Kur’ân’ı Açıklamada Usul

Birçok sure, “Bunlar o açık Kitab’ın âyetleridir”[1] diye başlar. Bir âyet şöyledir:

وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِّكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ

“Biz bu Kitab’ı sana indirdik ki; her şeyi açıklasın, doğru yolu göstersin, ona bağlananlara bir ikram ve bir müjde olsun.” (Nahl 16/89)

Kur’ân’ın açık olması, Allah’ın rızık vermesine benzer. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

اللَّهُ الَّذِي خَلَقَكُمْ ثُمَّ رَزَقَكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ.

“Allah; sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek olan, daha sonra size yeniden hayat verecek olandır.” (Rum 30/40)

Rızık, insanın yararlandığı yiyecek, içecek, barınak, evlat, yağmur ve ilim anlamlarına gelir. İhtiyacımız olan bazı şeyleri hazır bulabiliriz. Ama rızkın bir bölümüne ulaşmak gayret ister. Bir parça ekmek soframıza gelsin diye ne emekler harcanır! Ne ekip çalışmaları yapılır! Allah; tohumu, suyu, güneşi, toprağı, kısaca rızık için gerekli her şeyi yaratmıştır. Ama onları bir araya getirip rızık elde etmek insanın işidir. O, şöyle buyurur:

إِنَّ رَبَّكَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ إِنَّهُ كَانَ بِعِبَادِهِ خَبِيرًا بَصِيرًا.

“Rabbin, tercih ettiği kişi için rızkı genişletir de daraltır da.  [2] Şüphesiz o, kullarının durumunu ayrıntılarıyla bilen ve her şeyi görendir.” (İsrâ 17/30)

Kur’ân’dan yararlanmak, rızka ulaşmak gibidir. Birçok âyetin açıklamaya ihtiyacı yoktur. Ama bazı âyetlerin açıklamasına ulaşmak gayret ister. Allah, Kur’ân’ı açıklamayı kendi üstlenmiş ve o açıklamalara ulaşmanın yolunu da göstermiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

لَا تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ. إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآَنَهُ. فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآَنَهُ. ثُمَّ إِنَّ عَلَيْنَا بَيَانَهُ.

“(Ya Muhammed Sana indirilenle bir an önce hükmetmek için onu (indirilen ayeti) dile getirme Onu (benzer ayetlerle) birleştirmek ve kur’an /ayet kümesi haline getirmek bizim işimizdir.

Onu kur’an /ayet kümesi haline getirdiğimizde o ayet kümesine uy. Zaten onu (sana indirileni, benzer ayetlerle) açıklamak bizim işimizdir.” (Kıyâmet 75/16-19)

Geleneğimizde Kur’ân; inanç, ibadet ve ahlakla sınırlı hükümler koyan bir din kitabı sayılır. Ama bunlarla ilgili âyet sayısı bini geçmez. Bunların her biri başka konularla da ilgili hükümler taşır. Kur’ân her şeyi açıkladığını bildirdiğine göre ona sınır çizmek yanlış olur.

Kur’ân’ın açıklamalarına ulaşmak için âyetler arası ilişkileri bilmek gerekir. Bu, rakamlar arası ilişkilere benzer. 0’dan 9’a kadar toplam 10 rakam vardır. Bütün hesaplar onlarla yapılır. İnsan, rakamlar arası ilişkileri ne kadar bilirse o kadar hesap yapar. Kimi onu, günlük hesaplarını tutacak kadar bilir. Kimileri de bilgisayarın, uzay teknolojisinin ve daha nice şeylerin hesaplarını yapacak kadar bilir. Her insan o rakamlardan, kendi bilgisi ölçüsünde yararlanır. Kur’ân’dan yararlanma da öyledir. Bazıları Kur’ân’ı anlamadan, sadece seslendirir ve bir takım beklentilere girer. Kur’ân bunlara ümmî adını verir. Bazıları onun açıklamalarına ulaşabilecek donanımdadır. Onlar sağlam bilgi sahipleridir.[3] Bazıları da bu ikisi arasında bir yerde bulunur.

Mesela, Süleyman aleyhisselam zamanında Kitap’tan bilgisi olan bir kişi, Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar, Yemen’den Kudüs’e getirmiştir.

Süleyman kuş dilini bilirdi. Kuşlara, cinlere, insanlara ve bunlardan oluşan ordulara hükmeden büyük bir krallığı vardı. Saba Kraliçesi Belkıs, ona karşı konamayacağını anlamış, Kudüs’e gelmek ve Süleyman’a teslim olmak üzere yola çıkmıştı. Onun, büyük ve gösterişli bir tahtı vardı. Bu haberi alan Süleyman, önde gelen adamlarını topladı ve şöyle dedi:

قَالَ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ أَيُّكُمْ يَأْتِينِي بِعَرْشِهَا قَبْلَ أَنْ يَأْتُونِي مُسْلِمِينَ. قَالَ عِفْريتٌ مِنَ الْجِنِّ أَنَا آَتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ تَقُومَ مِنْ مَقَامِكَ وَإِنِّي عَلَيْهِ لَقَوِيٌّ أَمِينٌ. قَالَ الَّذِي عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ أَنَا آَتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ يَرْتَدَّ إِلَيْكَ طَرْفُكَ فَلَمَّا رَآَهُ مُسْتَقِرًّا عِنْدَهُ قَالَ هَذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي لِيَبْلُوَنِي أَأَشْكُرُ أَمْ أَكْفُرُ وَمَنْ شَكَرَ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ رَبِّي غَنِيٌّ كَرِيمٌ.

“Süleyman dedi ki: “Ey ileri gelenler! Onlar teslim olmuş bir şekilde bana gelmeden önce hanginiz o kadının tahtını bana getirir?” Cinlerden bir ifrit dedi ki: “Sen makamından kalkana kadar onu sana getiririm. Bu konuda kesinlikle güçlü, güvenilir biriyim.” Kitaptan bilgisi olan kişi ise dedi ki: “Sen gözünü açıp kapayıncaya kadar onu sana getiririm.” Süleyman tahtı yanı başında görünce “Bu, Rabbimin /Sahibimin lütfundandır.” dedi. “Bu, onun beni denemesi içindir; ona karşı görevlerimi yerine mi getireceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim? Kim şükrederse /görevlerini yerine getirirse sadece kendisi için yerine getirir. Kim de nankörlük ederse Rabbimin kimseye ihtiyacı yoktur, o ikram sahibidir.” (Neml 27/3840)

Tahtı, göz açıp kapayıncaya kadar getiren kişinin bilgi aldığı kitap Tevrat’tır. İsrail Nebilerinden olan Süleyman’ın makamında “O Kitap el-Kitab” diye bahsedilen kitap başkası olamaz.

Kitabı bilen” değil de “Kitap’tan bilgisi olan” ifadesi önemlidir. Demek ki o kişinin Kitab’ın tamamını bilmesi gerekmemiş, kendi uzmanlık sahası ile ilgili âyetleri bilmesi yeterli olmuştur. Bu, uzaktaki eşyayı getirme bilgisidir. Bugün eşyanın ışınlanması ile ilgili çalışmalar yapılıyor ama uzaktaki bir eşyayı getirmek hayal bile edilemiyor.

Kur’ân’ı, sadece din kitabı sayanlar yukarıdaki âyetleri anlayamazlar. Bu sebeple tefsir bilginleri bu konuda zorlanmışlardır. Kimisi bu olayı bir keramet, kimisi de Süleyman aleyhisselamın mucizesi sanmış ve çelişkiye düşmüşlerdir.

Mucize, bir nebinin  nebilik belgesi; keramet de Allah’ın bir kuluna ikramıdır. Kimse Allah adına söz veremeyeceği için keramette de mucizede de iddia olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

وَمَا كَانَ لِرَسُولٍ أَنْ يَأْتِيَ بِآَيَةٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ لِكُلِّ أَجَلٍ كِتَابٌ.

“Hiçbir elçi, Allah’ın izni olmadan bir ayet /bir mucize getiremez” (Ra’d 13/38)

Tahtın getirilmesi olayında iddia vardır. Kitap’tan bir bilgiye sahip olan kişi, Süleyman’a “Ben onu sana gözünü açıp kapayıncaya kadar getiririm” demiştir. Dolayısıyla bu olay ne mucizedir, ne keramet. âyette belirtildiği gibi Allah’ın kitabından alınmış bir ilimdir. Bu ilim Kur’ân’da da olmalıdır. Kur’ân’ın gösterdiği yöntemle hareket edilirse o bilgiyi bulup çıkarmak mümkün olur.

Kur’ân’ı bizzat Kur’ân açıklamış, Allah’ın Elçisi, söz ve uygulamaları ile onların önemli bir kısmını bize göstermiştir. Kur’ân bize, önceki kitaplardan yararlanma yolunu da göstermiştir. İslam- fıtrat ilişkisine vurgu yapan âyetler, Kur’ân’ın anlaşılmasında fıtratın önemine işaret etmiştir. Kur’ân’ın Arapça olması da Arap dilinin önemini göstermektedir. İşte bu yöntemlerle âyetlerin açıklamalarına ulaşmak mümkün olur.

  1. KUR’ÂN’IN KUR’ÂN’I AÇIKLAMASI

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

الر كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِن لَّدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ.

