BEDİR SAVAŞI VE KADER

Kader, bir şeyin değerini, özelliklerini ve sınırlarını gösteren ölçüdür[1]. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ.

 “Şüphesiz ki biz, her şeyi bir kadere/ölçüye göre yarattık.” (Kamer 54/49)

تَبَارَكَ الَّذِي بِيَدِهِ الْمُلْكُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ . الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ.

“Bütün hakimiyeti elinde tutan Allah, ne yüce bir bereket kaynağıdır! O, her şeye bir kader/ölçü koyandır. O, hanginiz daha güzel iş yapacak diye sizi yıpratıcı bir imtihandan geçirmek için ölümü ve hayatı yaratandır. O, daima üstün olan ve çokça bağışlayandır.” (Mülk 67/1-2)

Allah, sistemini imtihan için kurmuş, bunun bir bilgi imtihanı değil, cihad ve sabır imtihanı olduğunu bildirmiş, bu sebeple kimin başarılı olacağını önceden bilmediğini şöyle açıklamıştır:

  وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنكُمْ وَالصَّابِرِينَ وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ

“Biz, içinizden cihad edenleri ve sabırlı davrananları bilinceye, iç yüzünüzü ortaya çıkarıncaya kadar sizi, kesinlikle yıpratıcı bir imtihana sokacağız.” (Muhammed 47/31)

أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّهُ الَّذِينَ جَاهَدُواْ مِنكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ .

“Yoksa Allah içinizden cihad edenleri/elinden geleni yapanları bilmeden, sabredenleri de bilmeden Cennet’e gireceğinizi mi hesap etmiştiniz!” (Âl-i İmrân 3/142)

Cihad, düşmanın, şeytanın ve arzuların baskısına var gücüyle direnmektir[2].  Sabır ise şartlar ne olursa olsun kararlı davranıp duruşunu bozmamaktır[3]. Duruşunu bozmadan yoluna devam etmek, cihadı da içerdiği için Kur’an’da daha çok sabırlı olmaya vurgu yapılır[4].  İmtihanı, doğruları ilk sıraya alanlar kazanır. Menfaatlerini ilk sıraya alanlar ise imtihanı kaybederler.

İnsan ve cin şeytanları, doğru yolun üstünde oturur, zihinleri karıştırarak insanları o yoldan uzaklaştırmaya çalışırlar. Bu, herkesin yapabileceği bir iş değildir. İsrailoğulları, kendilerine en çok nebî ve kitap gönderilen toplum olduğu için âyetleri çarpıtmayı en iyi bilenler onlardan çıkar. Nebîmiz hayatta iken Medine’de, âyetleri çarpıtan Yahudi münafıklar vardı. Allah Teâlâ, onları bize şöyle tanıtmıştır:

أَفَتَطْمَعُونَ أَن يُؤْمِنُوا۟ لَكُمْ وَقَدْ كَانَ فَرِيقٌ مِّنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلَٰمَ ٱللَّهِ ثُمَّ يُحَرِّفُونَهُۥ مِنۢ بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ .وَإِذَا لَقُوا۟ ٱلَّذِينَ ءَامَنُوا۟ قَالُوٓا۟ ءَامَنَّا وَإِذَا خَلَا بَعْضُهُمْ إِلَىٰ بَعْضٍ قَالُوٓا۟ أَتُحَدِّثُونَهُم بِمَا فَتَحَ ٱللَّهُ عَلَيْكُمْ لِيُحَآجُّوكُم بِهِۦ عِندَ رَبِّكُمْ ۚ أَفَلَا تَعْقِلُونَ

“Şimdi bunların (bu Yahudilerin) size inanıp güvenmelerini mi bekliyorsunuz? İçlerinden birtakımı Allah’ın sözünü /Kur’an’ı dinler, (kendi kitabıyla) bağlantısını kurduktan sonra onu tahrif ederler [5] /anlamını kaydırırlar. Bunu bile bile yaparlar.

Allah’ın kitabına inanıp güvenenlerle karşılaşınca “Biz de ona inanıp güvendik!” der, birbirleriyle baş başa kalınca da şöyle derler: “Allah’ın size gösterdiği şeyi (Kur’an’ın Tevrat’ı tasdik ettiği gerçeğini)  Rabbinizin katında size karşı delil olarak kullansınlar diye mi onlara söylüyorsunuz? Bu bağı kuramıyor musunuz?” (Bakara 2/75-76)

Yahudilerin, Nebîmiz hayatta iken başlattıkları çarpıtmalar, bugün de devam etmektedir. Daha sonra görüleceği gibi onların çarpıtmalarından etkilenen geleneksel yapı, şöyle bir inanç oluşturmuştur:

“Herhangi bir şeyin belirli bir şekilde meydana gelmesini, Allah’ın ezelde dilemiş olmasına kader, o şeyi, zamanı gelince meydana getirmesine de kaza denir. Allah’ın ezelden dilediği bir şeyin olmaması mümkün değildir. Allah’ın ilmi, kulun seçimine bağlı olup, Allah’ın ezelî mânada bir şeyi bilmesinin, kulun irade ve seçimi üzerinde zorlayıcı bir etkisi yoktur.[6]

Medreselerde ve okullarda, zihinleri yıllarca şartlandırılmış kişiler, Müslümanların karşısına âlim sıfatıyla çıkarıldıkları için bu konuda aklın kullanılması da yasaklana bilmiş ve şöyle denilmiştir:

“Kader, iç yüzünü ancak Allah’ın bilebileceği, mutlak ve kesin bir biçimde çözümlenmesi mümkün olmayan ilâhî sırdır[7]. Kader konusunu kesin biçimde çözmeye girişmek, insanın kapasitesini zorlaması ve imkânsıza tâlip olması demektir[8].”

Halbuki “Allah, aklını kullanmayanların üzerinde pislikler oluşturur. (Yunus 10/100)

Bu yazıda, Kur’an’daki inanç esasları gösterildikten sonra geleneksel kader anlayışının yanlışlığı, Bedir Savaşı ile ilgili âyetler ışığında ortaya konacaktır. O âyetlerin, Bedir Savaşı ile ilgisinin iyice koparıldığına da dikkat edilirse oynanan oyunun büyüklüğü çok net olarak görülebilir.

A- KUR’AN’DA İNANÇ ESASLARI

Kaderi, inanç esasları içine sokuşturanlar, imanın şartlarını altıya çıkarmışlardır ama Kur’an’da imanın şartı  beştir. Bunları şu iki âyetten öğreniyoruz:

 لَيْسَ الْبِرَّ أَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آَمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآَخِرِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ 

“Erdemli olmak, yüzünüzü doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Ama erdemli olan, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve nebîlere inanıp güvenen kişidir.” (Bakara 2/177)

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ آمِنُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِيَ أَنزَلَ مِن قَبْلُ وَمَن يَكْفُرْ بِاللّهِ وَمَلاَئِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلاَلاً بَعِيدًا.

