Halifelik Makamı ve Teokrasi

İnsan, halife olacak yani iktidar yarışına girecek özellikte yaratılmıştır. Allah Teâlâ şöyle diyor:

وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةًقَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُنُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ

“Bir gün Rabbin meleklere: “Yeryüzünde, halife özelliğine sahip bir varlık oluşturuyorum” dedi. Melekler: “Orada çevreyi bozacak ve kan dökecek kimseler mi oluşturuyorsun? Ama sen yaptığını güzel yaparsın, sana içten boyun eğmemiz bundandır. Tertemiz olanı yapmak senin işindir” dediler. O da; “Ben sizin bilmediğiniz şeyi biliyorum” dedi.”(Bakara 2/30)

خَلِيفَةً= halife kelimesi  فعيل= feîl kalıbındadır; hem ism-i fail hem de ism-i mef’ûl olabilir. İsm-fail olarak bir kimsenin yerine geçen kişi anlamındadır. Bunun için o kimsenin ölmesi veya yerinden ayrılması gerekir. Nebimiz ölünce Ebubekir (r.a.) onun halifesi olmuştur. İsm-i mef’ûl olarak anlamı da yerine başkası geçen kişidir. Âdem aleyhisselâm kimsenin yerine geçmediği için onun halifeliği bu anlamdadır.

Melekler açısından insan, yeni bir canlı türü dışında bir anlam taşımazdı. Allah, “Yeryüzünde halife özelliğinde bir varlık oluşturuyorum…”deyince melekler bu yeni canlı türünün farkını anladılar ve endişelerini şöyle dile getirdiler:

Orada çevreyi bozacak ve kan dökecek kimseler mi oluşturuyorsun? Ama sen yaptığını güzel yaparsın, sana içten boyun eğmemiz bundandır. Tertemiz olanı yapmak senin işindir….

Hayvanlar âleminde de halifelik vardı ama her türün tek bir ögesi o özellikteydi. İktidar mücadelesi onlar arasında olurdu. Meselâ bir kümeste iki horoz olmaz. Olursa düzen bozulur; biri diğerini ya öldürür veya oradan uzaklaştırır. Tavuklar bu mücadelede yer almazlar. Öyle olsaydı her kümeste en fazla bir horoz ve bir tavuk olurdu. Mücadele horozla tavuk arasında da olsaydı bir tek kümes bile oluşmazdı. Melekler, insanlardaki halifelik mücadelesinin hem erkekler, hem kadınlar, hem de kadın ile erkek arasında olacağını anlayınca tepki göstermişlerdi.

Allah Teâlâ, melekleri haksız bulmadı. Çünkü insanlar iktidar mücadelesini hayvanlar gibi yapınca, hayvanlar âleminde görülemeyecek boyutta kan dökülecek ve düzen bozulacaktı. Ama meleklerin bilmediği bir şey vardı; onun için Allah, “…Ben sizin bilmediğiniz şeyi biliyorum.”dedi.

وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِفَقَالَ أَنبِئُونِي بِأَسْمَاء هَـؤُلاء إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ

(Allah) Âdem’e, isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterdi. “Doğruysanız, bana şunların isimlerini haber verin” dedi. (Bakara 2/31)

İsim, bir şeyi tanımlayan, ne işe yaradığını gösteren ve onu zihinde canlı tutmaya yarayan sözdür. Allah’ın Âdem’e varlıkların isimlerini öğretmesi, hangisinin neye yaradığını ve ondan nasıl yararlanılacağını öğretmesidir. Ayetlerde bunun işareti gösterilmiştir. 

وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا = Âdem’e o isimlerin hepsini öğretti”, ifadesinde isimleri gösteren zamir akılsız varlıklar için olan “hâ=هاiken Âdem o isimleri öğrendikten sonra zamir, akıllı varlıklar için kullanılan “hum=هم“a dönüşmüştür.

ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ

“…sonra onları meleklere gösterdi”

Demek ki, meleklerin akılsız varlıklar olarak algıladıkları eşyada, akıllı varlıklarda olan bir şey vardı. Akıl, insanın yararlanacağı bilgi anlamına da geldiğinden[1]akılsız gibi görünen varlıkların içinde böyle bir bilginin olduğu gösterildi. Eşyaya dışarıdan bakanlar o bilgiyi göremezlerdi. Bu sebeple AllahTeâlâ ona “gayb” demiş ve Meleklere şöyle seslenmişti:

“…Size dememiş miydim; ben göklerin ve yerin gaybını bilirim…”(Bakara 2/33)

İşte Âdem’imeleklere üstün kılan bu bilgiydi. O bilgi Âdem’e yazıyla öğretilmişti:

                                         اقْرَأْ وَرَبُّكَ الْأَكْرَمُ.  الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ  . عَلَّمَ الْإِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ .

Oku. Rabbin sonsuz ikram sahibidir. Kalem ile öğretmiştir; o insana (Âdem’e) bilmediğini öğretmiştir.”(Alâk 96/3-5)

Meleklerin bilmediği; bilim ve medeniyet yarışına dönüşecek halifelik mücadelesiydi. Bu mücadele, en iyiye ve en güzele ulaşma mücadelesidir. Burada kan dökülmez, rakiplerin yaşamasına, özellikle destek verilir. Rakipler ne kadar güçlü olursa başarı o ölçüde yüksek olur. Ama halifelik mücadelesi hayvanlar gibi olursa düzen bozulur ve kan gövdeyi götürür.

1-     İMTİHAN

İnsan dünyaya imtihan için gelmiştir.  İmtihan, halifelik temelinde olur. Bu yarışta hayvanî arzularını öne alanların menfaatleri, Allah’ın emirlerine ters düşer. Menfaatlerini tercih edenler, gerçeklere gözlerini yumarlar ama niyetlerini gizlemeyi de ihmal etmezler. Allah Teâlâ şöyle demiştir:

وَوَيْلٌ لِّلْكَافِرِينَ مِنْ عَذَابٍ شَدِيدٍ.الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الآخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا أُوْلَـئِكَ فِي ضَلاَلٍ بَعِيدٍ

 “Kâfirlik edenlerin (ayetleri görmezlikten gelenlerin) çetin azaptan çekecekleri var. Onlar, dünya hayatını Ahiretten çok seven ve Allah’ın yolunu, anlaşılamayacak biçimde çarpıtmaya[2]çalışarak ondan uzaklaşan kimselerdir. Onlar derin bir sapkınlık içindedirler.”(İbrahim 14/2-3)

 Bunlar, Allah’ın Kitabını kapalı ve karışık görmekle işe başlarlar. AllahTeâlâşöylebuyurur:

وَمَن يَعْشُ عَن ذِكْرِ الرَّحْمَنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرِين. وَإِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُم مُّهْتَدُونَ.

“Kim Rahman’ın Zikri’ni (Kur’ân’ı) bulanık görürse başına bir şeytan sararız; onun arkadaşı olur. Bunları yoldan çevirirler ama bunlar doğru yolda olduklarını hesap ederler.”(Zuhruf 43/36-37)

Şeytan doğru yolu bırakmaz, çünkü orası onun çalışma sahasıdır. Dini kullanarak insanları yoldan çıkarmaya çalışır. İblis, Allah’tan Kıyâmete kadar yaşama izni alınca şöyle demişti:

لَأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ. ثُمَّ لَاٰتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَائِلِهِمْ وَلَا تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ

“…And olsun, onlar için senin doğru yolunda oturacağım. Sonra onlara; önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım. Göreceksin, çoğu sana teşekkür etmeyecektir.”(A’raf 7/16-17)

Şeytaninsandan ve cinden olur.[3] Cinden olanını kovmak için Allah’a sığınmak yeterlidir. Ama insan şeytanı ile mücadele zordur. Onlar dinin bütün inceliklerini bilir ve yaptıkları tahrifatı güzel göstermeyi başarırlar. İnsana en zayıf noktasından yaklaşma konusunda pek başarılıdırlar.

