Ali Eren’e Cevap

İstanbul’da, Oruç Baba adıyla anılan bir türbe vardır. Ramazan’da ilk iftarı orada yapmak isteyen yüzlerce kişi, büyük bir kalabalık oluşturur, sokaklar kapanır. 9.12.2000 tarihine rastlayan Cumartesi gecesi, Kanal 7 Televizyonunda, İskele-Sancak programına Abdulaziz BAYINDIR da katıldı. Ahmet Hakan COŞKUN tarafından yönetilen programa Prof. Dr. Süleyman ATEŞ, Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN, Prof. Dr. Süleyman ULUDAĞ ve Prof. Dr. Hasan Kâmil YILMAZ katılmışlardı Programda bu husus hatırlatılarak kabirde yatan bir veliyi, vesile ve aracı olması için yardıma çağırma konusu tartışıldı. Abdulaziz BAYINDIR orada, sadece Ahkaf Suresi’nin 4 ve 5. Ayetlerini okudu. Ayetlere verdiği anlam, hem o tartışmaya katılan, Süleyman ATEŞ dışındaki ilim adamlarını, hem de halkın bir kesimini rahatsız etti. Akit Gazetesi yazarlarından Ali EREN de rahatsız olanlar arasındaydı. Ali EREN Aşağıdaki yazıyı, bu rahatsızlık üzerine kaleme almıştı.

Türbeleri Ziyaret Edenler Putperest mi?

Ali EREN Akit Gazetesi 8 Ocak 2001 Pazartesi

Siyasi dostlukların dışında, Müslümanların Müslümandan başka dostu olamaz. Her ne kadar Hıristiyan ve Yahudiler bize dost gibi görünseler de kalben dost olmaları mümkün değildir. Yaşanılan hadiseler de hep bunu göstermektedir. Kur’an-ı Kerim bunu ta 1400 sene önceden haber vermiş: “Onların dinlerine uymadıkça, Yahudi ve Hıristiyanlar asla senden razı olmayacaklardır.” (Bakara, 120) Bizi Avrupa Birliği’ne almamakta direnmelerinin sebebi de bu değil midir? Boşuna, “AB bir Hıristiyan birliğidir” demiyorlar herhalde!!! Biz de Hıristiyan olsaydık, ortada hiçbir engel kalır mıydı? Mesele bu kadar açık… Onların bizden razı olmadıkları gibi, (yine siyasi dostluklar hariç) bizim de onları gönülden bağlanma ve sevgi gösterme manasında dost kabul etmemiz mümkün değildir. Zira bu hususta da yine Kur’an’ın beyanı açıktır: “Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kafirleri dost edinmesin. Kimi bunu yaparsa artık onun Allah indinde hiçbir değeri yoktur.” (Âl-i İmran, 28) Dostun kim olacağı bu kadar açık olduğu halde, bazı kimseler mütedeyyin insanları adeta düşman ilan edip hedef tahtasına oturttular. Dünyada tek sapık topluluk varmış da, onlar da Müslümanlarmış gibi habire onları suçluyorlar…

İstanbul Şehremini’nde benim de 4 sene kadar ikamet ettiğim sokakta bir türbe var: Oruç Baba Türbesi… Vatandaşlar, bilhassa kadınlar iftarını burada açmak için Ramazan’ın ilk günlerinde buraya akın eder, türbe ziyareti yaparlar. O gün Oruç Baba’yı ziyaret için gelenler etraf sokakları bile doldururlar. İftara yakın ilahiler okunur ve vakit gelince iftar edilir. Herkes birbirine ikramda bulunur… Peki bu insanlar ne yaparlar? Allah’a yalvardıkları gibi Oruç Baba’ya mı yalvarırlar?… Hayır!… Allah’tan isteyeceklerini Oruç Baba’dan mı isterler?… Hayır!… Allah’a ibadet ettikleri gibi Oruç Baba’ya ibadet mi ederler?… Hayır!… Hatta ziyaretçilerden birisine, “Burada yatan zata ibadet mi ediyorsun?” deseniz alacağınız cevap serttir ve “Ne münasebet!”ten ibarettir.