“Ey inanıp güvenenler! Allah’a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara inanıp güvenin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve ahiret gününü inkar eder/ görmezden gelirse derin bir sapıklığa düşmüş olur.” (Nisâ 4/136)

Bu âyetlerde Allah’a, meleklerine, kitaplarına, elçilerine ve ahiret gününe inanmak, imanın şartı sayılmış ama kadere imandan söz edilmemiştir. Kadere iman sözü, Kur’ân’da yoktur.

Kadere iman konusundaki delil, meşhur “Cibrîl hadisi”dir. Rivayete göre Cebrâil (a.s.) Nebîmize: “İman nedir?” diye sormuş, o da: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, elçilerine, âhiret gününe ve kadere, onun hayrına da şerrine de inanmandır” cevabını vermiştir[9]. Bu hadisi en kapsamlı şekilde rivayet eden Sahîh-i Müslim’in kader ile ilgili ifadesi şöyledir:

وتؤمن بالقدر خيره وشره

“Kadere yani onun hayır ile ilgili olanına da şerle ilgili olanına da inanmandır.”

Her şeyin kaderini /ölçüsünü belirleyen Allah, elbette hayrın da şerrin de kaderini /ölçüsünü belirlemiştir. Buna inanmayan kişi, Müslüman olamaz. Allah bununla da kalmamış hayır veya şer işleyenlere vereceği karşılığın ölçülerini de belirlemiş ve şöyle buyurmuştur:

لِّلَّذِينَ أَحْسَنُواْ الْحُسْنَى وَزِيَادَةٌ وَلاَ يَرْهَقُ وُجُوهَهُمْ قَتَرٌ وَلاَ ذِلَّةٌ أُوْلَـئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ. وَالَّذِينَ كَسَبُواْ السَّيِّئَاتِ جَزَاء سَيِّئَةٍ بِمِثْلِهَا.

“Güzel davrananlara daha güzeli ve fazlası vardır. Yüzlerinde bir kara leke ve aşağılanmışlık izi olmaz. İşte bunlar cennet ahalisidir, onlar orada ölümsüz olarak kalacaklardır. Kötü işler yapanların cezası ise yaptıkları kötülüğün dengidir.” (Yunus 10/26-27)

Görüldüğü gibi Cibrîl hadisi, hayrın da şerrin de bir kaderinin yani ölçüsünün olduğuna inanma dışında bir anlam ifade etmez. Onun kadercilere delil olması mümkün değildir. Kaldı ki hadis kitaplarında Cibrîl hadisinin “kadere iman” ifadesini içermeyen rivayetleri de mevcuttur.

Şimdi İslam tarihinde çok önemli yeri olan Bedir Savaşını, Allah’ın koyduğu kadere yani ölçüye ve kurallara uymamanın nelere mal olduğunun örneği olarak ele alacağız.

B- BEDİR SAVAŞI ÖNCESİ MEKKE

Nuh tufanında Kâbe’yi yeniden inşa eden İbrahim aleyhisselama Allah Teâlâ şu emri vermişti:

“İnsanlara haccı ilan et; ister yaya olarak ister dağlar arasındaki yolları aşan bitkin binekler üzerinde sana gelsinler. Kendilerine olan faydalarını yaşayarak görmek ve Allah’ın onlara rızık olarak verdiği en’am cinsi hayvanlar üzerine, bilinen günlerde onun adını anarak kurban kesmek için (gelsinler). (Ey Kurban kesenler!) Onlardan siz yiyin, fakir olup zor durumda kalana da yedirin.” (Hac 22/27–28)

O sırada İbrahim aleyhisselam da Allah Teâlâdan şunları istedi:

“Bir gün İbrahim şöyle yalvardı: “Rabbim /Sahibim, burayı güvenli bir belde yap! Buranın halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları her üründen rızıklandır!” Allah da şöyle dedi: “Ayetleri görmezlikte direneni de az bir süre nimetlerden yararlandırır, ama daha sonra onu ateş azabına mahkûm ederim. Ne kötü hale gelmektir o!” (Bakara 2/126)

Bu tarihten itibaren Mekke, dünyanın en güvenli şehri olmuştu. Hacca ve umreye gelen, kurban kesen ve orada kurulan panayırlara katılanlar, orasını çok hareketli bir şehir haline getirmişti. Bu da Mekkelilere büyük bir itibar sağlıyordu. Mekkeliler, Muhammed aleyhisselamın Allah’ın elçisi olduğunu anlamışlardı ama farklı söylemlerinin, kendilerine itibar kaybettireceğini düşündükleri için ona karşı çıkıyorlardı. Bunu şu âyetten öğreniyoruz:

(Mekkeliler) “Bu rehbere /Kur’an’a seninle birlikte uyacak olsak yerimizden yurdumuzdan ediliriz.” (Kasas 28/57)

1- Mekke’yi Kaybetme Uyarısı

Müşrikler, itibar kaybı korkusuyla Nebîmizden ve müminlerden kurtulmak için baskılarını artırdıkları sırada şu âyetler indi:

وَإِن كَادُواْ لَيَسْتَفِزُّونَكَ مِنَ الأَرْضِ لِيُخْرِجوكَ مِنْهَا وَإِذًا لاَّ يَلْبَثُونَ خِلافَكَ إِلاَّ قَلِيلاً . سُنَّةَ مَن قَدْ أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِن رُّسُلِنَا وَلاَ تَجِدُ لِسُنَّتِنَا تَحْوِيلاً .

Seni o topraktan (Mekke’den) çıkarmak amacıyla neredeyse yerinden edecekler. Bunu yaparlarsa, onlar da senin ardından orada fazla kalamazlar. Senden önce gönderdiğimiz elçilere uygulanan sünnet /yasa budur. Bizim sünnetimizde bir değişiklik bulamazsın.” (İsra 17/76-77)

Mekke’de inen şu âyetlerle de orasının, Müslümanların hakimiyetine geçeceği ilan edildi:

إِنَّ مَا تُوعَدُونَ لآتٍ وَمَا أَنتُم بِمُعْجِزِينَ . قُلْ يَا قَوْمِ اعْمَلُواْ عَلَى مَكَانَتِكُمْ إِنِّي عَامِلٌ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ مَن تَكُونُ لَهُ عَاقِبَةُ الدِّارِ إِنَّهُ لاَ يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ.

