler ve Hendek Şavaşı’nda, hendeğin bazı yerlerini Mekke ordusunun girebilmesi için doldurdular. Bu durum Müslümanlar için büyük bir tehlike arz etmişti. Ancak Müslümanlar, o hendeğin doldurulduğu bölgede yığınak haline geldiler ve düşmanın orayı geçmesine izin vermediler. Tabi, Yahudiler kendi istekleriyle bu sözleşmeyi bozunca, Hz. peygamber onlara karşı bir takım yaptırımlarda bulundu.

– Şehri terk etmek zorunda kaldılar.

Tabi ki. Zaten sözleşmede taraflardan birisinin ihaneti halinde uygulanacak yaptırımlar belirtilmişti. Yahudiler açıkça suçlu bir duruma düştüler ve şehri terk etmek zorunda kaldılar. Malum, Hayber’e çekildiler. İşte tebliğin bu dördüncü safhasında peygamber bir cemaatleşmeye gidiyor, böyle dinamikleşmiş bir cemaat meydana getiriyor. Bundan sonra da Medine’de o site devleti dediğimiz özellik ortadan kalkarak, çevreye genişlemeye başladı. İşte cemaat kurulduktan sonra bütün işler bu devletleşmiş olan dini cemaat içerisinde yürütülüyor, bakınız tabirime dikkat edin; “devletleşmiş dini cemaat”. Hz. peygamber de bu devletleşmiş dini cemaatin lideri konumundaydı. Hz. peygamber artık belli şahısları bir yerlere gönderiyor, yani atamalar yapıyor, vergi topluyor, ayette de olduğu gibi zekat memurları tayin ediyor.  Devlet Hazinesi diyebileceğimiz “Beyt’ul mal” kavramı ortaya çıkıyor.

– Yalnız bugün özellikle gençlere devlet denilince daha tanrısal bir yapı zihinlerine geliyor. Ancak burada sözünü ettiğimiz yapı öyle değil. Tamamen Allah’ın ayetlerinin hakim olduğu bir yapı.

Evet, tamamen tabii bir yapılanmadır bu. Zaman zaman Allah rasulü bir yerlere küçük askeri birlikler gönderiyor, hem oradaki insanlara tebliğde bulunmak hem de İslam’a itaatlerini sağlamak için bir takım faaliyetlerde bulunuyorlar. Tabi, daha sonraki dönemlerde büyük savaşların ilan edilmesi de yine Hz. peygamber vasıtayla oluyor. Bunların içerisinde belki en büyükleri Tebük Seferi’dir.

– Peki, hocam bunların gerekçesi sadece tebliğ mi yoksa saldırı mı söz konusu? Yok, bunların gerekçesi Allah’ın otoritesini insanlara kabul ettirmek. – Ama bunu kılıç zoruyla mı yapıyoruz?

Hayır, tebliğ ile.

– Önemli olan o! Aksi takdirde İslam’ın saldırgan bir din olduğu zannedilebiliyor. Ama burada amaç insanlara tebliğ yaparak geri dönmek. Peki, bunun için nasıl bir yöntem izleniyor? Ordu toplanıp öyle mi gidiliyor? Yoksa bunun için başka bir gerekçe var mı mesela Tebük Seferi’nde farklı bir gerekçe mi vardı, bir cezalandırma falan mı söz konusuydu?

Şimdi, bu durum Medinelilerle, Mekkeliler arasındaki münasebetlere benziyor. Allah Rasulü, Medine’de bu şehir devletini kurduğu zaman asıl saldırgan olan Mekkeli bürokratlardı. Mekke’deki müşrik olan bu insanlar sadece Mekke’den de ibaret değildi. Ehabiş dediğimiz Mekke çevresindeki kabileler de bunlara dahildi. Dolayısı ile saldırgan olan onlardı.

– Ama orada bir gerekçe var, Mekkeliler Allah Rasûlü’nü evinden çıkarmışlardı. O yüzden oraya geri dönülmesi, oranın tekrar fethedilmesi gerekiyordu. Dolayısıyla burada meşru bir gerekçe var.

Şimdi, birileri sizi evinizden kovmuşlar, hatta malınıza mülkünüze el koymuşlar, böyle kimselerle aranızın hoş olması mümkün mü?

– Zaten Mekke ve Medine arasında olan savaşlarda bir problem yok. Ancak daha sonraları özellikle peygamberimizin vefatından sonra İslam’ın kılıçla yayılması mantığını nereye oturtuyoruz? Sahabe bunu nereye oturtuyordu? Özellikle emîr’ul mü’minin dediğimiz halifeler bunun temelini nereye dayandırıyordu?

Suriye muhitinde, bugünkü Ürdün topraklarında, Bizans tarafından oluşturulan bir takım askeri hareketler vardı. Ve onlar bir yandan Müslümanları tehdit de ediyorlardı. Hz. peygamberin Tebük Seferi’nin ana amacı da budur, onlara kendi gücünü ve varlığını hissettirmek. Bir de o bölgedeki Arap kabilelere bu vesile ile İslam’ı duyurmak, tebliğ etmek istiyordu.

– Bu kabilelerin İslam’a girmelerini sağlayıp Müslümanların gücünü arttırma ve belki de Bizans’a karşı bir tampon bölge oluşturma gayreti de vardı sanırım.

Tabi ki. Hatta ben biraz daha modernleştireyim, o kabilelere emperyalizmin kötülüğünü gösterme ve bu sömürgeci anlayıştan onları kurtarma tasallutu vardı.

– Hocam,  aklıma şöyle bir soru geliyor, hazırladığım sorular arasında bu yok ama tarih okumalarım esnasında zihnimde canlanan bir şey olduğu için size de sormak istiyorum. Kur’an’ın prensiplerinin hayata geçmesiyle birlikte, Nebimiz döneminde bir kişi ile başlayıp daha sonra böyle büyüyen bir hareket vardı. Bizans’ta, bir çeşit zulüm altında, emperyal baskı altında yaşayan insanların bu adalet, ahlak ve özgürlük hareketine karşı sempati duymaları ve ‘biz bu Bizans’ın yükünü neden çekiyoruz’ dercesine Müslümanlara katılmış olmaları gerekiyordu, diye düşünüyorum.

Evet ben de tam oraya geliyordum. Zaten İslam’ın Arap yarımadasının dışına taşması biraz da bu sayede oldu. Müslümanların ahlaklı, dürüst, adaletli insanlar olduğu yönünde kanaat o bölgelerde oluşmuştu. Fakat burada şunu unutmamak lazım, İslamiyet Arap yarımadasının dışına çıktığı andan itibaren dünyanın iki süper gücü ile karşı karşıya geldi.  Bunlardan birisi İran, Sasani İmparatorluğu, diğeri de Bizans İmparatorluğu’dur.  Bu iki imparatorluk çok eskilerden beridir birbirleriyle mücadele halindeydiler. İslamiyet de Arap yarımadasının dışına çıktığı andan itibaren, onların otoritesi altında olan kabilelerle muhatap olmak durumda kaldı. Hatta Hîreliler, Palmirliler, Nabatlılar, Gassâniler gibi beylikler Bizans’la İran arasında bir tampon bölge oluşturuyordu. İranlılarla görüşmelerin müsebbibi olarak Halin Bin Velid görülür.

