İmam Şafiî’nin Hikmet Anlayışı

İmam Şafiî’nin Hikmet Anlayışı

Prof. Dr. Abdulaziz BAYINDIR

Giriş

Hikmet, İslam’ın temel kavramlarındandır. Allah Teâlâ En’âm 83 ve devamı âyetlerde Nuh’tan İsa’ya kadar 18 nebîyi saymış[1] ve şöyle demiştir: “Bunların babalarını, soylarını ve kardeşlerini de seçtik; onlara doğru yolu gösterdik.” Babaları Âdem’e, oğulları Muhammed sallallahu aleyhi ve seleme kadar uzanır. Kardeşlerini de katarak Allah Teâlâ bütün nebîlere işaret etmiş ve şöyle demiştir:

أُولَئِكَ الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ

“Adı geçenler, kendilerine kitap, hikmet ve nebilik verdiğimiz kimselerdir”. (En’âm 6/89) Şu âyete göre onlara verilen hüküm, Hikmettir:

وَإِذْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّينَ لَمَا آتَيْتُكُمْ مِنْ كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنْصُرُنَّهُ قَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَى ذَلِكُمْ إِصْرِي قَالُوا أَقْرَرْنَا قَالَ فَاشْهَدُوا وَأَنَا مَعَكُمْ مِنَ الشَّاهِدِينَ

Allah nebîlerinden kesin söz aldığında şöyle demişti: “Size Kitap ve hikmet veririm de elinizde olanı onaylayan bir kitap  gelirse kesinlikle ona inanacaksınız ve destek vereceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Bu ağır yükü (ısr )[2] yüklendiniz mi?”. Onlar: “Kabul ettik” demişlerdi. Allah: “Siz buna şahit olun, sizinle beraber ben de şahidim” demişti. (Al-i İmran 3/81) Hükm (الْحُكْم) ve hikmet (الحكْمَة) kelimeleri mastardır. Hüküm, doğru veya yanlış olur. Hikmet, (مصدر للنوع=) çeşit bildiren mastar olduğundan anlamı, “doğru hüküm vermek”tir. İsim olarak “doğru hüküm” anlamındadır. Nebîlerin verdikleri hükümler ile ilgili âyetlerden biri şöyledir:

كَانَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللَّهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنْذِرِينَ وَأَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فِيمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ

İnsanlar tek bir toplumdu. Allah, onlara müjde veren ve uyarılarda bulunan nebîler gönderdi; onlarla birlikte, gerçekleri içeren kitap da indirdi ki ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında o kitap hükmetsin. Kendilerine kitap verilenlerden başkası ayrılığa düşmedi. Açık belgeler geldikten sonra birbirlerinin haklarına konmak istedikleri için böyle oldu. Sonra anlaşamadıkları konuda, Allah, müminleri, kendi onayıyla doğruya ulaştırdı. Allah, doğruları tercih edeni doğru yola yöneltir.(Bakara 2/213) Allah’ın Kitab’ı ile hükmetmeyen yoldan çıkar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

إِنَّا أَنْزَلْنَا التَّوْرَاةَ فِيهَا هُدًى وَنُورٌ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُوا لِلَّذِينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللَّهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَاءَ فَلَا تَخْشَوُا النَّاسَ وَاخْشَوْنِ وَلَا تَشْتَرُوا بِآيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلًا وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَاللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ . وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ فِيهَا أَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالأَنفَ بِالأَنفِ وَالأُذُنَ بِالأُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ فَمَن تَصَدَّقَ بِهِ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَّهُ وَمَن لَّمْ يَحْكُم بِمَا أنزَلَ اللّهُ فَأُوْلَـئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ.

“İçinde hidayet ve nur olan Tevrat’ı biz indirmiştik. Allah’a teslim olmuş nebîler, Yahudilere onun ile hükmederlerdi. Hocalar ve âlimler, kendilerinden Allah’ın Kitab’ını korumaları istenmesi sebebi ile onun ile hükmederler ve ona şahit olurlardı. (Onlara şöyle dedik:) İnsanlardan korkmayın; benden korkun. Ayetlerimi geçici[3] bir bedel ile değişmeyin. Allah’ın indirdiği ile hüküm vermeyenler kâfirlerdir. Onlara o kitapta şunu yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve her yaraya karşılık kısas gerekir. Kim onu bağışlar ise kendisi için keffâret olur. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler yanlış yapanlardır.” (Mâide 5/44-45)

وَلْيَحْكُمْ أَهْلُ الْإِنْجِيلِ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فِيهِ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُون

“İncil’i bilenler, Allah’ın o kitapta indirdiği ile hüküm versinler. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler yoldan çıkmış (fasık) kimselerdir.” (Mâide 5/47) Nebî’mize de şu emir verilmiştir:

وَأَنِ احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ وَاحْذَرْهُمْ أَنْ يَفْتِنُوكَ عَنْ بَعْضِ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ إِلَيْكَ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَاعْلَمْ أَنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ أَنْ يُصِيبَهُمْ بِبَعْضِ ذُنُوبِهِمْ وَإِنَّ كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ لَفَاسِقُونَ . أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَاللَّهِ حُكْمًا لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ

Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; onların arzularına uyma. Dikkatli ol! Allah’ın indirdiği emirlerin herhangi birinden uzaklaştırmak için seni sıkıntıya sokabilirler. Yüz çevirirlerse bil ki bazı günahlarına karşılık Allah, böylelerinin başına bir kötülük gelmesini ister. Zaten insanların çoğu yoldan çıkmıştır. Cahiliye  hükümlerini [4] mi arıyorlar?İkna olmak isteyen bir topluluk için kimin hükmü Allah’ın hükmünden güzel olabilir? (Mâide 5/49-50) Sonuç olarak nebîler âyetleri hem tebliğ hem de uygulamakla görevliydiler. Hikmet, onların Kitap’tan çıkardıkları hükümlerdir.Tespitimize göre fakihlerden sadece İmam Şafiî Hikmete değinmiş, Nebîmizin söz ve uylamalarına Sünnet diyerek Sünnet ile Hikmet arasında ilişki kurmuştur. Şimdi onun Hikmet anlayışını görmeye çalışalım.

I. İmam Şafiî’de Hikmet-Sünnet İlişkisi

İmam Şafiî’nin Hikmet ile ilgili sözleri şöyledir: “Kur’ân bilgisine sahip güvendiğim bir zattan şunu işittim: “Hikmet Allah’ın Elçisi’nin Sünnetidir.” Hikmet Kur’ân’a tabi kılınmış, Kitap ve Hikmet öğrenimi Allah’ın kullarına ikramı sayılmış iken, doğrusunu Allah bilir ama buradaki Hikmet’e Allah’ın Elçisi’nin Sünneti dışında bir şey denemez.” “Allah’ın Elçisi’nin Sünneti; Allah adına, onun, özel ve genel hükümlerdeki muradını açıklar. Zaten Allah Sünnet ile hükmetmeyi (Hikmeti) Kitab’ı ile eş tutmuş ve Sünneti Kitab’a bağlamıştır. Bunu, yarattıkları içinde bu Elçiden başkası için yapmamıştır[5]”. Sonra İmam Şafiî, Sünnet’in Kitap ile aynı değerde olduğuna şu ayetleri delil getirir:

وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَنْ يَكُونَ لَهُمْ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ، وَمَنْ يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ، فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُبِينًا

“Allah ve Elçisi bir işi kesinleştirdiği zaman artık inanıp güvenmiş bir erkeğin ve kadının, kendi işlerinde seçme hakkı kalmaz. Kim, Allah’a ve Elçisine baş kaldırırsa apaçık bir şekilde sapmış olur”. (Ahzab 33/36)

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ، وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُوْلِي الْأَمْرِ مِنْكُمْ، فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ إِنْ كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا

Ey inanıp güvenenler, Allah’a itaat edin, bu Elçiye itaat edin ve sizden olan yetki sahiplerine de. Eğer (o yetkililerle) bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu, Allah’a ve Elçisine  götürün. Allah’a ve ahiret gününe inanıp güveniyorsanız böyle yaparsınız. Böylesi hayırlı olur ve çok güzel sonuç verir .  (Nisa 4/59)

وَمَنْ يُطِعْ اللَّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ مِنْ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُوْلَئِكَ رَفِيقًا

“Kim Allah’a ve Elçi’sine boyun eğerse onlar Allah’ın mutluluk verdiği nebîler, doğru kişiler, bilginler[6] ve iyiler ile beraber olurlar. Onlar ne iyi arkadaştırlar!” (Nisa 4/69)

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ

Ey inanıp güvenenler, Allah’a ve  onun sözlerini getiren Elçisine boyun eğin.  (Enfâl 8/20) İmam Şafiî’nin hadisten delili de şudur:

لاَ أُلْفِيَنَّ أحَدَكُمْ مُتَّكِئًا عَلَى أرِيكَتِهِ، يَأْتِيهِ الأُمْرُ مِنْ أمْرِي، مِمَّا أَمَرْتُ به أَوْ نَهَيْتُ عنه، فيقولُ لاَ أَدْرِي ماَ وَجَدْنَا فِي كِتَاِب اللهِ اتَّبَعْناَهُ

Ebû Râfi’, Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellemden şunu rivayet etmiştir: Sizden birinin, koltuğuna yaslanmış, verdiğim bir emir veya koyduğum yasak ile ilgili şöyle dediğini sakın görmeyeyim: “Bilmem, biz Allah’ın Kitab’ında bulduğumuza uyarız[7]. İmam Şafiî, Sünnet ile ilgili olarak şöyle der: “Nebî’nin Sünnetlerinin üç yönü olduğu hususunda farklı görüşü olan bir âlim bilmiyorum. Onu ittifak ile ikiye indirmişlerdir. Çünkü ilk ikisi aynı noktada birleşen iki alt dal gibidir: 1- Kur’ân ile bağlantısı olan Sünnet

  1. Kur’ân’da nass (açık hüküm) olan bir konuda, Allah’ın Elçisinin Kur’ân nassı gibi açıklama yapması.
  2. Kur’ân’da kapalı geçen konularda Allah’tan alarak onun muradını açıklaması.