“(Ey müşrikler!) Başınıza geleceği söylenenler, mutlaka gelecektir. Siz bunun önüne geçemezsiniz. (Muhammed!) Onlara de ki “Ey halkım! Elinizden ne geliyorsa yapın. Ben de yapacağım. Sonunda bu yurt (Mekke) kimin olacak, öğreneceksiniz. Şu bir gerçek ki yanlışlar içinde olanlar umduklarına kavuşamazlar.” (En’âm 6/134-135)

2- Perslerin Romalıları Yenmesi

Baskıların artırdığı sırada Perslerin Romalıları yendiği haberi yayıldı. O zaman şu âyetler indi: 

ا لم. غُلِبَتِ الرُّوم. فِي أَدْنَى الْأَرْضِ وَهُم مِّن بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ. فِي بِضْعِ سِنِينَ لِلَّهِ الْأَمْرُ مِن قَبْلُ وَمِن بَعْدُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ. بِنَصْرِ اللَّهِ يَنصُرُ مَن يَشَاء وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ وَعْدَ اللَّهِ لَا يُخْلِفُ اللَّهُ وَعْدَهُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ

“ELİF! LÂM! MÎM! Rumlar yenilgiye uğradılar, Yeryüzünün en çukur yerinde (Lut gölü bölgesinde). Onlar, bu yenilginin ardından galip geleceklerdir. Birkaç yıl içerisinde.[10]! Bunun öncesinde de sonrasında da her iş Allah’ın elindedir. O gün müminler de sevineceklerdir. Allah’ın yardımıyla! Allah tercih ettiğine yardım eder. O daima üstündür, ikramı boldur. Bunu Allah vaad etmiştir. Allah vaadinden dönmez. Ancak insanların çoğu bunu bilmez.” (Rûm 30/1-6)

Bu âyetleri, önceki âyetlerle birlikte düşününce ilk akla gelen, Müslümanların 9 yıl içinde Mekke’ye hakim olabileceğidir. Bu, Mekkelilerde huzur bırakmamış olmalıdır. Yapmaları gereken şey, Müslümanlardan tamamen kurtulmanın yollarını aramaktır.

Geleneksel kader inancı, imtihanın cihad ve sabır imtihanı olduğunu unutturup zihinlere, bilgi imtihanı gibi yerleştirdiği için ona inananlar, gelecekten haber veren âyetleri, kendilerine delil almaya çalışırlar. Halbuki onlar, birer imtihan sorusu gibidir. Aşağıda görüleceği gibi Bedir Savaşında Müslümanlar Allah’ın savaş için koyduğu kadere yani ölçüye uymak için gereken sabrı ve çabayı göstermedikleri için Mekke’yi alamadılar. O savaşta galip gelmeleri, sırf Allah’ın yardım sözü vermiş olmasından dolayıdır. Yoksa mağlup olacaklardı. Yani savaşı kazandılar ama imtihanı kaybettiler.

3- Savaş Hukuku İle İlgili âyetler

Mekkeli müşriklerin her geçen gün artan baskıları, hem Nebîmizi hem de ona inananları Medine’ye hicrete mecbur etti. Allah Teâlâ onların Mekke’yi ele geçirmelerini istediğinden Medine’de, savaş hukuku ile ilgili şu âyetleri indirdi:

“Ey Nebi! Müminleri savaşa teşvik et. Sizden sabırlı /duruşunu bozmayan yirmi kişi olursa, iki yüz kişiyi yener; içinizden yüz kişi olursa onlar da kâfirlik edenlerden bin kişiyi yener. Çünkü onlar (direnç göstermenin önemini) kavrayamayan bir topluluktur.” (Enfâl 8/65)

Kâfirlik edenlerle savaşta karşılaşınca boyunlarını vurun. Nihayet (kuvvetlerini kırıp) onları etkisiz hale getirince bağlarını sıkı tutun (esir alın). Sonra ya karşılıksız ya da fidye karşılığı serbest bırakın ki savaşın doğurduğu ağır sıkıntılar ortadan kalksın. Yapmanız gereken budur. Allah farklı tercihte bulunsaydı onların hakkından kesinlikle kendisi gelirdi. Bunu yapmaması, birinizi diğerinizle yıpratıcı bir imtihandan geçirmek içindir. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların işlerini asla boşa çıkarmaz.” (Muhammed 47/4)

“Ey inanıp güvenenler! Ordu halinde kâfirlerle karşılaştığınızda sakın arkanızı dönmeyin! Savaş taktiği olarak yer değiştirme ya da bir birliğin yanında yer alma dışında kim o gün onlara arkasını dönerse Allah’ın gazabına uğrar. Onun kalacağı yer cehennemdir. Ne kötü hale gelmektir o!” (Enfâl 8/15-16)

Savaşta yakalarsan onları öyle bir dağıt ki arkalarındakiler de dağılsınlar. Belki akıllarını başlarına alırlar. (Enfâl 8/57)

İşte bütün bunlar, Allah’ın savaş için belirlediği kader yani koyduğu kurallardır. Müslümanlar bugün de bu kurallara uymazlarsa girdikleri her savaşı kaybederler.

4- Bedir Savaşının Ayak Sesleri

Mekke’nin hakimi olan Kureyşliler, ticaret için kışın Yemen ve Habeşistan’a; yazın Filistin, Şam, Mısır ve Irak bölgelerine giderlerdi.[11] Kendi adlarını taşıyan şu sure onların, hem ticari yönden hem de diğer yönlerden saygın konumda ve tam bir güven içinde olduklarını bildirir: 

“Kureyşliler, sıcak ilgi gördükleri için, sıcak ilgiyi, kış ve yaz yolculuklarında da gördükleri için bu Beyt’in (Kâbe’nin) Sahibine kulluk etsinler! Onlara yiyecek verip aç bırakmayan, onları korkudan emin kılan Sahibine!” (Kureyş 106/1-4)

Kureyş, güven içindeydi ama çevrelerinde güvenlik yoktu. Bunu da şu âyetten öğreniyoruz:

“Mekke’yi dokunulmaz ve güvenli bir yer yaptığımızı görmediler mi? Halbuki çevrelerinde(ki yerlerden) insanlar zorla alınıp götürülüyor. Hal böyleyken batıla inanıyorlar da Allah’ın nimetini görmezlikten mi geliyorlar?” (Ankebût 29/67)

Ebû Süfyân’ın başkanlığında Kureyş’e ait büyük bir ticaret kervanı Suriye’den gelirken Perslerle  Romalıların savaşacakları haberi yayıldı. Kervan 1000 deveden oluşuyordu[12]. Rum Suresi, 1-6. âyetlere  göre savaşı Romalılar kazanacak ve o gün Müslümanlar Allah’ın yardımıyla mutlu olacaklardı. Mekkeliler, tarihlerinde ilk defa büyük bir güven problemi yaşıyorlardı. Kervan, hatta Mekke bile ellerinden gidebilirdi. Halkın katılımıyla kısa sürede büyük bir ordu çıkardılar. 