– Madem ki Halid Bin Velid’e geldi söz, onunla alakalı da bir şey sormak istiyorum. Hz. Ebubekir zamanında ortaya çıkan bazı sahte peygamberler var. Bu sahte peygamberlere karşı da Hz. Ebu Bekir, Halid Bin Velid’i gönderiyor. Fakat o gidiyor bunları yakıyor. Ben buradan İslam’ın bazı devlet kadrolarında, özellikle askeri kadrolarda tam olarak özümsenemediği sonucunu çıkartıyorum. Eğer böyle ise, yani bu derece İslam’ın özümsenmediği kadrolar ile bu fetihler gerçekleşiyorsa, o zaman ele geçirilen bu yerlerin ne kadar İslamlaşması beklenebilir? Veya amaç gerçekten İslam’ı yaymak mı yoksa toprak ele geçirip, ganimet elde etmek mi?

Çok güzel ifade ettiniz. Tabi ki İslamiyet, daha Hz. peygamber zamanında Yemen’e kadar yayılmıştı. Oralarda Müslümanlar vardı. Ancak oralardaki Müslümanlar da gayrimüslimler ile bir uyumsuzluk içindeydiler. Hatta oralarda da bu Müslümanlara karşı eza ve cefa etme hareketleri vardı, özellikle Yemenliler bunu çok yapıyorlardı. Dolayısı ile Hz. peygamberin vefatından sonra bu yörelerin insanları Müslümanlara karşı bir tepki oluşturdular. Bir de Muhammed (s.a.v)’in peygamberlik ile bu derece büyük başarılar ortaya koyması, bazılarını cezbetmişti. Ben de onun gibi olabilirim gibilerinden sahte peygamberler türüyordu. İşte bunlardan biri olan Museylemet’ul Kezzab tamamen bu hesap içindeydi. Bu Museyleme, Yemâme bölgesindeydi. Yemen bölgesinde Esved-ul Ansi vardı. Bahreyn bölgesinde Secah adında bir kadın vardı. Bunlar da bir takım tebliğlerde bulunuyorlardı. Üstelik bu tebliğleri vasıtası ile etraflarına insan toplamayı da başarabilmişlerdi. Daha sonra da etraflarına topladıkları bu insanları Müslümanlara karşı bir güç olarak kullanıyorlardı. O yüzden Hz. Ebubekir’in başa geçer geçmez ilk işi bu tür sahte peygamberlerle ve dinden dönme hareketleriyle mücadele etmek oldu. Mesela Ebu Cehil’in oğlu İkrime Bin Ebî Cehil’i bir orduyla Yemen’e gönderdi. İşte bir başka komutanı Esved’-ul Ansi üzerine gönderdi. Halid Bin Velid’i Yemame’ye gönderiyor. Neden Yemame’ye gönderiyor? Çünkü Hz. peygamberin vefat ettiğini duyduğu zaman Yemameliler bayram ilan etmişlerdi. Ve kendi aralarında bir güç oluşturmuşlardı. Bu gücün dağıtılması için Halid Bin Velid o bölgeye gidiyor. Ve oraya gitti zaman, sizin de az evvel dile getirdiğiniz gibi, onlardan bir grubu bir yere tıkıp sonra ateşe verdi. Bu durum merkezde duyulduğu zaman, Hz. Ömer hemen Hz. Ebu Bekir’e giderek, Halid Bin Velid’in bir takım yanlış işler yaptığının kulağına geldiğini ve görevinden derhal azledilmesi gerektiğini söyledi. Fakat Hz. Ebu Bekir, Halid Bin Velid’in başarılarını engellememek için görevine hemen son vermedi. Ancak ona bir takım prensipler ve ölçüler duyurdu. Bundan sonra Halid Bin Velid, Bahreyn istikametine yöneldi. Orada sahte peygamberliğini iddia eden Secah adındaki kadının söylemlerine bakıldığı zaman daha çok Mecusilik kökenli olduğunu anlıyoruz. Bunlar Bahreyn’den kuzeye doğru kaçmaya başladılar.  Halin Bin Velid’in Yemâme’de insanları yakması Bahreyn bölgesinde de çok dehşetli bir etki bırakmıştı. Dolayısı ile Halid Bin Velid’in geldiğini haber alınca Secah’ın takipçileri o bölgeden kaçtılar ve Halin Bin Velid de onları takip etti. Daha sonra bu kaçanlar İran topraklarına girdiler. Ancak Halid Bin Velid’in neresi İran toprağıdır, neresi değildir bir bilgisi yok. Peşlerinden onları kovalamaya devam etti. Böylece Basra’ya geldiler. Basra o sıralar İran’ın ithalat ve ihracat merkeziydi. Tabi, Basra’ya gelinceye kadar yol üzerinde İran’ın bir takım hudut karakolları vardı, onlara biz ‘merz’ diyoruz. Bu karakollarda görev yapan askerlere de ‘merzubân’ denir. Halid Bin Velid, işte bu İran askerleri ile mücadeleye girişti ve onları mağlup ederek Basra’ya kadar ilerledi. Şimdi bu noktada bir başka giriş yapalım. O da şudur, Hz. Ebu Bekir’in halifeliği döneminde İran hudutları olan o bölgeden Müsennâ adında bir şahıs çıkıyor ve Medine’ye geliyor. Hz. Ebubekir ile görüşüyor, etrafında kendi gayretleri ile müslüman bir cemaatin oluştuğunu haber veriyor. Ve eğer izin verirse bu cemaat ile İran topraklarında talancılığa çıkmak ve İranlılarla savaşmak istediklerini söylüyor. Ancak Hz. Ebu Bekir, ona İranlılarla savaşması için izin vermiyor. Müsennâ, geldiği gibi memleketine geri dönüyor. O esnada Bahreyn’den kuzeye doğru gitmekte olan Halid Bin Velid’in adamlarıyla birleşiyorlar ve doğrudan Halid Bin Velid’in emri altına girerek orduya katılıyor. Böylece Müsennâ da aradığı, umduğu şeyi orada bulmuş oluyor. Bu arada Halid Bin Velid, Basra’da büyük tahribatlar meydana getirdiği gibi Hîre’ye de gitmek istiyor. Hîre, bugünkü Kûfe topraklarının bulunduğu yerdi, Fırat kıyılarında. Orada bir devletçik olan Hîre Devleti vardı. Fakat bu devlet tamamen Sasanîlerin, yani İranlıların egemenliği altındaydı, ancak halkı Arap idi. Daha önceden de oraya İslamî tebliğ ulaşmıştı. Bu arada unutmadan şunu da söyleyelim;  Halid Bin Velid, Basra’ya girince, Hz. Ömer tekrar Hz. Ebu Bekir’in yanına gidiyor ve Halid’in yine gayri meşrû işlere kalkıştığını, bir başka devletin topraklarını ihlal ettiğini söyleyerek hemen Halid Bin Velid’in görevine son verilip, geri çağrılması yönündeki teklifini yineledi.

– Hz. Ömer’in o dönemde başka bir görevi var mıydı?

Yok, Halife’nin müşâviriydi. Bu yönde bir hizmet veriyordu. Ancak Hz. Ebubekir, Halid Bin Velid’i yine de azletmemişti. Bu arada Halid Bin Velid, Basra’dan Fırat nehri boyunca hareket ederek Hîre’ye girmek istiyor. Bunu yapabilmek için de Basra’da el koyduğu gemilere askerlerini bindirerek, nehrin akışının ters istikametindeki Hîre’ye doğru gidiyor. Ancak Hîreliler bunu haber alıyorlar. Bunlar çok önceden durumu haber alınca nehrin yönünü değiştiriyorlar. Tabi, bunu yapmak o bölgede mümkündü, bir kanal meydana getirip nehri başka tarafa verebiliyorlardı. Hîreliler de böyle bir yönteme başvurdular ve nehrin yönünü değiştirdiler ve böylece Halid Bin Velid’in gemileri karaya oturdu.  Daha sonra tahta çarıklı Müslüman askerler -ki bunların bir çoğu köylü fakir Müslümanlardı- ağır koşullarda, o tahta çarıkları ile çölü geçmek zorunda kaldılar. Ve sonuçta Hîre’ye ulaştılar. Halid Bin Velid, Hîre Devleti’ni yenilgiye uğrattı ve Hîre’yi zaptetti. Böyle Halid Bin Velid, Hîre’yi tamamen kendi kontrolüne almış oldu.