Bu iki konuda ihtilaf yoktur. 2- Allah’ın Elçisinin, Kur’ân’da nass bulunmayan konularda koyduğu Sünnet. (İhtilaf buradadır.) Kimine göre Allah, Elçisine itaati farz kıldığı ve rızasına uygun davranacağını bildiği için Kitab’ında nass bulunmayan konularda ona Sünnet koyma hakkı vermiştir. Kimine göre de Allah’ın Elçisi, namazın farzlığı temelinde, namaz sayısını ve uygulamasını açıklayan Sünneti gibi Kitapta temeli olan bir konuda Sünnet koymuş, onun dışında asla koymamıştır… Kimine göre de bu konuda ona Allah’ın emri (risâleti) gelmiş ve Allah’ın farz kılması ile Sünneti sabitlenmiştir. Kimine göre ise onun Sünneti, Allah tarafından kalbine konan Hikmettir.” Sonuç olarak İmam Şafiî, Hikmetin Sünnet olduğunu söylemiş, onun Nebîmize Kur’ân gibi vahy edildiği kanaatine vararak Sünneti Kur’ân’a eş değerde görmüştür[8]. Bunları, iki ayrı kaynak saydığı için Kur’ân’ın Sünneti nesh edip yürürlükten kaldıramayacağını, Sünnetin ancak bir başka Sünnet ile nesh edilebileceğini söylemiştir[9].

II. İmam Şafiî’nin Hataları

Bize göre İmam Şafiî’nin Hikmet anlayışında dört temel hata vardır. Bunlar; Hikmeti Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme has sayması, âyetler arasındaki mîzânı görememesi, resûl ve nebî farkına dikkat etmemesi ve Sünneti de Kitap gibi vahy edilmiş saydığı için Kitap ile Sünnet arasındaki bütünlüğü yakalayamamasıdır.

1. Hikmeti Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme has sayması

İmam Şafiî, Sünnetin Hikmet olduğunu belirttikten sonra şöyle demiştir: “Allah Teâlâ bu işi, yaratıkları içinde bu Elçiden başkası için yapmadı[10]”. Hâlbuki yukarıda geçen Al-i İmrân 81 ve En’âm 89’a göre kitap ve Hikmet bütün nebîlere verilmiştir. Üstelik Hikmet, nebîlere has da değildir. İlgili âyetler şöyledir:

يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ

“O, tercihini doğru yapana hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona çokça iyilik yapılmış olur. Bu bilgiyi[11] sağlam duruşlu (ulü’l-elbâb) [12] olanlardan başkası elde edemez.  (Bakara 2/269)

وَلَقَدْ آتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ أَنِ اشْكُرْ لِلَّهِ

Lokman’a, “Allah’a karşı görevlerini yerine getir” diyerek hikmeti verdik”. (Lokman 31/12) Kur’ân’da, Lokman’ın nebî olduğuna dair bir işaret yoktur. Nebî olsaydı ona yalnız Hikmet verilmez, Kitap da verilirdi. Nebîmizin Hikmet konusunda şöyle dediği rivayet edilmiştir:

لاَ حَسَدَ إِلَّا فِي اثْنَتَيْنِرَجُلٌ آتَاهُ اللَّهُ مَالًا فَسُلِّطَ عَلَى هَلَكَتِهِ فِي الحَقِّ، وَرَجُلٌ آتَاهُ اللَّهُ الحِكْمَةَ فَهُوَ يَقْضِي بِهَا وَيُعَلِّمُهَا

“İki kişiden başkası kıskanılmaz; biri Allah’ın verdiği malı, yerli yerinde tüketmek için kendini zorlayan kişi[13], diğeri de Allah’ın Hikmet verdiği kişi ki, kararını ona göre verir ve onu öğretir[14]”. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, İbn Abbas’ı bağrına basıp şöyle demiştir:

اللَّهُمَّ عَلِّمْهُ الحِكْمَةَ

“Allahım, ona Hikmeti öğret”[15].

2. İmam Şafiî’nin ayetler arasındaki mîzânı görememesi

Mîzân, (الميزان) vezn = وزن kökünden, denge demektir[16]. Allah Teâlâ şu âyette mîzânı, Hikmet kelimesinin yerine koymuştur:

اللَّهُ الَّذِي أَنْزَلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ وَالْمِيزَانَ

“Gerçekleri içeren bu kitabı ve mîzânı  indiren Allah’tır”. (Şûra 42/17)

Aşağıdaki âyette de Hikmet yerine mîzân konmuş ve asıl hedefin kıst (قسط) olduğu bildirilmiştir. Kıst (قسط), dengeler korunarak hak edilen paydır[17]. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

لَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ وَأَنْزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ وَالْمِيزَانَ لِيَقُومَ النَّاسُ بِالْقِسْطِ …

“Şurası kesin ki elçilerimizi açık belgelerle gönderdik; beraberlerinde Kitab’ı ve dengeyi (mîzanı)  indirdik ki insanlar her şeyin hakkını versinler.”  (Hadîd 57/25) Mîzân, Allah’ın yarattığı kitap olan doğada da vardır. Şu âyetler, Allah Teâlâ’nın doğa ile ilişkilerimizde de bize, mîzânı ve kıstı emrettiğini göstermektedir.

وَالسَّمَاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْمِيزَانَ . أَلَّا تَطْغَوْا فِي الْمِيزَانِ . وَأَقِيمُوا الْوَزْنَ بِالْقِسْطِ وَلَا تُخْسِرُوا الْمِيزَانَ.

“Göğü yükseltti ve dengeyi (mizanı) kurdu . Kurulu dengede aşırılık yapmayın. Ölçüyü hakka uygun yapın gereği gibi uygulayın. Eksiltip de kurulu dengeyei yazık etmeyin bozmayın.” (Rahman 55/7-9) Görüldüğü gibi mîzân ve kıst yani dengeli ve hakça davranma Hikmetin diğer adıdır. Bundan dolayı birine olan kin ve nefretimiz bize haksız davranma ruhsatı vermez. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُونُوا قَوَّامِينَ لِلَّهِ شُهَدَاءَ بِالْقِسْطِ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ عَلَى أَلَّا تَعْدِلُوا اعْدِلُوا هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ . وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ عَظِيمٌ

Ey inanıp güvenenler! Allah için dik duran ve dürüstçe şahitlik yapan kimseler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz size, adaletsiz davranma suçu işletmesin. Siz âdil olun, kendinizi korumak için uygun [18] olan budur. Allah’tan çekinerek kendinizi koruyun. Çünkü Allah, yaptığınız şeyin iç yüzünü bilir.Allah, inanıp güvenen ve iyi işler yapanlara söz vermiştir: Onlar için hem bağışlanma hem de büyük bir ödül vardır.(Mâide 5/8-9) Farklı inançlardaki insanlar ile birlikte yaşar iken de mîzânı ve kıstı (Hikmeti) gözetmek gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

لَا يَنْهَاكُمُ اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ لَمْ يُقَاتِلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَلَمْ يُخْرِجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ أَنْ تَبَرُّوهُمْ وَتُقْسِطُوا إِلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ. إِنَّمَا يَنْهَاكُمُ اللَّهُ عَنِ الَّذِينَ قَاتَلُوكُمْ فِي الدِّينِ وَأَخْرَجُوكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ وَظَاهَرُوا عَلَى إِخْرَاجِكُمْ أَنْ تَوَلَّوْهُمْ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ فَأُولَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ.

“Allah, dininizden dolayı sizi öldürmeye kalkışmamış ve sizi yaşadığınız yerlerden çıkarmamış kimselere iyilik etmenizi ve değer vermenizi yasaklamaz. Allah değer bilenleri sever. Allah’ın yasakladığı şey sadece, dininizden dolayı sizi öldürmeye kalkışanlara, sizi yaşadığınız yerden çıkaranlara ve çıkarılmanıza destek verenlere yakınlık göstermenizdir. Onlara yakınlık gösterenler yanlış yaparlar”. (Mumtahine 60/8-9) Mîzanı korumak için dinimizden dolayı bizim ile vuruşan, bizi yurdumuzdan çıkaran ve çıkaranlara destek verenlere hak ettikleri cevabı vermek gerekir. Böyle bir durumda karşı tarafa, hak ettiğinden fazlası yapılamaz. Bu konudaki emirler şöyledir: 1- Sizin ile vuruşanlar ile siz de vuruşun. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

وَقَاتِلُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلاَ تَعْتَدُواْ إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبِّ الْمُعْتَدِينَ

“Allah yolunda, sizinle savaşanlarla savaşın, ama haksız saldırı yapmayın. Allah, haksız saldırı yapanları sevmez”. (Bakara 2/190) 2- Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın.

…وَأَخْرِجُوهُم مِّنْ حَيْثُ أَخْرَجُوكُمْ

“… Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın.” (Bakara 2/191) 3- Vereceğiniz zarar, karşı tarafın verdiği zarardan fazla olmasın.

فَمَنِ اعْتَدَى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُواْ عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدَى عَلَيْكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ

“Size kim saldırırsa, o saldırıya denk bir saldırı yapın. Allah’tan çekinip korunun. Bilin ki Allah, kendisinden çekinip korunanlarla beraberdir”. Bakara 2/194) Hikmete uymak için gayrimüslimler ile ilişkileri gösteren ayetlerin tamamını bu kapsamda değerlendirmek gerekir. Hikmet anlaşılamadığı için Müslim -gayrimüslim ilişkilerini gösteren ayetler tek başına ele alınmış, büyük yanlışlar yapılmış ve İslam’ı doğru anlamalarının önüne engel konmuştur[19]. Buraya kadar anlatılanlara göre Hikmet şöyle tanımlanabilir: “Allah’ın âyetleri içindeki mîzânı bularak her hak sahibinin hakkını vermektir.” Mîzân ve kıst, gökler ve yerde de olduğundan bu tanım, bilim için de geçerlidir. Ayetleri tebliğ; ihtiyacı olana su, tuz, et, domates, biber, ateş vs. vermek gibidir. Hikmet ise bunları dengeli ve ölçülü olarak bir araya getirip yemek yapmaya benzer. Yemek; denge ve kıst gözetilmeden pişirilirse yenmez. Dini konulardaki yanlışlar da fark edilir ve rahatsızlık doğurur. Vabısa b. Mabed di­yor ki, Muhammed sallal­lahu aleyhi ve selleme git­tim, dede ki; “İyi­likten ve günahtan sormak için mi geldin? “. Sonra parmaklarını bir araya getirip göğsüne vurdu ve üç kere şöyle dedi: “Nefsine danış, kalbine danış Va­bısa! İyilik, nefsin yatış­tığı, kalbin yatıştığı şeydir. Günah da içe dokunan ve göğüste te­reddüt do­ğuran şeydir. İsterse in­san­lar sana fetva vermiş, yaptığını uygun bul­muş ol­sunlar.[20]” Nebîmiz bir de şöyle demiştir: “Seni işkillendiren şeyi bı­rak, işkillendirmeyene geç. Çünkü doğru­luk iç hu­zuru verir, yalan da şüphe ve te­reddüt doğu­rur[21].” Bazı şeyler ilaç gibidir; hoşa gitmez. Ama güvenilir kimseler onun faydalı olduğunu söylediği için yenir. Benzer durum dini konularda da vardır. Bazı dini görevler, sırf güvenilir kaynaklar sevap dediği için yapılır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ

“Savaş, hoşunuza gitmediği halde size, görev olarak yazıldı. Hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin iyiliğinize olabilir. Hoşunuza giden bir şey de sizin için kötü olabilir. Bunları bilen Allah’tır, siz bilmezsiniz.” (Bakara 2/216) İnsanlar, sömürünün her çeşidin uygulamaktan çekinmezler. Din sömürüsü ise Allah’ın adı kullanılarak yapıldığından en kötü ve en tehlikeli sömürüdür. Onun için Allah Teâlâ, Kur’ân’ı açıklamayı kendi tekeline almış ve o açıklamalara ulaşmanın yöntemini Kur’ân’ın içine koymuştur[22]. O yöntemin temeli şöyle ifade edilmiştir:

الَر كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِن لَّدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍأَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ اللّهَ إِنَّنِي لَكُم مِّنْهُ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ .

“ELİF! LÂM! RÂ! Bu öyle bir kitaptır ki âyetleri hem muhkem  kılınmış hem de  [23] doğru kararlar veren ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından açıklanmıştır. Böyle olması, Allah’tan başkasına kul olmayasınız diyedir . Ben de o kitapla sizi uyaran ve müjdeleyen kişiyim”. (Hûd 11/1-2) Allah’ın Kur’ân’daki açıklamalarına Nebîmiz de bu yöntem ile ulaşır. Ama şu âyet, bu konuda onun yanılabileceğini gösterir:

يَسْتَفْتُونَكَ قُلِ اللَّهُ يُفْتِيكُمْ فِي الْكَلَالَةِ إِنِ امْرُؤٌ هَلَكَ لَيْسَ لَهُ وَلَدٌ وَلَهُ أُخْتٌ فَلَهَا نِصْفُ مَا تَرَكَ وَهُوَ يَرِثُهَا إِنْ لَمْ يَكُنْ لَهَا وَلَدٌ فَإِنْ كَانَتَا اثْنَتَيْنِ فَلَهُمَا الثُّلُثَانِ مِمَّا تَرَكَ وَإِنْ كَانُوا إِخْوَةً رِجَالًا وَنِسَاءً فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْأُنْثَيَيْنِ يُبَيِّنُ اللَّهُلَكُمْ أَنْ تَضِلُّوا وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ

Senden fetva istiyorlar. De ki “Kelâle  konusundaki fetvâyı size Allah veriyor.” Bir kimse ölür, çocuğu olmaz, tek bir kız kardeşi bulunursa bıraktığı mirasın yarısı ona kalır. Kız kardeş ölür de çocuğu bulunmazsa erkek kardeş onun bütün mirasını alır. Kız kardeşler iki tane ise, mirasın üçte ikisi onlarındır. Mirasçılar; erkek ve kız kardeşler ise erkek, iki kıza eşit pay alır. Yanılırsınız diye açıklamayı size Allah yapıyor. Allah her şeyi bilir. (Nisa 4/176) Fetvâ, karışık görünen şer’î hükümleri ayıklayıp ortaya çıkarmaktır[24]. Bu âyetteki fetvâ, kelâle ile ilgilidir. Nisa 7’den 12’ye kadar olan âyetler ile Nisâ 33. âyeti dikkat ile okuyanlar kelâle ile ilgili bilgilere ulaşabilirler. Ama Müslümanlar dengeyi tam kuramadıkları için Nebîmizden fetva istemişler, o da yanılabileceği için bu konudaki fetvâyı bizzat Allah Teâlâ vermiştir. Ayetin şu ifadesi bunu gösterir:

يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ أَن تَضِلُّواْ

Yanılırsınız diye açıklamayı size Allah yapıyor. ” Resul, Kitab’ı tebliğ etme, Nebî ise Kitab’ı tebliğin yanında onu uygulama ve ondaki Hikmetleri çıkarma görevi de olan zattır. Nebî ve resul farkına dikkat edilmez ise bu ayetlerin çoğu doğru anlaşılamaz. İmam Şafiî’de bu dikkati göremiyoruz.

3. İmam Şafiî’nin nebî – resûl farkına dikkat etmemesi

Aslında bu dikkatsizlik ulemanın çoğunda vardır. Çoğunluğa göre resûl, yeni bir kitap ve yeni bir şeriat ile gönderilen, nebî ise kendinden önceki resûlün Kitab’ını ve şeriatını, onun ümmetine tebliğ ile görevli olan zattır. Onlara göre her resûl, nebîdir ama her nebî resûl değildir[25]. Hâlbuki bütün nebîlere kitap verilmiştir. Meselâ geleneğe göre İsmail aleyhisselama verilmiş bir kitap ve şeriat yoktur. Bu sebep ile o, sadece nebîdir. Ama En’âm suresinin yukarıdaki âyetlerine göre ise ona kitap ve Hikmet verilmiştir. Şu âyet de İsmail aleyhisselamın hem nebî hem de resûl olduğunu bildirmektedir:

وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِسْمَاعِيلَ إِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِ وَكَانَ رَسُولًا نَّبِيًّا

Bu kitapta İsmail’i de an, o sözünde durmuştu; nebî olan resûl idi. (Meryem 19/54) Resûl, kendinden bir şey katmadan birinin sözünü diğerine ulaş­tırmak ile görevli kişidir[26]. Türkçe’de ona elçi denir. Resûller iki kısımdır; biri nebî olan resûl, diğeri de nebî olmayan resûldür. Her nebî, Allah’ın Kitab’ını tebliğ ile görevli olduğu için aynı zamanda resûldür. Allah tarafından görevlendirilmemiş resûller de vardır. Kur’ân, Mısır Melikinin Yusuf aleyhisselama gönderdiği elçiye resûl (الرَّسُول), Belkıs’ın Süleyman aleyhisselama gönderdiği elçilere de mürsel (الْمُرْسَلُ) demiştir. Mısır Melikinin elçisi ile ilgili âyet şöyledir:

وَقَالَ الْمَلِكُ ائْتُونِي بِهِ فَلَمَّا جَاءهُ الرَّسُولُ قَالَ ارْجِعْ إِلَى رَبِّكَ فَاسْأَلْهُ مَا بَالُ النِّسْوَةِ اللاَّتِي قَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ …

“Melik’in resûlü geldiğinde Yusuf dedi ki: “Efendine dön de sor bakalım, ellerini kesen kadınların derdi ne imiş? …” (Yusuf 12/50) Allah tarafından görevlendirilmemiş hiç kimseye nebî denmez; her nebî resûldür ama her resûl nebî değildir. Nebî olmayan resûller, sadece tebliğde bulunurlar. Şu âyetler, vahiy almadığı halde Kitab’ı tebliğ eden resûllerden bahseder:

كَذَّبَتْ قَوْمُ نُوحٍ الْمُرْسَلِينَ

Nuh kavmi resûlleri yalanladı. (Şuara 26/105)

كَذَّبَتْ عَادٌ الْمُرْسَلِينَ

Ad kavmi resûlleri yalanladı. (Şuara 26/123) Nuh kavmine Nuh aleyhisselâm; Ad kavmine de Hûd aleyhisselâm geldiğine göre bu resûller, o iki nebîye inen âyetleri tebliğ eden müminlerden başkası değillerdir. Nebîlik Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile sona ermiştir; artık nebî gelmeyecek ve kimseye kitap inmeyecektir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

مَّا كَانَ مُحَمَّدٌ أَبَا أَحَدٍ مِّن رِّجَالِكُمْ وَلَكِن رَّسُولَ اللَّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيِّينَ وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا

“Muhammed, içinizden her hangi bir erkeğin babası değildir, ama Allah’ın elçisi ve nebîlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir”. (Ahzab 33/40) Ona, nebîlerin sonuncusu denip resûllerin sonuncusu denmemesi önemlidir. Çünkü nebî olmayan resûller, her yerde ve her zaman olmalı ve Kur’ân’ı tebliğ etmelidirler. Allah Teâlâ şöyle der:

وَمَا أَرْسَلْنَا مِن رَّسُولٍ إِلاَّ بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللّهُ مَن يَشَاء وَيَهْدِي مَن يَشَاء وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ .

“Biz, her resûlü kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara açık açık anlatsın. Bundan sonra Allah, sapıklığı tercih edeni sapık sayar, hidayeti tercih edeni de yoluna kabul eder. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.”(İbrahim 14/4) Kur’ân’ın Arapça olması, Muhammed aleyhisselâmın içinden çıktığı toplum ile ilgilidir. Yoksa o, tüm insanlığa gönderilmiş bir elçidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ.

“Biz seni bütün insanlara, müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik ama çoğu insan bunu böyle bilmez”. (Sebe 34/28)

قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ لا إِلَـهَ إِلاَّ هُوَ يُحْيِـي وَيُمِيتُ فَآمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الأُمِّيِّ الَّذِي يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

“De ki “Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah’ın gönderdiği elçiyim. Göklerde ve yerde hâkimiyet O’na aittir. O’ndan başka ilah yoktur. Hayat veren ve öldüren O’dur. Siz Allah’a inanıp güvenin; nebî olan ümmi resulüne de. O Resul de Allah’a ve O’nun sözlerine inanıp güvenir. Ona (Nebi olan resule) uyun ki doğru yolu bulasınız”  (Araf 7/158) Resûlullah her tarafa ulaşamayacağından bize şu emri vermiştir:

بلغوا عني ولو آية

“Tek bir âyet de olsa benden tebliğ edin.” (Buhârî, el-Enbiyâ 50) Böylece Allah’ın Resulü’nün resulü olarak Kur’ân’ı, bütün dillerde tebliğ etmeliyiz. Tebliğ görevini ihmal edenlerin düşeceği kötü durum şu şekilde açıklanmıştır:

إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللَّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ . إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا وَأَصْلَحُوا وَبَيَّنُوا فَأُولَئِكَ أَتُوبُ عَلَيْهِمْ وَأَنَا التَّوَّابُ الرَّحِيمُ.

“Bu kitapta indirilen açıklayıcı ve ana âyetleri insanlara açıkça bildirdikten sonra gizleyenleri, Allah dışlar; dışlayacak durumda olanlar da dışlarlar. Tevbe eden (hatasından tam olarak dönen), kendini düzelten ve gizlediklerini açıklayanlar başka; onların tevbesini kabul ederim. Tevbeleri kabul eden ve iyiliği bol olan Benim.” (Bakara 2/159-160)

إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِهِ ثَمَنًا قَلِيلًا أُولَئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلَّا النَّارَ وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللَّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَا يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ. أُولَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدَى وَالْعَذَابَ بِالْمَغْفِرَةِ فَمَا أَصْبَرَهُمْعَلَى النَّارِ.