Müslümanların ordudan haberleri yoktu. Onlar, Allah’ın kendilerine kervanı vereceği umuduyla yola çıktılar. Beklemedikleri bir anda o orduyla karşılaştılar. Bunu şu âyetlerden öğreniyoruz:

“Siz vadinin (Bedir’in) alt tarafında, onlar vadinin üst tarafında, kervan ise biraz aşağınızdaydı. Sözleşseydiniz böyle denk getiremezdiniz. Ama Allah, karar verdiği bir işi gerçekleştirsin; kendini bitirenler gerçeği görerek bitsinler, yaşayanlar da gerçeği görerek yaşasınlar diye böyle yaptı. Allah elbette dinleyen ve bilendir.” (Enfâl 8/42)

Bedir, Medine’nin 160 km kadar güneybatısında, Kızıldeniz’e 30 km uzaklıkta, Medine – Mekke yolunun Suriye kervan yoluyla kesiştiği yerde, küçük bir kasaba idi. Kervan pusuya düşmesin diye Ebû Süfyân, Bedir’den uzak olan ve nâdiren kullanılan sahil yolunu takip ediyordu[13]. Kervanın, Müslümanların aşağısında olması bundandı. İki ordunun Bedir’de buluşması ise her ikisinin de Suriye’den gelen ticaret kervanı için yola çıktığının açık delilidir.

5- Müslümanların Savaşı İstememeleri

Allah Müslümanlara, savaşa hazır olma emri vermiş, savaş hukuku ile ilgili âyetler indirmiş ve Rûm 1-6. âyetlerle yardım sözü verdiği günde onları Mekke ordusu ile yüz yüze getirmişti. Bu durumda Allah, ya vadinin üst tarafındaki orduya galip getirerek onlara Mekke’yi verecek ya da alt taraftaki kervanı verip onları göçe zorlayan müşriklerden intikam aldıracaktı. Allah, Müslümanların savaşıp Mekke’yi ele geçirmelerini istiyordu. Bunu şu âyetlerden öğreniyoruz:

وَإِذْ يَعِدُكُمُ اللّهُ إِحْدَى الطَّائِفَتِيْنِ أَنَّهَا لَكُمْ وَتَوَدُّونَ أَنَّ غَيْرَ ذَاتِ الشَّوْكَةِ تَكُونُ لَكُمْ وَيُرِيدُ اللّهُ أَن يُحِقَّ الحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ وَيَقْطَعَ دَابِرَ الْكَافِرِينَ. لِيُحِقَّ الْحَقَّ وَيُبْطِلَ الْبَاطِلَ وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَ. 

“Hani Allah (Rûm 1-6. âyetlerle) söz vermişti, o iki topluluktan biri kesin olarak sizindi. Siz silahsız olanı (kervanı) istiyordunuz. Oysa Allah, (İsrâ 17/76-77. âyetlerle) yaptığı  vaadini  gerçekleştirmek ve o kâfirlerin kökünü kesmek istiyordu. Suçluların hoşuna gitmese de bunu, vaadini gerçekleştirmek ve o bâtılı (müşrik hakimiyetini) bitirmek için yapacaktı.” (Enfâl 8/7-8)

Allah Müslümanların savaşıp Mekke’yi fethetmelerini istiyordu ama onların bir bölümü kervanı takibe çıkmaktan bile korkuyordu. Bunu şu âyetlerden öğreniyoruz: 

كَمَا أَخْرَجَكَ رَبُّكَ مِن بَيْتِكَ بِالْحَقِّ وَإِنَّ فَرِيقاً مِّنَ الْمُؤْمِنِينَ لَكَارِهُونَ. يُجَادِلُونَكَ فِي الْحَقِّ بَعْدَمَا تَبَيَّنَ كَأَنَّمَا يُسَاقُونَ إِلَى الْمَوْتِ وَهُمْ يَنظُرُونَ .

“O gerçek (Rum 1-6. âyetlerde verdiği sözün günün gelmesi) sebebiyle Rabbin seni evinden çıkardığında, müminlerin bir kesimi tam bir isteksizlik içinde idiler. Her şey ortaya çıktığı halde göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi, o gerçek hakkında hâlâ seninle çekişiyorlardı.” (Enfâl 8/5-6)

İlgili âyetler, bağlantıları ile bilikte dikkatla okununca görülür ki, bu iki âyette tekrarlanan “o gerçek = الْحَقِّ”, Rumların galip geleceği gün Allah’ın Müslümanları sevindireceği gerçeğidir.

“O gerçek sebebiyle Rabbin seni evinden çıkardığında…” ifadesi de Nebîmizin Bedir ordusunu Allah’ın emriyle oluşturup oraya götürdüğünü gösterir.

Bu açık gerçeğe rağmen kervanı takipte bile zorlanan müslümanlar, savaşı göze alamazlardı. Allah, o gün ile ilgili vaadinin gerçekleşmesi için birçok âyet indirerek müminleri cesaretlendirdi.

6- Savaşla İlgili Nesih

Allah Teâlâ, Müslümanların isteksiz tavırlarını görünce onlara, Enfâl 65. âyetle yüklediği, kendilerinin on katı düşmanla savaşma zorunluluğunu, şu âyetle neshetti ve iki katına düşürdü: 

الآنَ خَفَّفَ اللّهُ عَنكُمْ وَعَلِمَ أَنَّ فِيكُمْ ضَعْفًا فَإِن يَكُن مِّنكُم مِّئَةٌ صَابِرَةٌ يَغْلِبُواْ مِئَتَيْنِ وَإِن يَكُن مِّنكُمْ أَلْفٌ يَغْلِبُواْ أَلْفَيْنِ بِإِذْنِ اللّهِ وَاللّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ.

“Allah, sizde bir zayıflık olduğunu bildi ve şimdi yükümlülüğünüzü hafifletti. Allah’ın izniyle, sizden dirençli yüz kişi olursa iki yüz kişiyi yener; sizden bin kişi olursa onlar da iki bin kişiyi yenerler. Allah direnç gösterenlerle beraberdir.” (Enfâl 8/66)

İmtihan, sabır ve cihad imtihanıdır. Daha önce Allah şöyle demişti: “Sizden sabırlı /duruşunu bozmayan yirmi kişi olursa, iki yüz kişiyi yener; içinizden yüz kişi olursa onlar da kâfirlik edenlerden bin kişiyi yener. (Enfâl 8/65).” Allah, Müslümanların Mekke ordusu karşısında sabır gösterip direnemeyeceklerini görünce sorumluluklarını hafifleten yukarıdaki âyeti indirdi ki Mekke’de verdiği sözü yerine getirsin.