– Yani burada kontrolden çıkmış bir ilerleme söz konusu. Merkezle bağlantısı kopmuş, Hz. Ebu Bekir’in müdahale edemediği bir ilerleme var ortada öyle mi?

Evet, durum aynen öyleydi. Tabi, bu arada Hz. Ebu Bekir vefat etmişti. Ardından, bildiğiniz gibi Hz. Ömer halife seçiliyor. Ve Hz. Ömer’in halife seçilir seçilmez ilk yaptığı iş, Halid Bin Velid’i azletmek oluyordu. -Hocam, Hz. Ömer döneminde de bu ilerleme İran’ın, yani Sasanî İmparatorluğu’nun yıkılmasına kadar devam ediyor. Sormak istediğim şey şu: Hz. Ömer, Halid Bin Velid’in kendi inisiyatifi ile yarattığı bu olumsuz durumu, kendisi de tasvip etmemesine rağmen, nasıl devam ettirdi de bu olay Sasanî Devleti’nin yıkılmasıyla sonuçlandı? Bunun gerekçesi nedir? Onun gerekçesi şöyledir; Halid Bin Velid, Hîre’ye varıncaya kadar bir çok sınır karakollarını savaşarak mağlup edince, buradaki askerlerden bir kısmı İran merkezine kaçarak ‘çölden büyük bir tehlike yaklaşıyor’ diyerek bu durumu İranlı yetkililere haber veriyorlar. Buna karşın İranlı yetkililer yeni yeni müfrezeler hazırlayıp gönderiyorlar ancak bu müfrezeler de Araplar karşısında her seferinde yenik düşüyorlar. Çok enteresandır, İran teknik açıdan çok daha donanımlı ve güçlü olmasına rağmen Müslümanlar kendilerine güvenleri ve cesaretleri sayesinde bunları mağlup ediyorlardı. Söz buraya gelmişken bilinmesi gereken bir konu daha var. Bu İranlılar ve Araplar arasındaki sosyolojik bir meseleyi hatırlamak gerekiyor. İslam’dan çok önceleri Fırat nehri kıyılarında İran köyleri vardı. Bu bedevî Araplar da aç ve fakir insanlardı. Böylece sık sık kendi aralarında birleşip bu köylere saldırarak gıda yağmacılığı yapıyorlardı. Biliyorsunuz, İranlı olan bir sahabe Selman-ı Farisî, Hendek Savaşı zamanında peygambere ‘bizim köylerimiz sık sık düşmanlar tarafından saldırıya maruz kalırdı. Biz de köylerimizin etrafına bir Hendek kazarak Fırat nehrinin suyuyla orada bir kanal oluştururduk’ diyerek müşavirlikte bulunmuştur. Rivayetlere göre Hz. peygamber de onun bu teklifini olumlu karşılıyor. Yani buradan anlıyoruz ki Selman-ı Farısî de bu bölgeden bir insandır. İşte İslam’dan önce de böyle vur-kaçlar oluyor ve İranlılar bunları kovalıyorlar. Ancak şu da bir gerçektir ki büyük devletler çöl savaşlarında başarılı olamıyorlar. Ağır kalıyorlar. Çöl Arapları köylere girip talancılık yapıyorlar ve hızlı bir şekilde çölün derinliklerinde kaybolabiliyorlar ve İran merzubanları bunları takip edemiyorlar. Daha sonra bir süre bekleyen bu bedeviler, bir yığınak meydana getirip tekrar bir köye saldırıyorlar. Bu durum, asırlar boyunca böyle devam edegelen bir hadiseydi.

– Zaten önceden de bir çekişme varmış yani.

Evet. Dolayısıyla, Halid’in meydana getirdiği son saldırılar İranlılar açısından bardağı taşıran son damla oluyor ve İranlı yetkililer, artık bu saldırıların kökünü kazımak amacıyla nizâmi bir ordu hazırlayıp, bu bölgelere gönderiyorlar. İran devlet ordusu hazırlandığı zaman Direfşi Gâviyân denilen bir bayrak çekilirdi, bu saltanat bayrağıdır. İşte, böyle orduyu hazırlıyorlar, Direfşi Gâviyanı da dikerek o bölgeye ordu gönderiyorlar. İranlıların bu ordusu, Köprü denilen mevkide, Müslümanlarla ilk defa ciddi bir savaşa giriyorlar. İşte İranlılarla Müslümanlar arasında olan savaşların ilki bu Köprü Savaşı’dır. Tabi, İran ordusunda çok büyük teçhizatlar var, filler var, aslanlar var.  Bunlara cenk aslanları diyorlar, kafeslerle savaş alanına getiriyorlar ve orada kafeslerinden salıyorlar.  Tabi, bu aslanlar düşmana saldırmaları için eğitilmiş, İran askerlerini tanıyabilecek kabiliyetteydiler. İşte, Köprü Savaşı böyle bir savaştı. Bu savaşta Müslümanlar bir başarı elde edemediği gibi İranlılar da tam bir başarı elde edemediler.  

– Asıl başarı Kadiseye’de oluyor sanırım.