Allah Âdem’i bilgi ile donattıktan sonra ihtiyaçlarını karşılayacağı bir bahçeye yerleştirdi ve şöyle dedi:

“Bak Âdem; sen ve eşin şu bahçeye yerleşin; beğendiğiniz yerden yiyin. Ama bu ağaca yaklaşmayın. Yoksa yanlış yapmış olursunuz.”(Araf 7/19)

Şeytan ile ilgili olarak da şöyle dedi:

“Bak Âdem! Bu sana da, eşine de düşmandır. Sakın sizi bu bahçeden çıkarmasın yoksa mutsuz olursun.  Burada ne açlık çekersin ne de çıplak kalırsın. Burada susuz da kalmaz, güneş ışığından da etkilenmezsin.” (Taha 20/117-119)

Melekler Âdem’e secde edince Âdem’in rakibi kalmamıştı. Allah Teâlâ bu gibi durumlar için şöyle demiştir: “Yok, yok… İnsan kesinlikle azar; Kendini yeterli görürse eğer.” (Alak 96/6-7)

İblis bunu fırsat bildi ve Âdem’e şunları fısıldadı:

“…Âdem! Sana ölümsüzlük ağacını ve yıpranmayacak saltanatı göstereyim mi?”(Taha 20/120)

Ölümsüzlük ve yıpranmayacak saltanat… Bunlar ancak Allah’ta olabilir. Ama Âdem bunları isteyerek sınırları aştı ve eşiyle birlikte o ağaçtan yedi. Bunlar, halife olan insanın, rakipsiz hale gelince tanrılaşmak isteyeceğini gösterir. Gerçi Âdem o noktaya gelmedi; hatasını anladı ve dönüş yaptı.

İşte doğru yolun üstünde oturan şeytanlar, insandaki bu duyguyu istismar ederek en üst yetkiliyi tanrılaştırmakta ve yoldan çıkarmaktadır. Teokrasi bu şekilde oluşur.

2-     HALİFE – DEVLET BAŞKANI

Yukarıdaki ayetlere göre her insan halifedir; herkes birinin yerine geçer. Bugün halife deyince akla gelen, İslam devletinin başkanıdır. Ebu Bekr radiyallahu anh, Nebîmizin halifesiydi. Ömer, Ebu Bekr’in, Osman da Ömer’in halifesi olmuştur.

Halife olmak önemli değil, nasıl bir halife olunduğu önemlidir. Hayvanlar gibi kan döküp fesat mı çıkaracak, yoksa herkes için hürriyete büyük bir önem vererek bilimin ve medeniyetin gelişmesine katkı mı sağlayacak. İkincisini yapmak için kişisel menfaatleri ilâhî menfaatlere feda etmek gerekir. Ama Dünyayı Ahirete tercih, Âdem aleyhisselamı bile etkisi altına alan en büyük tehlikedir. Yetkililere yaklaşıp ellerindeki dünyalıktan yararlanmak isteyenler, Allah’tan önce onlara kul olma yarışına girer ve onların doğruları görmelerine engel olurlar.

3-     MUHAMMED ALEYHİSSELAM – ÖRNEK DEVLET BAŞKANI

Muhammed aleyhisselam Allah’ın Resulü ve son nebîsidir. Nebî ve resul kavramlarının içini boşaltanlar ona son Resul derler. Çünkü çoğunluğa göre resul, yeni bir kitap ve yeni bir şeriat ile gönderilen, nebî ise kendinden önceki resulün Kitab’ını ve şeriatını, onun ümmetine tebliğ ile görevli olan zattır[4]. Nebîlik de bittiğine göre Kur’an’ı tebliğ edecek kimse kalmamış olur.

Geleneğe göre İsmail aleyhisselama verilmiş bir kitap ve şeriat yoktur. Bu sebeple o, sadece nebîdir. Ama En’âm suresinin 83 ve devamı ayetlerine göre ona da kitap ve hikmet verilmiştir. Şu ayete göre de o, hem resul hem de nebîdir:

وَاذْكُرْفِيالْكِتَابِإِسْمَاعِيلَإِنَّهُكَانَصَادِقَالْوَعْدِوَكَانَرَسُولًانَّبِيًّا

Bu kitapta İsmail’i de an, o sözünde durmuştu; nebî olan resul idi.(Meryem 19/54)

Resul ve nebî farkı çok önemlidir. Resul, kendinden bir şey katmadan birinin sözünü diğerine ulaş­tırmakla görevli kişidir[5]. Türkçe’de ona elçi denir. Nebî ise En’âm suresinin 83 ve devamı ayetlere göre, kendine kitap ve hikmet indirilmiş olan zattır.

Resuller iki kısımdır; biri nebî olan resul, diğeri de nebî olmayan resuldür. Her nebî, Allah’ın Kitab’ını tebliğ ile görevli olduğu için aynı zamanda resuldür. Kendine kitap indirilmemiş resul vardır ama nebî yoktur. Kur’an’da, Mısır Melikinin Yusuf aleyhisselama gönderdiği elçiye resul (الرَّسُول), Belkıs’ın Süleyman aleyhisselama gönderdiği elçilere de mürsel (الْمُرْسَلُ) denmiştir[6]ama Resul olmayan hiç kimseye nebî denmemiştir.

Nebîlik Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile sona ermiştir; artık kimseye kitap inmeyecektir. AllahTeâlâ şöyle demiştir:

مَّاكَانَمُحَمَّدٌأَبَاأَحَدٍمِّنرِّجَالِكُمْوَلَكِنرَّسُولَاللَّهِوَخَاتَمَالنَّبِيِّينَوَكَانَاللَّهُبِكُلِّشَيْءٍعَلِيمًا

“Muhammed sizin erkeklerinizden birinin babası değildir ama Allah’ın resulüdür ve nebîlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir.”(Ahzab 33/40)

Onun, nebîlerin sonuncusu olup resullerin sonuncusu olmaması önemlidir. Çünkü nebî olmayan resuller, her yerde ve her zaman olmalı ve Kur’ân’ı tebliğ etmelidir.

Bir resul, Allah’ın Kitab’ını tebliğ ederken kendinden bir şey katarsa resullüğü biter. Eğer o zat, nebî olan resul ise cezası ölümdür. Allah Teâlâ şöyle demiştir:

وَلَوْتَقَوَّلَعَلَيْنَابَعْضَالْأَقَاوِيلِ. لَأَخَذْنَامِنْهُبِالْيَمِينِ. ثُمَّلَقَطَعْنَامِنْهُالْوَتِينَ. فَمَامِنكُممِّنْأَحَدٍعَنْهُحَاجِزِينَ

“Eğer o (Resul), bize karşı, bazı sözler uydursaydı onu sıkı bir şekilde yakalar sonra şah damarını koparırdık. Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız.”(Hakka 69/44–47)

Resul, ekleme çıkarma yapmadan Allah’ın sözünü aktardığı için ona kayıtsız- şartsız itaat edilir. İtaat ona değil, aktardığı sözlere olduğundan Allah Teâlâ şöyle demiştir:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللَّهَ

“Bu Elçi’ye itaat eden Allah’a itaat etmiş olur…”(Nisa 4/80)

Muhammed aleyhisselam Kitab’ı tebliğ ederken Resul; ümmetine öğretirken ve uygularken nebî sıfatıyla hareket etmiştir. Allah Teâlâ şöyle demiştir:

إِنَّاأَنْزَلْنَاإِلَيْكَالْكِتَابَبِالْحَقِّلِتَحْكُمَبَيْنَالنَّاسِبِمَاأَرَاكَاللَّهُوَلَاتَكُنْلِلْخَائِنِينَخَصِيمًا

“Sana gerçekleri içeren bu Kitab’ı indirdik ki insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hükmedesin. Sakın hainlerin savunucusu olma.”(Nisa 4/105)

Nebîmiz, Kur’an’dan hüküm çıkarırken hata edebileceği için ümmetinin denetimine tabidir. Bu yüzden Kitabı tebliğ dışındaki sözlerine kayıtsız-şartsız itaat edilmez. Bir ayet şöyledir:

يا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِذَا جَاءَكَ الْمُؤْمِنَاتُ يُبَايِعْنَكَ عَلَى أَنْ لَا يُشْرِكْنَ بِاللَّهِ شَيْئًا وَلَا يَسْرِقْنَ وَلَا يَزْنِينَ وَلَا يَقْتُلْنَ أَوْلَادَهُنَّ وَلَا يَأْتِينَ بِبُهْتَانٍ يَفْتَرِينَهُ بَيْنَ أَيْدِيهِنَّ وَأَرْجُلِهِنَّ وَلَا يَعْصِينَكَ فِي مَعْرُوفٍ فَبَايِعْهُنَّ وَاسْتَغْفِرْ لَهُنَّ اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ

“Ey Nebi! Mümin kadınlar sana biat için gelince, hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmamaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, başkasından kazandıkları çocuğu yalan dolan ile kocalarına mal etmemeleri ve marufa uygun olan bir konuda sana isyan etmemeleri şartı ile onlar ile biat et; onlara Allah’tan bağışlanma dile. Allah bağışlar, ikrâmı boldur.”(Mumtahine 60/12)

Burada sözü edilen kadınlar, toplumun en zayıf kesimiydi. Çünkü Mekke’deki ailelerinden kaçıp gelmişlerdi. Ne kendilerini koruyacak aileleri ne de maddî imkânları vardı. O durumdaki kadınlara bile, devletin başı olan Nebî’nin marufa uygun olmayan emirlerine karşı çıkma hakkı tanınmıştır.

Maruf, bilinen şey demektir. Bu bilgi ya gelenek ve göreneklerden ya da Allah’ın Kitab’ından elde edilir. Allah’ın koyduğu metod ile Kur’an’dan elde edilen hikmet de doğru bilgidir. Nebîmizin söz ve uygulamaları onun Kitap’tan çıkardığı hikmetler olduğu için ondan gelen sahih rivayetler de doğru bilgilerdir. Bunların sahihliği, ilgili âyetlerle tespit edilmelidir. Rivayet eden kişilere bakılarak bir hadisin sahih olup olmadığına karar verilemez.

Gelenekten elde edilen bilginin maruf olabilmesi için Kitap ve hikmete aykırı olmaması gerekir. Böyle bir bilgi fıtratı yansıttığı için evrensel nitelikli olur.

Yetkilinin yaptıkları yanlışları ortaya çıkarmanın yolu, şöyle açıklanmıştır:

يَاأَيُّهَاالَّذِينَآمَنُواأَطِيعُوااللَّهَ،وَأَطِيعُواالرَّسُولَوَأُوْلِيالْأَمْرِمِنْكُمْ،فَإِنْتَنَازَعْتُمْفِيشَيْءٍفَرُدُّوهُإِلَىاللَّهِوَالرَّسُولِإِنْكُنتُمْتُؤْمِنُونَبِاللَّهِوَالْيَوْمِالْآخِرِذَلِكَخَيْرٌوَأَحْسَنُتَأْوِيلًا

“Müminler! Allah’a itaat edin, bu Elçi’ye itaat edin ve sizden olan yetki sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Elçi’sine götürün. Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız böyle yaparsınız. Böylesi hayırlı olur ve çok güzel sonuç verir.”(Nisa 4/59)

Bir mümin, Allah ve Elçisi ile anlaşmazlığa giremez. Anlaşmazlık yetkili makamda olanlarla olabilir ve Allah’ın kitabı ile çözüme bağlanır. Muhammed aleyhisselam, ayetleri tebliğ ederken elçi, uygularken nebî ve devlet başkanı olduğu için yanlış görülen uygulamalarını Kur’an’a arz etmek gerekir. Nitekim Bedir savaşında bunu yapmayan Müslümanlar tehdit edilmişlerdir.

Nebîmizin Dünyalıkla İmtihanı / Bedir Savaşı

Nebîmiz Bedir’de, yanlış bir karar ile esirler almıştı. Önce o; arkasından da onun bu kararına onay veren Müslümanlar, şu ağır sözler ile suçlanmışlardı:

مَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَكُونَ لَهُ أَسْرَى حَتَّى يُثْخِنَ فِي الْأَرْضِ تُرِيدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللَّهُ يُرِيدُ الْآخِرَةَ وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ . لَوْلَا كِتَابٌ مِنَ اللَّهِ سَبَقَ لَمَسَّكُمْ فِيمَا أَخَذْتُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ

Hiçbir nebînin, savaş meydanında düşmanı yere serinceye kadar esir almaya hakkı yoktur. Siz hemen ele geçecek mal istiyorsunuz. Allah ise sizin için sonrasını istiyor. Allah güçlüdür, doğru karar verir. (Zafer sizin olacak diye) Allah tarafından yazıya geçirilmiş bir karar olmasaydı aldığınız esirlerden dolayı sizi ağır bir azap yakalardı.”(Enfâl 8/67–68)

Ayette geçen şu ifadeye göre, onların bu hatayı, dünyayı ahirete tercih ederek yapmışlardır:

Siz hemen ele geçecek mal istiyorsunuz. Allah ise sizin için sonrasını istiyor.

Ayetlerdeki ağır sözler, daha önce inen şu ayete uymamış olmalarından dolayı idi[7]:

فَإِذَا لَقِيتُمُ الَّذِينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِ حَتَّى إِذَا أَثْخَنْتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَ فَإِمَّا مَنًّا بَعْدُ وَإِمَّا فِدَاءً حَتَّى تَضَعَ الْحَرْبُ أَوْزَارَهَا

(Savaşta) Kâfirler ile karşılaştığınızda onları yere serinceye kadar boyunlarını vurun. Sonra bağı sıkı tutun (esirler alın). Arkasından onları karşılıklı veya karşılıksız serbest bırakın. Savaş, ağırlıklarını bırakıncaya kadar böyle yapın…(Muhammed 47/4)

Ayette geçen; Allah tarafından yazıya geçirilmiş bir karar olmasaydısözünün hikâyesi şöyledir:

Müslümanlar Mekke’den henüz hicret etmeden Romalılar Perslere yenilmişti. O zaman aşağıdaki ayetler, 3 ilâ 9 yıl arasında Romalıların galip geleceğini, o gün Allah’ın Müslümanlara zafer vereceğini müjdeliyordu:

الم .غُلِبَتِ الرُّومُ .فِي أَدْنَى الْأَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ .فِي بِضْعِ سِنِينَ لِلَّهِ الْأَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ .بِنَصْرِ اللَّهِ يَنْصُرُ مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ .وَعْدَ اللَّهِ لَا يُخْلِفُ اللَّهُ وَعْدَهُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

“Elif, Lâm, Mim. Romalılar yenildiler; çok yakın bir yerde. Onlar, bu yenilginin ardından galip geleceklerdir. Üç ilâ dokuz yıl arasında. Bunun öncesinde de sonrasında da yetki Allah’ındır. O gün müminler sevineceklerdir. Sevinme Allah’ın yapacağı yardım ile olacaktır. O, çalışana yardım eder. O güçlüdür, ikrâmı boldur. Bu Allah’ın vaadidir. İnsanların çoğu bilmese de Allah vaadinden caymaz.”(Rum 30/1-6)