Allah Teâlâ bu indirimi yaptı ama Mekke ordusu onların iki katından fazlaydı. Bu defa da düşmanı Nebîmize rüyasında az gösterdi. Bunu da şu âyetten öğreniyoruz: 

إِذْ يُرِيكَهُمُ اللّهُ فِي مَنَامِكَ قَلِيلاً وَلَوْ أَرَاكَهُمْ كَثِيرًا لَّفَشِلْتُمْ وَلَتَنَازَعْتُمْ فِي الأَمْرِ وَلَـكِنَّ اللّهَ سَلَّمَ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ .

“(Ya Muhammed!) Allah onları rüyanda sana az gösterdi. Çok gösterse cesaretinizi kaybedip savaşma konusunda birbirinizle çekişirdiniz. Ama Allah, sizi bu hale düşmekten kurtardı. Çünkü O, içinizde olanları bilir.” (Enfâl 8/43)

Allah, Mekke ordusunu Müslümanlara, Müslmanları da Mekke Ordusuna  az gösterdi ki karara bağladığı Mekke’nin fethi, Bedir Savaşı ile gerçekleşsin. İlgili âyet şöyledir: 

“Onlarla (Mekke ordusuyla) karşılaştığınızda da Allah, sizin gözünüzde onları az göstermiş, onların gözünde de sizi az göstermişti. Allah, kararlaştırılan bir işi gerçekleştirsin diye böyle yapmıştı. Bütün işler Allah’a arz edilir. (O, ol demeden olmaz).” (Enfâl 8/44)

Allah’ın müşrik ordusunu Müslümanlara ne kadar gösterdiğini de şu âyetten öğreniyoruz: 

قَدْ كَانَ لَكُمْ آيَةٌ فِي فِئَتَيْنِ الْتَقَتَا فِئَةٌ تُقَاتِلُ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَأُخْرَى كَافِرَةٌ يَرَوْنَهُم مِّثْلَيْهِمْ رَأْيَ الْعَيْنِ وَاللّهُ يُؤَيِّدُ بِنَصْرِهِ مَن يَشَاء إِنَّ فِي ذَلِكَ لَعِبْرَةً لَّأُوْلِي الأَبْصَارِ 

“(Bedir’de) Karşı karşıya gelen iki birlikte sizin için bir belge vardır. Birliklerden biri Allah yolunda savaşıyordu, diğeri ise kâfirdi. (Müminler) baktıklarında onları kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah, gereğini yapanı yardımıyla destekler. İleri görüşlüler için bunda kesinlikle alınacak dersler vardır.” (Âl-i İmrân 3/13)

Allah’ın, Mekke ordusunu, Müslümanların iki katı göstermesinin sebebi onlara, kendilerinin iki katı düşmanla savaşma görevi yüklemiş olmasıydı. Çünkü ancak bu şekilde sabır ve cihad imtihanına girmeye cesaret edebilirlerdi. “Sizden bin kişi olursa onlar da iki bin kişiyi yenerler. Allah direnç gösterenlerle beraberdir.” (Enfâl 8/66) buyurulmasının sebebi buydu. Müşriklere Müslümanları az göstermesi de onların savaştan kaçmamaları içindi (Enfal 8/44). 

7- Meleklerle Verilen Destek

Müslümanların çaresizliği geçmediği için Allah’a yalvarıp yakarıyorlar, ondan yardım istiyorlardı. Allah Teâlâ onlara hem yardım etti, hem de gece, rahat bir uyku uyumalarını sağladı.

“O gün (Bedir günü) Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da “Ardı ardına gelen bin melek ile sizi destekliyorum.” diye cevap verdi. Allah bunu, sırf size bir müjde olsun ve kalpleriniz yatışsın diye yaptı. Yoksa zafer, sadece Allah katındandır[14]. Allah güçlüdür, doğru kararlar verir.

O gün güven içinde sizi uykuya daldırdı. Siziarındırmak, şeytanın yol açtığı yıkımı gidermek, kalplerinizi güçlendirmek ve sağlam bir duruş göstermenizi sağlamak için üzerinize gökten yağmur da yağdırdı.

Meleklere de şunu vahyediyordu: ‘Ben sizinle beraberim, siz müminleri cesaretlendirin. Ben de kâfirlerin yüreklerine korku salacağım. Öyleyse[15] (ey müminler) siz de onların boyun köklerine ve parmak uçlarına vurun! Bunu yapın! Çünkü bu kâfirler, Allah’ın ve Elçisi’nin karşısında yer aldılar. Kim Allah’ın ve Elçisi’nin karşısında yer alırsa bilsin ki Allah’ın cezalandırması çetindir Haydi tadın o cezayı bakalım. O kâfirler için bir de ateş azabı vardır.  “ (Enfal 8/12-14)

Bütün bunlara rağmen Müslümanlar hâlâ savaşa cesaret edemiyordu. Cesaretlerini toparlasınlar diye destek, bin melekten üç bin meleğe çıkarıldı. Bunu da şu âyetlerden öğreniyoruz:

“Bedir’de çok zayıf durumdaydınız, Allah size yardım etti. Öyleyse Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının ki görevinizi yerine getirebilesiniz.

O gün müminlere şöyle diyordun: “İndirdiği üç bin melekle Rabbinizin imdadınıza yetişmesi size yetmez mi?” Yeter elbette. Eğer sabreder /duruşunuzu bozmaz, korunma tedbirlerinizi alırsanız, onlar da böyle ani bir baskınla üzerinize gelirlerse Rabbiniz, yanınızdan ayrılmayan beş bin melekle imdadınıza yetişir. Allah bu desteği, sadece bir  müjde olsun ve kalpleriniz yatışsın diye verir. Zafer yalnızca, üstün olan ve bütün kararları doğru olan Allah katındandır. (Allah’ın verdiği bu destek Kâfirlerin /ayetleri görmezlikte direnenlerin bir bölüğünü ayırıp atmak veya onlara boyun eğdirmek içindir ki hayalleri boşa çıksın da alt üst olsunlar.” (Âl-i İmran 3/123-127)

Âyette geçen “korunma tedbirlerinizi alarak sabırlı davranırsanız“ ifadesi, zaferin sabırlı davranmaya, duruşunu bozmadan savaşa devam etmeye bağlı olduğunu anlatmaktadır. Melekler de sadece moral desteği vereceklerdi. Bunların hiçbiri, ezelden belli olacak şeyler değildir.