“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şey gizleyen ve karşılığında, tükenip gidecek bir bedel alanlar, karınlarına sadece ateş doldururlar. Allah Kıyamet günü onlarla konuşmaz ve onları aklamaz. Onların hak ettiği acıklı bir azaptır. Onlar yoldan çıkmayı, rehbere uymaya; azabı, bağışlanmaya tercih edenlerdir. Ateşe ne kadar da dayanıklılarmış!”  (Bakara 2/174-175) Resûlün görevi, kendine verilen Kitab’ı tebliğdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

فَهَلْ عَلَى الرُّسُلِ إِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبِينُ

Resûllere apaçık tebliğden başka ne düşer?” (Nahl 16/35)

يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ

“Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, bunu yapmaz isen onun resûllüğünü yapmamış olursun” (Maide 5/67) Resûlün görevi, kendinden bir şey katmadan sadece tebliğ olduğu için resûle itaat, onu gönderene itaattir. Bu sebep ile Allah Teâlâ şöyle buyurur:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللَّهَ

Kim resûle itaat eder ise Allah’a itaat etmiş olur. (Nisa 4/80) Resûl, kendinden bir şey katmadığı için onun helâl kıldığı şey Allah’ın helâli, haram kıldığı şey de Allah’ın haramıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِندَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُم بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَائِثَ …

Kendilerini koruma altına alan (Yahudi ve Hıristiyan)lar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları bu elçiye, bu ümmi nebîye uyanlardır. O, onlara iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklar. Temiz ve lezzetli şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar…” (Araf 7/157) Nebîler, Kitab’ı tebliği, resul sıfatı ile yaparlar. Elçilik görevi hatayı kabul etmez. Tebliğ dışındaki görevlerini ise nebî sıfatı ile yaparlar ve hata edebilirler. Bu sebep ile Nebî sıfatı ile hiç bir şeyi haram kılamazlar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ لِمَ تُحَرِّمُ مَا أَحَلَّ اللَّهُ لَكَ تَبْتَغِي مَرْضَاتَ أَزْوَاجِكَ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ.

Ey Nebî! Eşlerini razı etmeye çabalayarak Allah’ın sana helâl kıldığını niçin haram kılarsın? Ama Allah suçları örter ve merhamet eder. (Tahrîm 66/1) Nebîler de yaptıkları yanlışın hesabını vereceklerdir.

وَمَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَغُلَّ وَمَنْ يَغْلُلْ يَأْتِ بِمَا غَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ ثُمَّ تُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ .

“Hiçbir nebînin güveni kötüye kullanmaya hakkı yoktur. Kim güveni kötüye kullanırsa kıyamet günü yaptığı kötülükle birlikte huzura gelir. Sonra herkese kazandığı tam verilir. Kimseye yanlış yapılmaz.” (Al-i İmran 3/161) Nebîmiz Bedir’de, yanlış bir karar ile esir alınca şu ağır sözler ile suçlanmıştı:

مَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَكُونَ لَهُ أَسْرَى حَتَّى يُثْخِنَ فِي الْأَرْضِ تُرِيدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللَّهُ يُرِيدُ الْآخِرَةَ وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ . لَوْلَا كِتَابٌ مِنَ اللَّهِ سَبَقَ لَمَسَّكُمْ فِيمَا أَخَذْتُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ

Hiçbir nebînin, savaş meydanında düşmanı yere serinceye kadar esir almaya hakkı yoktur. Siz hemen ele geçecek mal istiyorsunuz. Allah ise sizin için sonrasını istiyor. Allah güçlüdür, doğru karar verir. (Zafer sizin olacak diye) Allah tarafından bir yazı olmasaydı aldığınız esirlerden dolayı sizi ağır bir azap yakalardı.” (Enfâl 8/67–68) Bu ağır ifadeler, daha önce konan şu kuralın çiğnenmesinden dolayı idi:

فَإِذَا لَقِيتُمُ الَّذِينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِ حَتَّى إِذَا أَثْخَنْتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَ فَإِمَّا مَنًّا بَعْدُ وَإِمَّا فِدَاءً حَتَّى تَضَعَ الْحَرْبُ أَوْزَارَهَا

(Savaşta) Kâfirler ile karşılaştığınızda onları yere serinceye kadar boyunlarını vurun. Sonra (esirlerin) bağını sıkı tutun. Arkasından onları karşılıklı veya karşılıksız serbest bırakın. Savaş, ağırlıklarını bırakıncaya kadar böyle yapın… (Muhammed 47/4) Romalılar Perslere yenilmişti. Mekke’de inen aşağıdaki âyetler, 3 ilâ 9 yıl içinde Romalıların gâlip geleceğini, o gün Müslümanlara zafer verileceğini vaad etmişti:

الم . غُلِبَتِ الرُّومُ . فِي أَدْنَى الْأَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ . فِي بِضْعِ سِنِينَ لِلَّهِ الْأَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ . بِنَصْرِ اللَّهِ يَنْصُرُ مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ . وَعْدَ اللَّهِ لَا يُخْلِفُ اللَّهُ وَعْدَهُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

“Elif, Lâm, Mim. Romalılar yenildiler; çok yakın bir yerde. Onlar, bu yenilginin ardından galip geleceklerdir. Üç ilâ dokuz yıl arasında. Bunun öncesi de sonrası da Allah’ın yetkisindedir. O gün müminler sevineceklerdir. Sevinme Allah’ın yapacağı yardım ile olacaktır. O, çalışana yardım eder. O güçlüdür, ikrâmı boldur. Bu Allah’ın vaadidir. İnsanların çoğu bilmese de Allah vaadinden caymaz.” (Rum 30/1-6) Ebu Süfyân, bir ticaret kervanı ile Şam’dan gelirken Romalılar ile Perslerin savaşacakları duyulmuştu. Müslümanlar, Allah’ın kendilerine kervanı vereceği umudu, Mekkeliler de onu koruma amacıyla yola çıkmışlar; Ebû Süfyân ise kervanı kurtarma telâşına düşmüştü. Çünkü bu âyetleri onlar da biliyorlardı. Müslümanlar, beklemedikleri bir anda Mekke ordusunu karşılarında buldular. Bunu, şu âyetler anlatır:

وَإِذْ يَعِدُكُمُ اللَّهُ إِحْدَى الطَّائِفَتَيْنِ أَنَّهَا لَكُمْ وَتَوَدُّونَ أَنَّ غَيْرَ ذَاتِ الشَّوْكَةِ تَكُونُ لَكُمْ وَيُرِيدُ اللَّهُ أَنْ يُحِقَّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ وَيَقْطَعَ دَابِرَ الْكَافِرِينَ . لِيُحِقَّ الْحَقَّ وَيُبْطِلَ الْبَاطِلَ وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَ.

“Allah, o iki topluluktan biri, sizin olacak, diye söz vermiş idi. Siz silahsız olanı (kervanı) istiyor idiniz. Allah da kendi sözleri gereği hakkı ortaya çıkarmak ve o kâfirlerin kökünü kazımak (için Mekke ordusunu size vermek) istiyor idi.” (Enfâl 8/7) Müslümanlar kervanı ellerinden kaçırdılar ve Bedir’de, Mekke ordusu ile karşılaştılar. Kurallara uysalar idi Mekke’ye girecekler idi. Çünkü “Allah kendi sözleri gereği hakkı ortaya çıkarmak ve o kâfirlerin kökünü kazımak; hakkı ortaya çıkarıp batılı etkisiz hale getirmek istiyor idi.” (Enfâl 8/7–8) Bedir’de can ile baş ile savaşarak düşmana ağır bir darbe indirdiler ama geri çekilen düşmanı takip edip yere sermeleri gerekir iken esirler alıp geri döndüler. Esir alma işi, Nebimizin onayı ile olmuştu. Ashabın ona, esir alma ile ilgili ayeti hatırlatıp itiraz etmeleri gerekiyordu ama etmediler. Bu sebeple ashap da şu sözlerle ayıplandı: “Siz hemen ele geçecek mal istiyorsunuz. Allah ise sizin için sonrasını istiyor.” Resulullah Bedir esirlerinden fidye olarak dört bin (dirhem) almıştı[27]. İmam Şâfiî, kiminin daha az fidye ile kiminin de karşılıksız serbest bırakıldığını söylemiştir[28]. Esirlerle ilgili ilk âyet inince sahabe, aldıkları fidyeden ellerini çekmişlerdi. Onun üzerine şu ayet inmişti[29]:

فَكُلُواْ مِمَّا غَنِمْتُمْ حَلاَلاً طَيِّبًا وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

“Aldığınız ganimeti artık helali hoş olarak yiyin. Allah’tan çekinin. Allah bağışlar, ikramda bulunur.” (Enfâl 9/69) Yaptığı hatayı düzeltip işlediği günahtan kurtulsun diye Nebîmiz’e, Mekke’yi fethin yolu tekrar açılmıştı:

إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا . لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا

“Allah, senin için bir fethin önünü açtı[30]. Bunu, önceki ve sonraki günahını bağışlamak, sana olan nimetini tamamlamak ve seni dosdoğru bir yola iletmek için yaptı.” (Fetih 48/1-2) Mekke’nin fethinden sonra inen şu sure, artık günahının bağışlanmasını isteyebileceğini bildiriyordu:

إِذَا جَاءَ نَصْرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ . وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللَّهِ أَفْوَاجًا . فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا

“Allah’ın yardımı gelip Fetih gerçekleştiğinde ve insanların dalga dalga Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde, her şeyi güzel yaptığından dolayı Rabbine yönel ve bağışlanma talebimde bulun. Çünkü o, tevbeleri kabul eder.” (Nasr Suresi) Bunlardan dolayıdır ki, resule mutlak itaat gerekir iken Nebîye itaat, şarta bağlanmıştır. Nitekim Nebîmizin kadınlardan biat alması ile ilgili ayet şöyledir:

يا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِذَا جَاءَكَ الْمُؤْمِنَاتُ يُبَايِعْنَكَ عَلَى أَنْ لَا يُشْرِكْنَ بِاللَّهِ شَيْئًا وَلَا يَسْرِقْنَ وَلَا يَزْنِينَ وَلَا يَقْتُلْنَ أَوْلَادَهُنَّ وَلَا يَأْتِينَ بِبُهْتَانٍ يَفْتَرِينَهُ بَيْنَ أَيْدِيهِنَّ وَأَرْجُلِهِنَّ وَلَا يَعْصِينَكَ فِي مَعْرُوفٍ فَبَايِعْهُنَّ وَاسْتَغْفِرْ لَهُنَّ اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ

Ey Nebi! Mümin kadınlar sana bağlanmak (biat) için geldiklerinde, hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, başkasından kazandıkları çocuğu yalan dolan ile kocalarına mal etmemeleri ve marufta  sana isyan etmemeleri şartı ile onların bağlılıklarını kabul et. Allah’tan onların durumlarının düzeltilmesini bağışlanmasını dile. Çünkü Allah bağışlar, ikrâmı boldur”. (Mumtahine 60/12) Resul kelimesi ile hitap edilen hiçbir ayette “وَلَا يَعْصِينَكَ فِي مَعْرُوفٍ = maruf olan bir şeyde sana isyan etmemeleri” şeklinde bir şart yer almaz. Çünkü resule isyan, bir şarta bağlı olmaksızın yasaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

يَوْمَئِذٍ يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَعَصَوُا الرَّسُولَ لَوْ تُسَوَّى بِهِمُ الْأَرْضُ وَلَا يَكْتُمُونَ اللَّهَ حَدِيثًا

“Kâfir olanlar ve Resule isyan edenler, o gün toprağa karışıp kaybolmuş olmayı ne kadar çok isterler. Çünkü Allah’tan hiçbir sözü gizleyemeyeceklerdir.”(Nisa 4/42) Bir resûl, Allah’ın Kitab’ını tebliğ eder iken kendinden bir şey katar ise resûllüğü biter. Eğer o zat, nebî olan resûl ise cezası ölümdür. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وَإِن كَادُواْ لَيَفْتِنُونَكَ عَنِ الَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ لِتفْتَرِيَ عَلَيْنَا غَيْرَهُ وَإِذًا لاَّتَّخَذُوكَ خَلِيلاًوَلَوْلاَ أَن ثَبَّتْنَاكَ لَقَدْ كِدتَّ تَرْكَنُ إِلَيْهِمْ شَيْئًا قَلِيلاً . إِذاً لَّأَذَقْنَاكَ ضِعْفَ الْحَيَاةِ وَضِعْفَ الْمَمَاتِ ثُمَّ لاَ تَجِدُ لَكَ عَلَيْنَا نَصِيرًا .

“Başka bir şey uydurup üzerimize atasın diye sana sıkıntı verip az kalsın sana vahyettiğimiz şeyden ayıracaklardı. O zaman seni dost (veli) edinirlerdi.Eğer seni sağlamlaştırmasaydık, az da olsa onlara meyledecek gibi olurdun. Meyletseydin sana hayatın iki kat cezası ile birlikte ölümün de iki kat cezasını tattırırdık. Sonra bize karşı sana yardım edecek birini de bulamazdın”. (İsra 17/73-75)

وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ . لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ . ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ . فَمَا مِنكُم مِّنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ

Eğer o (Resûl), bize karşı, bazı sözler uydursa onu kuvvet ile yakalar sonra onun şah damarını koparır idik. Hiçbiriniz de onu koruyamaz idiniz. (Hakka 69/44–47) Nebîlerin, Kitab’ı tebliğ dışında onun ile hükmetme görevi de vardır.

كَانَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً فَبَعَثَ اللَّهُ النَّبِيِّينَ مُبَشِّرِينَ وَمُنْذِرِينَ وَأَنْزَلَ مَعَهُمُ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِيَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ فِيمَا اخْتَلَفُوا فِيهِ

“İnsanlar tek bir ümmet idi; Allah onlara, müjde veren ve uyarıda bulunan nebîler gönderdi. Beraberlerinde gerçekleri içeren kitap da indirdi ki, o nebî, ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında o kitap ile hükmetsin.” (Bakara 2/213)

إِنَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ وَلَا تَكُنْ لِلْخَائِنِينَ خَصِيمًا

“Sana gerçekleri içeren bu Kitab’ı indirdik ki insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hükmedesin. Sakın hainlerin savunucusu olma.” (Nisa 4/105) Yine bundan dolayıdır ki, öldürülen nebîlerden bahseden âyetlerin tamamında “haksız yere” ifadesi geçtiği halde öldürülen resuller ile ilgili böyle bir ifade geçmez.

إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَيَقْتُلُونَ الَّذِينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ

Allah’ın ayetlerini görmezlikten gelenlere, nebîlerini  haksız yere öldürenlere ve dürüstçe davranılmasını isteyen insanları da öldürenlere müjde ver: Acıklı bir azap onları beklemektedir! (Al-i İmran 3/21)

لَقَدْ أَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ وَأَرْسَلْنَا إِلَيْهِمْ رُسُلًا كُلَّمَا جَاءَهُمْ رَسُولٌ بِمَا لَا تَهْوَى أَنْفُسُهُمْ فَرِيقًا كَذَّبُوا وَفَرِيقًا يَقْتُلُون

“İsrail oğullarından söz aldık; onlara resûller gönderdik. Hoşlanmadıkları bir şey getiren resûllerden kimini yalancı saydılar, kimini de öldürdüler.” (Mâide 5/70)

4. İmam Şafiî’nin Kitap-Sünnet bütünlüğünü görememesi

Sünnet, hiç şüphesiz Hikmettir. Çünkü Allah’ın Elçisinin Kitap ile birlikte Hikmeti de öğretme görevi vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِّنكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُم مَّا لَمْ تَكُونُواْ تَعْلَمُونَ

“İyiliklerimizi tamamlamak için[31] size içinizden bir elçi de gönderdik. Size âyetlerimizi okur, sizi geliştirir, Kitab’ı ve Hikmeti öğretir; size bilmediğinizi öğretir”. (Bakara 2/151) Allah’ın Elçisi’nin Kitap dışında öğrettiği tek şey Hikmet olduğu için İmam Şafiî haklıdır; Nebîmizin söz ve uygulamalarına Sünnet dediği için bu bakış açısıyla Hikmete Sünnet dışında bir şey denemez[32]. Ama Sünnetin, Allah’ın Elçisi’nin, Allah adına, onun, özel ve genel hükümlerdeki muradını açıkladığını[33], Kur’ân gibi vahy edilmiş ve Kur’ân’a eş değerde olduğunu söyleyerek[34] Sünneti ikinci kaynak sayması, Kur’ân ile Sünnet arasındaki bütünlüğü görmesini engellemiştir. Hâlbuki Sünnet, Kur’ân’daki iç dengenin ürünüdür. Kur’ân ile Sünnet arasında, ihmal edilemez bir bütünlük vardır. Nebîmizin aldığı emir şöyledir: Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet; onların arzularına uyma. Dikkatli ol! Allah’ın indirdiği emirlerin herhangi birinden uzaklaştırmak için seni sıkıntıya sokabilirler. Yüz çevirirlerse bil ki bazı günahlarına karşılık Allah, böylelerinin başına bir kötülük gelmesini ister. Zaten insanların çoğu yoldan çıkmıştırCahiliye  hükümlerini [35] mi arıyorlar? İkna olmak isteyen bir topluluk için kimin hükmü Allah’ın hükmünden güzel olabilir?Mâide 5/49-50) Mîzanı yani iç dengeyi koruyarak Kitap ile hükmetmek için Allah’ın koyduğu yöntem ile hareket etmek gerekir. Bu, sadece nebîlerin görevi değildir; din adamı ve âlimlerin de görevidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

إِنَّا أَنْزَلْنَا التَّوْرَاةَ فِيهَا هُدًى وَنُورٌ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُوا لِلَّذِينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللَّهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَاءَ

“İçinde hidayet ve nur olan Tevrat’ı biz indirdik. Allah’a teslim olmuş nebîler, Yahudilere onun ile hükmederlerdi. Hocalar ve âlimler de kendilerinden Allah’ın Kitab’ını korumaları istenmesi sebebi ile onun ile hükmeder ve ona şahit olurlardı.” (Maide 5/44) Bizim ile ilgili âyet de şöyledir:

وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ هُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ إِنَّ اللَّهَ بِعِبَادِهِ لَخَبِيرٌ بَصِيرٌ . ثُمَّ أَوْرَثْنَا الْكِتَابَ الَّذِينَ اصْطَفَيْنَا مِنْ عِبَادِنَا فَمِنْهُمْ ظَالِمٌ لِنَفْسِهِ وَمِنْهُمْ مُقْتَصِدٌ وَمِنْهُمْ سَابِقٌ بِالْخَيْرَاتِ بِإِذْنِ اللَّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الْكَبِيرُ

“ Sana indirdiğimiz bu kitap tümüyle gerçeklerden oluşur ve kendinden öncekileri de tasdik eder. Allah, kullarının içini bilir ve onları görür. . Sonra kullarımızdan seçtiğimiz kimseleri Allah’ın izniyle bu Kitaba mirasçı yaparız. Onlardan kimi kendine kötülük yapar, kimi orta yolda gider, kimi de iyilikler konusunda en önde olur. İşte büyük üstünlük en önde olmaktır.”(Fatır 35/31-32) Nebîmiz’den sonra o kitap ile hükmedecek olanlar, âlimlerimizdir. Bu yüzden Resulullah sallahu aleyhi ve sellemin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

وَإِنَّ الْعُلَمَاءَ وَرَثَةُ الْأَنْبِيَاءِ، وَإِنَّ الْأَنْبِيَاءَ لَمْ يُوَرِّثُوا دِينَارًا، وَلَا دِرْهَمًا وَرَّثُوا الْعِلْمَ، فَمَنْ أَخَذَهُ أَخَذَ بِحَظٍّ وَافِرٍ

Âlimler nebîlerin varisleridir. Nebîler miras olarak dinar veya dirhem bırakmazlar onlara ilim ile mirasçı olunur. Onu alan büyük bir pay almış olur[36].” Elçilik görevi, bir malı müşteriye tanıtmak gibidir. Ayetleri doğru öğrenip insanlara ulaştıranlar bu görevi yaparlar. Ama nebîlik, üretim yapmak gibidir. Yeterli bilgisi olmayan ve ekibini kuramayan üretim yapamaz. İşte âlimlerin, Kur’ân’dan hüküm çıkarmaları da ekiplerini kurmalarına bağlıdır. Böyle bir ekibi olmayan, Allah’ın açıklamalarına ulaşamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

كِتَابٌ فُصِّلَتْ آيَاتُهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لِّقَوْمٍ يَعْلَمُونَ.

“Bu bir kitaptır ki ayetleri, bilenlerlerden oluşan bir topluluk için Arapça kur’ânlar (kümeler)  halinde açıklanmıştır”. (Fussilet 41/3) Nebimize Kur’ân’ı Cibril öğretiyordu. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى . مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى . وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى . إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى . عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى

“Alçalıp yükseldiğinde o yıldız (çoban yıldızı) önemlidir . Arkadaşınızın yoldan çıkmadığı ve boş hayallere kapılmadığı da önemlidir O sözleri kendi arzusuna göre söylemiyor. Onlar, ona gelen vahiyden  başkası değildir. Onları ona, gücü sağlam olan (Cebrail) öğretti”.  (Necm 53/1-5) Nebîmizin vârisleri, onu örnek alan ve Kur’ân’ın gösterdiği yöntem ile Kur’ân’dan hüküm çıkaran âlimlerdir. Bunlar Kur’ân’daki mîzanı bozmayacakları için Kur’ân ile Sünnet arasındaki bütünlüğü gören kimselerdir. Böyle bir yola girmeyenlerin, Kur’ân’ı ve Sünnet’i doğru anlaması mümkün değildir. Bu da usul ile füru arasında sonu gelmez çatışmalara yol açar. Şimdi buna bir örnek verelim.