Allah’ın bu vaadinden dolayı hem Müslümanlar, hem de Mekkeli müşrikler, Romalılardan gelecek haberlere kilitlenmişlerdi. Ebu Süfyân, bir ticaret kervanı ile Şam’dan gelirken Romalılar ile Perslerin savaşacakları duyuldu. Müslümanlar, Allah’ın kendilerine kervanı vereceği umuduyla, Mekkeliler de kervanı koruma amacıyla yola çıktılar. Ebû Süfyân ise kervanı kurtarma telaşındaydı. Kervan için yola çıkan Müslümanlar, beklemedikleri bir anda Mekke ordusunu karşılarında buldular. Bunu, şu ayetlerden öğreniyoruz:

وَإِذْ يَعِدُكُمُ اللَّهُ إِحْدَى الطَّائِفَتَيْنِ أَنَّهَا لَكُمْ وَتَوَدُّونَ أَنَّ غَيْرَ ذَاتِ الشَّوْكَةِ تَكُونُ لَكُمْ وَيُرِيدُ اللَّهُ أَنْ يُحِقَّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ وَيَقْطَعَ دَابِرَ الْكَافِرِينَ .  لِيُحِقَّ الْحَقَّ وَيُبْطِلَ الْبَاطِلَ وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَ.

“Bir gün Allah, o iki topluluktan biri, sizin olacak, diye söz vermişti. Siz silahsız olanı (kervanı) istiyordunuz. Allah da kendi sözleri gereği hakkı ortaya çıkarmak ve o kâfirlerin kökünü kazımak (için Mekke ordusunu vermek) istiyordu.”(Enfâl 8/7)

Müslümanlar kervanı kaçırdı ve Bedir’de, Mekke ordusu ile karşılaştılar. Kurallara uysalardı onları yenip Mekke’ye gireceklerdi. Çünkü “…Allah, o kâfirlerin kökünü kazımak; hakkı ortaya çıkarıp batılı etkisiz hale getirmek istiyordu.”(Enfâl 8/7-8)

Müslümanlar Bedir’de Mekke ordusuna ağır bir darbe indirdiler ama geri çekilen düşmanı takip edip yere sermeleri gerekirken esirler alıp geri döndüler. Bu iş, Nebimizin onayı ile oldu. Ashabın esir alma ile ilgili ayeti hatırlatıp ona itiraz etmeleri gerekirdi ama etmediler. Bu sebeple ashap da Nebîmiz gibi dünyayı ahirete tercihle suçlandı.

“Siz hemen ele geçecek mal istiyorsunuz. Allah ise sizin için sonrasını istiyor.”

Resulullah Bedir esirlerinden fidye olarak dört bin (dirhem) almıştı[8]. İmam Şâfiî, kiminin daha az fidye ile kiminin de karşılıksız serbest bırakıldığını söyler[9]. Esirlerle ilgili ilk ayet inince sahabe, aldıkları fidyeden ellerini çekti. Sonra şu ayet indi[10]:

فَكُلُواْ مِمَّا غَنِمْتُمْ حَلاَلاً طَيِّبًا وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ

“Aldığınız ganimeti artık helali hoş olarak yiyin. Allah’tan çekinin. Allah bağışlar, ikramda bulunur.”(Enfâl 8/69)

Allah Teâlâ, Dünyayı Ahirete tercih ederek işledikleri suçtan dolayı Âdem’i ve Havva’yı cezalandırmış, bulundukları bahçeden çıkarmıştı. Eğer Müslümanlara önceden verdiği söz olmasaydı onları da Bedir’de büyük bir yenilgiye uğratacaktı. Onlar oradan zaferle döndüler ama Mekke’nin fethi gecikti. O yüzden Mekke’yi fethedinceye kadar o suçtan tevbe edememişlerdi. Hudeybiye antlaşmasıyla Mekke’yi fethin yolu açılınca şu ayetler indi:

إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا .لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا

“Allah, senin için bir fethin önünü açtı[11]. Bunu, önceki ve sonraki günahını bağışlamak, sana olan nimetini tamamlamak ve seni dosdoğru bir yola iletmek için yaptı.”(Fetih 48/1-2)

Mekke’nin fethinden sonra inen şu sure, artık Nebîmizin tevbe edebileceğini bildiriyordu:

إِذَا جَاءَ نَصْرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ .  وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللَّهِ أَفْوَاجًا .فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا

“Allah’ın yardımı gelip Fetih gerçekleştiğinde ve insanların dalga dalga Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde, her şeyi güzel yaptığından dolayı Rabbine yönel ve bağışlanma talebimde bulun. Çünkü o, tevbeleri kabul eder.”(Nasr 110/1-3)

Bütün bu ayetlere göre, yetkili makamda olan kişi, Allah’ın Nebisi de olsa, dünyalık karşısında fazla dik duramamaktadır. Dolayısıyla böyle makamlara gelenlerin çok dikkatli olmaları ve denetim yollarını açık tutmaları gerekir.

4-     YÖNETİCİLERİN TANRILAŞTIRILMASI = TEOKRASİ

Allah, kendinden başkasına ibadet edilmesini kabul etmez. “İbadet” sözlükte kulluk yani kayıtsız şartsız boyun eğmektir. Allah’tan başkasına kayıtsız şartsız boyun eğilmez. Ama herkes kendine göre bir yol çizer. Eğer o yol, doğruları ikinci sıraya itmeyi gerektiriyorsa Allah’ı, hayatının merkezinden çıkarır. Allah Teâlâ şöyle demiştir:

قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ[12] فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَىسَبِيلاً

“De ki: “Herkes kendi hedefine göre davranır. Kimin yolunun daha doğru olduğunu en iyi Rabbiniz bilir.”(İsrâ 17/84)

Dünyayı Ahirete tercih edenler, daha çok nebîleri ve din büyüğü olarak bilinen kişileri Allah ile araya koyup Allah’ın kitaplarını aşmaya çalışırlar. Onların adına uydurulan sözleri yorumlayan din adamları da devreye girince paralel bir din oluşur. Yetkililer bu yeni dini tenkide fırsat vermezler. İnsanlar da dışlanmamak için onu kabul ederler. İbrahim aleyhisselam, Allah’ın Elçisi olduktan sonra puta tapanlara şöyle demişti:

وَقَالَ إِنَّمَا اتَّخَذْتُم مِّن دُونِ اللَّهِ أَوْثَانًا مَّوَدَّةَ بَيْنِكُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ثُمَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ يَكْفُرُ بَعْضُكُم بِبَعْضٍ وَيَلْعَنُ بَعْضُكُم بَعْضًا وَمَأْوَاكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُم مِّن نَّاصِرِينَ .

…“Sizin, Allah’tan önce bu putlara tutunmanız sadece aranızda kaynaşma aracı olsun diyedir. Kıyamet günü biriniz diğerini görmek istemeyecek her biriniz diğerini dışlayacaktır. Sığınacağınız yer o ateştir. Size yardım eden de olmayacaktır.”(Ankebût 29/25)

Yöneticiler, bu yolla tanrılaştırılarak Allah’ın yerine konurlar. Yöneticiye itaat, Allah’a itaat, ona isyan Allah’a isyan sayılır. Bu yapı insanları, önce yöneticilerin sonra Allah’ın kulu yapar.

