Nebi ve Kitap İnancı

(Köprü Dergisi’nin isteği üzerine yazılan yazı) 

Her insan bir şekilde, Allah’ın varlığını ve birliğini, gözüyle görmüş gibi anlar ve kavrar. Kur’an’da bunun çok sayıda delili vardır. Bir ayet şöyledir: Bunlara bir sor: “Gökten ve yerden size rızık veren kim? Dinleme ve görme (basiret) yetenekleri üzerinde hakim olan kim? Ya ölüden diriyi çıkaran, diriden de ölüyü çıkaran kim? Bütün işleri çekip çeviren kim?” Hepsi de “Allah’tır!” diyecekler. Öyleyse de ki “Ona karşı yanlış yapmaktan sakınmaz mısınız? (Yunus 10/31) Kendine tanrıtanımaz, dinsiz ve ateist diyenlerin bile başları daralınca Allah’a sığınmaları, içlerinde var olan bu inancı, zor zamanlarda gizleyemediklerini gösterir. Kur’an’da, Allah’ın varlığını ispatla ilgili delil olmaması ve nebilerin onunla uğraşmaması bundandır. İman sözlükte güvenli olmak anlamına gelir. Kendini Allah karşısında yeterince güvende görmeyenler destekçiler ararlar. Bu, şirki oluşturan temel sebeplerdendir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur .”Onların çoğu ancak (araya aracı koyup) müşrik olarak Allah’a inanırlar. (Yusuf 12/106)

Destekçi Allah’a yakın sayılan biri olur. Ona, Allah’a ait bazı yetkiler yakıştırılır, ama Allah’tan düşük seviyede görülür. Allah’ın bunu kabul edeceğine dair hiçbir kanıt bulunmaz. Onların tek dayanağı büyüklerinden duydukları ve gördükleridir. Nebilerin bütün gayreti insanları bu şirk bataklığından kurtarmak olmuştur. Bu sebeple onlar, Allah’tan başka ilah olmadığını ispatla meşgul olmuşlardır. Şu ayetler bu durumu açıkça göstermektedir: Dediler ki: “Şimdi sen bize, sadece Allah’a kulluk edelim ve atalarımızın kulluk ettikleri şeyleri bırakalım diye mi geldin? Doğru sözlülerdensen bizi tehdit ettiğin şeyi getir bakalım!” Hûd dedi ki: “Rabbinizden üzerinize bir pisliğin ve bir öfkenin gelmesi kesinleşti. Siz benimle, Allah’ın, haklarında hiçbir delil indirmediği, isimlerini sizin ve atalarınızın taktığı şeyler konusunda mı tartışıyorsunuz?  Öyleyse bekleyin; ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim.” (Araf 7/70,71)

Müslümanlar; “Eşhedu en lâ ilâhe illallah” Yani “Ben tanıklık ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur.” derler. Tanıklık için Allah’ı gözle görür gibi kesin olarak bilmek gerekir. Çünkü insan gözüyle gördüğü kulağıyla duyduğu şeye tanıklık edebilir. Allah inancı bu derece kesin olmasaydı, “Ben tanıklık ederim“ yerine“ Şu Resulun bildirdiğine göre Allah’tan başka ilah yoktur.” demek gerekirdi. Allah’ın varlığının ve birliğinin ispata ihtiyacı olmadığı halde, elçiliği ispat gerekir. Bu, kimsenin benzerini yapamayacağı bir belge ile olur. Ona mucize denir. Mucizeyi gören, o şahsın Allah’ın elçisi olduğunda şüphe etmez. Bazı mucizeler, belli zaman dilimiyle sınırlı etkiye sahiptir. Mesela, Musa aleyhisselamın değneğinin yılana dönüşme mucizesi artık onun elçiliğini ispat için kullanılamaz.