“ELİF! LÂM! RÂ ! Bu (Kur’an); daima doğru hükümler veren ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah’ın bizzat kendisi tarafından, ayetleri hem muhkem /hüküm bildirir hale getirilmiş hem de ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır.” (Hûd 11/1)

Muhkem; sağlamlaştırılmış, lafız ve anlam açısından şüphe doğuracak bir yanı olmayan söze denir. Muhkem âyetler Allah tarafından açıklandığına göre açıklama diğer âyetlerle olur. Buna göre Kur’ân, muhkem âyetler ve onlarla ilgili tafsilat veren âyetler olmak üzere ikiye ayrılır. Konuyla ilgili ikinci âyet şudur:

اللَّهُ نَزَّلَ أَحْسَنَ الْحَدِيثِ كِتَابًا مُّتَشَابِهًا مَّثَانِيَ

“Allah sözün en güzelini, müteşâbih mesânî /birbirine benzer ikişerli yapıda bir kitap olarak indirmiştir.” (Zümer 39/23)

Birbirine benzeyen iki şeye müteşâbih denir. Mesânî (مثَانِي) ise ikişer anlamına gelen mesnâ (مثَنى)’nın çoğuludur.[4] Demek ki, Kur’ân âyetleri birbirine benzer ikişerli kümelerden oluşmaktadır. Bu, bir âyetin birçok âyetle benzeştiğini ve ikili ilişki içinde olduğunu gösterir. Benzer âyetleri herkes bulup çıkaramaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

كِتَابٌ فُصِّلَتْ آيَاتُهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لِّقَوْمٍ يَعْلَمُونَ.

“Bu bir kitaptır ki ayetleri, bilenler topluluğu için Arapça kur’ânlar (kümeler) halinde ayrıntılı olarak açıklanmıştır.” (Fussilet 41/3)

Benzer âyetleri bulup çıkarmak bilen bir kavmin işidir. Kavim; erkekler topluluğu demektir ama Kur’ân genelinde erkek ve kadınlardan oluşan toplum anlamında kullanılmıştır.[5] Kur’ân’ın Arapça olması, içlerinde Arap dilini iyi bilenlerin olmasını gerektirir. Aşağıdaki âyette belirtildiği gibi bunlar sıradan uzmanlar değil; “الرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ=er-râsihûne fi’l-ilm” yani ilimde derinleşmiş, sağlam bir yer edinmiş ve bazı kesin sonuçlara ulaşmış kimselerdir. İşte Kur’ân’ın açıklamaları, böyle bir topluluk içindir.

Konuyu tam olarak ortaya koyan âyet şudur:

هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ

Bu Kitab’ı sana indiren O’dur. Âyetlerinin bir kısmı muhkemdir; onlar kitab’ın ana ayetleridir. Diğerleri müteşâbih (muhkemlere benzer) olanlardır. Kalplerinde kayma olanlar, fitne çıkarma amacıyla istedikleri tevili kurup kitaptan, (kurgularıyla) benzeşen şeye uyarlar. Oysa kitabın tevilini sadece Allah bilir. Bu ilmi kavramış olanlar şöyle derler: “Biz bu ilme inandık, onun tamamı Rabbimiz katındandır.” Bu zikre gerçeğin peşinde olanlardan başkası ulaşamaz.” (Âl-i İmrân 3/7)

Tevîl, bir şeyi hedefine çevirmektir.[6] Müteşâbih âyetlerin hedefi muhkemlerdir. Onlardan birini diğerine çeviren ve birini diğeri ile açıklayan Allah Teâlâ’dır. Bunu başkası yapamaz. Ama “.. içlerinde yamukluk olanlar, fitne çıkarma isteği ve onu tevîl isteği ile müteşâbih olanına uyarlar.” Yani âyetler arası ilişkileri göz ardı edip onları istedikleri hedefe çevirmeye ve fitne çıkarmaya çalışırlar.

İyi niyetli olduğu halde âyetler arası ilişkiyi yanlış kuran alimler de olabilir. İçlerinde fitne çıkarma isteği ve âyetleri kendi arzularına göre tevîl isteği olmadığı için onlar, yukarıdakilerden sayılmazlar.

“Sağlam bilgi sahipleri derler ki; biz buna inanırız, hepsi de Rabbimiz katındandır”. Yani âyetleri muhkem ve müteşâbih olarak indiren, onları birbirine bağlayıp tevîl yapan odur. Biz âyetleri tevîle değil, Allah’ın tevîlini bulmaya çalışırız.

Âyetler arası ilişkiler ağını göremeyenler; tevîl, müteşâbih ve mesânî kelimelerine farklı anlamlar yüklemişlerdir. Bu yüzden birçok âyet yanlış tevîl edilmiş ve bu tevîller nice İslâmî Kurumu, sıkıntı kaynağı haline getirmiştir. Talak, evlenmede velâyet ve faiz konuları[7] buna örnek olabilir. Açıklamasız kalan veya yanlış açıklanan çok sayıda âyet de vardır. Bunlara “işittik ve isyan ettik”[8] âyeti ile Hac Suresi’nin 15. âyeti[9] örnek verilebilir.

Âyetler arası ilişkilerin görülememesi, Kur’ân-Sünnet bütünlüğünün kaybolmasına ve hadislerle Kur’ân arasındaki bağın, gereği gibi görülememesine yol açmıştır. Bu sebeple çoğunluk, Sünneti, Kur’ân’ın yanında, ondan bağımsız, ikinci delil saymış ve kopukluğu derinleştirmiştir. Bu tavır, Kur’ân ile Sünnetin zıt anlamlar içerebileceği veya farklı sahaları düzenleyebileceği iddiasını beraberinde getirmiştir. Altın, gümüş, buğday, arpa, hurma ve tuz satışlarını düzenleyen hadisin algılanışı ile faiz âyetleri arasındaki zıtlık buna örnek olabilir.[10] Bunlardan bazıları daha ileri giderek Sünnetin Kur’ân’ı nesh edebileceğini söylemişler, bazıları da Kur’ân, Kur’ân’ı, Sünnet Sünneti nesh eder; bunlardan biri diğerini neshedemez demişlerdir.[11]

Kur’ân–Sünnet, ilişkisinin yanlış kurulmasından doğan sıkıntılar sebebiyle kimi alimler, Sünneti dikkate almazken, kimileri de sıkıntının Kur’ân’dan kaynaklandığını sanarak “tarihselci” yaklaşımla Kur’ân’ı, indiği zamana ve indiği coğrafyaya veya dînî ve ahlâkî ilişkiler sahasına hapsetme gayretine girmişlerdir. Bu yaklaşımlar; hem yanlış tevîllerin sahasını genişletmiş, hem de bazı âyetleri görmeme veya tarihe hapsetme gibi ağır sonuçlar doğurmuştur. Çoğunluğun ortak hatası ise, güvendikleri alimlerin kitaplarında yer alan bilgileri, olduğu gibi doğru kabul ederek Kitap ve Sünnet açısından yeteri kadar eleştirememeleridir. Ama yukarıdaki âyetlerin ortaya koyduğu metot, yanlış tavırların tamamına engel olacak niteliktedir.

Şimdi muhkem, müteşâbih, mesânî ve tevîl kelimelerine, Kur’ân’ın verdiği anlam ile ulemanın verdiği anlamı karşılaştırmalı olarak görmeye çalışalım:

1.1. Muhkem

Muhkem; lafız ve anlam açısından şüphe doğuracak yanı olmayan söze denir.[12] Muhkem âyet, “şöyledir” veya “değildir” diye açık ve kesin hüküm bildirir. Bunun tanımında bir ihtilaf yoktur.

1.2. Müteşâbih

Müteşâbihin kökü, benzerlik anlamına gelen şibh veya şebeh’tir. Birbirine benzeyen iki şeye müteşâbih, aradaki benzerliğe teşâbüh denir.[13] Aşağıdaki sekiz âyette kelime bu anlamdadır.

وَبَشِّرِ الَّذِينَ آَمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هَذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَأُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا.

a.“ İnanıp güvenen ve iyi işler yapanlara müjde ver: İçlerinden ırmaklar akan bahçeler onlar içindir. Ne zaman onlara o bahçelerin bir ürünü, rızık olarak sunulsa “Bundan bize daha önce de sunulmuştu.” diyeceklerdir. Aslında onlara öncekinin benzeri /müteşâbihi verilmiştir.” (Bakara 2/25)

قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا هِيَ إِنَّ الْبَقَرَ تَشَابَهَ عَلَيْنَا وَإِنَّا إِنْ شَاءَ اللَّهُ لَمُهْتَدُونَ.

b.“Bizim için Rabbine /Sahibine bir daha sor, onun nasıl bir şey olduğunu iyice açıklasın! O sığır bildiğimiz bir sığıra müteşabih/benzedi. Allah nasip ederse onu mutlaka buluruz!” dediler. (Bakara 2/70)

وَقَالَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ لَوْلَا يُكَلِّمُنَا اللَّهُ أَوْ تَأْتِينَا آَيَةٌ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ مِثْلَ قَوْلِهِمْ تَشَابَهَتْ قُلُوبُهُمْ.

c.“(Kitabı) Bilmeyenler “Allah bizimle de konuşsa veya bize de bir ayet gelse ya!” derler. Öncekiler de aynı şeyi söylerlerdi. Kalpleri birbirine benzedi/müteşâbih oldu.” (Bakara 2/118)

وَهُوَ الَّذِي أَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجْنَا بِهِ نَبَاتَ كُلِّ شَيْءٍ فَأَخْرَجْنَا مِنْهُ خَضِرًا نُخْرِجُ مِنْهُ حَبًّا مُتَرَاكِبًا وَمِنَ النَّخْلِ مِنْ طَلْعِهَا قِنْوَانٌ دَانِيَةٌ وَجَنَّاتٍ مِنْ أَعْنَابٍ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُشْتَبِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍ.

d.“Gökten su indiren Allah’tır. Onunla her türlü bitkinin filizini çıkarır. Ondan yeşilliği çıkarır, ondan da üst üste binmiş daneleri, hurma tomurcuğundan sarkmış salkımları, üzüm bağlarını, birbirine müteşâbih /benzeyen ve gayri müteşâbih /benzemeyen zeytini ve narı çıkarır.” (En’âm 6/99)