III. İmam Şafiî’de usul füru çatışması

İmam Şafii’nin Hikmet anlayışı, Kitap-Sünnet bütünlüğünü görmesini engellemiştir. Allah’ın Elçisi’nin, Allah adına; onun, özel ve genel hükümlerdeki muradını açıkladığını[37] iddia edip Sünneti, Kur’ân gibi vahy edilmiş ve Kur’ân’a eş değerde sayması[38]; ayetler ile hadislerin görünürdeki çatışmasını gerçek çatışma gibi saymasına yol açmıştır. Tercihi Sünnetten yana yapsa Sünnet Kur’ân’ı nesh etmiş olur. Kur’ân’dan yana yapsa bu defa da Kur’ân Sünnet’i nesh etmiş olur. Hâlbuki onun usulüne göre Sünnet Kur’ân’ı, Kur’ân Sünneti nesh edip yürürlükten kaldıramaz.[39] Bu gibi durumlarda İmam Şafiî, bazen Kitab’ı bırakıp Sünneti tercih etmiş, bazen de Sünnet’i bırakıp Kitab’ı tercih etmiştir. Konumuz Hikmet yani Sünnet olduğu için burada Kitab’ı bırakıp Sünnet’i tercih etmesi örneğinden hareket ile Şafiî fıkhındaki usul-füru çatışmasını görmeye çalışacağız. Örneğimiz Safâ İle Merve Arasında Sa’y konusudur.

1. Kur’ân ile Sünnet arasında çatışma görüntüsü

İlgili âyetleri bir bütünlük içinde göremeyenler sadece şu ayetin Safa ile Merve arasında sa’y ile ilgili olduğunu söylerler:

إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَائِرِ اللَّهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ أَوِ اعْتَمَرَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِ أَنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَا

“Safâ ile Merve Allah’a kulluğun simgelerindendir. Kim hac veya umre niyetiyle Kâbe’yi tavaf ederse, o ikisini sa’y etmesinde bir günah yoktur.” (Bakara 2/158) “Sa’y etmesinde bir günah yoktur” sözü, kimseye sa’y görevi yüklemediği halde Nebîmizin şöyle dediği rivayet edilmiştir:

اسْعَوْا، فَإِنَّ اللَّهَ كَتَبَ عَلَيْكُمُ السَّعْيَ

Sa’y edin çünkü Allah size sa’yi farz kılmıştır[40].” Burada âyet ile hadis arasında gerçek bir çatışma görüntüsü ortaya çıkmaktadır. İmam Nevevî bu konuda şunları söyler: “Eş-Şafiî dedi ki; bu hadis olmasaydı sa’y nâfile olurdu. Ona nafile diyenler bu âyete dayanırlar. Çünkü “sa’yin günah olmaması” farz olduğunu değil, mubah olduğunu gösterir[41]” İmam Şâfiî’nin yöntemine göre bunların ikisi de Allah’ın hükmüdür ve eş değerdedir[42]. Bunlardan birini diğerine tercih de mümkün değildir. Çünkü Kur’ân Sünnet’i, Sünnet de Kur’ân’ı nesh edip yürürlükten kaldıramaz[43]. Âyete dayansa sa’ye mubah demesi gerekir, çünkü âyetten başka anlam çıkmaz. Sünnet’e dayansa bu defa da sa’yin farz olduğunu söylemesi gerekir.

2. İmam Şafiî’nin Sünneti Kur’ân’ın üstünde görmesi

İmam Şafiî bazen Sünneti Kur’ân’ın üstünde görür. O, burada da öyle yapmış; âyeti bırakıp hadisi almıştır. Onun sa’y ile ilgili sözleri şöyledir: “Hadis olmasaydı sa’y nafile olurdu. Ona nafile diyenler âyete dayanırlar. Çünkü “sa’yin günah olmaması” farz olduğunu değil, mubah olduğunu gösterir[44]” “Safa ile Merve arasında sa’y farzdır; hiçbir şey onun yerine geçemez… Sa’y yedi kere tam olarak yapılmaz ise yeterli olmaz. Bir kişi, yediyi tamamlamadan evine dönse eksiği sadece bir zira (kol boyu) kadar olsa, hiç sa’y etmemiş gibi olur. Geriye dönüp yeniden sa’y etmesi gerekir[45].” Görüldüğü gibi İmam Şafiî, usulüne aykırı olarak Kur’ân’ı Sünnet’e nesh ettirmiştir. Abdulaziz b. Abdullah b. Bâz’ın (1911-1999 m.) şu sözleri, İmam Şafiî’nin bu görüşüne uygun görüşleri, delilleri ile birlikte özetlemektedir: “Evzâî şöyle demiştir:

السنَّة قاضية على الكتاب

Sünnet Kitap üzerindeki son sözü söyler.

Sünnet, Kur’ân’ın genel bıraktığı şeyi sınırlar ya da onda olmayan hükümler koyar. Nitekim Allah Teâlâ şöyle demiştir:

وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

“Senden önce elçi gönderdiklerimiz, sadece kendilerine vahyettiğimiz erkeklerdi. Bilmiyorsanız o Zikri bilenlere sorun”. (Nahl 16/43)[46] “Bir de Allah’ın Elçisi (s.a.v.) şöyle demiştir:

أَلا إِني أوتِيتُ الكِتابَ ومثلَه مَعَهُ

“Bakın, bana Kitab ve onun bir benzeri verildi.”

Beyhaki, Amir Eş-Şabi’nin bazı insanlara şöyle dediğini nakletmiştir:

“Siz eserleri terk ettiğiniz zaman bittiniz”.

Beyhâki, eserler sözü ile sahih hadisleri kastetmiş­tir. Beyhâki, Evzai’nin bir arkadaşına şöyle dediğini de nakletmiştir: “Rasulullah’tan sana bir hadis ulaştığında sakın ona ters bir şey söyleme. Çünkü Resulullah onu Al­lah’tan alıp tebliğ etmiştir.” Beyhâkî, İmam Süfyân b. Saîd es-Sevri’nin şu sözünü de nakletmiştir: “İlmin tamamı hadis ilmidir” İmam Malik, Rasulullah’ın kab­rine işaret ederek şöyle demiştir: “Bizim sözlerimiz ya birine cevaptır ya da birinin cevapladığı şeydir. Bu kabrin sahibinin sözleri ise başkadır.” Ebu Hanife de şöyle derdi: “Bir söz bize Rasulullah’tan gelmiş ise başımızın ve gözümüzün üstünde yeri vardır.” İmam Şafii’nin sözü şöyledir: “Bana Rasulullah’tan sahih bir hadis gelmiş de ona uymamış isem aklımın gittiğine şahitlik edebilirsiniz”. Bir de şöyle demiştir: “Allah’ın Resulünden gelen bir hadise aykırı söz söylemiş isem benim sözümü duvara çarpın.” İmam Ahmed bir talebesine şöyle demiştir: “Ne beni, ne Maliki ne de Şafii’yi taklit et. Sen, bizim aldığımız kaynaktan al[47].” Bu yaklaşımın temel hatalarını şöyle sıralayabiliriz: a- Delil olarak getirilen şu ayetin konu ile ilgisi yoktur.

وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

“Onları mucizelerle ve hikmet dolu sayfalarla gönderdik. O Zikri (Kitabı) sana da indirdik ki kendilerine gönderilenin ne olduğunu o insanlara açıkça anlatasın, belki düşünürler”.  (Nahl 16/44) Âyeti, Kur’ân bütünlüğü içinde görmek için ilgili diğer âyetlere bakmak gerekir. Bu âyeti, kendinden önceki âyet ile birlikte görelim:

وَمَا أَرْسَلْنَا مِن قَبْلِكَ إِلاَّ رِجَالاً نُّوحِي إِلَيْهِمْ فَاسْأَلُواْ أَهْلَ الذِّكْرِ إِن كُنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ .بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِ وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ

“Senden önce elçi gönderdiklerimiz, sadece kendilerine vahyettiğimiz erkeklerdi. Bilmiyorsanız o Zikri bilenlere sorun”. Onları mucizelerle ve hikmet dolu sayfalarla gönderdik. O Zikri (Kitabı) sana da indirdik ki kendilerine gönderilenin ne olduğunu o insanlara açıkça anlatasın, belki düşünürler”.  (Nahl 16/43-44) Resullullah’ın soracağı kişilerin kimler olduğu şu âyette açıklanmıştır:

فَإِن كُنتَ فِي شَكٍّ مِّمَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ فَاسْأَلِ الَّذِينَ يَقْرَؤُونَ الْكِتَابَ مِن قَبْلِكَ لَقَدْ جَاءكَ الْحَقُّ مِن رَّبِّكَ فَلاَ تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ

“Sana indirdiğimiz şeyden dolayı şüphen varsa senden önce indirilmiş kitabı okuyanlara sor. Doğrusu Rabbinden sana da aynı gerçek gelmiştir. Sakın şüpheye kapılanlardan olma”.(Yunus 10/94) Rasûlullah’ın görevlerinden biri, bu Kitab’ı Ehl-i Kitab’a anlatıp onların elindeki Kitab’ı tasdik ettiğini göstermektir. İlgili âyet şöyledir.