Zaten Müslümanlar içinde insana ibadet eden sapık bir topluluk yoktur. O halde bu insanların niyet ve gayeleri nedir? İstek ve dileklerini orada yatan zatın hürmetine Allah’tan istemekten ibarettir. İşte sırf bu niyetlerinden dolayıdır ki, bazı din adamları(!) tarafından putperest ilan edilmektedirler. Gelin görün ki, daha Ramazan bitmeden ortaya çıkarılan ve Müslümanlarla alakası bulunmayan uyduruk Noel Babalara hiç mi hiç ses çıkarmayan bu sözde din adamları, kafayı Oruç Baba’ya ve onu ziyaret edenlere taktılar. Onlara buradan soruyorum: Sizin derdiniz niye Noel Baba’yla değil de ille de Oruç Baba’yla?… Müslümanlardan ne istiyorsunuz? Türbe ziyaretleri sizi niçin rahatsız ediyor?… Sizin gibi dinî tahsili olmayan bir Bülent Ersoy kadar bile olamadınız bu hususta… Bülent Ersoy, “Ben oralarda huzur buluyorum” diyordu. Siz ise huzuru, o ziyaretleri yapan insanlara “Müşrik, kafir” demekte buluyorsunuz. Ve türbeleri ziyaret edenlerin huzurunu bozuyorsunuz.

Elinize almışsınız ziftli bir fırça, önünüze geleni kafirlikle karalıyorsunuz. Ey putperestlerle ilgili âyetin manasını saptıran ve sanki âyet türbe ziyareti yapanlarla ilgiliymiş gibi mana veren Allah’tan korkmaz adam!… Bir Hak dostunun kabrini ziyaret ettiler diye, mübarek Ramazan akşamı Sultanahmet Câmii yakınında onca Müslümanı putperest ilan ederken hiç mi irkilmedin?… Bilenler biliyorlar, sen de biliyorsun ki, o akşam hep vehhâbîce konuştun. Söyle!… Açık ol!… Mert ol!… Sen nesin?… Vehhâbî misin, ehl-i sünnet mi? Türbeleri ziyaret edenlerin kafir/putperest/müşrik olduklarını, vehhâbîlerden başka kim söylüyor? Bu suçlamayı yapanlar bir sen bir de vehhâbîler değil mi? Şehitler serdarı Hz. Hamza’nın kabrini dümdüz eden, başta mü’minlerin annesi Hz. Hatice’ninki olmak üzere bir çok türbeyi yıkanlar vehhâbîler değil mi? Hatta ve hatta Hz. Peygamberin türbesini bile yıkmaya kalkışanlar yine onlar değil miydi? Sana ne oluyor peki? Hangi sünnet âlimi senin dediklerini söylüyor? Vehhâbîysen mertçe niye açıklamıyorsun!… Değilsen nesin?…

İşte verdiğin yanlış manayı düzgün veriyorum ki, millet saptırmanızı anlasın… Türbe ziyaret edenlere putperest demek için okuduğun âyetlerin manası şöyle: “Gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları, biz şüphesiz yerli yerince ve belli bir süre için yarattık. Küfredenler (kafirler) uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler. De ki: Söylesenize! Allah’ı bırakıp taptığınız şeyler yeryüzünde ne yaratmışlar, göstersenize bana. Yoksa onların göklerle ortaklıkları mı vardır? Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bundan evvel (size indirilmiş) bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı varsa onu bana getirin. Allah’ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapık kim olabilir? (Oysa) onlar, bunların tapmalarından habersizdirler.” (Ahkaf, 4, 5, 6) Değerli okuyucular! Türbeleri ziyaret edenlere işte bu âyete dayanarak putperest diyorlar… Halbuki o türbedeki zatlara tapan yok. Ama bazıları ille de siz tapıyor kabul ediyorlar. Ne var ki, bu inanç bize ait değil, sadece ve sadece vehhâbîlere aittir.