وَهُوَ الَّذِي أَنْشَأَ جَنَّاتٍ مَعْرُوشَاتٍ وَغَيْرَ مَعْرُوشَاتٍ وَالنَّخْلَ وَالزَّرْعَ مُخْتَلِفًا أُكُلُهُ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُتَشَابِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍ.

e.“Asmalı ve asmasız bahçeleri, mahsulleri farklı hurma ağaçlarını ve bitkileri, birbirine müteşâbih /benzeyen ve benzemeyen gayri müteşâbih özellikteki zeytin ve nar ağaçlarını oluşturup geliştiren odur.” (En’âm 6/141)

أَمْ جَعَلُوا لِلَّهِ شُرَكَاءَ خَلَقُوا كَخَلْقِهِ فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ قُلِ اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ

f.“Yoksa onlar Allah’a, onun yarattığı gibi yaratan ortaklar bulmuşlar da onların yarattıklarını Allah’ın yarattıklarına mı benzetmişler/müteşâbih mi göründü? Onlara de ki: “Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O, bir tektir, her şeyi emri altına almıştır.” (Ra’d 13/16)

اللَّهُ نَزَّلَ أَحْسَنَ الْحَدِيثِ كِتَابًا مُتَشَابِهًا مَثَانِيَ

g.“Allah sözün en güzelini, birbirine benzer/müteşâbih ve mesânî/ ikişerli yapıda bir kitap olarak indirmiştir.” (Zümer 39/23)

هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آَيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ.

h.“Sana bu Kitab’ı indiren odur. Ayetlerinin bir kısmı muhkemdir; Onlar Kitab’ın ana ayetleridir. Diğerleri müteşâbihtir.” (Âl-i İmrân 3/7)

Alimler müteşâbihe, yukarıdaki yedi âyette “birbirine benzeyen iki şey” anlamı vermişler ama Al-i İmran 7. âyetteki müteşâbihi, hiçbir delile dayanmadan, şöyle tarif etmişlerdir: “Anlamı kapalı olan, Kitap ve Sünnette ne kesin ne de zannî herhangi bir delil bulunmadığından alimlerin aklının onu idrake yetmeyeceği âyettir.”[15]

Muhkemler “Kitab’ın anası, geriye kalanı müteşâbih” olduğundan, Kur’ân’ın büyük bir bölümünün müteşâbih olduğu açıktır. Çünkü “ana” her zaman az, diğerleri fazla olur. Bu sebeple yukarıdaki tarif, âyetlerin büyük bir kısmının anlaşılamayacağı iddiasını da taşımaktadır. Bunu kabul etmek mümkün olmadığından her alim, yine bir delile dayanmadan müteşâbih sayısını sınırlama gayretine girmiştir. Taberî’nin İbn Abbâs’tan nakline göre muhkem; Kur’ân’ın nâsihi, helâli, haramı, hadleri, farzları, inanılan ve amel edilen âyetleridir. Müteşâbih ise; Kur’ân’ın mensuhu, geçmiş ve gelecekle ilgili haberleri, yeminleri, örnekleri ile inanılan ama amel edilmeyen âyetleridir.[16]

Ragıb el-İsfahanî’ye göre müteşâbih üçe ayrılır:

  1. Kıyâmetin vakti, dâbbet’ül-ard ve çıkış şekli gibi bilinmesi mümkün olmayan müteşâbih.
  2. Garip lafızlar ve muğlak hükümler gibi insanların bir şekilde bilebilecekleri müteşâbih.
  3. İlimde derinleşmiş alimlerin bilip onların dışında kalanların bilemeyeceği müteşâbih.[17]

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır konuya bilimsel izah getirme gayretiyle şöyle demiştir: “İki şeyin birbirine karşılıklı ve eşit olarak benzemesine teşâbüh, benzeyenlerden her birine müteşâbih denir ki, biri diğerinden seçilemez, zihin onları ayırt etmekten aciz kalır. Teşbih ve müşabehette bir taraf eksik ve ikinci derecede, diğer taraf tam ve esas olur. Teşâbühte[18] ise her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerlikte olur, benzerlikler farklılıkları örter de şu âyetlerdeki gibi seçilemez olurlar: “Muhakkak ki, o inek bize teşâbühlü oldu.” (Bakara, 2/70), “Kalpleri teşâbühlü oldu.” (Bakara, 2/118), “…ve onun müteşâbihi kendilerine verilecek.” (Bakara, 2/25) Demek ki teşâbüh seçilememeye sebeptir. Seçilememek bunun gerektirdiği bir anlamdır.”[19]

Bu izahın ilmî bir yanı yoktur. Elmalılı bunu, Fahrettin Razî’den almıştır.[20] Yukarıdaki âyetleri, kendi tefsir ederken aynı hataya düşmemiştir. Bakara 25. âyeti şöyle tefsir etmiştir: “Acaba iki âlemdeki bu meyveler gerçekte aynı çeşitten midir? Hayır, aynı çeşitten değil, benzerdirler, birbirine karşılıklı olarak bir benzeyişleri vardır. Gerçekte ise aralarında büyük farklar vardır.”[21] Yani bir karıştırma söz konusu değildir.

Bakara 70. âyetle ilgili tefsiri şöyledir: “Bu bakara bize müteşâbih geldi, hangi bakara olduğunu kestiremedik. Biz onun özelliklerini sordukça bize başkalarında da olan özellikler açıklanıyor.”[22] Başkalarında da olan özellikler, benzer özelliklerdir.

Elmalılı’nın Bakara 118 ile ilgili tefsiri ise şöyledir: “Görüyorsunuz, öncekilerle bunların kalpleri tamamen birbirine benzemiş, duygu ve düşünceleri sanki birbirinin aynı olmuştur.”[23] Buradaki benzerlik de duygu ve düşünce benzerliğidir; yoksa onların birbirinden seçilememesi değildir.

Tefsir usülcüleri bir gariplik daha yapmış; Hûd suresinin ilk âyetini delil göstererek Kur’ân’ın hepsini muhkem, Zümer 23. âyeti delil göstererek hepsini müteşâbih, Al-i İmran 7. âyeti delil göstererek bazı âyetleri muhkem bazılarını da müteşâbih saymışlardır.[24]

Nebimiz müteşâbihle ilgili açıklama yapmamıştır. Aişe annemiz dedi ki; Allah’ın Elçisi Muhammed aleyhisselam, Âl-i İmrân 7. âyeti okudu ve şöyle dedi: “Kur’ân’ın müteşâbih âyetlerine tâbi olanları gördüğünüzde bilin ki onlar Allah’ın âyette haber verdiği kimselerdir, onlardan sakının.”[25]

Hadiste de müteşâbihin ne olduğu açıklanmadığı için ona, sözlük anlamını vermek gerekir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ.

“Biz, her resulü / kitabı ancak kendi halkının dili ile gönderdik ki (ayetleri) açık açık anlatsın.” (İbrahim 14/4)

Görüldüğü gibi ulemanın müteşâbih anlayışı, ne Kur’ân’a, ne Sünnete, ne Arap diline ne de bilimsel bir gerekçeye dayanır. Bu anlayış Kur’ân’ın, birkaç âyet dışında anlaşılmaz olmasını da gerektirir. Halbuki o, açık bir kitaptır. Birçok sure “Bunlar o açık Kitab’ın âyetleridir”[26] diye başlar. Bu sebeple bu anlayışın kabul edilebilecek bir yanı yoktur.

Müteşâbih, birbirine benzeyen iki şeye denir. Bu, teşbihten farklıdır. Teşbih, benzerliği göstermek için değil, güçlü ve etkili bir anlatım için yapılır. “Aslan gibi cesur adam” veya “tilki gibi kurnaz çocuk” derken adam cesarette aslana, çocuk kurnazlıkta tilkiye benzetilir. Aslında ne adam aslana, ne çocuk tilkiye benzer. Yani bunların müteşâbih olmaları gerekmez. Müteşâbih olan şeyler cinsleri, nevileri ve sınıfları oluşturur. Eşya ancak bu şekilde tanınır. İlimler bu şekilde oluşturulur ve yeni hedeflere ancak bu şekilde ulaşılır.

Al-i İmran 7 ve Zümer 23. âyetler; Kur’ân âyetlerinin de müteşâbih olduğunu gösterir. Bunlar birbirini açıkladığından müteşâbih olmaları kaçınılmazdır. Öyleyse Kur’ân’ı öğrenirken, eşyayı öğrenir gibi davranmak, müteşâbih âyetleri kümelere ayırıp Kur’ân’ın açıklamasına ulaşmak gerekir. Benzerlik en az iki şey arasında olacağından Kur’ân’da ikili ilişkiler ağı vardır. Bunu âyetlerdeki mesânî kelimesi kuvvetlendirmektedir.