Topkapı Müzesinde sergilenen bir değneğin o değnek olduğu iddia edilir. Ama o, bugün için bir mucize niteliği taşımaz Muhammed  aleyhisselam Allah’ın son elçisidir. Onun mucizesi olan Kur’an, kıyamete kadar, her zaman ve her yerde onun nebiliğini ispata devam etmektedir. O, aynı zamanda o Elçi’nin getirdiği tüm emir ve yasakları da içerir. Bu sebeple Müslümanlar, hem Nebiye’ olan inançlarını pekiştirmek hem de doğru dini öğrenmek için Kur’an’ı anlayarak okumak zorundadırlar. Bunun dışında bir yol, onların içlerini şüphelerden kurtarıp tam bir kanaate ulaştıramaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: Ona yönelenler, inanıp güvenen ve kalpleri Allah’ın zikri /Kitabı ile tatmin olanlardır. Bilin ki kalpler, sadece Allah’ın zikri ile tatmin olur. (Ra’d 13/28)

Kur’an’da Zikir, nebilere indirilen kitapların ortak adıdır. Allah’ın zikri, Allah’ın kitabı demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bu zikri de biz indirdik biz! Onu koruyacak olan da elbette biziz!” (Hicr 15/9) Elçiler insanları yalnız Allah’a ibadet etmeye çağırmışlardır. İbadet sözlükte boyun eğmek, kul, yani köle olmak anlamına gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize /Sahibinize kulluk edin ki yanlışlardan sakınabilesiniz. (Bakara 2/21)

İnsanlar, güçlerinin yettiğini köle etmeğe, güç yetiremediklerine de köle olmağa meyillidirler. Kimi siyasi ve askeri gücünü, kimi zenginliğini, kimi de dini kullanarak insanları köle gibi kullanırlar. Elçiler ise Allah’tan başkasına köle olmamağa çağırırlar. Bu, büyük bir hürriyet çağrısıdır. Çünkü Allah’tan başkasına köle olmamak hürriyetin doruk noktasına ulaşmak olur. Bu çağrı, aklını kullananlara büyük bir kurtuluş kapısı açar. Kişiliklerinin farkına varmaya, sömürüye karşı çıkmaya ve iyi işler yapmaya başlarlar. Nebimiz ve ashap dönemi, bunun sayısız örnekleriyle doludur.

Nebiler aklı kullanmaya çağırırlar. Sömürücüler ise duygulara ağırlık verirler. Yaptıkları en büyük suçlama, ataların yolundan ayrılma suçlamasıdır. Onlara “Onlara “Allah’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır! Biz atalarımızdan ne görmüşsek ona uyarız!” derler. Ataları akıllarını bir şeye çalıştırmamış ve doğru yola girmemiş olsalar da mı (uyacaklar)?Bakara 2/170) Allah Teâlâ şöyle buyurur “Onlara: “”Allah’ın indirdiğine yani resulün getirdiğine gelin!” denildiğinde, ”Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter!” derler. Ya ataları bir şey bilememiş ve doğru yola da girmemişlerse? (Maide 5/104) Din Sömürüsü, en ağır sömürü din sömürüsüdür. Bu öyle bir sömürüdür ki, sömüren ve sömürülenlerin çoğu bunun farkına bile varmazlar. Çünkü bu durumda insanlar dine çağırılır, ama genellikle Nebi  ve Kitap kavramları değiştirilmiş bir dine. Kitaba aşırı saygı gösterilir ve onu herkesin anlayamayacağı inancı aşılanır. Dini anlamak için başka kitaplar öne çıkartılır, onların ilham yoluyla yazdırıldığı vurgulanır. Nebi de insanüstü bir konuma getirilir, ondan kalan yere başkaları oturtulur. Bu durumu şu ayet çok güzel açıklar: Allah bir takımının doğru yolda olduğunu onaylar. Bir takımı da sapık sayılmayı hak eder. Sapıklar, şeytanları Allah’tan daha yakın konumda tutan, üstelik kendilerini doğru yolda sananlardır. (Araf 7/30)