Ey ziyaretçiler! Siz sapık değilsiniz… Esas sapıklar size putperest diyenlerdir. “Peygamber de ölmüştür, o da bir şey duymaz” diyenler, “Ziyarette sadece ‘Selam senin üzerine olsun ya Resulullah’ denir” derken kendi içlerinde bile tutarsız olduklarının farkında bile değillerdir. Duymayan, ölü olan bir kimseye hiç böyle hitap edilir mi? Oruç Baba’nın şahsında bütün evliyayı hedef alanlara dikkat edin sayın okuyucular… Noel Baba hakkında onlardan olumsuz bir söz duyacak mısınız bakalım?… Niye olsun ki! Onların dertleri ancak Müslümanlarla… Sözleri ise vehhâbîce… Öyle değil mi beyefendi! Vehhâbîlerle sizin sözleriniz aynı değil mi?

Cevap: Sayın Ali EREN, Akit Gazetesinde yayınlanan, 8 Ocak 2001 tarihli yazınızda, bir televizyon programında yorumsuz olarak okuduğum, Ahkaf Suresinin 4,5 ve 6. Ayetlerine yanlış mana verdiğimi ifade ederek şöyle diyorsunuz: “İşte verdiğin manayı düzgün veriyorum ki, millet saptırmanızı anlasın. Türbe ziyaret edenlere putperest demek için okuduğun ayetlerin manası şöyle:

“Gökleri ve yeri ve bu ikisi arasında bulunanları, biz şüphesiz yerli yerince ve belli bir süre için yarattık. Küfredenler (kafirler) uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler. De ki: Söylesenize! Allah’ı bırakıp taptığınız şeyler yeryüzünde ne yaratmışlar, göstersenize bana. Yoksa onların göklere ortaklıkları mı vardır? Eğer doğru söyleyenlerden iseniz bundan evvel (size indirilmiş) bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı varsa onu bana getirin. Allah’ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapık kim olabilir? (Oysa) onlar bunların tapmalarından habersizdirler. (Ahkaf 4,5,6)”

Bunlar Surenin 3,4 ve 5. Ayetleridir. Halbuki, konu 4,5 ve 6. Ayetlerle ilgilidir. Ayetlerde, dua kökünden üç ifade vardır. Bunlar ted’ûne, yed’û ve dua kelimeleridir. Bu ke­lime­leri ta’budûne, ya’budu ve ibadet diye ter­cüme etmişsiniz. Dua kelimesi ile ilgili olarak Muhammed Hamdi YAZIR şöyle diyor: “Dua esasen davet gibi çağırmak manasına masdardır. Sonra küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya vaki olan talep ü niyaz manasına urf olmuş ve ism olarak da kullanılmıştır ki, dua dinledim, dua okudum denilir. Duanın hakikati, kulun rabbı celle celalühudan istimdad ve inayet ü meunet istid’a etmesidir. [1]

Bu ifade şöyle sadeleştirilebilir. “Dua temelde, davet gibi çağırma anlamınadır. Sonra küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya iletilen istek ve niyaz anlamına örf olmuş ve isim olarak da kullanılmıştır. “Dua dinledim”, “dua okudum” denmesi bundandır. Duanın aslı, kulun, şanı yüce olan Rabb’ından ikram, yardım ve destek istemesidir.” İbadet ise sözlükte taat anlamına gelir. Taat boyun eğmek demektir, daha çok “emre uymak ve izinden gitmek.” anla­mında kullanı­lır [2].

Türkçe’de buna kulluk denir. Abd, kul yani köle anlamına gelir. Rab sahip demektir. Araplar kö­lenin sahi­bine rab derler [3], biz efendi deriz. Allah’tan başkasına köle olmayı reddedenler, Allah’tan başka­sının kendi rableri ve efendileri olmasını da kabul etmezler  Allah’ın istediği, insanın yalnız kendisine köle olmasıdır. Ey insanlar! Sizi ve sizden ön­cekileri yara­tan Rabbinize kölelik edin ki, korunabilesiniz. (Bakara 2/21)