Evet, esas başarı Kadiseye’de oluyor. Bu Köprü Savaş’ından sonra İranlılar, Müslümanların savaşçılığı konusunda bilgi sahibi olmuş oldular. Bu savaş İranlılara Müslümanların savaşçılığını öğretmiş oldu. Hal böyle olunca İranlılar daha büyük bir ordu hazırlıyorlar, yaklaşık doksan bin ila yüz yirmi bin kişiden oluşan bir ordu. Müslümanlar, otuz beş bin kadar kişiden müteşekkil bir ordu çıkarıyorlar. Ancak İran ordusunun farklı bir yönü daha var, ordunun içerisinde Arap askerler de vardı. Ermeniler vardı, Süryanîler vardı, bunlar Kuzey Anadolu’dan toplayıp getirdikleri ordulardır. Yani onları da içlerine alarak, Müslümanları ortak bir düşman olarak nitelendirmek amacını da güdüyorlardı. İşte, böyle bir orduyla Başkomutan Rüstem, Kadısiye bölgesine geldi. İranlıların böyle büyük bir orduyla geldiği haberini alınca Hz. Ömer telaşa düşüyor. Gençlerden oluşan yeni bir askeri birlik hazırlıyor ve takviye olarak gönderiyor. Diğer yandan, Hz. Ömer komutan tayin etmede, komutan seçimi konusunda sıkıntı yaşıyor. Bazıları Hz. Ali olsun diyorlar. Hz. Ömer’e böyle bir teklifte bulunuyorlar.  Hz. Ömer diyor ki; ‘Ali acelecidir, Müslümanları zarara uğratabilir’ ve onu kabul etmiyor. Sonra Abdurrahman Bin Avf’ı öneriyorlar. Onun için de; ‘o çolaktır’ diyor, Uhud Savaşında sakatlanmıştı çünkü.. En sonunda Sad Bin Ebi Vakkas’ı teklif ediyorlar. Sad Bin Ebi Vakkas da o sıralar hastaymış. Hz. Ömer de diyor ki; ‘Gidin ona sorun. Eğer kabul ederse onu gönderelim. Çünkü o ihtiyatlı ve hesaplıdır.’ Böylece gidip, Sad Bin Ebi Vakkas’a durumu bildiriyorlar. Sad Bin Ebi Vakkas da kabul ediyor. Sonuç olarak Sad Bin Ebi Vakkas’ı bu yedek birliklerle beraber Kadısiye bölgesine komutan olarak gönderiyorlar. Kadısiye Savaşında çok enteresan tablolar var. Evvela iki ordu bu Kadısiye denilen bölgede karşı karşıya geliyorlar. Ve aralarından bir aydan fazla süren bir diyalog yaşanıyor. Müslümanlar bir takım diplomatlarını onlara gönderiyorlar, onlar da bir takım diplomatlarını Müslümanlara gönderiyorlar.  Bir anlaşma zemini oluşturulmaya çalışılıyor. İranlılar, şu noktayı kabullenemiyorlar; diyorlar ki, ‘siz çölde yaşayan fakir insanlardınız. Deve sütünden, timsah etinden başka bir yiyeceğiniz de yoktu.’ İranlıların ünlü şairi Firdevsi var, o da bu durumu Şahnâme’sindeki bir şiirinde şöyle dile getiriyor: Yılan etinden ve Deve sütünden başka yiyeceği olmayan bu Araplar Şimdi ise işi ne kadar azıttılar. İşte bunu hazmedemiyorlardı. Bu elçi göndermeleri esnasında, bir seferinde Sad Bin Ebi Vakkas, Muğîre’yi elçi olarak gönderiyor. Elçiler de tabi beş-on kişilik bir heyet halinde gidiyorlar. İranlılarda bir adet vardır, elçiler geldiği zaman, elçinin ayağının altına halılar döşenir. Elçileri etkilemek ve güçlerini göstermek için yapılan bir şeydi bu. Tabi, Müslümanlar da geldikleri zaman, kılıçlarına basarak yürüyorlar, kılıçları da halıları deliyor. Bu durum karşısında onlar da şaşkına dönüyorlar, hatta tepki gösteriyorlar ‘kılıçlarınız halıları deliyor’ diye. Neyse böyle bir girişten sonra Muğîre Rüstem’in huzuruna geliyor. Yine, İran geleneğinde elçi huzura geldiği zaman, otur denmedikçe oturmaz. Huzurda hazır durur veya elleri önde bağlı durur emir bekler. Ancak Müslüman elçiler oraya girince öyle emir falan dinlemiyorlar, hemen sere serpe oturuyorlar, kılıçlarını da koltuklarına dayıyorlar. Rüstem’in önüne bu şekilde çıkıyorlar. Sonra Rüstem’le Muğîre arasında bir diyalog geçiyor. Rüstem Muğîre’ye diyor ki; ‘Siz fakir insanlardınız. Yiyeceğiniz yoktu. Arada bir biz size acır yiyecek verirdik, sizi geri gönderirdik. Madem ki siz buraya kadar geldiniz. Biz size yeteri kadar yiyecek verelim çekin gidin. ‘ Muğîre de ona diyor ki; ‘bu dediklerinin hepsi doğrudur, biz eskiden böyleydik. Fakat cenâb-ı Allah bize bir peygamber gönderdi, o peygamberin irşâdı ile biz insanlığı öğrendik. İnsanlığın mana ve mahiyetini öğrendik. Dolayısıyla biz o peygamberin öğretileri çerçevesinde birleştik, böyle bir cemaat olduk. Eğer sen de bu tebliği kabul edersen ve Müslüman olursan, senin hiçbir şeyine dokunmayız. Sen yine komutanlığına devam et, şahın yine ülkenin şahı olsun ama Allah’ın emirlerine de riayet edin ve Allah’ın dinine uyun.’ Bu sözler, Rüstem’i çileden çıkartıyor. Tabi, Muğîre de Rüstem’e aynı şeklide tehditkâr bir karşılık veriyor. Onun için Muğîre’ye batıda, “dehşetli diplomat” lakabı verilir. Zaten Muğîre’nin bu görüşmesinden sonra da savaş başlıyor. Yine, bu savaşta da daha evvel söylediğimiz gibi çok sayıda filler var. Aslanlar ve donanımlı daha pek çok savaş silahları var.

– Sanırım Rüstem bu savaşta ölüyordu.

Evet, Rüstem ölüyor. Rüstem’in bu şekilde öldüğünü görünce İranlı askerler arasında bir panik başlıyor. Onun kardeşi İskender de kalan askerlerle geri çekiliyor, kaçıyorlar. Ve o muazzam doksan bin kişilik ordu kaçışmaya başlıyor. Az evvel söylediğimiz gibi Ermeni olanlar kendi memleketlerine, Süryaniler kendi memleketlerine dağılıyorlar.

– Geride de çok sayıda ganimet bırakıyorlar.

Evet, ağır ordular böyledir. Ağır ordular daima arkalarında çok büyük ganimet bırakırlar. Onun için Kadısiye Savaşı da çok sayıda ganimet kazandıran bir savaştır. Ağır bir ordunun malzemeleridir.

– Hocam, isterseniz yavaş yavaş Medayin’e doğru geçiş yapalım. Bugün Müslümanlar tarafından dinin gereği gibi kabul edilen pek çok inanış, ritüel, hurafe ve gelenek aslında Medayin’in fethi ve İran-Sasanî Devleti’nin yıkılmasıyla İslam’a sızmış ve sokulmuş diyebilir miyiz? Bu fethin sonuçlarını bize anlatabilir misiniz?

Sad Bin Ebi Vakkas, Kadısiye’deki zaferi Hz. Ömer’e haber verince, Hz. Ömer;  ‘Bunlar şimdi içerilere doğru kaçarlar, daha sonra tekrar büyük bir ordu toplayıp bize karşı taarruza geçerler. O yüzden sen onları sıkı bir şekilde takip et.” diye emir verdi. Bunun üzerine Sad Bin Ebî Vakkas, askerlerine bu yönde direktiflerini verdi ve Müslümanlar kaçan İranlı askerlerin peşine düştüler.

– Hocam, burada şunu da sorayım, o ele geçirdikleri bölgelerin halklarını ne yapıyorlar?

Halka dokunmuyorlar. Sadece askerlerle savaşıyorlar. Daha sonra da sulh antlaşması için onlarla masaya oturuluyor.

– Ehl-i kitap sayıldıkları için cizye alınıyor sanırım.

Evet, İranlılar da ehl-i kitap sayılmışlar. Neyse, Müslümanlar bu kaçan İranlı askerleri takip ediyorlar ve Medayin önlerine geliyorlar. Medayin, şehirler demektir. Buraya şehirler denmesinin sebebi, şehrin yedi parçadan oluşuyor olmasıydı. Bu yedi parça şehirden her birisinin çevresinde muhkem surlar vardı. Nehrin kuzeyinden güneyine bu şehirler sıralanıyordu. Bazısı nehrin doğu yakasında bazısı batı yakasındaydı. Nitekim en güneydeki şehre de Ksenefon deniyordu. Bu şekilde güneye, şahın merkezi olan Ksenefon’a doğru ilerliyorlardı. Oraya geldikleri zaman Nehrin karşısına, Ksenefon’a geçebilmek için kayıklar tedarik ediliyor ve Sad Bin Ebi Vakkas da o kayıklarla karşıya geçiyor.

– Peki, bir direnişle karşılaşmadırlar mı?

Medayin’de öyle bir şey olmadı. Zaten İranlılar panik halindeydiler. Bütün güçlerini Kadisiye’ye vermişlerdi. Hatta ne yapacaklarını hiç bilmez bir vaziyetteydiler. Müslümanlar şehre girmeden önce şah komutanlarıyla beraber sarayı terk ediyor ve doğu tarafına kaçmaya başlıyor. Sad Bin Ebi Vakkas, İran’ın fethedildiği haberini Hz. Ömer’e gönderdiğinde Hz. Ömer’in cevabı çok ilginç olmuştur: ‘Orada esir olarak edindiğiniz, genç kızları ve dul kadınları Müslüman erkeklerle evlendir, ortada kalan kadınları öyle bırakmayın.” Ve bir evlendirme furyası başlıyor. Bununla beraber Hz. Ömer diyor ki; ‘Aldığınız ganimetlerden o kadınlara da verin.’