Bunun Müslümanlardaki örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Onlar bu konuda Yahudi ve Hıristiyanlara uymuşlardır. Her Müslümanın ezbere bilmek zorunda olduğu tek sure Fatiha suresidir. Namaz kılan biri bu sureyi günde en az kırk kere okur ve onun dikkati günde kırk kere, bu konuya çekilir: (Allah’ım!) Bizi doğru yoluna kabul et; Mutluluk verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğramamış ve sapıtmamış olanların yoluna. (Amin) . (Fatiha 1/5,6,7) Allah’ın Elçisi Muhammed aleyhisselam gazaba uğramış olanların Yahudiler, sapıkların ise Hıristiyanlar olduğunu söylemiştir. Bu konuda Allah’ın Elçisi’nin de uyarısı vardır. Ebu Saîd el-Hudrî’nin bildirdiğine göre o şöyle demiştir: Sizden öncekilerin izlerini, kuşkusuz karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz. Onlar bir kertenkele deliğine girmiş olsalar, siz arkalarından gideceksiniz. Dedik ki; “Yahudi ve Hıristiyanlar mı?” -Ya kim olabilir? dedi.

Müslümanların, uyarılara rağmen bu duruma nasıl düştüğünü görmek için önce Hıristiyan örneğine bakalım. Hıristiyan örneği Hıristiyanlar çok tanrıcılığı yani şirki reddederek şöyle derler: “Birinci buyruk çok tanrıcılığı yasaklar. İnsanlardan, Allah’tan başka tanrılara inanılmamasını, Tek olandan başka ilahlara saygı gösterilmemesini ister. Kutsal kitapta sık sık putları reddetmekten söz edilir.” Şu ifadeler İncil’de geçer: “Dinle ey İsrail, Allah’ımız Rab, bir olan Rab’dir. İsa aleyhisselam  şöyle demiştir: “Tanrın olan Rabb’e tap, yalnız ona kulluk et.” (İncil Luka 4/5-8) Müslümanların inandığı İncil, Allah’ın İsa aleyhisselama indirdiği İncil’dir. Allah Teâla şöyle buyurur İncil’de uzman olanlar, Allah’ın onda indirdiği ile hüküm versinler.  (Maide 5/47) Eldeki İncil’in büyük bölümü Pavlus’un, bir kısım havarilerin ve kimliği tam olarak bilinmeyen kişilerin mektuplarından oluşur. Bunlar, Allah’ın İsa aleyhisselama indirdiği şeyler değildir. İsa aleyhisselam’ın havarileri, Nebimizin sahabeleri gibidir. Onların sözü, en çok sahabe sözü seviyesinde olabilir. Ama günümüz Hıristiyanları bunları Allah’ın vahyi sayarlar.

Katoliklerin konu ile ilgili inancı şöyledir: “Kilisemiz, havarilerinden gelen inançla, Eski ve Yeni ahit içindeki kitapları bütün bölümleriyle kutsal ve Kilise yasalarına uygun kabul eder, zira Kutsal Ruh’un vahyi ile yazıldıklarından bunların yazarı Tanrı’dır.“ Bu durum, şu ayetin kapsamına girer: “. Fakat elleriyle kitap yazan, sonra geçici  bir çıkar için “Bu Allah katındandır!” diyenlerin çekeceği var. Hem yazdıklarından dolayı çekecekleri var hem de kazandıklarından dolayı çekecekleri var! (Bakara 2/79) İncil’in içi farklı şeylerle doldurulurken Hz. İsa tanrı sayılmış, ondan kalan yere İncil yazarları ve kilise yetkilileri yerleşmiştir. Onlar Kilise’nin sürekli vahiy aldığına inanırlar. Konu ile ilgili ifadeleri şöyledir: “Eskiden konuşan Tanrı, sevgili Oğlunun Eşiyle (Kilise ile) konuşmayı sürdürmeye devam etmektedir. Kilise’de ve onun aracılığıyla dünyada yankılanan İncil’in canlı sesi, inanlıları en yüksek gerçeğe götürmekte ve Mesih’in sözlerinin onlarda iyice yerleşmesine neden olmaktadır. Kilise adına bu konuda yetkili olanlar havarilerin halefleri sayılan episkoposlardır. Matta İncil’ine göre Hz. İsa çarmıha gerilip defnedildikten üç gün sonra kabrinden çıktı, Celile’de 11 havarisine göründü ve şöyle dedi:”Gökte ve yeryüzünde bütün hâkimiyet bana verildi. İmdi siz gidin, bütün milletleri şakirt yapın. Onları Baba, Oğul ve Ruhülkudüs ismiyle vaftiz eyleyin. Size emrettiğim her şeyi tutmalarını onlara öğretin ve işte ben bütün günler, dünyanın sonuna kadar sizinle beraberim.”(Matta 28/18-20)