1.2. Mesânî

Mesânîمثَانِي) ), mesnâ (مثَنى)’nın çoğuludur. Mesnâ,, ikişer, mesânî de ikişerler anlamına gelir.[27] Kelime, aşağıdaki dört âyette geçer:

وَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تُقْسِطُوا فِي الْيَتَامَى فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ مَثْنَى وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ ذَلِكَ أَدْنَى أَلَّا تَعُولُوا.

a.“Yetimler konusunda hakka uygun davranamayacağınızdan korkarsanız (onları değil) hoşunuza gidenlerden iki (mesnâ), üçer veya dörder nikah edin. Eğer aralarında adaleti yerine getirememekten korkarsanız bir tek kadını veya hâkimiyetiniz altında olan bir esir kadını nikâhlayın. Haksızlık etmemeniz için en uygun olan budur.” (Nisa 4/3)

قُلْ إِنَّمَا أَعِظُكُمْ بِوَاحِدَةٍ أَنْ تَقُومُوا لِلَّهِ مَثْنَى وَفُرَادَى ثُمَّ تَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِكُمْ مِنْ جِنَّةٍ إِنْ هُوَ إِلَّا نَذِيرٌ لَكُمْ بَيْنَ يَدَيْ عَذَابٍ شَدِيدٍ.

b.“De ki; size bir tek öğüdüm var: Allah için ikişer ikişer (mesnâ) ve teker teker kalkın sonra düşünün; Göreceksiniz ki arkadaşınızda cinlerin etkisi yoktur. Çetin bir cezanın öncesinde o, sizin için yalnızca bir uyarıcıdır.” (Sebe 34/46)

الْحَمْدُ لِلَّهِ فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَاعِلِ الْمَلَائِكَةِ رُسُلًا أُولِي أَجْنِحَةٍ مَثْنَى وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ.

c.“Yaptığı her şeyi mükemmel yapmak, gökleri ve yeri, bölünme ilkesiyle yaratan, melekleri ikişer /mesnâ, üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah’ın özelliğidir. …” (Fâtır 35/1)

اللَّهُ نَزَّلَ أَحْسَنَ الْحَدِيثِ كِتَابًا مُتَشَابِهًا مَثَانِيَ.

d.“Allah sözün en güzelini, birbirine benzer ikişerli yapıda/ müteşâbih ve mesânî bir kitap olarak indirmiştir.” (Zümer 39/23)

Muhkem ve onu açıklayan müteşâbih âyet, iki âyet eder. Bunları açıklayan iki âyet daha olur. Bazı konularda bu âyetler iki, dört, altı, sekiz… şeklinde uzar gider. Bu âyetleri bulup ortaya çıkaranlar, her konu ile ilgili en ince ayrıntıya ulaşabilirler. Birbirini açıklayan âyetler arasındaki ikişerli ilişkiyi gösteren kelime mesânî kelimesidir.

Şu âyette de mesânî geçer. “Sana o mesânîden (birbiriyle ilişkili âyetlerden) yedisini, o muazzam ayet kümesini verdik.” (Hicr 15/87) Burada kelime el-mesânî şeklinde marife olduğu için Zümer suresindeki anlamdadır. Böylece Hicr 87 ile Zümer 23. âyetleri bize, bütün âyetlerin mesânî olduğunu göstermiş olur.

Hicr 87, mesânîlerden yedisine dikkat çekmiştir ki, onlar Fatiha’nın âyetleridir. Bu sebeple Fatiha, Kur’ân’dan süzülmüş bir öz ve surelerin en yücesi olmuştur. Ebû Saîd el-Muallâ, Nebimizin şöyle dediğini rivayet etmiştir: “El-hamdu lillah (Fatiha Suresi) bana verilmiş yedi mesânî ve yüce Kur’ân’dır.[28] Allah onun gibisini ne Tevratt’a, ne İncil’de indirmiştir.”[29]

Âyetler arası ilişkiler doğru kurulamayınca mesânîye de doğru anlam verilememiştir. Ulemanın önemli bir bölümü ona, tekrar etme, birkaç kere tekrarlama anlamı vermişler; bunu Kur’ân’da kıssaların, öğütlerin, hükümlerin, geçmişle ilgili haberlerin ve olayların tekrarlanması, rahmet âyetlerinin azap âyetlerine bitişik olması, birbirine zıt şeylerden, cennetten, cehennemden, iyi ve kötü kişilerin özelliklerinden bahsetmesi şeklinde açıklamışlardır.[30] Fahrettin Râzî şöyle demiştir:

“Kur’ân’da geçen her şey çifttir; emir-nehiy, amm-has, mücmel-mufassal, yer ve göklerin durumu, cennet- cehennem, karanlık-aydınlık, korku ve ümit gibi çifter çifterdir. Maksat Allah’ın dışındaki her şeyin çift olduğunu açıklamaktır. Bu da her şeyin zıddıyla yani kendine ters gelenle imtihan edildiğini gösterir. Tek olan sadece Allah Teâlâ’dır.”[31]

Râzî’nin sözleri güzeldir, ancak Kur’ân’ın açıklanmasına katkı sağlamamaktadır.

1.4. Tevîl

Tevîl sözlükte, (رد الشيئ إلى الغاية المرادة منه) bir şeyi hedefine çevirmektir.[32] Kur’ân’da bu anlam, mesânî prensibine uygun olarak dört yerde açıklanmıştır.

1.4.1. Musa ve Hızır Olayının Tevîli

Musa aleyhisselam Hızır’la[33] yolculuk yapmış, bazı davranışlarına dayanamamıştı. Çünkü Hızır, önce bindikleri gemiyi delmiş, sonra bir erkek çocuğunu öldürmüş ve sonra da kendilerini misafir etmek istemeyen bir kasabada yıkılmak üzere olan bir duvarı doğrultmuştu. Ayrılmaya karar verdikleri bir sırada Hızır;

سَأُنَبِّئُكَ بِتَأْوِيلِ مَا لَمْ تَسْتَطِع عَّلَيْهِ صَبْرًا.

“… dayanamadığın işlerin tevîlini sana anlatacağım.” (Kehf, 18/78diyerek şunları söylemişti:

أَمَّا السَّفِينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاكِينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَأَرَدْتُ أَنْ أَعِيبَهَا وَكَانَ وَرَاءَهُمْ مَلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَفِينَةٍ غَصْبًا. وَأَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ أَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَشِينَا أَنْ يُرْهِقَهُمَا طُغْيَانًا وَكُفْرًا. فَأَرَدْنَا أَنْ يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْرًا مِنْهُ زَكَاةً وَأَقْرَبَ رُحْمًا. وَأَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَتِيمَيْنِ فِي الْمَدِينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنْزٌ لَهُمَا وَكَانَ أَبُوهُمَا صَالِحًا فَأَرَادَ رَبُّكَ أَنْ يَبْلُغَا أَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنْزَهُمَا رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ أَمْرِي ذَلِكَ تَأْوِيلُ مَا لَمْ تَسْطِعْ عَلَيْهِ صَبْرًا.

“Gemi, denizde çalışan ve başka işleri olmayan birkaç kişinindi; istedim ki onu kusurlu hale getireyim. Çünkü arkalarında sağlam gemilere zorla el koyan bir hükümdar vardı.”

“Oğlana gelince; ana babası inanmış kimselerdi. Onun onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden korktuk. İstedik ki Rableri onlara, daha temiz ve daha merhametli birini versin.”

“Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları iyi insandı. Rabbin istedi ki; onlar reşit olsunlar ve hazinelerini çıkarsınlar. Bu, Rabbinden bir ikramdır, bunları kendiliğimden yapmış değilim. Dayanamadığın işlerin tevîli işte budur.” (Kehf 18/79-82)

Her bir olayın tevîli, yani ana bağlantısı gösterilince Musa aleyhisselamın şaşkınlığı geçmişti.

1.4.2. Rüya Tevîli

Rüya yorumuna tevîl denir. Yusuf aleyhisselam zindanda iken hükümdar şöyle demişti:

وَقَالَ الْمَلِكُ إِنِّي أَرَى سَبْعَ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَأْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعَ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ وَأُخَرَ يَابِسَاتٍ يَا أَيُّهَا الْمَلَأُ أَفْتُونِي فِي رُؤْيَايَ إِنْ كُنْتُمْ لِلرُّؤْيَا تَعْبُرُونَقَالُوا أَضْغَاثُ أَحْلَامٍ وَمَا نَحْنُ بِتَأْوِيلِ الْأَحْلَامِ بِعَالِمِينَ. وَقَالَ الَّذِي نَجَا مِنْهُمَا وَادَّكَرَ بَعْدَ أُمَّةٍ أَنَا أُنَبِّئُكُمْ بِتَأْوِيلِهِ فَأَرْسِلُونِ. يُوسُفُ أَيُّهَا الصِّدِّيقُ أَفْتِنَا فِي سَبْعِ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَأْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعِ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ وَأُخَرَ يَابِسَاتٍ لَعَلِّي أَرْجِعُ إِلَى النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَعْلَمُونَ. قَالَ تَزْرَعُونَ سَبْعَ سِنِينَ دَأَبًا فَمَا حَصَدْتُمْ فَذَرُوهُ فِي سُنْبُلِهِ إِلَّا قَلِيلًا مِمَّا تَأْكُلُونَ. ثُمَّ يَأْتِي مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ سَبْعٌ شِدَادٌ يَأْكُلْنَ مَا قَدَّمْتُمْ لَهُنَّ إِلَّا قَلِيلًا مِمَّا تُحْصِنُونَ. ثُمَّ يَأْتِي مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ عَامٌ فِيهِ يُغَاثُ النَّاسُ وَفِيهِ يَعْصِرُونَ.

“Bir gün kral dedi ki: “Ben rüyamda yedi tane besili inek görüyorum. Onları yedi zayıf inek yiyor. Bir de yedi yeşil başak ve başka kuru başaklar… Ey ileri gelenler! Rüya yorumlamayı biliyorsanız, rüyam hakkında bana sağlam bir görüş bildirin.”

Dediler ki: “Karmakarışık düşler… Biz bu gibi düşlerin yorumunu /tevîlini bilen kişiler değiliz.”

Yusuf’un iki hapishane arkadaşından kurtulanı uzunca bir süreden sonra Yusuf’u hatırladı da dedi ki: “Ben size bu rüyanın nasıl tevilini/ çıkacağını bildireceğim, beni gönderin.” dedi. Sonra, Yusuf, aleyhisselama geldi, o da rüyayı tevîl etti ve dedi ki:

“Yedi yıl sürekli ekim yapın, bütün hasadı başağında bırakın; yiyeceğiniz az bir kısım başka. Sonra arkadan yedi kıtlık yılı gelir, bütün biriktirdiğinizi yer tüketir; sakladığınız az bir kısım başka. Sonra arkadan, halkın rahat edeceği bir yıl gelir, o zaman da sıkıp sağarlar”. (Yusuf 12/43-49)

Rüya tevîli, günlük hayattaki olaylardan hangisinin, rüyadaki sembole benzediğine bakılarak yapılır. Bu ilgiyi kuramayanlar, o tevîli yapamazlar. Hükümdarın adamları bunu yapamamışlardı.