– Yani köleleştirmeyin.

Aynen, öyle. O kadınların köleleştirilmesini ve ortada kalmalarını önlemeye çalışıyor.

– Demek ki daha sonra geliştirilen bu cariyelik sisteminin tam zıddını yapıyor.

Evet, işte o tür bir cariyelik sisteminin olmadığını gösteriyor bizlere. Ben buna büyük hayranlık duyuyorum. Düşünsenize esirlere ganimetten pay veriyorsunuz, dünyanın neresinde görülmüş bu.

– Hocam, şimdi Hz. Ömer tabi ki orada Kur’an’ın, İslam Devleti’nin hakim olması için bunları yapıyor, ancak bunun ilmî tarafı ne oluyor? Orada Müslüman olan var, olmayan var. İnsanlara İslam nasıl tebliğ ediliyor?

Bunlara İslam tebliğ ediliyor ve İranlılar Müslüman olmayı kabul ediyorlar. Ancak, İslam’ı nasıl öğreneceklerini bilemiyorlar. Onun için bu dönemde onlara Kur’an’ı öğretme hareketi başlamış. Bu eğitim içerisinde onlara hem Kur’an anlatılıyor, hem de İslam’ı yaşama usulleri onlara gösteriliyor. O dönemde bazı fetvalar da yaygınlaşıyor. Örneğin, Ebu Hanife, Arapça bilmeyenler kendi dillerinde namazlarını kılsınlar, diyor. Yani, Farsça namaz kılsınlar, diyor.

– O zaman ayetlerin Farsçaya çevrilmesi de söz konusu.

Tabi, o dönemde bunlar da oluyor. Bu da onların Arapça öğrenmelerine gerek olmadığı manasında değil, Arapça öğreninceye kadar namazlarda neler okuduklarını anlamaları için onlara Farsça namaz kılma izni verilmiş. Bir de şunu söyleyeyim, Müslümanlar içerisinden, bunlar arasında sahabiler de var, Kur’an’ı hıfzetmiş olanlar, kendi çevrelerinde Kur’an ezberleme seansları başlatıyorlar. İşte bu durum zamanla ‘zühd’ hareketini başlatıyor. İşte bizim bu tasavvufçular o dönemdeki zâhidleri kendilerindenmiş gibi gösterirler. Oysaki bu zâhidlerin Tasavvuf ile hiç alakaları yoktu. Bunlar, Kur’an’ı ezberleyen ve Kur’an’ı ezberleme işini kendilerine meslek edinen insanlardı. Ve o dönemde İslam’ın en hızlı ve en mükemmel tebliğcileri de o zâhidlerdi. Şunu da söyleyeyim; savaşlar zamanında Müslümanlar uzak memleketlere savaşmak için gidince, sahabeden olsun, tâbiînden olsun, yaşlılar öyle uzak memleketlere savaşa gidemiyorlardı. İşte bu geride kalan bu yaşlı zümre, zühd hareketini başlatanlardır. Yani, çevrelerinde Kur’an ezberleme seansları başlatanlar işte bunlardır.

– Hocam, bu fethedilen bölgelerde İslam’a olan ilgi yoğun muydu? Müslüman olan bu insanlar gerçek anlamda mü’min olabiliyorlar mıydı? Yoksa eski inanışlarını da İslam’ın içerisinde öğütüyorlar mıydı?

Tabi, şunu da göz önünde bulundurmak lazım. İran, çok köklü ve yazılı bir medeniyettir. Hatta Hz. peygamber doğduğu dönemde İran’ın bin yıllık bir yazılı edebiyatı vardı. Kutsal kitapları var, Âvestalar diye. İşte, bu kökleşmiş dinî yaşayışları içerisinde insanlar, bir anda istenilen kıvamda Müslüman olamıyorlar. Ancak derece derece istenilen kıvama gelebiliyorlar.

– Peki, bu bir anda olamama durumu bazı kadrolar tarafından kullanılıyor mu?

Evet, özellikle Emevîlerin kendi dönemlerinde ırkçı politikarları vardı. Ümeyyeoğlları asabiyetine dayanan ırkçı bir zihniyet vardı onlarda. Ve Emevîler Arap olmayanları küçük görüyorlar ve eziyorlardı, Mevâli denilen Arap olmayan bu Müslümanları, Arap Müslümanlardan aşağı tutuyorlardı. Daha sonra bu Arap olmayan Müslümanlar, ki bir çoğu İranlılardır, bakıyorlar ki; biz bunlardan daha bilgiliyiz. Kendilerini Araplardan daha bilgili ve daha donanımlı görüyorlar. İşte, bu insanlar İslam’ı kabul ettiklerinde, kendi dinlerinde olan bazı şeyleri de zaman içinde İslam’a şırınga ediyorlar. Bunu gayet iyi görüyoruz.

– Hocam, orada biraz durursak, şimdi bu insanlar Mecûsilik’teki duâlizm ile İslam arasında bir benzerlik mi kuruyorlar? Nasıl oluyor?

Mecûsilik, iki tanrılı bir dindir. Tanrılardan birisi Ahura Mazda ve diğeri Ehrimen. İlki iyiliklerin yaratıcısı, diğeri kötülüklerin yaratıcısı.

– Bu Âvesta kaynaklı bir bilgi mi?

Tabi ki. Allah Ahura Mazda, şeytan da Ehrimen’dir, diye düşünüyorlardı. Mesela bu Sırat köprüsü, tamamen onlara ait bir şeydir, İslam’da yoktur. Cehennem üzerindeki bir köprü. Âvesta’daki adı da Sinvand’dır. Eski İran dinlerinde bir takım kavramlar vardır ki İslam’daki bunlara mümasil olan bazı kavramların sinonimidir. Mesela, Cennet onlarda da var. Cennet onlarda Firdevs’tir. Cehennem onlar da var, Cehennem onlarda Dûzak’tır. İşte bunlara benzer kavramlarla, İslam’daki kavramları özdeşleştiriyorlardı. Bu, onların İslamlaşmalarında bir kolaylık meydana getiriyordu, yabancı gelmiyordu çünkü. İşte hesap günü onlar da vardı; ‘Rûzi Restıkis” diyorlardı ki aynen “yevm’id din”in bir karşılığıdır Âvesta’nın tabiriyle. İnsanların yeniden dirilip hesaba çekildikleri gün. İşte orada bir Cehennem’in üzerinde Sinvand denilen bir köprü vardır. İnsanlar hesaba çekildikten sonra bir de köprüyü geçmek zorundadırlar. Geçemeyenler alttaki Cehennem’e düşüyorlar.

– Peki bu bilinçli olarak, proje gibi hayata geçirilen bir şey miydi?

Hayır, bu tabii olarak kendiliğinden oluyordu.

– Eğer bu tabii olarak oluşuyorsa, demek ki Müslümanların bir hatası var. Eğer bilinçli ise o zaman İranlıların bir hatası var.

Zaten, Hz. Ömer’e Medayin’in fethi haber verildiği zaman üzülüyor. Çünkü orayı idare edecek, oranın eğitimini gerçekleştirebilecek bir kadro yok.

– Gelişim fetihlerden daha zor gerçekleştiriliyor. Belki biraz da bu fetihlerin beklenmedik bir şekilde, Halid’in fevri hareketleri neticesinde gerçekleşmiş olmasının da etkisi büyüktür.