5-     EHL-İ KİTAP VE TEOKRASİ

Allah adına yönetmenin Batı’daki adı teokrasidir. Kelime, theos (tanrı) ve kra­tein (hükmetmek) sözlerinden olu­şur[13]. Teokraside krala ve hükümet­lere itaat Allah’a itaattir. Onlara karşı gel­mek Allah’a karşı gel­mektir. Tevrat’ta ve İncil’de bunun dayanağı yoktur. Ama İncil’e sonradan yerleştirilen Pavlus’un ve Petrus’un mektupları ile bir dayanak oluşturulmuştur.  

Pavlus, Romalılar’a mektubunda şöyle der:

“Herkes emri altında bulunduğu hükümetlere boyun eğsin. Zira Allah tarafından verilmemiş bir yetki yoktur. Mevcut hü­kümetler Allah tarafın­dan atanmıştır. Bunun için hükümete karşı gelen Allah’ın düzenine karşı direnmiş olur. Direnenler kendilerini sorum­luluk altına sokacaklardır[14]“.

Petrus’un 1. Mektub’unda şu ifadeler geçer:

“İmdi insanlar tarafından kuru­lan her düzene Rabb için bağımlı olun. Gerek başta bulunan kişi ol­ması nedeniyle krala, gerekse vali­lere boyun eğin. Çünkü onlar, O’nun ta­rafından, suçluları ceza­lan­dırsınlar ve iyi iş yapanları öv­sün­ler diye gönderilmişlerdir. Zira Allah’ın is­tediği şudur: Hür kişiler gibi yaşa­yın, ama hürriyetinizi şerre örtü yapma­yın. Ancak Allah’ın kulları gibi olup iyilik yapa­rak cahil kişile­rin cahilliğini sustu­run. Herkese saygı gösterin. Kardeşleri sevin. Tanrı’dan korkun. Krala saygı gös­te­rin[15].”

Calvin Kitab-ı mukaddes’in yu­karıdaki ifadelerini şöyle yo­rumla­mıştır:

“Pavlos der ki, “Herkes emri al­tında bulunduğu hükümet­lere bo­yun eğsin.” Şu halde her kim hükümete karşı gelirse Tanrı’nın dü­zenine karşı gelmiş olur…

Kamu yararına uygun yöne­ten­ler, Tanrı’nın hâkimiyetinin ger­çek ör­nekle­ridir. Adaletsizce ve dikta­törce hükmedenler de yine Tanrı ta­rafından in­sanları günahkârlıklarından dolayı ceza­landırmak için görevlendirilmişler­dir. Yine de onlarda ya­sal gücü Tanrı’dan aldık­larını gösteren o kutsal haşmet vardır… [16].”

Bu yüzden Kilise, teokratik sistemin en te­mel kurumu olmuştur. Onlara göre Tanrı; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlüsüdür. Oğul İsa’dır. “Gökte ve yeryüzünde bütün iktidar ona verilmiştir[17].”İsa adına hareket etme ve karar verme yetkisi ise kiliseye aittir. İsa kili­sede hazır bulunur. Çünkü kilise onun manevî varlığı ile bü­tünleş­miştir[18]. Kutsal Ruh ise kili­seyi Allah’ın yani Baba’nın nimeti ve armağanlarıyla doldurur ve hata­lardan korur[19].

“Gökte ve yeryüzünde bütün iktidar ona (İsa’ya) verilmiştir” sözü, İncil’e sonradan yerleştirilmiştir. Çünkü Matta İncil’ine göre İsa, çarmıha gerilip defnedildikten üç gün sonra kabrinden çıkmış, Galile’de 11 havarisine gö­rünmüş ve şöyle demiştir:

“Gökte ve yeryü­zünde bütün iktidar bana ve­rilmiş­tir. Şimdi gidin, bütün ulusları öğrenci yapın. Onları Babam, Ben ve Kutsal Ruh adına vaftiz edin. Sizlere buyurduğum her şeyi tut­malarını onlara öğretin. İşte dün­yanın sonuna kadar ben her an sizlerle beraberim[20].”

Bunun doğru olmadığı açıktır. Çünkü İsa aleyhisselam, vefatından sonraki ilk konuşmayı Ahirette yapacaktır.

Bir gün Allah şöyle diyecektir: Meryem oğlu İsa! İnsanlara “Beni ve anamı Allah ile aranıza iki tanrı olarak koyun?” diyen sen misin? İsa diyecek ki: “Ben sana boyun eğerim. Benim doğru olmayanı söylemem olacak şey değildir. Eğer söylediysem, zaten bilirsin. Sen, benim içimdekini bilirsin ama ben senin içindekini bilmem; bütün Gaybı (her şeyin içyüzünü) bilen sadece sensin.

Bana ne emrettiysen onlara onu söyledim. Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kul olun, dedim. Aralarında bulunduğum sürece onlara şahittim. Beni vefat ettirdikten sonra onlar sadece senin gözlemin altınaydılar. Her şeye şahit olan sensin.Eğer azap edersen onlar senin kullarındır. Ama bağışlarsan; güçlü olan sen, doğru karar veren de sensin.

Allah diyecek ki, bugün doğruların doğruluklarından yararlanacağı gündür. İçinden ırmaklar akan cennetler onlarındır ve ebediyen orada kalacaklardır. Allah onlardan razıdır, onlar da Allahtan razı olacaklardır. En büyük kurtuluş işte budur.

Göklerin, yerin ve onlardaki her şeyin hâkimi Allah’tır. O her şeye bir ölçü koymuştur.(Maide 5/116-120)

İncil’e sokuşturulan yukarıdaki sözler kiliseyi tanrılaştırmıştır. Bir kimsenin Hristiyanlığa kabulü de kilisenin onayına bağlanmıştır[21].

Hristiyan dünyasında en çok mensubu bulunan Katoliklerde Papa, İsa’nın vekili ve Petrus’un halefi­dir. Papa yanılmaz bir otorite, kilise ise evrenseldir. Kilise dışında kurtuluş yoktur. Kilise, Kutsal Ruh tarafından sevk ve idare edilir[22].

Teokratik düzende kralı, hü­kü­metleri ve valileri belirleme ve gö­reve getirme yetkisi kiliseye ait­tir. Çünkü kilise Tanrı adına hare­ket eder ve ona ait olan yetkiyi kul­lanır. Fakat ki­lise bu konuda bir so­rumluluk üstlenmez. Zaten Kutsal Ruh’un kiliseyi hatalardan ko­ruduğu[23]inancı onlara sorumlu­luk yüklemeye engeldir.

6- MÜSLÜMANLARDA TEOKRASİ

Allah’ın Nebîsi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir:

لتتبعن سنن من قبلكم شبرا بشبر وذراعا بذراع حتى لو سلكوا جحر ضب لسلكتموه  . قلنا يا رسول الله اليهود والنصارى ؟ قال :فمن

“Sizden öncekilerin izlerini, kuşkusuz karış karış, arşın arşın takip edeceksiniz. Onlar bir kertenkele deliğine girmiş olsalar, siz de gireceksiniz.

Dedik ki; Yahûdi ve Hıristiyanlarmı?

-Ya kim olabilir? dedi.”(Buhari, İ’tisam bi’s-Sünne,14)

Biraz sonra görüleceği gibi Kur’an’dan uzaklaşma ve uydurulmuş sözleri Allah’ın Nebisine söyletme konusunda Müslümanlar, ehl-i kitabı adım adım takip etmişlerdir.

Konuyu, birer mezhepler kümesini oluşturan Şia ve Ehl-i Sünnet açısından ele alacağız.

A-     ŞİÎLERDE TEOKRASİ

Şiîler, devlet başkanına yani imama tanıdıkları yetki açısından Hristiyanlara çok benzerler. Onlara göre devlet başkan­lığı siyasî makam değil, dinî makamdır.