يَاۤ اَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَاۤءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ كَثيرًا مِمَّا كُنْتُمْ تُخْفُونَ مِنَ الْكِتَابِ وَيَعْفُوا عَنْ كَثيرٍ قَدْ جَاۤءَكُمْ مِنَ اللّٰهِ نُورٌ وَكِتَابٌ مُبينٌ

“Ey Ehl-i Kitap! Kitabınızdan gizlediklerinizin çoğunu ortaya çıkaran, birçoğunu da daha iyisiyle değiştiren  Elçimiz geldi. Size Allah’tan bir ışık ve açık bir kitap geldi”. (Mâide 5/15) Bu âyetler açıkça gösteriyor ki, Nahl 44. âyette geçen beyan, Kitab’ı tebliğ görevinden başkası değildir. Şu âyet, aynı görevin her Müslüman’a verildiğinin delilidir:

وَإِذَ أَخَذَ اللّهُ مِيثَاقَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ وَلاَ تَكْتُمُونَهُ

Allah, kendilerine kitap verilenlerden kesin söz aldığında “Bu Kitabı insanlara açık açık anlatacaksınız, asla gizlemeyeceksiniz!” dedi. (Al-i İmran 3/187) Nahl 44’te Nebîmizi muhatap alan ”لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ = insanlara açıklayasın diye” ifadesi bu âyette “لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ = onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız” şeklinde bütün müminleri muhtap almıştır. Demek ki o âyet, Sünnet’in Kur’ân’ı açıkladığı iddiasına delil olamaz. Yukarıdaki görüşü savunanların ikinci delili, Allah’ın Elçisi’nin şu sözüdür:

أَلا إِني أوتِيتُ الكِتابَ ومثلَه مَعَهُ

“Bakın, bana Kitab ve onun bir benzeri verildi.” Rasûlullah’a Kitap ile birlikte verilen şeyin Hikmet olduğu, yukarıdan beri anlatmaya çalıştığımız şeydir. Bu hadis, Hikmet ile ilgili ayetlerin tamamının özetidir. Sünnet’i, âyetler bütünü içinde gördüğümüz zaman Kur’ân-Sünnet dengesinin nasıl ortaya çıktığına bakalım.

3. Kur’ân – Sünnet bütünlüğüne göre Safa ile Merve arasında sa’y

Cahiliye döneminde Safa ile Merve tepelerine konmuş olan İsaf (إساف)ve Naile (نائلة) putları[48] arasında sa’y edilirdi. Müslümanlar; “Bunlar bunu putları için yapıyorlar” diyerek sa’y’i günah sayıp terk etmişlerdi[49]. Hudeybiye antlaşması sırasında şu âyet indi[50]:

“وَأَتِمُّوا الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ لِلَّهِ”

Haccı ve umreyi Allah için tamamlayın. …” (Bakara 2/196) Hac ve Umrede bir eksik vardı ama eksiğin ne olduğu bildirilmemişti. Bu sebeple Rasûlullah eksiği açıklayan ayet ininceye kadar bir şey söylemedi. Sonra Safa ile Merve’nin, Allah’a ibadetin simgelerinden olduğunu, sa’y’in putlar için yapılmadığını, dolayısı ile sa’y etmenin günah olmadığını açıklayan şu âyet indi:

إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَائِرِ اللَّهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ أَوِ اعْتَمَرَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِ أَنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَا

Safâ ile Merve Allah’ın koyduğu işaretlerdendir. Kim hac veya umre için Kâbe’yi tavaf eder ise, bu ikisi arasında sa’y etmesinde bir günah yoktur.”(Bakara 2/158) Eksiğin ne olduğu ortaya çıkınca Nebîmizin şu sözü söylediği rivayet edilmiştir:

ما أتم الله تعالى لامرئ حجة ولا عمرة لا يطوف لها بين الصفا والمروة

AllahSafa ile Merve arasında sa’y etmeyen kişinin ne haccını tam sayar, ne umresini[51].” Bu hadiste geçen; (Allah), (Safa ile Merve arası), (sa’y etme), (kişi), (hac), (umre) ve (tamamlama) kelimeleri her iki âyetin ortak kelimeleridir. Bu tıpkı; birbirinden ayrı duran 1 ile 2 rakamını bir araya getirerek 12 rakamını yazmaya benzer. Nebimizin şu sözü de önceki sözünün özetidir.

“Allah size sa’yi farz kıldı; sa’y edin”

Aişe validemizin şu sözü de her iki ayetin kelimelerini içerdiğinden Hikmet’in sahabe tarafından kavrandığının bir göstergesidir:

“لعمري ما أتم الله حج من لم يسع بين الصفا والمروة ولا عمرته”

“Hayatıma yemin ederim, Safa ile Merve arasında sa’y etmeyenin ne haccı tamam olur, ne de umresi[52]. Zaten Resulullah sahabelerine Hikmeti öğretmeseydi, görevini yapmış olmazdı. İlgili ayeti tekrarlayalım:

كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولاً مِّنكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُم مَّا لَمْ تَكُونُواْ تَعْلَمُونَ

“İyiliklerimizi tamamlamak için[53] size içinizden bir elçi de gönderdik. Size âyetlerimizi okur, sizi geliştirir, Kitab’ı ve Hikmet’i öğretir; size bilmediğinizi öğretir”. (Bakara 2/151) İkinci ayet ininceye kadar Nebimizin, hac ve umrenin eksiği ile ilgili bir şey söylememesi şu âyetlerden dolayıdır: “ELİF! LÂM! RÂ! Bu öyle bir kitaptır ki âyetleri hem muhkem  kılınmış hem de  doğru kararlar veren ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından açıklanmıştır.Böyle olması, Allah’tan başkasına kul olmayasınız diyedir . Ben de o kitapla sizi uyaran ve müjdeleyen kişiyim”.  (Hûd 11/1-2) Görüldüğü gibi sa’y konusunda Nebîmizin ve Aişe validemizin sözleri ile âyetler arasında tam bir bütünlük vardır. Bu bütünlük, Kur’ân’daki mîzânın yani iç dengenin gereğidir. Yöntemi yanlış olsa da İmam Şafiî’nin sa’y konusunda Sünnete dayanması hükümde isabet etmesine sebep olmuştur. Hanefiler ise, yanlış yöntemden dolayı bu konuda ne Kur’ân’a ne Sünnet’e uymuşlardır. Onların görüşünü Serahsî şöyle anlatır: “Şafiî’ye göre sa’y, hac ve umrenin rükünlerindendir; sa’y olmadan, kimsenin haccı ve umresi tamam olmaz. Onun delili, Nebî sallallahu aleyhi ve sellemin Safa ile Merve arasında sa’y ettikten sonra ashabına söylediği şu sözdür:

إن الله كتب عليكم السعي فاسعوا

Allah size sa’yi yazdı; sa’yedin”

Yazılan şey rükündür. Nebîmiz bir de şöyle demiştir:

ما أتم الله تعالى لامرئ حجة ولا عمرة لا يطوف لها بين الصفا والمروة

Allah, Safa ile Merve arasında sa’y etmeyen kişinin ne haccını tam sayar, ne umresini.” Bizim delilimiz Allah Teâlâ’nın şu sözüdür: “Kim hac veya umre niyeti ile Kâbe’yi tavaf eder ise, o ikisi arasında sa’y etmesinde bir günah yoktur.” Böyle bir söz vacip için değil, mubah içindir. Bu sebep ile âyetin zahiri say’in vacip olmamasını gerektirir. Ama biz Sa’yin vacip olduğu hükmünde âyetin zahirini terk ederek icma deliline dayandık[55].” Dikkat edilir ise ayete dayanmadıkları halde dayanıyor gibi bir ifade kullanmışlardır. Bunların iddia ettiği icmaın olma imkânı da yoktur. Çünkü Hanefîlerin vacip kavramını başkaları kabul etmez. Böyle bir kavram etrafında da icma olamaz. Sa’y konusunda Hanefiler hiçbir delile dayanmadan hüküm ve fetva vermişlerdir.

Sonuç

Görüldüğü gibi Hikmet, İslam’ın temel kavramlarındandır. Allah Teâlâ onu, bütün nebîlerine verdiği gibi gerekli gayreti gösteren insanlara da verir. Hikmet, hem Kur’ân’dan, hem de varlıklardan elde edilen doğru bilgi olduğu için ilim ile dinin birleştiği noktadır. Yaratılmış ayetler olan varlıklar ile indirilmiş ayetlerden oluşan Kur’ân, birlikte okunursa dengeler kurulur, sıkıntılar giderilir, huzur ve mutluluk ortamı doğar. Âyetlere inanarak yaşayanlar hem dünyada hem âhirette mutlu olurlar. Tespitimize göre fakihlerden sadece İmam Şafiî Hikmete değinerek Sünnet’e Hikmet demiştir. Ama Sünnet’i, âyetler arası dengenin ürünü göremeyip Rasûlullah’a has sayması ve daha sonra onun bu görüşünün Müslümanlar arasında yaygınlaşması, Kur’ân’ı ve Sünnet’i doğru anlamanın önünü kapamış ve yeni Hikmetlere ulaşmayı engellemiştir. Kur’ân’ın iki temel kavramından biri olan Hikmet unutulunca din ve bilim dengesi bozulmuş, Kur’ân’dan çözüm üretilemez olmuştur. Resulullah ve sahabe döneminde sıkıntılara çare olan müslümanlar, Hikmeti unuttukları için sıkıntı üretmeye başlamışlardır. Bugün müslümanların en temel görevi Hikmeti yeniden öğrenmeleridir.

________________________________________________


[1] Ayetlerdeki sıralama şöyledir: “İbrahim, İshak, Yakub, Dâvûd, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun, Nuh, Zekeriya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut. (aleyhimusselâm).

[2] Isr (الاصر) bir şeyi bağlama ve zorla engelleme demektir. Kur’ân’da, önceki ümmetlerin, bir sonraki nebiye inanma yükümlülüğü anlamındadır. Son nebîye inananların üzerinden bu yük kalkacaktır. İlgili ayet şöyledir: Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları bu elçiye, bu ümmi  nebiye uyan kimselerdir. O,  onlara marufa  uygun olanı emreder ve münkeri  yasaklar. Temiz şeyleri  helal, pis şeyleri haram kılar. Isr’larını  ve üzerlerindeki  bağları kaldırıp atar. Kim ona inanıp güvenir, onu destekler, ona yardım eder ve onunla birlikte indirilen nûra (Kitaba) uyarsa, işte onlar umduklarına kavuşacak olanlardır.” (Araf 7/157) Artık nebi gelemeyeceği için Muhammed ümmetine ısr yükü yüklenmemiştir. Bunu unutmamamız için bize şu dua yaptırılır:“Rabbimiz, önceki ümmetlere yüklediğin ısr yükünü bize yükleme” (Bakara 2/ 286).

[3] قَلِيل kelimesinin iki anlamı vardır; biri az olan diğeri de geçici olan(خلاف الاستقرارِ)dır. (Mu’cemu mekâyîs’ul-luğa, Ahmed b. Faris b. Zekeriya, Beyrut, tarihsiz.)

[4] Ayete göre Allah’ın hükmü dışında kalan bütün hükümler cahiliye hükmüdür.

[5] Muhammed b İdris eş-Şâfiî (öl. 204 h), İmam Şâfiî, er-Risâle, tahkik Ahmed Şakir, Mısır 1358 h. /1940 m. c. I, s. 79.

[6] Ayetteki şuhedâ = الشُّهَدَاءِ kelimesi şehid = شهيد ‘in çoğuludur, şahitler anlamına gelir. Bize göre bilgisini, gözüyle görmüş gibi kesinleştiren âlimler demektir.