Evet. Zaten İran öyle küçük bir memleket değil ki. Arazi bakımından Türkiye’nin iki misli bir topraktır.

– İran’da durum böyle iken, Müslümanlar bir yandan da Bizans topraklarında fethler gerçekleştirmeye başlıyor. Onlar ne zamandı?

Aynı tarihlerdedir. Bu tarihler içerisinde Kuzey Afrika boydan boya fethediliyor, düşünün otuz-kırk sene içerisinde.  Şimdi, Emevîlerin iktidarı döneminde İranlıların bir siyasi aktiviteleri daha var. Bu, bizimkilerin gözünden kaçan bir hadisedir. İranlılar, Emevîlerin ırkçı politikalarından o kadar tiksindiler ki, artık kendi devletlerini yeniden inşa etme planları gütmeye başladılar. Abbasiler döneminde de bu planlarına peyder peyh devam ediyorlar. Ancak asıl Emevîler zamanında kendi devletlerini, Sasanî Devleti’ni tekrardan ayağa kaldırmak için bir takım ciddi çalışmalar içerisine girdiler. Fakat bunu yaparken çok hesaplı hareket ediyorlar. Evvela ortalıkta bir şah yok. Onların inancına göre devlet başkanı masum bir insandır. İsmet sahibidirler, şah ve soyundan gelen insanlar günah işlemezler. Kendi dinlerine dayanan, tarihi derinliği olan bir inanıştır bu.  Şahlar böyledir, şahlar asla hata etmezler, şah soyundan gelenler de böyledir. Düşünün, şah gitmiş, şahın adamları, generaller, hepsi İran’ı terk etmişler. Şimdi İran’da geriye kalan insanlar, kendi devletlerini yeniden inşa etme düşünceleri içerisindeler.

-Yenilmişliğin getirdiği bir şey de var mı bunda?

Tabi, o ezilmişliği de üzerlerinden atmak niyetindeler. Böylece şahın yerine Hz. Ali’yi geçirmeye karar verdiler. Niye Hz. Ali’yi tercih ettiler? Bu da çok önemli bir husustur. Şahın kızı Şehribânu, esir düşüp Medine’ye getirildiği zaman Hz. Hüseyin ile evlendirildi. Dolayısı ile şahın soyu, Hz. Ali’nin çocuklarının soyuna karıştı. Hz. Ali ve Hz. Hasan’ı bir kenara bırakırsanız, diğerlerinde Şehrubanu’nun ferri var. Bu da Âvestaî bir tabirdir, ferr-i yezdânî, yani ‘ilahi nur’ demektir.

– Bugünkü şahs-ı mânevi tabiri ile eş değer midir?

Evet, eşdeğerdir. O ferr-i yezdânî şahların soyunda olur ve şahların neslinde de devam eder. Dolayısı ile Şehribânu’da o ferr-i yezdânî vardı ve böylece Hz. Hüseyin’e de geçmiş oldu. Bakın, Hz. Hüseyin’den sonra gelen oniki imam diyoruz ya, o on iki imam, Hz. Hüseyin’in Şehribânu’nun soyundan gelen imamlardır. Hz. Ali’nin, Hz. Hüseyin’in, Hz.Hasan’ın başka eşlerden bir sürü çocukları vardı. Ama masum imamlar sadece Şahribânu’nun soyundan gelenler arasından çıkabilmektedir. Zaten, o masumluk ifadesi Şehribânu’dan geliyor.

– Onikisi de onun soyundan gelenler midir hocam?

On ikisi de değil, Hz. Ali ve Hz. Hasan hariç, diğerleri. Dolayısı ile Şehribânu’da olan o ferr-i yezdânî onun soyundan gelenlerde de devam ediyor.

– Peki, Hz. Ali ile Hz. Hasan’ın on iki imama dahil edilmesinin sebebi peygamberin soyundan gelmiş olmaları mı?

Peygamberin soyundan gelmiş olmaları ve Emevîlere karşı mücadele etmiş olmaları sebebiyledir. Her ikisini de Emevîlere karşı mücadele etmiş kahramanlar gibi görürler. Halbuki, Hz. Hasan’ın öyle kahraman olabilecek hiçbir yanı yok. Peygamberin torunu değil, kim olursa olsun, bir takım işler yapıyor ki en cahil adamın yapmayacağı şeyler. Yaklaşık yüz tane evlilik yapmış. Yahu bunun bir ölçüsü düzeni, bir ayarı yok mu yani? Halifeliğini parayla Muâviye’ye sattı. İnsana demezler mi, halifelik senin babanın mülkü mü? Halifeliği satıyor, buna karşılık da Muâviye’den Ahvaz vilayetinin vergilerini istiyor. Muâviye de seve seve  kabul ediyor. Ahvaz’ın vergileri senindir diyor. Adama sormazlar mı Ahvaz senin babanın mülkü mü, diye? İşte, Hasan böyle şeyler yapıyor. Buna rağmen imamlar kategorisinde yer almış.

Hocam, Hz. Ali’yi Kûfe’ye çağıranlar ve oraya yerleşmesini sağlayanlar da İranlılardı, yani bir nevi şah olarak çağırıyorlar değil mi?

Evet, İranlılar ısrarla Hz. Ali’yi Kufe’ye çağırıyorlar ve oraya yerleştikten sonra da onu bir nevi şah olarak görmeye başlıyorlar. Hatta Hz. Ali ve onun çocukları için ‘Damad-ı Şehriyâr’ tabirini kullanıyorlar.

– Hocam, peki Âvesta o zamanlarda hala yaşıyor mu? Yani, İslam’la kaynaşmış bir İran dini mi söz konusuydu?

Yalnız onların bir tek  Âvesta’sı yoktur. Başka dini kitapları da vardır. İslam’dan biraz önceki dönemde İran’da da bir nevi dinlerini ıslah etme hareketleri vardı. Özellikle Nuşinrevan isminde bir hükümdarları vardı, onun zamanında Mecûsilik yeniden dizayn edilmeye çalışılıyor. Âvesta yeniden elden geçiriliyor. Korde Âvesta diye bir Âvesta hazırlanıyor. Korde Âvesta, Âvesta’nın özeti demektir. Âvesta çok geniş bir kitaptır, herkes onu okuyamıyor. Onun için o dönemde Âvesta’yı hulâsa eden, iki yüz sayfalık bir Korde Âvesta yapmışlar. Müsaade ederseniz Hz. Ali’nin Kufe’ye gelmesi üzerinde durayım.

– Buyurun.

Eski mevzulara girmeden. Şimdi biliyorsunuz Muaviye Hz. Ömer zamanında Şam valisi olarak tayin edilmişti ve Şam’da iyi bir yöneticilik yapıyordu. Muvaviye’nin bir ağabeyi vardı “Yezid Bin Ebi Süfyan”. Yezid Bin Ebi Süfyan, Yermuk savaşında başkomutandı ve bu savaşta şehid düştü. Kardeşi Muaviye de onun yanındaydı. Ordunun dağılma tehlikesi ortaya çıkınca Muaviye, ordunun başına geçerek Müslümanları mütereddit bir şekilde dağılmaktan alıkoymuştur ve savaşa devam etmelerini sağlamıştır. Dolayısıyla Yermuk savaşında Muaviye’nin çok önemli bir yeri vardır. Muaviye Şam valisi olduktan sonra Hz. Osman ile diyaloğu son derece iyi bir hal aldı. Hz. Ömer ile bu kadar iyi değildi ancak Hz. Osman halife olduktan sonra akrabası olması cihetiyle, onunla arası iyi olmuştur.