Muhammed aleyhisselamda  Allah’ın köle­sidir. Kelime-i şehadet getirirken “Şunu kesinkes bilirim ki, Muhammed onun kö­lesi ve elçi­sidir.” deriz. Ona bundan başka bir makam ver­mek Hrıstiyanlara benzemek olur. Onlar İsa aleyhisselama Allah’ın oğlu demiş, onu Allah’a halef kılmış­lardır. Sanki hâşâ! baba emekli ol­muş da oğul onun yerine otur­tulmuş gibidir. Hıristiyanların İsa aleyhisselama ibadeti ondan yardım istemelerinden ibarettir. Arapça tefsirlerde duanın ibadet manasına ol­duğu ifade edilir. Bir Arap için böyle bir açık­la­maya ihti­yaç vardır. Çünkü Muhammed aleyhisselam şöyle bu­yurmuştur: “Dua ibadetin kendisi­dir[4].”

“Dua ibadetin iliğidir, özü­dür[5].”

Arap o açıklamayı okuyunca duanın ibadet demek olduğunu öğ­renmiş olur. Ama yu­karıdaki meâli okuyan bir Türk’ün böyle bir şeyi öğ­renmesi imkansızdır. “O türbedeki zatlara tapan yok.” Demeniz bu farkın kavranmamış olmasıyla ilgilidir. Ayet metninde geçen “min dun’illah = Allah’ın dûnundan” ifadesi “Allah’ı bırakıp da…” şeklinde tercüme edilmiştir. Bu tercümeden Allah’tan başkasını yardıma çağıranların Allah’ı büs­bütün devre dışı bıraktıkları anlaşılır. Halbuki onlar, çağırdıkları kişilerin Allah’a kendilerinden yakın olduğuna inanmış­lardır. Hiçbir kâfir veya müşrik, hiçbir gayri­müslim Allah’ın varlığını inkâr etmez. Ama Allah ile kendi arasında, yetkisi Allah tarafından ve­rilmiş bir kısım aracıların olduğunu kabul ederek Allah’a boyun eğer gibi onlara da boyun eğer­. Dûn kelimesi ile ilgili olarak Kamus’ta şu bilgiler yer alır: “Dûn, fevk’in zıddıdır, en üst merte­beden berî demektir, ondan aşağıca diye ifade edilir. Bazıları bunun “dunuv” ke­limesinin maklûbu oldu­ğunu, yani son iki harfinin yer değiştirmesi ile oluştu­ğunu söylemiştir. Kelime “gayr”= başka manasına da gelir. < /FONT> “Akreb” = En yakın manasına da olur ki, zarf olur. Ona çok yakın manasına “Haza dûnehu” denir. Dune, kabl = önce manasına da gelir. Bir şey öbüründen biraz aşağıda olunca “Haza dûne zake” de­nir [6]”.

Türkçe’mizde buna, berî kelimesi karşılık olabilir. Beri (veya berû), bu tarafta, yakında ve daha yakın anlamlarına gelir [7].

Buna göre ayetteki min dûn’illah=Allah’ın dûnundan ifadesi Allah’ın en yakınından yani berisinden demek olur. Zaten Allah’tan başka veli­lere tutunanlar hep onların Allah’a çok yakın olduğuna inanmışlardır.< /FONT> Sözünü ettiğiniz televizyon programında ayetlere şu meâli vermiştik. “De ki, baksanıza, Allah’ın berisinden neyi çağırıyorsunuz? Gösterin bana, onların yeryüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir payı mı bulunuyor? Bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Doğru sözlü kimseler iseniz (bunu yaparsınız).” “Allah’ın berisinden kıyâmete kadar kendi­sine cevap vere­meyecek kimseleri çağırandan daha sapık kimdir? Oy­sa ki bunlar onların çağrısın­ın farkında değillerdir. Bütün insanlar bir araya getirildiği gün bunlar onlara düşman olacak, onların tapmalarını tanımaz olacaklardır.”