“İmamlık ancak Allah’tan nass ile ya­hut o imamdan önceki imamın onun ima­me­tini beyaniyle tahakkuk eder. İnsanların seçmesiyle, iste­mesiyle ol­maz. İnsanlar di­lediklerini imam olarak ta­yin yahut dilediklerini azil hak­kına sahip değillerdir[24].”

“İmam, ima­metten önce, sonra, soy boy şerefi ba­kımından en yüce ve temiz kişi olup her türlü kötülükten, suçtan, yanılma­dan, yanlış iş görmeden, unutmadan ve her türlü aşağılık şeylerden masun­dur[25].”

“Onların buyrukları Allah’ın buyrukla­rıdır. Yasakları O’nun yasaklarıdır. Onlara itaat Allah’a itaattır. Onlara isyan, Allah’a isyandır. Onları seven Allah’ı se­ver. Onlara düşman olan Allah’a da düş­man olur. Onların emirlerini reddetmek caiz değildir.[26]

Bu görüşlerin dayandırılabileceği ne bir ayet ne de hadis vardır. Bunlar insan fıtratına da terstir.

B- EHL-İ SÜNNETTE TEOKRASİ

Ehl-i Sünnette de devlet başkanlığı, dini makam haline getirilmiştir. Allah’ın Nebîsi’nin şöyle dediği iddia edilir:

Bana itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Bana isyan eden Allah’a isyan etmiş olur. Emire (yetkili kişiye) itaat eden bana itaat etmiş olur. Emire isyan eden bana isyan etmiş olur. İmam (Devlet başkanı) kalkandır; arkasında savaşılır ve onunla korunma sağlanır. Allah’tan çekinmeyi emreder ve adil olursa sevap kazanır. Farklı emir verirse günahı kendinedir[27].”

Bu ve benzeri iddiaları Müslümanlara kabul ettirebilmek için resul ve nebî kavramları değiştirilmiştir. Çünkü resul, Allah’ın sözlerini insanlara ulaştırmakla görevli kişidir; ona ekleme veya çıkarma yaparsa görevi biter (Bkz. Hakka Suresi 69/44–47). Bu sebeple resule itaat Allah’a itaat sayılmıştır. Zaten Allah’ın sözlerine başka şekilde ulaşma imkânımız da yoktur.

Nebî, sadece ayetleri tebliğ ederken resuldür; onun dışındaki söz ve uygulamalarında hata edebilir. Bu sebeple Nebîye itaati emreden tek bir ayet yoktur. Kişisel davranışları, hataları ve aile ilişkileri ile ilgili ayetlerin tamamında nebî sıfatı kullanılmıştır.

Nebîmize ait söz ve uygulamaları Kur’an ayetleri seviyesine çıkarmak isteyenlere göre “resul, yeni bir kitap ve yeni bir şeriat ile gönderilen, nebî ise kendinden önceki resulün Kitab’ını ve şeriatını, onun ümmetine tebliğ ile görevli olan zattır[28].” Bir değişiklik yapılarak resule ait tebliğ görevi nebîye verilmiş, Nebînin söz ve uygulamaları da Resulün, Allah’tan alarak tebliğ ettiği sözü seviyesine çıkarılmıştır. Çünkü Onlara Resulün sözü denmezse, resule itaati emreden ayetlere dayanılarak Sünnet Kur’ân seviyesine çıkarılamaz. İmam Şafiî, Resule itaati emreden ayetleri delil alarak özetle şöyle der:

“Allah’ın Resulü’nün Sünneti; Allah’ın adına, onun, özel ve genel hükümlerdeki muradını açıklar. Allah, Sünnet ile hükmetmeyi Kitab’ı ile eş tutmuş ve Sünneti Kitab’a bağlamıştır[29]. Ama Kur’ân, Sünneti, Sünnet de Kur’ân’ı nesh edip yürürlükten kaldıramaz. Sünnet ancak bir başka Sünnetle nesh edilebilir[30].“Sünnet, Kur’an ile nesh edilir, denirse recim cezasının; Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüz kamçı vurun…(Nur 24/2)ayetiyle nesh edilmiş olması ihtimali ortaya çıkar[31].”

İlgili ayetler üzerinde dikkatle duranlar görürler ki, Medine’de Tevrat’a uygun olarak bir süre recim cezası uygulanmış, daha sonra şu ayetlerle kaldırılmıştır[32]:

“Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şahit getirin, şahitlik ederlerse, onları, ölünceye veya Allah bir yol açıncaya kadar evlerde tutun. İçinizden zina eden o iki kişiye eziyet edin; eğer tevbe edip düzelirlerse onları bırakın. Allah tevbeleri daima kabul eder ve ikramda bulunur.(Nisa 4/15-16)

Recmi uygulayanlara göre bu ayetler, Ubade b. Es-Samit’in Allah’ın Elçisinden rivayet ettiği şu hadisle nesh edilip yürürlükten kaldırılmıştır:

Benden alın; benden alın. Allah onlar için bir yol açtı. Bekâr bekârla zina ederse 100 kamçı ve bir yıl sürgün; dul, dul ile olursa 100 kamçı ve recim gerekir.”

İmam Şafiî özetle şöyle diyor:

“Bu hadisle, ayetlerdeki hapis ve eziyet cezası kaldırılmıştır.Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüz kamçı vurun…(Nur 24/2) ayetindeki 100 kamçı cezası da hür olan dullar için bu hadisle yürürlükten kaldırılarak recim cezasına çevrilmiştir[33].

Görüldüğü gibi İmam Şafiî, “Sünnet Kur’ân’ nesh edemez” dedikten sonra bir hadisin üç ayeti nesh edip yürürlükten kaldırdığını söyleyebilmiştir. Sünnî ve Şiî mezheplerin hepsi böyledir. Şu söz, onların ortak görüşünü yansıtır:

السنَّةقاضيةعلىالكتاب

Sünnet Kitap üzerindeki son sözü söyler[34].

İşler bu noktaya geldiği için hadislere dayanılarak “Suç sayılmayan ve şeriata aykırı olduğu kesin olmayan konularda dev­let başkanının emrini yerine getirmek vacip[35]sayılmış, fesada yönelen bir şahsın, onun emri ile öldürülmesi kabul edilmiştir[36]. Fesat, normal davranış göstermemektir.[37]Bu durumda devlet başkanı veya onun yetki verdiği kişi, davranışlarından hoşlanmadığı birini, yargı kararına gerek duymadan öldürebilir.

Bu yolla birçok ayet çiğnenmiştir. Mesela faizli borç veren vakıflar kurulmuş, fermanlarla belirlenen faiz oranlarına, karşı çıkanlar cezalandırılmıştır. Ömer Nasuhi Bilmen şöyle diyor:

“Padişah, muamele yaparak %15’ten fazla getiri ile borç para verilmesin, diye emrettiği halde daha yüksek bir getiri ile muamele yapanlar, engellenmeyi ve cezayı hak ederler.[38]

Muamele,alım satım görüntüsü altında faizli borç için başvurulan hilelere verilen addır. Mesela %15 ile 100 lira borç alacak kişi, para sahibinin bir malını, bir yıl vadeli 115 liraya alır. Sonra ona peşin l00 liraya satar, böylece ondan aldığı 100 liraya karşılık 115 lira borçlanmış olur[39]. Paranın altın veya gümüş olduğu düşünülürse faiz oranının ne kadar yüksek olduğu da görülebilir.

Yazdıklarımızı hazmetmekte zorlananlar, Allah’ın kitabı olan İncil’e, Pavlus’un ve Petrus’un mektuplarının nasıl sokulduğunu ve bütün yetkinin kiliseye verildiğine delil getirilen sözlerin, İsa aleyhisselamın ölümünden üç gün sonra ona nasıl söyletildiğini düşünsünler. İncil’e bunların sokulduğunu kabul edip de Buharî ve Müslim gibi hadis kitaplarına ve mezheplerden bize ulaşan eserlere uydurma sözlerin sokulabileceğini kabul etmemek, tam bir tutarsızlık olur.  