Bu sözlerle İsa aleyhisselam, tanrı yerine konmuştur. Çünkü gökte ve yeryüzünde iktidar sahibi yalnız Allah Teâlâ’dır. Her zaman insanlarla beraber olan da odur. Allah’ın Kilise ile konuşmayı sürdürdüğü inancı, konsüllerde alınan kararları tartışılmaz yapmıştır. Böylece İsa aleyhisselamın tanrılığını pekiştirici kararları almak kolaylaşmıştır. İsa aleyhisselamdan 4 asır sonra toplanan İznik Konsili’nde İsa aleyhisselam ile ilgili şu karar alınmıştır: “Tanrı’nın biricik oğlu, ezelde Baba’dan doğmuş, nurdan gelen nur, gerçek Tanrı’dan gelen gerçek Tanrı, yaratılmış olmayıp Baba ile aynı özdendir. Bu, kiliseyi Hıristiyanlar yanında güçlü bir hale getirmiştir. Hatta bir kimsenin Hıristiyanlığa kabulü de kilisenin onayı ile olur. Bunun için vaftiz gerekir. Vaftiz, İsa’nın manevi vücuduyla birleşmeyi ve Kutsal Ruh’la yeniden doğmayı ifade eder. Vaftiz, Hıristiyan olmanın ilk şartıdır. Katoliklere göre Papa yanılmaz bir otorite, kilise ise evrenseldir. Kilise dışında kurtuluş yoktur. Roma, diğer kiliselerin ruhanî merkezidir ve hepsinden üstündür. Kilise, Kutsal Ruh tarafından sevk ve idare edilir. Kutsal Ruh Baba ve Oğul’dan çıkar. İncil’in yorumu kilise eliyle olur. Müslüman örneği Kur’an’ı korumayı bizzat Allah üstlendiğinden onun içine İncil gibi başkalarına ait sözler karıştırmak mümkün olmamıştır.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Bu zikri de biz indirdik biz! Onu koruyacak olan da elbette biziz!” (Hicr 15/9) Kur’an’a dokunulamayacağı için saptıranlar başka yolları kullanmışlardır. Öncelikle Nebi aleyhisselamı, İsa aleyhisselam gibi tanrılık özelliklerine büründürmek gerekmiştir. Allah’ın oğlu terimini Kur’an mahkum ettiği için onun yerine, Hakîkat-i Muhammediyye, Nur-i Muhammedî ve İnsan-ı Kâmil gibi masum ve kolayca başka tarafa çekilebilecek terimler seçilmiştir. İnsanlar da havass’ul-havass yani üsttekiler; havass yani orta tabaka ve avam yani alt tabaka diye üç sınıfa ayrılmıştır. O terimlerin gerçek anlamını sadece üsttekiler bilmiş, orta ve alt tabaka ise onları çikolataya bulanmış zehirler olarak zevkle yemişlerdir. Bunun başlangıcı Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’ye (Ö. 283-896)ye dayandırılır. Ancak Muhyiddin İbnü’l-Arabî, derin etkiler bırakacak şekilde bu terimlerin içini doldurmuştur. Buna göre Hakîkat-i Muhammediyye varoluşun başlangıcıdır. Bu aynı zamanda Allah’ın kendi zâtında kaybolmuş halinden kendindeki özellikleri bilme seviyesine inişini ifade eder. Allah ile hakîkat-i Muhammediyye aynı gerçeğin ön ve arka yüzleridir. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediyye var olmuş, bütün yaratıklar ondan ve onun için yaratılmıştır. Âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. Tasavvufta sık sık kullanılan ve kudsî hadis olduğu iddia edilen, “Sen olmasaydın ben kâinatı yaratmazdım” (Aclûnî, Keşf’ul-hafa, c. II s. 164.) ifadesi bunu anlatır.