1.4.3. Dünyanın Tevîli

Dünya imtihan yeridir. Buradaki her olayın ahiretle bağlantısı vardır. Doğru bağlantıyı kuramayanlar umdukları cennete değil, istemedikleri cehenneme giderler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

وَنَادَى أَصْحَابُ النَّارِ أَصْحَابَ الْجَنَّةِ أَنْ أَفِيضُوا عَلَيْنَا مِنَ الْمَاءِ أَوْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللَّهُ قَالُوا إِنَّ اللَّهَ حَرَّمَهُمَا عَلَى الْكَافِرِينَ. الَّذِينَ اتَّخَذُوا دِينَهُمْ لَهْوًا وَلَعِبًا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا فَالْيَوْمَ نَنْسَاهُمْ كَمَا نَسُوا لِقَاءَ يَوْمِهِمْ هَذَا وَمَا كَانُوا بِآَيَاتِنَا يَجْحَدُونَوَلَقَدْ جِئْنَاهُمْ بِكِتَابٍ فَصَّلْنَاهُ عَلَى عِلْمٍ هُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ. هَلْ يَنْظُرُونَ إِلَّا تَأْوِيلَهُ يَوْمَ يَأْتِي تَأْوِيلُهُ يَقُولُ الَّذِينَ نَسُوهُ مِنْ قَبْلُ قَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ فَهَلْ لَنَا مِنْ شُفَعَاءَ فَيَشْفَعُوا لَنَا أَوْ نُرَدُّ فَنَعْمَلَ غَيْرَ الَّذِي كُنَّا نَعْمَلُ قَدْ خَسِرُوا أَنْفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ.

“Cehennem ahalisi, cennet ahalisine:  “Suyunuzdan ya da Allah’ın size verdiği rızıklardan bize de akıtın!” diye seslenirler. (Cennettekiler de) “Allah, onları kâfirlere yasakladı.” derler Dünya hayatına aldanarak dinlerini eğlence ve oyun haline getirenler, ayetlerimizi bile bile inkar edip bugüne varmayı nasıl unuttularsa biz de bugün onları unutacağız. Şurası bir gerçek ki, biz onlara, inanan ve güvenen topluluğa rehber ve ikram olması için bir ilme göre, ayrıntılı olarak açıkladığımız bir Kitap getirdik.

Onlar kitabın uyarılarının tevilinden/gerçekleşmesinden başka ne bekliyorlar! Tevîli /Uyarılar geldiği gün evvelce onu unutmuş olanlar şöyle diyeceklerdir: “Rabbimizin elçileri gerçekten doğruyu getirmişler. Bize şefaat edecek kimseler var mı ki şefaat etsinler. Ya da geri gönderilsek de yapıp ettiğimiz işlerden başkasını yapsak.” Onlar kendilerini tüketmiş kimselerdir. Uydurdukları şeyler de çekilip kaybolmuş olacaktır.” (A’raf 7/50-53)

Görüldüğü gibi dünyadaki davranışların âhiretle bağlantısı da tevîl kelimesi ile ifade edilmiştir. Asıl ve kalıcı olan âhirettir. Orada verilecek karşılık, burada yapılanların benzeri olacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا وَمَنْ جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلَا يُجْزَى إِلَّا مِثْلَهَا وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ.

“Kim bir iyilikle gelirse ona onun on katı verilir; kim de bir kötülükle gelirse ona sadece onun dengi bir ceza verilir. Hiçbirine bir haksızlık yapılmaz.” (En’am 6/160)

1.4.4. Âyetlerin Tevîli

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آَيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آَمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ.

“Sana bu Kitab’ı indiren odur. Onun bir kısmı muhkem âyetlerdir. Onlar Kitab’ın anasıdır. Öbürleri ise müteşâbihlerdir. İçlerinde yamukluk olanlar, fitne çıkarma isteği ve onu tevîl, isteği ile müteşâbih olanına uyarlar. Oysa onun tevîlini Allah’tan başkası bilmez. Sağlam bilgi sahipleri şöyle derler: “Biz buna inanırız. Hepsi de Rabbimiz katındandır.” Böyle düşünenler sadece içi temiz olan kimselerdir.” (Âl-i İmrân 3/7)

Yukarıdaki üç olayda olduğu gibi bu âyette de tevîl ana unsura değil açıklamaya bağlanmış “… Onun tevîlini Allah’tan başkası bilmez.” denmiştir. Burada ana unsur muhkem âyetler, onları açıklayanlar ise müteşâbih olanlardır. Âyetler arasında ilişki kurarak birini diğerine bağlayan Allah Teâlâ olduğu için onların tevîlini o yapmıştır. Araya benzerlik koymuş ki bağlantıları takip edip onun tevîlini bulabilelim. Âyetler arasında Allah’ın kurduğu ilişkiye bakmadan ulaşılan tevîl, Allah’ın tevîli olamaz. Bunu bilerek yapan, yoldan çıkar. Çünkü bu tavır, âyetleri bağlantılarından koparmayı ve bazı âyetleri görmemeyi zorunlu kılar. Dini kullanarak insanları yoldan çıkarmanın en kısa yolu budur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللَّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ. إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا وَأَصْلَحُوا وَبَيَّنُوا فَأُولَئِكَ أَتُوبُ عَلَيْهِمْ وَأَنَا التَّوَّابُ الرَّحِيمُ.

“İndirdiğimiz açık ve yol gösterici ayetleri insanlar için bu kitapta açıkça ortaya koymamızdan sonra gizleyenler var ya! Allah, işte onları lanetler /dışlar. Lanet edecek olanlar da onları lanetlerler.

Tövbe eden /dönüş yapan, kendini düzelten ve gizledikleri ayetleri açıklayanlar başka. Onların tövbesini kabul ederim. Tövbeleri kabul eden ve iyiliği bol olan benim.” (Bakara 2/159-160)

Tevîlde bir ana konu, bir de onun açıklaması vardır. Hızır olayında ana konu, Musa aleyhisselamın bilmediği arka plandır. Gördüğü olaylar ise onların açıklamasıdır. Melik’in rüyası da ileride olacak olayların açıklamasıydı. Onun adamları rüya ile o olaylar arasında ilgi kuramadıkları için yorum yapamamışlardı. Dünyadaki her olayın ahiretle bağlantısı vardır. Bunlar ahirette kişinin başına gelecek şeylerin habercisidir.

Demek ki tevîl; benzerlikten yola çıkarak ana unsur ile açıklayıcı unsuru bulup açıklamaya ulaşmaktır. Âyetlerin tevîli için de benzerlikten yola çıkarak ana (muhkem) âyeti ve açıklayıcı (müteşâbih) âyetleri bulmak gerekir. Bu yol bizi, âyetlerin açıklamasına götürür.

Alimler müteşâbihe “akılların onu idrake yetmediği âyettir”[34] dedikleri için tevîle farklı anlam vermek zorunda kalmışlar ve Al-i İmran 7’deki şu bölümü anlamada sıkıntıya düşmüşlerdir:

وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا.

Kendilerine “cumhur” adı verilen çoğunluk buna, şu anlamı vermiştir: “Onun tevîlini Allah’tan başkası bilmez. Sağlam bilgi sahipleri şöyle derler: “Biz buna inanırız. Hepsi de Rabbimiz katındandır”. Bunlara göre müteşâbihler, Allah’ın kendi bilgisine has olmak üzere seçip ayırdığı âyetler olduğundan hiçbir âlim onların anlamını bilemez.

Azınlıkta kalan âlimler âyete şu anlamı vermişlerdir: “Onun tevîlini Allah ile sağlam bilgi sahiplerinden başkası bilmez. Onlar şöyle derler: “Biz buna inanırız. Hepsi de Rabbimiz katındandır.” Bunlara göre sağlam bilgi sahipleri, müteşâbihi bilirler.[35] Onların bu bilgiye nasıl ulaşacakları, tevîl kelimesine verilen anlamda gizlidir.

İmam Maturidî’ye göre tevîl: Kesinlik ve Allah’ı şahit tutma olmaksızın lafzın muhtemel anlamlarından birini tercih etmektir.[36]

Muhammed Ebû Zehra’ya göre: “Lafzı görünen anlamından alıp, başka anlam taşıyan ama görünmeyen anlamına hamletmektir.”[37]

Zekiyyüddin Şa’ban’a göre ise “Lafzın zahir manasında anlaşılmaktan engellenmesi ve bir delile binaen zahir olmayan başka bir mananın kastedildiğine hükmolunmasıdır.”[38]

Bu tariflere göre tevîl, bir sözü, görünen anlamından alıp, görünmeyen anlamına götürmektir. Görünmeyen anlam deyince ortaya belirsizlikler zinciri çıkar. Ulemanın tevîl anlayışının doğru gerekçelere dayanmadığı ortadadır.

  1. KUR’ÂN’I ALLAH’IN ELÇİSİNİN UYGULAMASI

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآَخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا.

“Sizin için yani Allah’tan ve ahiret gününden beklentisi olan ve Allah’ı (onun sözlerini) hep aklında tutanlar için, Allah’ın resulünde güzel örnekler vardır.” (Ahzab 33/21)

Allah’ın Elçisinin âyetler arası ilişkileri iyi bildiğinde ve uygulamayı ona göre yaptığında şüphe yoktur. Alimler, bu ilişkileri kurmada hata edebilirler. Ama Allah’ın Elçisinin, tespit ve uygulamaları denetim altında olduğu için bu konuda ona tam olarak güvenilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ. لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ. ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ. فَمَا مِنكُم مِّنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ.