C- BEDİR SAVAŞI

Bu kadar yardım ve destekten sonra Müslümanlar, Ebû Cehil komutasındaki Kureyş ordusu ile savaşa girdiler ve Ebû Cehil başta olmak üzere yetmiş müşriği öldürdüler. Müslümanlardan da on dört kişi şehit oldu. Bu sırada Müslümanların, sabırlı davranıp duruşlarını bozmadan savaşı sürdürmeleri ve geri çekilen müşrikleri takip etmeleri gerekiyordu. Onu yapmadıkları gibi yetmiş kişiyi de esir alıp Medine’ye döndüler. Halbuki Allah Teâlâ, daha önce şu âyetleri indirmişti:

“Ey inanıp güvenenler! Ordu halinde kâfirlerle karşılaştığınızda sakın onlara arkanızı dönmeyin. Savaş taktiği olarak yer değiştirme ya da bir birliğin yanında yer alma dışında kim o gün onlara arkasını dönerse Allah’ın gazabına uğrar. Onun kalacağı yer cehennemdir. Ne kötü hale gelmektir o!” (Enfâl 8/15-16)

Onları savaşta yakalarsan öyle bir dağıt ki, arkalarındakiler de dağılsınlar. Belki akıllarını başlarına alırlar. (Enfâl 8/57)

Allah’ın onca yardımına rağmen Müslümanlar Bedir’de sabır ve cihad imtihanını kaybettiler. Bunu, o sırada inen şu âyetten öğreniyoruz:  

مَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَن يَكُونَ لَهُ أَسْرَى حَتَّى يُثْخِنَ فِي الأَرْضِ تُرِيدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللّهُ يُرِيدُ الآخِرَةَ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ  

“Savaş alanında düşmanı etkisiz hale getirene kadar hiçbir nebînin esir alma hakkı yoktur. (Ey Müslümanlar) Siz, hemen elinize geçecek şeyler istiyorsunuz. Allah ise sonrasını istiyor. Üstün olan ve doğru kararlar veren Allah’tır.” (Enfâl 8/67)

Allah Teâlâ kimseyi gücünün üstünde bir şeyden sorumlu tutmaz (Bakara 2/286). Başta Nebîmiz olmak üzere bütün sahabeyi, düşmanı etkisiz hale getirmeden esir aldıkları için sorumlu tutmuş olması, bunu yasaklayan  Muhammed 47/4.  âyetin daha önce indiğinin açık delilidir. O âyetteki emre uymayan Müslümanlar, ellerine geçecek ganimeti istiyor, Allah ise Mekkeli müşrikleri tümüyle etkisizleştirmelerini istiyordu. Allah Teâlâ bu iradesini şöyle açıklamıştı:

“Allah, (İsrâ 17/76-77. âyetlerle) yaptığı  vaadini  gerçekleştirmek ve o kâfirlerin kökünü kesmek istiyordu.” (Enfâl 8/7)

Bunun için daha önce savaşla ilgili şu kuralı koymuştu:

فَإِذَا لَقِيتُمُ الَّذِينَ كَفَرُوا فَضَرْبَ الرِّقَابِ حَتَّى إِذَا أَثْخَنْتُمُوهُمْ فَشُدُّوا الْوَثَاقَ…

Ayetleri görmezlikte direnenlerle (kâfirlerle) savaşta karşılaşınca boyun köklerini vurun. Etkisiz hale getirince onları, sıkı güvenlik çemberine alın (esir alın).” (Muhammed 47/4)

Nebîmiz başta olmak üzere Bedir Savaşına katılan Müslümanlar, bu âyetlere aykırı davranarak iki büyük günah işlemişlerdi. Bunlardan biri, düşmanı takip etmeme diğeri de onları etkisiz hale getirmeden esir alma günahıydı. Bu yüzden Allah, Mekke’nin fethi ile ilgili iradesinin arkasından “ol” emrini vermedi ve fetih gerçekleşmedi, Eğer Allah’ın iradesi gerçekleşseydi Mekkeliler bitecek, Uhud ve Hendek Savaşları olmayacak, Hudeybiye antlaşmasına da ihtiyaç kalmayacaktı.

Burada Allah’ın iradesi ile ilgili tahrifi gözler önüne sermek gerekir. Ömer Nasuhi Bilmen bu konuda şöyle der:

Allah’ın iradesi ezelîdir. Allah yaratacağı şeyleri bu irade sıfatı ile hikmetine göre meydana getirmeyi diler ve dilediği şey mutlaka olur[16].

Bu anlayış Kur’an’a aykırıdır. Çünkü Allah’ın iradesi ancak O’nun “ol” emrini vermesi ile gerçekleşir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئاً أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

“Bir şeyin olmasını irade ettiğinde yaptığı tek iş onun için ‘Ol!’ demesidir; sonra o şey oluşur.” (Yasin 36/82)

İrade edildiği zaman o şey’in sadece kaderi /ölçüsü vardır. Oluştuktan sonra da kendisi var olur.

Müslümanların işlediği iki büyük günaha rağmen Allah, Rûm 1-6. âyetlerle verdiği sözü tuttu ve müminleri Bedir Savaşında galip getirdi. Bunu da şu âyetten öğreniyoruz:

 لَّوْلاَ كِتَابٌ مِّنَ اللّهِ سَبَقَ لَمَسَّكُمْ فِيمَا أَخَذْتُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ .

“(Rumların Perslere galip geleceği gün sizi sevindireceğine dair) Allah’ın daha önce kayda geçmiş bir kararı olmasaydı, aldığınız şeyden dolayı size kesinlikle büyük bir azap çarpardı.” (Enfâl 8/68)

Büyük azab = عَذَابٌ عَظِيمٌ ifadesi tam 14 âyette geçer. Bunların yedisi kâfirler[17], ikisi münafıklar[18], beş tanesi de büyük günah işleyen müminler içindir[19]. Bu âyet de son beş âyetten biridir.

Allah, şu âyeti de indirdi, Müslümanlara o esirlerden fidye alma izin verdi ve onları sevindirdi:

“Artık ganimet olarak aldıklarınızdan helal ve temiz olanları yiyin. Allah’a karşı yanlış yapmaktan sakının. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve ikramı bol olandır.” (Enfâl 8/69)

Görüldüğü gibi savaşı kazanmak imtihanı kazanmak değildir. Ele geçen imkanlar veya bunların elden çıkması, birer imtihan sorusudur. İmtihanı kazandıran şey, şartlar ne olursa olsun, kişinin duruşunu bozmadan, Allah’ın emirlerine uymak için elinden geleni yapmasıdır.