Hakîkat -i Muhammediyye nur olması bakımından âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Bu nur ölümsüz ve ebedi olduğundan mutasavvıflar Nebimiz için “öldü” ifadesini kullanmazlar. Hakîkatü’l-hakâik yani Allah, var veya yok, ezeli ve hadis şeklinde nitelenmediği halde hakîkat-i Muhammediyye var ve ezelî diye nitelendirilir. Hakîkat-i Muhammediyye bütün elçilerin ve velilerin ledünnî ve bâtınî bilgileri aldıkları kaynaktır. Bu hakikat Hak’tan gelen feyzin halka ulaşmasında aracı olur. Hakîkat-i Muhammediyye, Nur-i Muhammedî ve İnsan-ı Kâmil kavramlarının aynı anlamda kullanıldığını söylemiştik. Bununla ilgili söylenenlerden bir kısmı da şöyledir: “İnsan-ı kâmil, cihânı gösteren ayna, ölüyü dirilten İsa, kuşların dilini bilen Süleyman gibi tasarruf sahibi, ab-ı hayat içen Hızır gibidir. İnsan-ı kâmil alemde daima vardır, birden fazla olmaz. Çünkü tüm mevcudatın bütünlüğü tek şahıstadır. İnsan-ı kâmil için mülkte, melekûtta ve ceberûtta hiçbir şey örtülü ve gizli değildir. O, eşyayı ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilir. Ancak bu hakikat, her devirde zamana göre değişen isim ve suretlerde nebi  ve veli olarak zâhir olur…. “ Bu önderler Miraca da çıkarlar. Çünkü nebimiz o yolu açmış; oraya veliliği ile gitmiş, elçiliği ile dönmüş ve kapıyı açık bırakmıştır. Arkasındaki evliya, ruh ve kalp ile o nurlu yolda, Nebilerin Miracının gölgesinde yürür gider, kabiliyetine göre o yüce makamlara çıkarlar. Sonra bu cemaatlerden her biri, kendi önderini insan-ı kâmil, yani hakikat-ı Muhammediyye’ye mazhar bilmiş ve onun yazdıklarını, Allah’ın bildirdiği tartışmasız doğrular saymıştır. Böylece her birinin Kur’an’ın yanında ayrı bir kitabı ve nebimizin yanında ayrı bir önderi olmuştur. O cemaat kaçınılmaz olarak ayrı bir isimle anılınca şu ayetin haber verdiği durum ortaya çıkmıştır: Dinlerini parça parça edip belli kişiler etrafında toplananlar var ya! Sen hiçbir konuda onlardan değilsin. Onların işleri Allah’a kalmıştır. Daha sonra Allah, yaptıklarını kendilerine bildirecektir. (En’am 6/159)