7- ÇAĞDAŞ TEOKRASİLER

Demokratik sistemler aslında tam birer teokratik sistemdir. Çünkü bu sistemde devlet tanrılaştırılır. Bunun diğer teokrasilerden farkı, Allah adına yetki kullanılmamasıdır. Aslında bu, önemli bir farktır. Çünkü bunda, diğerleri kadar din istismarı yapılamamaktadır.

Fransızlar, 4 asır boyunca kiliseye karşı verdikleri mücadeleyi kazanınca devleti bir şahs-ı manevî yani tüzel kişilik haline getirerek yetkilileri, kilise babaları gibi dokunulmazlık zırhına büründürdüler. Bu da devlet adamlarının hesap sorulabilir olmalarını engelledi.

Hâkimler ve savcılar da birer aracı tanrı haline getirildiler. Mesela Günümüz Türkiye’sinde uygulanmakta olan ceza yargısında, ispatla yükümlü taraf yoktur. Ne sanık suçsuzluğunu, ne de savcı sanığın suçlulu­ğunu ispatla yükümlüdür. Taraflar ve mahkeme, her türlü kaynaktan yararlanarak maddî gerçeği bulmaya çalışır. Her şey delil olabilir ama hiç bir delil hâkimi bağlamaz. Hâlbuki kimsenin şeref ve haysiyeti, bir hâkimin vicdanî kanaatine bırakılamaz. Hâkimin taraf tutması ve kanaat adı altında keyfî hüküm vermesi mümkündür. Sanık sandalyesinde oturan da hâkimlik makamını işgal eden de insandır. Onlardan biri suç işlemişse diğeri de işleyebilir. Hâkimin, suç işleyerek makamın gölgesine sığınmasına engel olmak gerekir.

21 yıl boyunca Osmanlı mahkeme sicillerini incelemiş, arşivini yönetmiş, araştırmacılara yardımcı olmuş ve doktorasını da Osmanlı yargı sistemi üzerine yapmış biri olarak şunu söyleyebilirim: Geçmişten gelen yapısal hatalar düzeltilirse Osmanlı yargı sistemi, bütün problemleri çözebilecek niteliktedir.

Osmanlı mahkeme kayıtlarında en az rastlanan şey, ceza yargısı ile ilgili olanlardır. Bir mahkemede bir yıl boyunca açılan ceza davaları bazen bir elin parmak sayısına ulaşmazdı. Çünkü her vatandaş kendini devletin sahibi sayar ve toplum aleyhine gördüğü her şeye müdahale edebilir ve mahkemeye taşıyabilirdi. Suç işleme eğiminde olanlar, yaptıklarının yanlarına kalmayacağını bildikleri için cesaretleri kırılırdı. Bugün vatandaş, resmî makamlar karşısında etkisizleştirildiği için suç eğiliminde olanlar cesaret bulmakta ve birer suç makinesine dönüşmektedirler.

Jandarma teşkilatının 1839’da, polis teşkilatının da 1845’te kurulduğu düşünülürse Osmanlıda vatandaşın ne kadar duyarlı olduğunu anlamak zor olmaz. Vatandaş hem asker, hem jandarma, hem polisti. Vatanına sahip çıkmasaydı, tarihin tanıdığı en büyük devlet, uzun süre yaşayamazdı.

1879’a kadar savcılık kurumu da yoktu. Kamu aleyhine işlenen suçlarda dava açılmış sayılır; her vatandaş davayı mahkemeye taşıyıp şahitlik yapabilir ve sonuna kadar takip edebilirdi.

Ceza yargısının her safhası halka açıktı. Sanıkla yargı görevlisi, asla baş başa bırakılmazdı.

Hâkim, şahit veya bilirkişi sıfatıyla dinlenmiş olduğu davada hâkimlik yapamazdı.

Sanık başlangıçta suçsuz sayıldığından, suçu işlemediğini söy­lemesi yeterli olur; o konuda ondan delil istenmezdi. Sanığın suçluluğu, bütün şüphelerden uzak bir şekilde ortaya konmalı ve ispat edilmeliydi. Objektif delil arandığından delil karartma şüphesiyle bir kişinin tutuklanması söz konusu olamazdı.

Şahitler ifadelerini hâkimin huzurunda verir; mah­keme dışında yapılan şahitlik geçerli olmazdı. O yüzden bir kişinin mahkeme dışında sorgulanması düşünülemezdi[40].

SONUÇ

Varlıkları yaratan, onlardaki oluşum, gelişim ve değişimin ilke ve kanunlarını koyan Allah’tır.  Din, o kanunların yaratıcı tarafından yazıya geçirilmiş şeklidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَتَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

Sen yüzünü dosdoğru bu dine, Allah’ın fıtratına çevir. O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. İşte sağlam din bu dindir. Ama insanların çoğu bunu bilmezler.”(Rum 30/30)

Ayete göre “din fıtrattır.” Fıtrat, varlıklarda geçerli doğa kanunlarıdır. Dini bozma, tabiatı bozma gibidir. Bozulan din, bozulan tabiat gibi bütün varlıkları rahatsız eder. Uydurulmuş dini bırakıp indirilmiş dine uyarsak devlet güneş gibi, temiz hava ve su gibi olur. Din, ırk ve renk ayırımı yapmadan herkesin ihtiyacını görür; bilim ve medeniyet gelişir.

Osmanlı devleti, yazılı tarihin tanıdığı en büyük devlettir. Uydurulmuş dinden gelen yapısal yanlışları düzeltirsek o büyük tecrübeyi, insanlığa örnek bir devlet modeli olarak sunabiliriz.

Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır

_____________________________________________


[1]Ragıb el-İsfahânî, Müfredât, (Tahkik: Safvan Adnan Dâvûdî), Dımışk ve Beyrut, 1412/1992,عقل mad.

[2]Ayette geçen ivec = عِوَجًkelimesi, dikkatle bakılmadıkça fark edilemeyen çarpıtma anlamına gelir (Müfredat). Çünkü Dünyayı Ahirete tercih edenler, kendilerini dindar göstermeyi ihmal etmezler.

[3]Bkz. En’am 6/112 ve Nas 114/6.

[4] Bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, İstanbul, tarihsiz, s. 17, paragraf 34.

[5] Risalet, bir kimse tasarrufta dahli olmaksızın bir kimesnenin sözünü diğere tebliğ etmektir. Ol kimseye resul ve ol kimesneye mürsil ve diğerine mürselun ileyh denir. (Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye m. 1450)

[6]Bkz. Yusuf 12/50, Şuarâ 26/105 ve 123.

[7]İbn Hibetullah, Dahhâk’tan ve Saîd b. Cubeyr’den Muhammed suresinin Mekkî olduğunu aktarmıştır. (Bkz. Kurtubî tefsiri, Kahire 1964/1384 c. XIV, s. 223)

[8] Ebûbekr Abdurrezzak b. Hemmâm b. Nafi’ el-Himyerî el-Yemânî es-San’ânî (öl. 211 h.) Musannaf, Tahkik Habîbu’r-Rahmân el-A’zamî. Beyrut 1403, c. V, . 325, hadis no 9728.

[9] eş-Şâfiî, Muhammed b. İdris (öl. 204 h.) İhtilâf’ul-hadîs, (Şâfiî’nin el-Um adlı kitabının 8. cildinin kenarında) Beyrut 1410 h. 1990 m. c VIII, s. 606.