“(Elçimiz Muhammed,) Bize karşı bazı sözler uydursaydı, Elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra kesinlikle onun şah damarını koparırdık. İçinizden hiçbiri de bunun önüne geçemezdi.” (Hâkka 69/4447)

يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللَّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ.

“Ey Resul! Rabbinden sana ne indirilmişse sen onu tebliğ et /insanlara ulaştır. Eğer böyle yapmazsan, onun verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah, seni insanlardan koruyacaktır. Allah, ayetleri görmezlikte direnen topluluğu yola getirmez.” (Mâide 5/67)

Teblîğ; görevi eksiksiz yerine getirmektir. İnen âyetleri, Allah’ın Elçisinin insanlara bildirmesi tebliğ olduğu gibi uygulaması da tebliğdir. O, Veda Hutbesinin her bölümünü, “dikkat edin, tebliğ ettim mi?” sözüyle bitirmiş ve bunu üç kere tekrarlamıştı. Dinleyenler de “evet tebliğ ettin”, diye cevap vermişlerdi.

Allah’ın Elçisi’nin, hangi sünnetinin hangi âyetlerle ilgili olduğu hemen anlaşılmayabilir. Kur’ân’a ters ya da kendi içinde çelişkili görülerek kenara itilmiş çok sayıda hadis vardır. Ama onların ilgili olduğu âyet tespit edilirse çelişki ortadan kalkar. Buna şufa yani önalım hakkı ile ilgili hadis örnek verilebilir:

Câbir b. Abdullah’ın bildirdiğine göre Allah’ın Elçisi, paylaşılmamış her şeyde şufa kararı vermiştir. Sınırlar çizilip yollar ayrıldıktan sonra şufa olmaz.[39]

Şufa şöyle tarif edilir: Satın alınan bir taşınmazı, müşteriye kaça mal olduysa o miktar ile kendine mal etmektir.[40] Mesela bir arsada ortak iki kişiden biri kendi payını, ortağına sormadan satsa, ortak bu satışa razı değilse, maloluş fiyatını ödeyip o payı müşterinin elinden alabilir. Halbuki müşteri, arsadaki payın yeni sahibi olmuştur; onu ondan zorla almak şu âyete ters düşer:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا لَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إِلَّا أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ.

“Müminler, mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin; karşılıklı rızaya dayalı bir ticaretle olursa yiyebilirsiniz.” (Nisa 4/29)

Allah’ın Elçisi, Kur’ân’a aykırı davranamayacağı için şufa hakkı, istisnai bir durum olabilir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur:

وَقَدْ فَصَّلَ لَكُم مَّا حَرَّمَ عَلَيْكُمْ إِلاَّ مَا اضْطُرِرْتُمْ إِلَيْهِ.

“Allah size neyi yasaklamışsa açık açık bildirmiştir; zor durumda kaldıysanız başka.” (En’am 6/119)

Demek ki zor durumda kalan için farklı uygulama olabilir. Taşınmazdaki bir payın başkasına satılması, ortağı zora sokar. Şufa hakkı bu zorluğu giderme yoludur. Bu hakkın varlığını bilerek o taşınmazı satın alan, sonucuna katlanır. Nebimizin şufa ile ilgili sünneti bu âyetin uygulaması olur.

Sünnet Kur’ân’a tabidir. Kur’ân’dan bağımsız bir kaynak değildir. Allah Teâlâ Elçisi’ne şöyle buyurur:

إِنْ أَتَّبِعُ إِلَّا مَا يُوحَى إِلَيَّ إِنِّي أَخَافُ إِنْ عَصَيْتُ رَبِّي عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ.

“De ki: Ben sadece bana vahyolunana uyarım. Ben Rabbime karşı gelirsem, büyük günün azabından korkarım.” (Yunus 10/15)

اتَّبِعْ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ.

“(Ey Elçi!) Rabbin’den sana ne vahyedildi ise ona uy. O’ndan başka ilah yoktur, müşriklerden de yüz çevir.” (En’am 6/106)

Sünnet Kur’ân’a tabi olduğundan onu Kurân’dan ayrı değerlendirmek olmaz. Kur’ân önde, o arkada olmak üzere her konu, Kur’ân ve Sünnet bütünlüğü içinde ele alınmalıdır. O zaman, Nebimizin genel kurala aykırı veya çelişkili gibi gözüken söz ve uygulamalarının farklı alanlarla ilgili olduğu ortaya çıkar. Sünnet konusunda aceleci davranmamalı, onun ilgili olacağı âyet, mutlaka bulunmalıdır. Bu metot, uydurma hadisler için de kalkan görevi görür. Örnek olsun diye evlenmede velâyet ve faiz ile ilgili açıklamalara bakılabilir.[41]

  1. KUR’ÂN’I ÖNCEKİ KİTAPLARIN AÇIKLAMASI

Kur’ân, kendinden önceki ilahi kitapları kabul eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَأَنْزَلَ التَّوْرَاةَ وَالْإِنْجِيلَ. مِنْ قَبْلُ هُدًى لِلنَّاسِ وَأَنْزَلَ الْفُرْقَانَ إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآَيَاتِ اللَّهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَاللَّهُ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَامٍ.

“Gerçekleri içeren ve kendinden önce indirilmiş kitapları tasdik eden bu kitabı sana, o indirmiştir. Tevrat’ı ve İncil’i de o indirmiştir.

Daha önce insanlığın rehberi bunlardı. Bütün furkanları /doğruyu yanlıştan ayıran kitapları o indirmiştir. Allah’ın ayetlerini görmezlikte direnenlerin /kâfirlerin cezası çetindir.  Daima üstün olan, hak edildiği kadar ceza veren Allah’tır.”[42] (Al-i İmran 3/3-4)

İlk nebiden son nebiye kadar vahiyde bütünlük vardır. Kur’ân âyetlerinin büyük bir kısmı Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vahyedilene denktir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

شَرَعَ لَكُمْ مِنَ الدِّينِ مَا وَصَّى بِهِ نُوحًا وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِهِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى أَنْ أَقِيمُوا الدِّينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا فِيهِ كَبُرَ عَلَى الْمُشْرِكِينَ مَا تَدْعُوهُمْ إِلَيْهِ اللَّهُ يَجْتَبِي إِلَيْهِ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ يُنِيبُ.

“Allah Nuh’a ne buyurmuşsa onu, sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: Bu dini ayakta tutun, gruplara ayrılmayın. Kendilerine yaptığın çağrı, müşriklere ağır gelir. Allah gereğini yapanı kendine seçer, doğruya yöneleni kendine yönlendirir.” (Şûrâ 42/13)

Kur’ân’ın bir kısmı da sadece Nebimize vahyedilen ve hafifletici hükümler içeren âyetlerden oluşur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

مَا نَنْسَخْ مِنْ آَيَةٍ أَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَا أَوْ مِثْلِهَا أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ.

“Bir ayeti nesheder veya unutturursak, yerine daha hayırlısını ya da dengini getiririz. Allah’ın her şeye bir ölçü koyduğunu bilmez misin!” (Bakara 2/106)

Kur’ân, önceki kitapları neshetmiştir. Çünkü nesih sözlükte; bir şeyi bir başka şeyle değiştirme, onun yerine başkasını koyma demektir.[43] Kur’ân, ilahi kitapların, Allah tarafından tasdik edilmiş son nüshasıdır. Kur’ân’a uymak; Tevrat’a, İncil’e ve nebilere inen tüm kitaplara uymaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالْإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالْأَغْلَالَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آَمَنُوا بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذِي أُنْزِلَ مَعَهُ أُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ.

“Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı bulacakları ümmi nebi olan bu resule uyanlardır. O resul onların iyi şeyleri yapmalarını ister ve kötü şeylerden sakındırır. Onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Onların ısrını /ağır yükünü ve üzerlerindeki prangaları kaldırır. Ona güvenen, onun değerini bilen, ona yardımcı olan ve onunla birlikte indirilen nûra (Kur’ân’a) uyanlar var ya işte umduklarına kavuşacak olanlar onlardır.”” (A’raf 7/157)

Önceki kitaplar, ehl-i kitabı tanımayı sağlar ve onlarla ilişkilere yön verir. Allah Teâla şöyle buyurur:

قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا إِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلَّا نَعْبُدَ إِلَّا اللَّهَ وَلَا نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُولُوا اشْهَدُوا بِأَنَّا مُسْلِمُونَ.

“De ki: “Ey ehlikitap /kitaplarında uzman kişiler! Sizinle bizim aramızda ortak olan şu söze gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Kimimiz, kimilerini Allah ile araya koyarak rabler edinmesin.” Yüz çevirirlerse onlara deyin ki: “Şahit olun, biz Allah’a teslim olmuş kimseleriz. (Al-i İmran 3/64)

Eski ilahî kitaplardan, önceki toplumlarla ilgili bilgiler alabiliriz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

مَا آَمَنَتْ قَبْلَهُمْ مِنْ قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا أَفَهُمْ يُؤْمِنُونَ. وَمَا أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ إِلَّا رِجَالًا نُوحِي إِلَيْهِمْ فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ.

“Bunlardan önce helak ettiğimiz kentlerden hiçbiri inanmamıştı; şimdi bunlar mı inanacaklar!