– Hocam isterseniz okuyucularımıza, Hz. Osman dışında Ümeyyeoğlulları’nın aslında en son İslam’a girdiklerini ifade edelim ki aradaki husumetin nasıl olduğuna da işaret etmiş olalım.

Tabii… Bu aile yani, “Süfyan ailesi” Mekke’nin ileri gelen ve zengin ailelerindendir. Darun Nedve’nin sahibiydiler. İslamiyet ile Mekke’nin fethedilmesine kadar mücadele ettiler. Hz. Peygamber onları İslam’a ısındırmak için “Müellefe-i Kulub” tan kendilerine ödenek de vermiştir. Fakat Muaviye Şam valisi olduktan sonra orada çok önemli bir iş yaptı, o yaptığı iş de şudur; Şam biliyorsunuz çöle açılmaktadır, o Suriye ve Şam çevresindeki çöl arapları ile iyi ve sıcak bir diyalog kurarak onların Müslüman olmalarını sağladı. Hatta hanımı Keysur da o çöl araplarındadır. Yine çöl araplarından olan Sercun isimli çok bilgili bir kişiyi -kendisi Rum’dur, Müslüman da olmamıştır- Muaviye’nin müşaviriydi. Muaviye onları hızı bir şekilde müslümanlaştırarak onlardan bir kadro meydana getirdi. Hz. Ali halife olunca bir takım önemli işler yaptı, yaptığı önemli işlerden birisi de Muaviye’yi görevinden azletmek oldu. Ancak Hz. Ali, Muaviye’yi azletmemesi aksi takdirde kendisine itaat etmeyip fiilen kendisine karşı çıkacağı konusunda da uyarı almıştı.

Peki, bu azledilmenin nedeni nedir? Eski çekişmeye mi dayanıyor yoksa başka gerekçeleri mi var?

Muaviye halifeden (Hz. Ali’den) Hz. Osman’ın öldürülmesinin hesabını soruyordu, hâlbuki bir valinin devlet başkanından böyle bir hesap sorma yetkisi yoktur. Dolayısıyla Hz. Ali ile Muaviye arasında bir gerginlik meydana geldi. Enterasandır, Hz. Osman’ın eşi Naile’de o Suriyeli Gassanilerdendir. Hz. Osman’ın şehadetinden sonra Naile de Muaviye’nin yanına gitti. Hz. Ali Muaviye’ye azilname gönderince ona Muaviye’yi azletme, sana itaat etmeyecek dediler ve bu belli olduğu halde Hz. Ali yine bildiğini yaptı ona azilname gönderdi, Muaviye de ona itaat etmedi. “Ben seni tanımıyorum, Osman’ın katillerini bul ben ondan sonra sana itaat ederim” gibi bir tavır takındı. Bunun üzerine Hz. Ali de valiyi kendine itaat ettirmek için savaş hazırlıklarına başladı. Hz. Ali’yi tekrar uyardılar, Muaviye’nin çok güçlü olduğunu ve olası bir savaşta kaybedebileceğini hatırlattılar. Tam bu noktada Kufe’liler Hz. Ali’ye sahip çıkıp yanlarına gelmesini istediler. Bu isteyenler İran’lılardır. Bu davetin sebebi şudur: Eski zamanlardan beri, İslam’dan önce İran ile Bizans arasında mücadele vardı yani Kufelilerle Şamlıların mücadelesi. Asırlardan beri birbirlerinin düşmanlarıdırlar. İşte İranlılar bu düşmanlığı yeniden canlandırmak istediler ve bunu canlandırırken de Hz. Ali’yi kendi Şahları olarak görebiliyorlardı. Hz. Ali bu teklif üzerine Kufe’ye gitti böylelikle İran-Bizans savaşları Ali-Muaviye çatışması olarak tekrar ortaya çıktı.

– O zaman ki İranlılar da kendilerini Sasani olarak görmeye başladılar.

Tabi tabi. Eskiden beri süren savaş yeniden gündeme gelip hızlanmaya başladı. Bu savaşlar yapılırken Hz. Ali ve Muaviye’nin yanında da ilk Müslümanlar vardı. Buna rağmen Sıffin denilen mevkide iki ordu karşı karşıya geldi. Hz. Ali galip gelmek üzereyken rivayetlere göre Muaviye’nin ordusunda bulunan Amr Bin As hileli bir senaryo planlayarak Kur’an sayfalarını mızrakların ucuna takmışlardır. Tabi Batılı yazarlar o günün şartlarında Kur’an’ın henüz sayfalara yazılı olmadığını, deriler üzerine yazılmış bir-iki nüsha olduğunu iddia ettiklerinden, bu olayı kabul etmezler, ilgili rivayetleri uydurma olarak görmek istemektedirler.

– Peki, hocam tam Hz. Ali galip gelmek üzereyken bu mağlubiyetin nedeni ne olabilir? Eğer bahsedildiği gibi değilse başka bir hile olmalı, nedir bu hile?

O hile belki de şudur; Muaviye taraftarları Amr Bin As’ın zekasının da etkisiyle dediler ki: Kur’an’ın hakemliğine gidelim. Aslında olay budur. Yoksa Kur’an’ın mızrakların ucuna takıldığı şeklindeki anlatımlar değil.

– Onlar işin hikâye tarafı.

İyi dediniz, hikâye tarafı. Kur’an’ın hakemliğini kim kabul etmez ki!? Tabi, Hz. Ali’de Kur’an’ın hakemliğini kabul etti, kabul edince Hz. Ali ordusundaki bir takım kişiler bunun bir savaş hilesi ve senaryo olduğunu söyleyerek Hz. Ali’ye itiraz ettiler. Bu itiraz sonunda Hz. Ali’nin ordusunda bölünmeler meydana geldi. Harici denilen zümre de ortaya çıkmış oldu. Bu zümre Nehrevan denilen yerde toplanarak bir kamp kurdular. Hariciler oluşan bu ortamdan dolayı üç kişinin sorumlu olduğu tezini öne sürdüler. Bunlar Hz. Ali, Muviye ve Amr Bin As. Harcilere göre bu üç kişi suçludur. Tabi hac mevsiminde Müslümanlar yine hacca gidiyorlardı, Hariciler de hacca gelerek bu suçlu üç kişinin ortadan kaldırılmasına karar vererek aralarından üç tane fedai belirlediler. Fedailer gidecekler birisi Hz. Ali, birisi Muaviye ve bir diğeri de Amr Bin As’ı öldüreceklerdi.

– Haram ayları gözetmiyorlar mı hocam?

Ya işte evet… İbni Mülcem denilen şahıs Kufe’ye gidiyor, Hz. Ali’yi takip edip sabah namazına giderken öldürüyor. Başarısına ulaşıyor. Bir diğeri de Muaviye’yi takip ediyor ancak Muaviye o gün sabah namazına gitmeyip yerine bir başkasını gönderiyor.

– Onu mu öldürüyor hocam?

Evet. Onu öldürüyor. Çünkü adam Muaviye’yi tanımıyor. Mısır’a Amr Bin As’ı öldürmek için giden kişi ise yaralamasına rağmen onu öldüremiyor. Burada en fazla zarar eden Hz. Ali oluyor. Hz. Ali’li bu şekilde öldürülünce İrani çevreler onun oğlu Hasan’ı halife ilan ettiler, bizim halifemiz budur diye onun etrafında toplanmaya başladılar. Fakat Hz. Hasan bu işin adamı değildi ve Kufeliler haklı olarak Hz. Hasan’a itimat etmediler. Hz. Hasan, Kufelilerin kendisine itibar etmediğini görünce kendisi de gidip Muaviye ile anlaştı ve bir takım dünyevi menfaatler sonucunda halifeliği Muaviye’ye bıraktı. Ancak bir şartla, Muaviye öldüğünde Hasan hayatta ise halife Hasan olacaktı, Muaviye bu şartı kabul etti. Fakat Muaviye zeki bir insandır. Bir casus gönderdi. Hatta kadınlara karşı zaafını bildiğinden bir bayan gönderdi, biraz güzel olduğu söylenen bu kadın da yine Gassanilerdendi. Muaviye’nin oğlu Yezit de yine onların arasında yetişmişti. Oğlunu eski arap cahiliyesi aristokrat-şairleri gibi yetiştiriyordu. Hz. Hasan bu bayanla evlendi, bu kadın Hz. Hasan’ı zehirledi ve Muaviye’nin yanına geri döndü.