[10]Ebu Muhammed el-Huseyn b. Mes’ud b. Muhammed b. el-Ferrâ el- Beğavî eş-Şafiî (ö. 510 h.), Tahkîk Abdurrezzak el-Mehdî, Beyrut 1420, c. II, s. 310.

[11]Arapça’da iltifat sanatı vardır. Üçüncü şahıs, birinci şahıs sayılır veya tersi olur. Bu ayetlerde de durum öyledir. Türkçe’de iltifat sanatı olmadığı için bu gibi ifadeleri, değiştirmeden tercüme etmek bir Türk’te şaşkınlık meydana getirmektedir. Buna fırsat vermemek için burada iltifat yok sayılarak meal verilmiştir.

[12]Taberî, Muhammed b. Cerîr, Camiu’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’an (Taberi Tefsiri), Beyrut 1412/1992. C. 15, s. 140.

يقول عزّ وجلّ لنبيّه محمد صلى الله عليه وسلم: قل يا محمد للناس: كلكم يعمل على شاكلته: على ناحيته وطريقته( فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ ) هو منكم( أَهْدَى سَبِيلا ) يقول: ربكم أعلم بمن هو منكم أهدى طريقا إلى الحقّ من غيره.

[13]– Mümtaz Soysal, Anayasaya Giriş, Ankara 1968, s. 16.

[14]– Mektup sadeleştirilmiştir, aslı şöyledir: “Herkes emri altında bulunduğu hükumetlere itaat etsin. Zira Allah tarafından ol­mayan bir hükü­met yoktur ve mevcut hükumetler Allah tarafından tertip olunmuştur. Bunun içün hükumete muha­lefet eden Allah’ın tertibine mukavemet etmiş olur ve mukavemet edenler kendi aleyhlerine hüküm davet edecekler.” (Pavlos’un Romalılara Mektubu,13. bab, 1-5, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd s.206.)

[15]– İfadeler sadeleştirilmiştir, aslı şöyledir. “İmdi Rabb içün tanzimat-ı beşeriyyenin her birine gerek padişaha cümleye faik olduğundan, gerek valilere, şer işleyenlerin mücâzâtı ve hayır işleyenlerin medhi içün anın tarafından irsal olunanlar bulunduklarından itaat ediniz. Zira Allah’ın iradeti budur ki, hürler gibi, ama hürriyetinizi şerre örtü tutmayup ancak Allah’ın kulları gibi olarak cahil ademlerin cehaletini hayır işlemekle iskat edesiz. Cümleye hürmet ediniz. Biraderleri seviniz. Allah’tan korkunuz. Padişaha hürmet ediniz.” (Petros’un l. mektubu, II/13-17. Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd, s. 298.)

[16]– Jean Calvin, Hırıstiyan Dininin Öğretisi’nden seçme parçalar (Christianae religionis institutio, Kitap IV, Bölüm 20: Devlet Yönetimi Üstüne) çeviren Şahin ALPAY, Batı’da Siyasal Düşünceler Tarihi 2, Yeni Çağ. Derleyen Mete TUNCAY Ankara 1969, s.48-51.

[17]– “Ve İsa yanlarına gelüb anlara hitaben dedi ki, semada ve zeminde bütün hükumet bana verildi.” (Matta 18, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd, s. 43.)

[18]– Günay TÜMER, Abdurrahman KÜÇÜK, Dinler Tarihi, Ankara 1993 s.263.

[19]-TÜMER ve KÜÇÜK, a.g.e. s. 256.

[20]– Metin sadeleştirilmiştir. Elimizdeki nüshadaki ifedeler şöyledir. “Ve onbir şakirdler Galil’e İsa’nın onlara emr ettiği dağa vardılar. ve Onu görünce ona secde kıldılar. Lakin bazısı şüphe etdiler. Ve İsa yanlarına gelüb anlara hitaben dedi ki, semada ve zeminde bütün hükumet bana verildi. İmdi gidiniz, cümle milletleri şakird ediniz. Onları Peder ve Ben ve Ruh’ul-Kudüs ismine vaftiz ediniz. Ve size emrettiğim şeylerin cümlesini hıfz etmeyi anlara talim ediniz ve işte dünyanın nihayetine degin ben her vakt sizin ile beraberim.” ( Matta 16-20, Kitab-ı Mukaddes, Ahd-i cedîd, s. 43.)

[21]– TÜMER ve KÜÇÜK, a.g.e. s. 268.

[22]– TÜMER ve KÜÇÜK, a.g.e. s. 270.

[23]-TÜMER ve KÜÇÜK, a.g.e. s. 256.

[24]– Muhammed Rıza’l-Muzaffer, Akâid’ül-İmâmiyye, Şia İnançları (Türkçeye çeviren Abdülbaki GÖLPINARLI) İstanbul 1978, s. 50.

[25]– Şia İnançları, s. 51.

[26]– Şia İnançları, s. 54.

[27]Buhari, (h: 6718, 7137)

مَنْ أَطَاعَنِي فَقَدْ أَطَاعَ اللَّهَ وَمَنْ عَصَانِي فَقَدْ عَصَى اللَّهَ وَمَنْ يُطِعْ الْأَمِيرَ فَقَدْ أَطَاعَنِي وَمَنْ يَعْصِ الْأَمِيرَ فَقَدْ عَصَانِي وَإِنَّمَا الْإِمَامُ جُنَّةٌ يُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَيُتَّقَى بِهِ فَإِنْ أَمَرَ بِتَقْوَى اللَّهِ وَعَدَلَ فَإِنَّ لَهُ بِذَلِكَ أَجْرًا وَإِنْ قَالَ بِغَيْرِهِ فَإِنَّ عَلَيْهِ مِنْهُ

[28] Bkz. Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, İstanbul, tarihsiz, s. 17, paragraf 34.

[29]Muhammed b İdris eş-Şâfiî (öl. 204 h), er-Risâle, tahkik Ahmed Şakir, Mısır 1358 h. /1940 m. c. I, s. 79.

[30] İmam Şâfiî, er-Risâle, c. I, s. 107.

لايَنْسخكتابَاللهإلاكتابُه…وهكذاسنةرسولالله،لايَنْسَخُهاإلاسنةٌلرسولالله

[31]İmam Şâfiî, er-Risâle, c. I, s. 111.

[32]Konu ile ilgili olarak ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler şu linkteki yazımızı okuyabilirler: http://www.suleymaniyevakfi.org/arastirmalar/nesih-ve-recim-cezasi.html

[33]İmam Şâfiî, er-Risâle, c. I, s. 129-131.

[34]Abdulaziz b. Abdulla b. Bâz (1911-1999 m.) Vucûb’l-amel bi Sünneti Resulillahi Sallallahu aleyhi ve sellem ve küfrü men enkereha, Suudiarabistan 1420 h. c. I, s. 24-25.

[35]Şeyhülislam Muhammed b. Hüseyin, Fetava’l-Ankaravi, 1/368. M. Amire, 1281.

[36]Ömer Nasuhi Bilmen, Hukukı İslamiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, cil III, s. 309, paragraf 15

[37]Ragıb el-İsfehanî, Müfredat.

[38]Bilmen a.g.e. C. III, s. 313 paragraf 858. Metin sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Onu on bir buçukdan ziyadeye muamele ile akçe verilmeye diye veliyyül’emr tarafından sadır olmuş bir emre rağmen ziyadesiyle muamele yapanlar, zecr ve men ile ta’zire istihkak kazanmış olurlar.”

[39]Ayrıntılı bilgi için bkz. Abdulaziz BAYINDIR, Ticaret ve Faiz, İstanbul 2007, s. 222.

[40] Osmanlı yargı sistemi ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Abdulaziz BAYINDIR İSLAM MUHAKEME HUKUKU(Osmanlı Devri Uygulaması), İstanbul 1986.