Senden önce elçi olarak gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkası değildi. Bilmiyorsanız ehl-i zikre /önceki kitapların uzmanlarına sorun.” (Enbiya 21/6-7)

Tevrat Kur’ân’dan hacimlidir. Kur’ân’da kısa geçen bazı konular, Tevrat’ta genişçe yer alır. Bundan yararlanılarak ilgili âyetler açıklanabilir. Mesela Tevrat’ın bildirdiğine göre, ilk Yahûdilerin bulunduğu toplumda Apis adı verilen bir boğaya tapılırdı. Bakara Suresinde de Yahûdilere, bir boğa kesmelerinin emredildiği ama kesmemek için bahane aradıkları bildirilmektedir.[44] Bu iki bilgi birleşince onları anlamak mümkün olur. Musa aleyhisselamın bir süre ayrılmasını fırsat bilerek neden buzağı heykeli yapıp taptıkları da anlaşılır.[45] Buradan hareketle kurban bayramı kurbanında, hayvanın kanını akıtmanın şart olmasının sebebi de anlaşılır.

Buna şu âyet örnek verilebilir:

وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُوا مَا آَتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاسْمَعُوا قَالُوا سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَأُشْرِبُوا فِي قُلُوبِهِمُ الْعِجْلَ بِكُفْرِهِمْ قُلْ بِئْسَمَا يَأْمُرُكُمْ بِهِ إِيمَانُكُمْ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ.

“Bir gün Tûr’u (Sina Dağı’nı) tepenize kaldırarak sizden kesin söz almış, “Size verdiğimize sıkı sarılın ve dinleyin!” demiştik. Siz de “Dinledik ve sıkı sarıldık!” demiştiniz. Oysa (kitabı) görmezlikte direnmeniz yüzünden boğa tutkusu içinize işlemişti. De ki: “Eğer inanıp güvenen kişilerseniz, inancınız sizden ne kötü şey istiyor!” (Bakara 2/93)

“Dinledik ve sıkı sarıldık” diye tercüme edilen (سمعنا و عصينا =semi’nâ ve asaynâ) cümlesidir. Bütün tefsir ve meallerde ona “Dinledik ve isyan ettik” anlamı verilmiştir. “İsyan ettik” diyenler söz vermiş olamayacağı için tefsirciler bu âyeti açıklayamamışlardır. Tevrat’a bakınca buradaki (عصينا = asaynâ)’nın “sıkı sarıldık” diye anlaşılması gereği ortaya çıkar. Bu, kelimenin sözlük anlamlarından biridir. Geniş bilgi “Sıkı Tutma/İsyan” başlığı alt başlığı altında verilmiştir.

Eski ilahi kitaplardan yararlanmanın en önemli tarafı, Kur’ân’ın onları nasıl tasdik ettiğini görmektir. Bu sayede, o kitaplara karışan insan sözleri ayıklanabilir.

  1. ARAP DİLİNDEN YARARLANMA

Allah Teâlâ şöyle buyurur:

وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِه۪ لِيُبَيِّنَ لَهُمْۜ فَيُضِلُّ اللّٰهُ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ

“Biz, her resulü / kitabı ancak kendi halkının dili ile gönderdik ki (ayetleri) açık açık anlatsın. Bundan sonra Allah, (sapıklığı) tercih edeni sapık sayar, (doğru yolu) tercih edeni de yoluna kabul eder. O, daima üstün ve bütün kararları doğru olandır.” (İbrahim 14/4)

وَإِنَّهُ لَتَنْزِيلُ رَبِّ الْعَالَمِينَ. نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْأَمِينُ. عَلَى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنْذِرِينَ. بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُبِينٍ.

“Bu Kur’ân, elbette Varlıkların Rabbi /Sahibi tarafından indirilmiştir. Bunu, güvenilir Ruh (Cebrail) indirmiştir. Uyarıcılardan olman için senin kalbine indirmiştir. Apaçık Arap diliyle…” (Şuarâ 26/192195)

Kur’ân Arapça olduğu için onu anlamada Arap dilinin önemi açıktır. Ama bugün birçok tefsir ve mealde dil kurallarına aykırı uygulamalar vardır. Meâlini verdiğimiz İbrahim 4. âyet buna örnek olabilir. Ulaşabildiğimiz tefsir ve mealler âyete şöyle anlam vermişlerdir:

“Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de yola getirir. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.”

Allah dilediğini yola getirecek ve dilediğini saptıracaksa neden elçi göndersin? Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş “doğru karar veren” Allah’a yakıştırılabilir mi? İçinde ciddi çelişkiler olan ifadeler, Allah’ın sözü olabilir mi?

Bu meâlde şâe (شاء) fiilinin muzarisi olan “يشاء = yeşâ” kullanılmıştır. Ona irâde manası verilerek başka yanlışlara da yol açılmıştır. Allah’ın sözüne, çelişki oluşturacak şekilde anlam verilir mi? “يشاء=yeşâ” fiiline irâde anlamı verenler, hiç olmazsa “yeşâ”nın faili olan “o” zamirini Allah lafzını gösterir şekilde değil de “men=kim”i gösterir şekilde anlasalardı âyetin iç bütünlüğü yok olmazdı. Çünkü “men yeşâ”daki men lafzı, zamirin yakınında; Allah lafzı ise uzağındadır. Bu sebeple zamirin Allah lafzını göstermesi için karine gerekir. Burada böyle bir karine yoktur. Hiç olmazsa âyete şu anlamı vermeliydiler:

“Biz, her resulü / kitabı ancak kendi halkının dili ile gönderdik ki (ayetleri) açık açık anlatsın. Bundan sonra Allah, (sapıklığı) tercih edeni sapık sayar, (doğru yolu) tercih edeni de yoluna kabul eder. O, daima üstün ve bütün kararları doğru olandır.” (İbrahim 14/4)

Bu şekildeki anlam, âyetin iç bütünlüğünü sağlasa da âyetler arası bütünlüğü bozar.şâe (شاء) fiiline verilen yanlış anlam ve meydana getirdiği sıkıntılar, daha önce, “Kur’an’da İrade, Şey Ve Fıtrat” başlığı altında anlatıldı. Bu tür yanlışlar tefsir ve meallerde çoktur.

  1. KUR’ÂN-FITRAT İLİŞKİSİ

Varlıkların bir yapısı vardır. İnsanı, hayvanı ve bitkiyi oluşturan, geliştiren ve değiştiren ilke ve kanunlar bu yapıyı gösterir. Buna Fıtrat denir. Bilimin, teknolojinin ve insan ilişkilerinin kanun ve kuralları da bundan çıkarılır.

Din ise insanla Allah’ın, insanla insanın ve insanla tabiatın ilişkilerini düzenler. Dinin ilkeleri, kanunları ve hükümleri de “Fıtrat”tır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ.

“Sen yüzünü doğrudan doğruya bu dine, Allah’ın fıtratına/varlıklarda geçerli kanununa çevir. O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. Dosdoğru din budur, ama insanların çoğu bunu bilmez.” (Rum 30/30)

Fıtrat, âyetlerden öğrenilir. Âyetler Allah’ın kitabı ile sınırlı değildir; Allah’ın yarattığı her şey âyettir.[46] Allah Teâlâ şöyle buyurur:

سَنُرِيهِمْ آَيَاتِنَا فِي الْآَفَاقِ وَفِي أَنْفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ أَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ أَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ.

“Onlara, çevrelerinde ve kendi bedenlerinde olan âyetlerimizi göstereceğiz, sonunda onun (Kur’ân’ın) tümüyle doğru olduğu, onlar açısından iyice ortaya çıkacaktır.” (Fussilet 41/53)

İnsan bu âyetleri sürekli görür, üzerinde düşünür ve kendine göre sonuçlar çıkarır. Evrensel değerler ve ortak akıl böyle oluşur. İnsan yaşadıkça bu bilgiyi almaya devam eder. Ona zikir denir. Onu kalbe ve dile getirmek de zikirdir.[47]

O bilgi ile Allah’ın kitabı arasında tam bir uyum vardır. İlâhî kitapların ortak adı da zikirdir.[48] Allah Teâlâ Kur’ân ile ilgili olarak şöyle buyurur: إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُون “O Zikri biz indirdik. Ne olursa olsun onu koruyacak olan da biziz.” (Hicr 15/9)

Bu sebeple Kur’ân’ı okuyup anlayan her insan, kendindeki zikir ile Kur’an’daki zikir arasında büyük bir uyum olduğunu görerek Kur’ân’a karşı tam bir güven ve tatmin duygusu içine girer. Onun Allah’ın kitabı olduğu hususunda şüphesi kalmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

الَّذِينَ آَمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللَّهِ أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ.

“Bilin ki kalpler, sadece Allah’ın zikri ile  tatmin olur.” (Ra’d, 13/28)

İnsan, Allah’ın, tabiattaki ve Kur’ân’daki âyetlerini kavradığı ölçüde doğru bilgiye ulaşır.

İnsanın dışındaki varlıklar fıtrata aykırı davranamazlar. Allah insanı, akıl, irade ve bazı şeyleri yapacak güçte yarattığı için onun fıtrata ters davranışları olabilir. Bu davranışlar, insanın kendisi ile diğer insanlarla, çevresi ile ve Allah ile olan ilişkilerini bozar.

İnsanı fıtrata aykırı davranışa iten; menfaatleri, beklentileri veya özentileridir. İnsan, bu gibi tutum ve davranışlardan rahatsızlık duyar. Fakat zamanla alışır, hatta zevk almaya başlar. İçinde gizlenen rahatsızlık bazen ortaya çıkar ve onu huzursuz eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

لاَ يَزَالُ بُنْيَانُهُمُ الَّذِي بَنَوْاْ رِيبَةً فِي قُلُوبِهِمْ إِلاَّ أَن تَقَطَّعَ قُلُوبُهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

“Kurdukları yapı, kalpleri paramparça oluncaya dek kalplerinden çıkmayan bir huzursuzluk kaynağı olmaya devam edecektir. Allah, daima bilen ve kararları doğru olandır.” (Tevbe 9/110)

Günahlar, fıtrata aykırı davranışlardır. Sevap ise fıtrata uygun olan ama insana zor gelen davranıştır. Yaptığı davranışın doğru mu, yoksa yanlış mı olduğunu insan, her şeyden önce kendi vücudunda hisseder . Allah Teâlâ şöyle buyurur:

فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا. قَدْ أَفْلَحَ مَنْ زَكَّاهَا. وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّاهَا.