– Hocam öyleyse ortaya çıkıyor ki İslam yönetimde Kur’an ortada, Müslümanların elinde ama Müslümanlar hala asabiyet, kabilecilik ve dünyevi menfaatler peşinde.

Burada ben bir şey daha görüyorum. Şimdi sahabi denilen bir nesil vardı bunlar Kur’an’ı, İslam’ı çok iyi anlamış insanlardı. Fakat bu döneme gelinince o İslam’ı ve Kur’an’ı anlayan kişilerin sayıları azaldı.

– Hocam sözünüzü kesiyorum ama malumunuz Muaviye ve Ümeyyeoğulları en son Müslüman olan aile, bu Müslümanlık biraz da çıkar meselesi. Samimiyetten kaynaklanan değil de “Tamam artık yenildik, Mekke’yi de fethettiler öyleyse güçlünün tarafına geçelim” gibi bir Müslümanlık yani.

Tabi işin geçmişine uzanamadık. Şimdi ben zaruri olarak işin geçmişine değinmek istiyorum. Ümeyyeoğulları ailesinin cahiliye devrinden, Kureyş soyundan gelirler ve bu aile “Ümeyye”nin soyundan geliyorlar. Kureyş’in Ümeyye adında bir oğulları var ve bir de Haşim adında oğulları var. Peygamberimizin dedesi Abdulmuttalip Haşimoğulları kolundan geliyor ve Haşimoğulları ile Ümeyyeoğlulları birbirleri ile rekabet halindedirler.

– Yönetim de bir onlara bir ötekilere mi geçiyordu?

Tabi. Yönetimi ele geçirmek için bir takım mücadeleler sürdürüyorlardı. Hz. Peygamberin doğduğu yıllarda, peygamberimizin dedesi Abdulmuttalip Darun Nedve’nin sahibiydi. Güçlü bir kişi idi. Fakat Hz. Peygamberin, peygamberliğini ilan etmesinden sonraki dönemlerde Mekke’nin yönetimi bu sefer Ümeyyeoğullarının eline geçti. Ebu Süfyan Ümeyyeoğullarının lideri olarak Mekke’yi yönetiyordu. Malumunuz Müslümanlar göç ederek Medine’ye sığınmışlardı ve böylece Medine’de İslami bir topluluk meydana geldi. Onlar orada bir İslami cemaatin meydana gelmesinden de razı olmadılar. Müslümanların, her yıl kullandıkları ticaret yollarını keseceğinden endişe duyuyorlardı. Mekkeliler, Medine arazilerini hayvanlarını otlatmak için kullanıyorlardı. Kendilerini Allah’ın evinin bekçileri kabul ettiklerinden, kendilerini güçlü göstermek için hayvanlarını oralarda otlatıyorlardı. Bunu kendileri için bir hak görüyorlardı. Tabi Müslümanlar Medine’ye gidip yerleşince, Mekkeliler “Bunlar oraya yerleştiler bizim yolumuzu da kesecekler” diye düşünüyorlardı. Çünkü kendi suçlarını biliyorlardı. Nedir suçları? Müslümanları evlerinden, mülklerinden edip, beldelerinden sürüp mallarına el koymuşlardı. Dolayısıyla onların da “Eyvallah, hoş geldin” diyecek halleri yoktu. Özellikle Müslüman gençler de gidiyorlar ve onların yollarını kesiyorlardı, bunu daha sonraki dönemlerde görüyoruz. Ümeyyoğullarının ve Mekkeli müşriklerin lideri olması nedeniyle Ebu Süfyan Müslümanlarla mücadeleyi o sürdürüyordu. Mekke fethedildikten sonra ve İslamiyet Araplar arasında büyük bir kabul gördükten sonra onlar da baktılar ki işin başka çıkar yolu kalmadı.

– Hudeybiye’nin büyük etkisi var değil mi hocam?

Tabi. Hudeybiye’de Müslümanlar resmen tanındılar, bütün yarım ada da İslamiyet büyük bir rağbet gördü ve İslam cemaati çığ gibi büyüyordu.

– Peki, Mekke’nin fethinden sonra artık mecburen yenik taraf oldular.

Evet. Bir arap şairi Muaviye’ye yazdığı şiirde şunları söylemektedir.

“Dehaltel İslame kerhen ve haracte minha tav’an”  

“İslamiyete kerhen, istemeyerek girdin, şimdi de İslam’dan çıktın severek ve hoşlanarak terk ettin” Evet. Bu durum içerisinde Mekke’ye gelip Hz. Peygamberle görüşüp Müslüman oldular. Müslüman oldukları ilk dönemlerde Hz. Peygamber onların gönüllerini ısıtmak için bir takım yardımlarda bulunuyordu. Mesela Hz. Peygamber Taif’i fethettiği zaman, Taif’teki putları kırmak üzere Ebu Süfyan’ı görevlendirdi. Ayrıca Taif’e komutan olarak gidecekti. Yani onu hem siyasi açıdan onurlandırıyor, hem de onun eliyle putları kırdırıyor. Hatta Mekke’yi fethedince de “Kim Ebu Süfyan’ın evine sığınırsa emniyettedir.” Demiştir. Bunlar hep onu hoşnut etmenin politik yönleridir.

– Çok güzel siyasi adımlar. Hocam dolayısıyla Mekke’nin fethi ile Müslüman oldular.

Evet. Müslüman oldular fakat Hz. Ömer zamanında onların pek sesi-soluğu çıkmıyordu. Burada bazı hadiseler var Hz. Ali ile ilgili olduğu için onları da söyleyelim. Hz. Peygamberin vefatından sonra Müslümanlar Beni Saide avlusuna toplanmışlar herkes halife seçmeye çalışıyor, nutuk atıyor, görüşlerini vaaz ediyor, seçilecek halifenin meziyetlerini sayıp döküyor veya isim zikrederek bu halife olsun gibilerinden konuşmalar oluyor. Ancak bu rivayetlerin yanlış olabileceğini de düşünüyorum. Ebu Süfyan ve yanında bir grup olduğu halde Hz. Ali’nin yanına gidiyorlar Hz. Ali de, Hz. Peygamberin kefenlenmesi ve defin işlemleri ile meşgul olmaktadır. Hz. Ali’ye gelip dediler ki “Millet Beni Saide avlusunda toplanmış halife seçmeye çalışıyor. Sende gel orada bir nutuk at, halifeliğin Hz. Peygamberin akrabası olman nedeniyle senin hakkın olduğunu millete söyle” dediler. Ancak Hz. Ali yine de gitmiyor. Evvela bu rivayet doğruysa… Bunların başında Ebu Süfyan var, ben Ebu Süfyan’ın Hz. Ali için böyle bir şey söyleyeceğine inanmıyorum. Belki ortalığı karıştırmak gibi bir niyeti vardı böyle bir amaçla gitmiş olabilir. Gitmiş olsa bile… Hz. Ali’nin Beni Saide avlusuna gitmemesi bu görüşün geçerli olmadığını ifade eder. Bu Hz. Ali için çok önemli bir meziyettir.