Ahkaf Suresinin 5. Ayetinin mealinde metne uygun olmayan başka şeyler de vardır. “Allah’ı bırakıp da kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapık kim olabilir? (Oysa) onlar bunların tapmalarından habersizdirler.” Burada “şeyler” diye tercüme ettiğiniz “men” kelimesidir. Bu kelime Arapça’da akıllı varlıklar için kullanılır. Doğru manası “kimse” veya “kimseler” olmalıdır. “Bunlar” diye tercüme ettiğiniz de hum kelimesidir. O da akıllı varlıkları göstermek için kullanılır. “Habersizdirler” diye tercüme ettiğiniz de “gâfilun” kelimesidir. Cem’i müzekker salimdir ve akıllı varlıklar için kullanılır. O tercümede, öncekilerle birlikte bu manalar da kaybolmuştur. Ayrıca son ayet, bunların akıllı varlıklar olmasını gerekli kılmaktadır. Ayet şöyledir: “Bütün insanlar bir araya getirildiği gün bunlar onlara düşman olacak, onların tapmalarını tanımaz olacaklardır.”

Putların ahirette yeniden dirilip insanlarla bir araya getirilmeyeceği kesindir. Öyleyse bunlar hesaba çekilen akıllı varlıklardan olmalıdırlar. Ben şunu düşünüyorum: Bütün bu ayrıntıları bildiğim halde ayete sizin gibi mana verirsem yarın bunun hesabını Allah’a verebilir miyim? Bu yüzden sapmış olan ve sapıklığına devam eden insanlar gelip beni suçlayacakları zaman benim halim ne olacaktır. Hiç aklınızı başınıza toplayıp da düşünmez misiniz? Şunu da söylemem gerekir ki, ben ne orada ne de bir başka konuşmamda kabir ziyaretine karşı çıkmamışımdır. Benim karşı çıktığım şey, insanların evliyâ dedikleri ölülerden bir şeyler beklemeleri ve onları Allah ile kendi aralarına aracı koymalarıdır. Bunu elliye yakın ayet şirk saymaktadır. Uzun zamandır düşündüğüm halde bir fırsatını bulamadığım bu konuda bir yazı yazmama sebep olduğunuz için teşekkür eder, tenkitlerinizin devamını dilerim. 

______________________________________________________


[1] – Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR, Hak Dini Kur’an Dili , c. I, s. 662, (Bakara 186. Ayetin tefsiri) İstanbul 1935.Ali BULAÇ ve arkadaşları tarafından sadeleştirilen, Celik-Şura tarafından yayınlanan metinde c. I, s. 522; İsmail KARAÇAM ve arkadaşları tarafından sadeleştirilen metinde c. II s. 7.

[2]- ibnü Manzûr, Lisan’ul-Arab, Beyrut 1410/1990. itaat, Tav’ kökündendir. Tav’ boyun eğmek demek­tir. Zıddı kerih görmek, hoşlanmamaktır. Ayette şöyle buyrulur: “Sonra, duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne: “isteyerek veya istemeyerek buyruğuma gelin” dedi. ikisi de “isteyerek geldik” dediler.” (Fussilet 41/11) Taat da aynı köktendir, gene boyun eğmek anlamına gelir ve daha çok “Emre uymak ve izinden gitmek.” anlamında kullanılır. (Rağıb el-isfahânî, el-Müfredât, Safvân Adnan Davudî’nin tahkikiyle) Dımaşk ve Beyrut 1412/1992, s. 529)

[3]- Hz. Yusuf köle olarak Mısır’ın bir devlet yetkilisine satılmış, o yetkilinin karısı Züleyhâ Hz. Yusuf’a aşık olmuş ve beraber olmak istemişti. O sırada olanları anlatan ayet şöyledir: “Evinde bulunduğu kadın onu kendine çağırdı, kapı­ları sıkı sıkı kapadı ve “gelsene” dedi. Yusuf: “Günah işlemek­ten Allah’a sığınırım, doğrusu senin kocan benim rabbimdir; bana iyi bakmıştır. Zalimler iflah olmazlar ki.” dedi. (Yusuf 12/23)

4]- Tirmizî, Dua,1, 3372 nolu hadis.

[5]- Tirmizî, Dua,1, 3371 nolu hadis.

[6]- Firuzabâdî, Kâmus Tercümesi, Mütercim Asım. Bahriye Matbaası 1305. [7]- Şemseddin Sami, Kâmus-i Türkî, ist.1319 tarihli nüshadan ofset.