[7] İmam Şafiî, İmam Şâfiî, er-Risâle c I, s. 88.

[8] İmam Şâfiî, er-Risâle, c. I, s. 104-105.

لا يختلف حكمُ الله ثم حكمُ رسوله، بل هو لازم بكلِّ حال.

[9] İmam Şâfiî, er-Risâle, c. I, s. 107.

لا يَنْسخ كتابَ الله إلا كتابُه …وهكذا سنة رسول الله، لا يَنْسَخُها إلا سنةٌ لرسول الله

[10] İmam Şâfiî,er-Risâle, c. I, s. 79.

وسنة رسول الله مُبَيِّنَة عن الله معنى ما أراد، دليلاً على خاصِّه وعامِّه، ثم قرن الحكمة بها بكتابه، فاتبعها إياه، ولم يجعل هذا لأحد من خلقه غير رسوله.

[11] Müfredat’a göre “zikir (الذكر), kişinin elde ettiği bir marifeti korumasına imkân veren özelliktir. Marifet (المعرفة) ise bir şeyi bağlantıları ile birlikte düşünerek öğrenmektir. Onu kalbe ve dile getirmeye de zikir dediği için zikri; “bağlantıları ile birlikte düşünülüp öğrenilen bir bilgiyi kullanıma hazır tutmaktır” diye tarif edebiliriz. İlgili âyetlere baktığımızda zikrin asıl manasının “marifet” yani evrensel nitelikteki doğru bilgi olduğunu görürüz. Örfün emredilmesi (Araf 7/199) ve 20 kadar âyette marûfa vurgu yapılması bundandır. Marifet, hem varlıklardan hem de kitaplardan elde edilir. Allah’ın indirdiği kitaplar, tümü ile doğru bilgilerden oluştuğu için zikir, onların ortak adı olmuştur. (bkz. Enbiya 21/24) Resûllerin görevi tezkîr (Ğâşiye 88/21) yani doğru bilgi vermek, insanların görevi de tezekkür(En’âm 6/80) yani kendilerindeki zikir ile resûllerin dile getirdiği zikri karşılaştırmak ve söylediklerinin doğru olduğunu görmektir.

[12] İsmail b. Hammâd el-Cevherî, es-Sıhâh, Tahkik Ahmed Abdulgafur Attar, 3. Baskı, Beyrut.

(لب). أصلٌ صحيح يدلُّ على لزومٍ وثبات، وعلى خلوص وجَوْدة. ألَبَّ بالمكان، أي أقام به ولزِمه.

Kök anlamı, yapışıp kalmak, saf ve iyi olmaktır. Bir yere yerleşen için ألَبَّ بالمكان denir. Bir işte sebat gösteren için رجلٌ لَبٌّ بهذا الأمر denir. Ferrâ dedi ki, Kocasını seven kadına امرأةٌ لَبَّةٌ denir. İçinde daima kocasının sevgisini taşıyor demektir. (Mucemu mekâyîs’il-luğa)

[13] Hadisteki fiil mechuldür, hazfedilen fail başkası olsa, başkasının baskısı ile yapılan hayırdan dolayı övgü olmaz. Fail kişinin kendisi olmalı, mal sevgisinin bastırmasına rağmen Allah rızasını tercih ederek malı Allah yolunda harcamalı ki, övgüyü hak etsin. Kelimeye “kendini zorlayan” anlamı vermemiz bundandır.

[14] Sahîh-i Buhârî, ilim, 15.

[15] Sahîh-i Buhârî, Fedâil’ul-ashâb, 24.

[16]el-Halil b. Ahmed (öl. 170 h.) El-ayn, tahkik, M. el-Mahzûmî ve İbrahim es-Samirâî, Tarihsiz. Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, Cevherî, es-Sıhâh, Mekâyîs’ul-luğa.

[17] هوالنصيب بالعدل Ragıb el-İsfahânî, Müfredât.

[18] أَقْرَبُ =aqrab kelimesi ism-i tafdil değil, sıfat-ı müşebbehe sayılarak anlam verilmiştir. Çünkü âyet, dengesiz davranmayı yasaklamaktadır.

[19]. Bkz. Abdulaziz BAYINDIR, Doğru Bildiğimiz Yanlışlar, s. 288 vd. İstanbul 2011.

[20]. Sünen-i Dârimî, Büyû’, 2.

[21]. Tirmizî, Kı­yâme, 60.

[22] Bu yazı, o yönteme göre yazılmıştır. Yöntemin ayrıntıları için bkz. Fatih Orum, Kur’ân ve Sünnet Temelinde Kur’ân’ı Anlama Usulü, Süleymaniye Vakfı Yayınları, İstanbul 2013.

[23] ثم (ثَمَمَ)’nin kök anlamı, nazikçe bir araya gelmektir. (Mekâyîs’ul-luğa ) Kişi bir şeyi topladığında ثَمَمْتُ الشيءَ ثمّاً der. Kelimeye “hem de” anlamı vermemizin sebebi budur.

[24] el-Hâzin, Alauddin Ali b. Muhamed b. İbrahim (öl. 741 h.) Tahkik ve tashih, Muhammed Ali Şahin, Beyrut 1415 h. c. I, s. 433.

[25] Bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, İstanbul, tarihsiz, s. 17, paragraf 34.

[26] Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye m. 1450. (Risalet, bir kimse tasarrufta dahli olmaksızın bir kimesnenin sözünü diğere tebliğ etmektir. Ol kimseye resul ve ol kimesneye mürsil ve diğerine mürselun ileyh denir.)

[27] Ebûbekr Abdurrezzak b. Hemmâm b. Nafi’ el-Himyerî el-Yemânî es-San’ânî (öl. 211 h.) Musannaf, Tahkik Habîbu’r-Rahmân el-A’zamî. Beyrut 1403, c. V, . 325, hadis no 9728.

[28] eş-Şâfiî, Muhammed b. İdris (öl. 204 h.) İhtilâf’ul-hadîs, (Şâfiî’nin el-Um adlı kitabının 8. cildinin kenarında) Beyrut 1410 h. 1990 m. c VIII, s. 606.

[29]Ebu Muhammed el-Huseyn b. Mes’ud b. Muhammed b. el-Ferrâ el- Beğavî eş-Şafiî (ö. 510 h.), Tahkîk Abdurrezzak el-Mehdî, Beyrut 1420, c. II, s. 310.

[30] Arapça’da iltifat sanatı vardır. Üçüncü şahıs, birinci şahıs sayılır veya tersi olur. Bu ayetlerde de durum öyledir. Türkçe’de iltifat sanatı olmadığı için bu gibi ifadeleri, değiştirmeden tercüme etmek bir Türk’te şaşkınlık meydana getirmektedir. Buna fırsat vermemek için burada iltifat yok sayılarak meal verilmiştir.

[31] Ayetin başındaki كَ zamiri, bir önceki ayette bulunan لأُتِمَّ fiili ile bağlantılı sayılmıştır.

[32] İmam Şâfiî,er-Risâle, c. I, s. 79.

[33] İmam Şâfiî,er-Risâle, c. I, s. 79.

[34] İmam Şâfiî, er-Risâle, c. I, s. 104-105.

لا يختلف حكمُ الله ثم حكمُ رسوله، بل هو لازم بكلِّ حال.

[35] Ayete göre Allah’ın hükmü dışında kalan bütün hükümler cahiliye hükmüdür.

[36] Sünen-i Ebî Davud, İlim 1, (3641).

[37] İmam Şâfiî,er-Risâle, c. I, s. 79.

[38] İmam Şâfiî, er-Risâle, c. I, s. 104-105

لا يختلف حكمُ الله ثم حكمُ رسوله، بل هو لازم بكلِّ حال.

[39] İmam Şâfiî, er-Risâle, c. I, s. 107.

لا يَنْسخ كتابَ الله إلا كتابُه …وهكذا سنة رسول الله، لا يَنْسَخُها إلا سنةٌ لرسول الله

[40] Ahmed b. Hanbel,Musned, C.VI, s. 421.

[41] en-Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Muhyiddîn b. Şeref (öl. 676 h.) Kitab’ul-Mecmû’ tahkik eden, notlar ekleyen Muhammed Necîb el-Mutıî, Beyrut, tarihsiz, c. VIII, s. 65-66.

[42] İmam Şâfiî, er-Risâle, c. I, s. 104-105

لا يختلف حكمُ الله ثم حكمُ رسوله، بل هو لازم بكلِّ حال.

[43] İmam Şâfiî, er-Risâle, c. I, s. 107.

لا يَنْسخ كتابَ الله إلا كتابُه …وهكذا سنة رسول الله، لا يَنْسَخُها إلا سنةٌ لرسول الله

[44] en-Nevevî, el-Mecmû’ c. VIII, s. 65-66.

[45] eş-Şâfiî, Muhammed b. İdris (öl. 204 h.) el-Um, Beyrut 1410 h. 1990 m. c II, s. 231.

[46] Bu ayeti İmam Şâfiî’de Sünnet konusunda delil almıştır. Bkz. el-Umm, Kitab’ul-istihsan, c. VII, s. 309.

[47] Abdulaziz b. Abdullah b. Bâz (1911-1999 m.)Vucûb’l-amel bi Sünneti Resulillahi Sallallahu aleyhi ve sellem ve küfrü men enkereha, Suudiarabistan 1420 h. c. I, s. 24-25.

[48] el-Cevherî, es-Sıhah, اسف m.

[49] Ahmed b. Ali b. Hacer el-Asklânî, (773-852 h.) Feth’ul-Bârî Şerhu Sahîh’il- Buhârî, Beyrut, tarihsiz, c. III. s. 500, Vücub’us-Safâ v’el-Merve.

[50] el-Umm, c. II, s.173.

[51] Serahsî, Şemsüddin, el-Mebsût, Mısır 1324/1906 c. IV. s. 50.

[52] Sahîh-i Müslim Hac, 260 (1277).

[53] Ayetin başındaki كَ zamiri, bir önceki ayette bulunan لأُتِمَّ fiili ile bağlantılı sayılmıştır.

[54] ثم (ثَمَمَ)’nin kök anlamı, nazikçe bir araya gelmektir. (Mekâyîs’ul-luğa ) Kişi bir şeyi topladığında ثَمَمْتُ الشيءَ ثمّاً der. Kelimeye “hem de” anlamı vermemizin sebebi budur.

[55] Serahsî, Hanefîlerin görüşünü şöyle anlatır:

وحجتنا في ذلك قوله تعالى فمن حج البيت أو اعتمر فلا جناح عليه ان يطوف بهما ومثل هذا اللفظ للاباحة لا للايجاب فيقتضى ظاهر الآية ان لا يكون واجبا ولكنا تركنا هذا الظاهر في حكم الايجاب بدليل الاجماع …