“(O, her kişiye günahlarını ve yanlışlardan korunmasını/ takvâsını ilham eder. Kendini arındırıp geliştiren umduğuna kavuşur. Kendini pis işlere sokanın da hayalleri yıkılır.” (Şems 91/810)

Fıtrata aykırı davranan, önce irkilir, sonra ya vazgeçer ya da devam eder. İrkilmesi, Allah’ın (Nefse) isyankârlığını ilhamıdır. Bu bir uyarı; “yanlış yapıyorsun” uyarısıdır. İsyandan sonra da bir iç sıkıntısı duyar; bu da onu tövbeye teşviktir.

Takvâ, kötü duruma düşmekten korunmaktır. Takvâya uygun davranışlar insanın içini rahatlatır. Bu da Allah’tan ona bir ilham, “(Nefse) takvâsını ilham”dır.

Vabısa b. Mabed diyor ki; Muhammed aleyhisselama gittim; “iyilikten ve günahtan sormaya mı geldin? “ dedi.

Evet, dedim.

Parmaklarını bir araya getirip göğsüne vurdu ve üç kere şöyle dedi: “Nefsine danış, kalbine danış Vabısa! İyilik, nefsin yatıştığı, kalbin yatıştığı şeydir. Günah da içe dokunan ve göğüste tereddüt doğuran şeydir. İsterse insanlar sana fetva vermiş, yaptığını uygun bulmuş olsunlar.”[49]

İnsanlar, duyguları ve kısa vadeli menfaatleri yerine akıllarını öne alsalar böyle durumlara düşmezler. Çünkü (وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لَا يَعْقِلُونَ) “(Allah) pisliği aklını kullanmayanların üstüne bırakır.” (Yunus 10/100)

İlmin kaynağı da fıtrattır. Fen ve teknik bilimlerde uzman olanlar, kanun koymaz, âyetlerde var olan kanunları keşfe çalışırlar. Bu, onların fıtrata uymasıdır. Sosyal bilimcilerden de âyetleri doğru okuyarak kanunlar keşfedenler vardır. Ama birçoğu kanun koymayı tercih eder ve topluma şekil vermeye kalkışırlar. Bu tavır, sosyal alanda fıtrata aykırı uygulamalara yol açar. Bunun kötü etkisi zamanla ortaya çıkar ve dengeler bozulur.

Fen ve teknik bilimlerle ulaşılan sonuçları, fıtrata aykırı kullanıp insanı ve çevreyi bozmak da mümkündür. Nitekim asrımızda dünya böyle bir felaket yaşamaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ لِيُذِيقَهُمْ بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ.

“İnsanların kendi elleriyle yaptıkları şeyler yüzünden karada ve denizde bozulmalar ortaya çıktı. Bu (bozulma) yapıp ettiklerinin bir kısmının cezasını onlara tattırmak içindir; belki (yanlışlarından) vazgeçerler.” (Rum 30/41)

Kur’ân’ın hiçbir hükmü fıtratla çelişmez; çünkü fıtrat İslâm’dır. Fıtratı anlamak için Kur’ân’dan, Kur’ân’ı anlamak için de fıtrattan yararlanmak gerekir. Eğer bir çelişki görülürse, Kur’ân’a gereği gibi uyulmamasındandır. Örnek olarak talak konusu ile ilgili açıklamaya bakılabilir.[50]

Abdulaziz BAYINDIR

____________________________________________________________

KAYNAK: Abdulaziz Bayındır, Kur’an Işığında Doğru Bildiğimiz Yanlışlar, Süleymaniye Vakfı Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2010, s: 311-339.

[1] Yusuf 12/1; Hicr 15/1, Şuarâ 26/2; Kasas 28/2; Duhân 44/2.

[2] Bkz: “Kur’ân’da Meşîet ve İrâde “ başlıklı yazı.

[3] Bkz: Müteşâbih ve tevîl başlıkları.

[4] el-Beydâvî, Tefsîr’ul-Beydâvî, c. II, s. 323.

[5] Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, قوم mad.

[6] رد الشيئ إلى الغاية المرادة منه Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, اول mad.

[7] Bkz: Talak, İftidâ ve Nikahın Denetlenmesi başlıklı yazılar.

[8] Bkz: Sıkı Tutma/İsyan başlıklı yazı.

[9] Bkz: Şirkle İman Arasında Kararsızlık (Hac Suresi 11-16. âyetler) başlıklı yazı.

[10] Bkz: “Faiz” başlıklı yazı.

[11] Bkz: “Nesih ve Zina Cezası” başlıklı yazı.

[12] Müfredât حكم mad.

[13] Lisanu’l-arab, شبه mad.; el-Halil b. Ahmed el-Ferahidi, Kitabu’l-Ayn, شبه mad; Müfredât شبه mad.

[14] Türkçe’de iltifat sanatı olmadığından âyetin doğru anlaşılması için bu sanat ihmal edilerek tercüme yapılmıştır.

[15] Muhammed Ebû Zehra, Usulü’l-fıkh, İstanbul, tarihsiz. s. 134

[16] Taberi, Tefsir, c. 3, s. 172 vd.

[17] Ragıp el-İsfahani, Müfredât , شبه mad.

[18] Müteşâbih konusunda.

[19] Elmalılı, c. II, s. 1037.

[20] Fahru’d-Din er-Razi, et-Tefsîru’l-kebîr, c. III, s. 138.

[21] Elmalılı, c. I, s. 276.

[22] Elmalılı, c. I, s. 383.

[23] Elmalılı, c. I, s. 481.

[24] Ragıp el-İsfahani, Müfredât , شبه mad; Fahru’d-Din er-Razi, c. IX, s: 446.

[25] Buhârî, Tefsir Âl-i İmrân, 1; Müslim, İlim, 1; Tirmizî, Tefsir Âl-i İmrân, (2996); Ebû Davûd, Sünne, 2.

[26] Yusuf, 12/1; Hicr, 15/1, Şuarâ, 26/2; Kasas, 28/2; Duhân, 44/2.

[27] el-Beydâvî, Tefsîru’l-Beydâvî, c. II, s. 323.

[28] Buhârî, Tefsir, 1; Nesâî, İftitah, 26.

[29] Tirmizi, Fedâil’ul-Kur’ân, 1.

[30] Taberi, Tefsir, c. X, s. 628-629; Kurtubi, el-Cami’ li ahkami’l-Kur’ân, c. VIII, s. 162 ve c. IV, s. 8-14.

[31] Razi, Tefsiru’l-kebir, c. IX, s. 446.

[32] Rağıb el-İsfahânî, Müfredât, اول mad.

[33] Kur’ân’da Hızır adı geçmez. Bu şahsın Hızır olduğu hadiste yer alır. Bkz. Buhârî, İlim, 44.

[34] Muhammed Ebû Zehra, Usulü’l-fıkh, s.134.

[35] en-Nesefî, Abdullah b. Ahmed b. Mahmud, Medâriku’t-tenzîl ve hakâiku’t-te’vîl, Beyrut 1989, c. I, s. 203.

[36] Kesinlik ve Allah’a karşı şehadet olmaksızın lafzın ihtimalatından birini tercih eylemektir. Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Mukaddime, c. 1, 28.

[37] A.g.e. s. 135.

[38] Zekiyyuddin Şa’ban, İslam Hukuk İlminin Esasları, Trc. İbrahim Kâfi Dönmez, Ankara, 1990, s. 320.

[39] Buhârî, Şüf’a, 2.

[40] Mecelle m, 950. Madde sadeleştirilmiştir, aslı şöyledir: Şüf’a, bir mülk-i müşterayı, müşteriye her kaça mal oldu ise ol mikdar ile temellük etmektir.

[41] Bkz. Nikahın Denetlenmesi başlıklı yazı ile Faiz başlıklı yazı.

[42] Âyette geçen intikam انتقام , ukûbetle ceza verme anlamındadır. Ukûbet, işlenen suça denk olmalıdır (Nahl 16/126) . Bu sebeple “ölçülü ceza verme” diye tercüme edilmiştir.

[43] İbn Manzûr, Lisanu’l-arab, نسخ mad.

[44] Bkz. Bakara 67-71.

[45] Bkz. Bakara 51, 54, 92 ve 93.

[46] İlgi duyanlar şu âyetleri inceleyebilirler: Bakara, 2/164; Ali İmrân 3/190; En’am 6/97, 99; A’raf 7/26, 58; Yunus 10/5, 6, 67, 92, 101; Yusuf 12/7, 35; Ra’d 13/2, 3, 4; Nahl 16/13, 65, 66, 67, 68, 69, 79; İsrâ 17/12; Kehf 18/9; Meryem 19/10; Tâhâ 20/128; Ankebût 29/ 24, 33, 34, 35; Rum 30/21, 22, 23, 24, 28; Lokman 31/31, 32; Secde 32/26; Sebe’ 34/15; Zümer 39/42, 52; Mümin 40/13; Câsiye 45/3, 4, 5, 6; Zariyât 51/22, 23, 35, 36, 37; Kamer 54/12, 13, 14, 15.

[47] er-Ragıb el-İsfahânî (ö. 425 h.), Müfredât (Tahkik: Safvan Adnan Dâvûdî), Dımaşk ve Beyrut, 1412/1992 ذكر mad.

[48] Bkz. Al-i İmran 3/58, A’raf 7/63, Hicr 15/6,9; Nahl 16/44, Enbiya 21/2,50,105; Furkân 25/18, Yasin 36/11, Sad 38/8, Kamer 54/25.

[49] Sünen-i Dârimî, Büyû’, 2.

[50] Bkz. “Talak” başlıklı yazı.