Bugün kimi Müslümanlar bu fikirlerin öylesine pençesi altına girmişlerdir ki, konuyla ilgili Kur’an ayetlerinin açık hükümlerini okuyanları baş düşmanları bilmektedirler. Doğru resul inancı Resul önce Allah’ın kulu, yani kölesidir. Allah da onun Rabbi, yani sahibidir. Kölenin sahibi yanında yetkisi olmaz, bazı yetkiler verdiğini açıkça bildirmişse o başka. Elçinin yetkileri de Allah’ın açıkça bildirdikleri ile sınırlı olur. Elçinin görevleri bellidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Yüz çevirirlerse çevirsinler; seni onları koruyasın diye göndermedik. Sana düşen, açık bir tebliğ /ayetleri bildirmektir.” (Şura 42/48) Elçinin kimseyi yola getirme görevi de yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sen istediğin kişiyi doğru yola getiremezsin ama Allah, gereğini yapanı doğru yola getirir. Doğru yola yönelenleri en iyi o bilir. (Kasas 28/56) Elçi sadece doğru yolu gösterir: Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sen elbette doğru yolu gösterirsin.” (Şura 42/52) Elçi hiç kimsenin vekili de değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:”Seni onların koruyucusu yapmadık. Sen onların vekili /savunucusu da değilsin.“ (En’am 6/107) “Hâlbuki sen yalnızca bir uyarıcısın. Her şeye vekil olan Allah’tır. (Hud 11/12) Bütün nebiler gibi Muhammed aleyhisselam da tıpkı bizim gibi bir insandır. Onun farkı Allah’ın elçisi olmasıdır. Elçi birinin sözünü diğerine ulaştıran kişidir. Allah kendi sözlerini ona vahiy yoluyla bildirir.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki: “Ben de tıpkı sizin gibi bir beşerim. Bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor. Öyleyse doğrudan ona yönelin ve ondan, günahlarınızı bağışlamasını isteyin. Müşriklerin /araya aracı koyanların çekeceği var.” (Fussilet 41/6) nebimize olan inanç ancak Kur’an ile kesinlik kazanabilir. İmanını onunla pekiştirmemiş olan, “Ben tanıklık ederim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir.” derken, tanıklık edecek kadar bir kanaate sahip olmadığı için o, büyüklerinin öyle söylediğine tanıklık etmiş olur. Bu inanç, insanı şüpheden kurtaramaz. Kur’an’ı anlamadan okumak insana manevi bir haz verir ama kalbi tatmin etmez ve imanı taklitten kurtaramaz. Tatmin için akıl ile kalbin işbirliği gerekir. Bunun tek yolu Kur’an’ı anlayarak okumaktır. Acaba kaç kişi gerçek anlamda “Eşhedu enne Muhammeden abduhu ve resuluh.” demeyi hak etmiştir? Kalp ve akıl insanın önemli karar organlarıdır. Akıl, bir şeyin doğruluğuna veya yanlışlığına karar verir, kalp ise onu tasdik veya reddeder. Aklın doğru kabul ettiğini kalp kabul etmeyebilir. Çünkü kalpte duygular ve beklentiler ağır basar. Kur’an üzerinde düşünen her akıl, onun Allah’ın kitabı, onu getirenin de Allah’ın Elçisi olduğunu kesin olarak anlar. Ancak gönlüne yer etmiş olan çeşitli duygu ve beklentiler, onun bunu kabul etmesini engeller.

Nitekim Firavun ve hanedanı, gördükleri mucizeler karşısında akıllarıyla. Musa aleyhisselam’ın nebiliğini kesin olarak idrak etmişler, ama bunu kalpleri tasdik etmemişti. Çünkü zalimlik yapıyor ve kendilerini büyük görüyorlardı. Allah Teâlâ şöyle buyurur. Her şeyi açıkça gösteren belgelerimiz onlara gelince: “Bunlar apaçık sihirdir.” dediler.” Mucizelerimiz hakkında, içlerinde bir şüphe kalmadığı halde yanlış yaparak ve üstünlük taslayarak onları bile bile inkar ettiler. Bak bakalım, o bozguncuların sonu ne oldu.” (Neml 27/13,14) Bu durum kâfirleri sürekli huzursuz eder. Kalp, bilgisine ve tabiatına aykırı bir karara vardığı için sürekli işkiller içinde kıvranır durur. Allah Teâlâ şöyle buyurur. “Kurdukları yapı, kalpleri paramparça oluncaya dek kalplerinden çıkmayan bir huzursuzluk kaynağı olmaya devam edecektir. Allah, daima bilen ve kararları doğru olandır. “ (Tevbe 9/110)

Kalp ve akıl, aynı karara varınca kalp huzur bulur. Buna mutmain olma denir. Muhammed aleyhisselam, diğer nebilerden farklı bir konumda değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Muhammed sadece bir elçi­dir. Ondan önce de elçiler geldi geçti. O ölse veya öldürülse, gerisin geri mi döneceksiniz? Gerisin geri dönen Allah’a bir zarar veremez. Allah, görevini yapanları ödüllendirecektir.” (Al-i İmran 3/144) Allah

bize bir Kitap ve bir Nebi-resul göndermiştir. Onların çizdiği sınırların dışına çıkmamak gerekir.

23.04.2001

Prof. Dr. Abdulaziz BAYINDIR