D- BEDİR SAVAŞI SONRASI GELİŞMELER

Müslümanlar Bedir Savaşında hem düşmanı takip etmeme hem de onları etkisiz hale getirmeden esir alma suçu işledikleri için tevbe etmeleri gerekiyordu. Tevbe, yaptığına pişman olup o günahı terk etmek, tekrar yapmamaya karar vermek ve yaptığı yanlışı, imkanları ölçüsünde düzeltmektir[20]. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Ayetlerimize inanıp güvenenler sana gelince de ki: “Selam size! Rabbiniz, bol bol ikramda bulunmayı kendine görev olarak yazmıştır. Şöyle ki; içinizden kim kendini tutamayarak[21] kötülük yapar, ardından da tövbe edip /dönüş yapıp kendini düzeltirse iyi bilsin ki Allah, çok bağışlayan ve ikramı bol olandır.” (En’âm 6/54)

“Zaten senin Rabbin, kendini tutamayarak kötülük işleyen, ardından da tövbe eden /dönüş yapan ve kendini düzeltenlerin yanındadır. İşte senin Rabbin bütün bunların ardından çok bağışlayan ve ikramı bol olandır.” (Nahl 16/119)

Bu âyetlerden dolayı Nebîmiz başta olmak üzere Bedir Savaşına katılan Müslümanların, yaptıklarına pişman olup o suçları bir daha işlememeleri ve imkanları dahilinde Mekke’yi fethetme çabası içine girerek tevbelerinin kabul edilmesi için çalışmaları gerekiyordu.

1- Uhud Savaşı

Bedir Savaşında Müslümanların başarısız olduklarını bildiren âyetlerin Mekkelilere ulaşmamış olması düşünülemez. Müşrikler, Bedir’den sonra Nebîmizin, Medine Vesikasına aykırı davranan Yahudi kabilesi Benî Kaynukā’yı sürgün etmesini fırsata çevirerek Yahudi liderlerinden Kâ‘b b. el-Eşref ile görüştüler ve ondan destek sözü aldılar. Bir yıl sonra  (7 Şevval 3 /23 Mart 625) 3000 kişilik bir ordu ile Medine’ye baskına geldiler. Nebîmiz onları, şehrin 5 km. uzağındaki Uhud’da karşıladı[22].  Müslümanlar Allah’ın yardımıyla onları yendiler. Sonra cesaretleri kırıldı,  anlaşmazlığa düştüler ve yine düşmanı takip etmediler. Onların bir kısmı ganimet peşine düştü. Bedir’de inen âyetlerden dolayı bunların Allah’ın gazabına sebep olacağını bilen müşrikler geri dönüp Müslümanlara ağır bir darbe vurdular. Bunu şu âyetten öğreniyoruz:

“Bakın! Allah size verdiği sözü tuttu; onun izniyle kâfirleri kırıp geçiriyordunuz. Elde etmek istediğinizi (ganimeti) göstermesinden sonra gevşediniz, ne yapacağınız konusunda anlaşmazlığa düştünüz ve emrime karşı geldiniz (düşmanı takip etmediniz). Kiminiz hemen eline geçecek olanı (ganimeti) istiyor, kiminiz de sonrasını (düşmanı tam etkisiz hale getirmeyi) istiyordu. Sonra (Allah) sizi, yıpratıcı bir imtihandan geçirmek için onlar karşısında galipken mağlup hale getirdi. Ama yine de sizi affetti. Allah inanıp güvenenlere lütufkârdır.” (Âl-i İmrân 3/152)

 

Bu sırada Müslümanlar Nebîmizi tek başına bırakıp Uhud Dağına doğru kaçtılar. Ama o, duruşunu bozmadı ve Müslümanları emre uymaya çağırdı. Bunu şu âyetten öğreniyoruz:

إِذْ تُصْعِدُونَ وَلاَ تَلْوُونَ عَلَى أحَدٍ وَالرَّسُولُ يَدْعُوكُمْ فِي أُخْرَاكُمْ فَأَثَابَكُمْ غُمَّاً بِغَمٍّ لِّكَيْلاَ تَحْزَنُواْ عَلَى مَا فَاتَكُمْ وَلاَ مَا أَصَابَكُمْ وَاللّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ

“Kimseye bakmadan dağa tırmandığınız sırada Elçimiz arkanızdan size sesleniyordu. Allah, size gam üstüne gam vererek iyilikte bulundu ki elinizden kaçana da başınıza gelene de üzülmeyesiniz.[23]. Allah yaptığınız her şeyin iç yüzünü bilir.” (Âl-i İmrân 3/153)

Muhammed aleyhisselamın onları Allah’ın resulü /elçisi sıfatıyla çağırması, onlara âyetler okumasıdır. Çünkü resulün görevi sadece âyetleri tebliğdir (Mâide 5/99). O, Allah’ın emrine uydu, düşmanın önünde tek başına kalmasına rağmen kaçmadı ve şu âyetleri yüksek sesle okuyarak Müslümanları da emre uymaya çağırdı:

“Ey inanıp güvenenler! Ordu halinde kâfirlerle karşılaştığınızda sakın onlara arkanızı dönmeyin. Savaş taktiği olarak yer değiştirme ya da bir birliğin yanında yer alma dışında kim o gün onlara arkasını dönerse Allah’ın gazabına uğrar. Onun kalacağı yer cehennemdir. Ne kötü hale gelmektir o!” (Enfâl 8/15-16)

Bu âyetleri duyan Müslümanlar hemen geri döndüler. Çünkü Bedir’de Mekke’yi ellerinden kaçırmalarının asıl sebebi, bu âyetlere uymamış olmalarıydı. Yine uymazlarsa bu defa, her şeylerini kaybederlerdi. Müslümanların geri döndüğünü gören Kureyşliler, paniğe kapılıp kaçtılar. Emre uyanlar rahat bir nefes aldılar. Bunu, şu âyetten öğreniyoruz:

“O gamdan sonra size bir güven duygusu ve sizden bir kesimi rahatlatan tatlı bir uyku verdi. Bir kesim de kendi derdine düşmüştü. Allah hakkında gerçek dışı kuruntulara, cahiliye kuruntularına kapılarak “Bu işten elimize ne geçti ki?” diyorlardı. De ki: “Bu iş, bütünüyle Allah içindir.” Sana açamadıklarını içlerinde gizliyor, “Bu iş lehimize olsaydı burada öldürülmezdik!” diyorlardı. De ki: “Evlerinizde bile olsaydınız, öldürülecekleri yazılmış olanlar, düşecekleri yere kadar gelirlerdi.” Bunlar, Allah’ın içinizde olanı denemesi ve kalplerinizdeki kirleri iyice gidermesi içindir.  Allah içinizde ne olduğunu bilir. (Âl-i İmrân 3/154)

Bu âyette geçen: “Evlerinizde bile olsaydınız, öldürülecekleri yazılanlar, düşecekleri yere kadar gelirlerdi.” ifadesi, gerçek kaderi gösteriyor. Çünkü ecel, ana rahmindeki döllenmenin arkasından kayda geçer (En’am 6/2). Ecel gelince bir an bile erteleme olmaz (Nahl 16/61).

Allah’ın emirlerine uyup rahat bir gece geçiren Müslümanlar, dinlendikten sonra düşmanı takibe koyuldular ve mağlupken galip duruma geldiler. Bunu şu âyetlerden öğreniyoruz:

“Savaşta yara aldıktan sonra Allah’ın ve elçisinin çağrısına uyanlara, onların içinden yanlışlardan sakınarak güzel davranış gösterenlere büyük bir ödül vardır. Bunlara bazı kimseler şöyle demişlerdi: “O insanlar (geri çekilen Mekke ordusu) size karşı toplandı, korkun onlardan”.[24]!’ Bu söz onların  güvenlerini artırdı ve şöyle dediler: ‘Allah bize yeter. En iyi vekil /dayanak O’dur!’

Sonra onlara bir kötülük dokunmadan Allah’ın nimeti ve lütfu ile geri döndüler. Onlar, Allah’ın rızasının peşindeydiler. Allah büyük lütuf sahibidir.

O sözü söyleyen Şeytan, sadece kendi yandaşlarını korkutur. İnanıp güveniyorsanız onlardan korkmayın, Ben’den korkun! (Âl-i İmrân 3/172-175)

Uhud Savaşı ile ilgili rivayetlerde Nebîmizin, bir kılıç darbesiyle yüzünden yaralandığı, miğferinin ikiye bölünüp halkalarının yüzüne battığı, atılan bir taşla alt dudağının yarıldığı, bir dişinin kırıldığı, ayrıca alnından yaralandığı ve bir çukura düşüp diz kapaklarının yaralandığı iddiaları yer alır. Ebû Bekir, Ömer ve Ali ile birlikte bir grup sahâbînin onu korumak için etrafında halka oluşturduğundan da söz edilerek âyetlerde anlatılan gerçekler dikkatlerden gizlenir. Bunların doğru olma ihtimalı yoktur. Çünkü Kur’ân, Nebîmizin düşman karşısında tek başına kaldığını ve duruşunu bozmadan, Allah’ın elçisi olarak tebliğ görevini sürdürdüğünü bildiriyor. Ayrıca Allah onu, insanlardan koruyacağına dair söz vermiştir.

 يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللَّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ

Ey Resul! Rabbinden sana ne indirilmişse sen onu tebliğ et/insanlara ulaştır. Eğer böyle yapmazsan, onun verdiği elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah, seni insanlardan koruyacaktır. Allah, ayetleri görmezlikte direnen topluluğu yola getirmez. (Mâide 5/67)

2- Benî Kurayza Kuşatması

Müslümanların durdurulamayan başarıları, başta Mekkeliler olmak üzere bütün çevreyi rahatsız etmişti. Hicretin 5. yılında Kureyşliler, Hayber Yahudileri, Gatafânlılar, Fezâreliler, Esedoğulları ve Süleymoğulları gibi birçok topluluk, Müslümanları boğmak için hep birlikte Medine’ye baskın yapıp Hendek Savaşına sebep oldular. Medine Vesikası gereği bu savaşta Benî Kurayza Yahudileri, Müslümanların yanında yer aldı ama savaş sırasında anlaşmaya aykırı davranarak Mekke ordusuna destek verdiler[25]. Kuşatma bitip düşman çekilince Nebîmiz, Benî Kurayza’ya yöneldi ve onları kuşatma altına aldı. Bu sırada olanları şu âyetlerden öğreniyoruz:

وَأَنزَلَ الَّذِينَ ظَاهَرُوهُم مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مِن صَيَاصِيهِمْ وَقَذَفَ فِي قُلُوبِهِمُ الرُّعْبَ فَرِيقًا تَقْتُلُونَ وَتَأْسِرُونَ فَرِيقًا . وَأَوْرَثَكُمْ أَرْضَهُمْ وَدِيَارَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ وَأَرْضًا لَّمْ تَطَؤُوهَا وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرًا.

Allah, ehl-î kitâbtan düşmana arka çıkanları, korunaklı yerlerinden indirdi ve onların kalplerine korku saldı. Bir kısmını öldürüyor, (onlar üzerine hakimiyet kurduğunuzda da) diğer kısmını esir alıyordunuz. Onların yerini yurdunu, mallarını ve henüz ayak basmadığınız yerleri de size miras bıraktı. Allah her şeye bir ölçü koyar.” (Ahzâb 33/26-27)

Muhammed Suresinin 4. âyeti gereği Benî Kurayza esirleri, fidye karşılığı veya karşılıksız serbest bırakılacaktı. Bütün malları ellerinden alındığı için elbette karşılıksız serbest bırakılmışlardır. Nebîmiz Bedir Savaşında bu âyete uymadığı için ağır bir şekilde suçlanmıştı (Enfâl 8/67-68). Bu savaşta da uymasaydı daha ağır suçlama ile yüzyüze gelirdi. Bu husus, çok açık olmasına rağmen hadis kitaplarına sokulan iddialara göre Nebîmiz, Benî Kurayza esirlerine, Muhammed Suresinin 4. âyetini uygulama yerine Evs kabilesinden Sa‘d b. Muâz’ı hakem tayin etmiş, o da yetişkin erkeklerin öldürülmesine, kadınlarla çocukların ve malların ganimet olarak paylaştırılmasına karar vermiş, güya Nebîmiz de bu kararı uygulamıştır[26]. Bu davranış, onu ve ashabını kâfir yapar. Çünkü herhangi bir âyeti görmezden gelenlerle ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyurur:

إِنَّ ٱلَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَآ أَنزَلَ ٱللَّهُ مِنَ ٱلْكِتَٰبِ وَيَشْتَرُونَ بِهِۦ ثَمَنًا قَلِيلًا ۙ أُو۟لَٰٓئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِى بُطُونِهِمْ إِلَّا ٱلنَّارَ وَلَا يُكَلِّمُهُمُ ٱللَّهُ يَوْمَ ٱلْقِيَٰمَةِ وَلَا يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ .

“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şey gizleyen ve karşılığında geçici bir menfaat elde edenler, karınlarına sadece ateş doldurmuş olurlar. Allah kıyamet/mezardan kalkış günü onlarla konuşmaz ve onları aklamaz. Onların hak ettikleri acıklı bir azaptır.” (Bakara 2/174)

Maalesef mezhepler, Nebîmize ve ashabına yapılan bu büyük iftirayı delil alarak savaş esirlerinden büluğa ermiş erkeklerin öldürülebileceğini ittifakla kabul etmişlerdir[27]. Böylece hem Nebîmîzi hem de ashabını itibarsızlaştıran İsrailoğullarının oyununa gelmişlerdir. İsrailoğullarının bu tür faaliyetlerine karşı Allah Teâlâ Nebîmizden şöyle bir uyarıda bulunmasını istemişti:

 إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِآَيَاتِ اللَّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَيَقْتُلُونَ الَّذِينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ . أُولَئِكَ الَّذِينَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْآَخِرَةِ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِرِينَ

“Allah’ın âyetlerini görmezlikte direnenlere, haklı bir sebep olmadan nebîleri öldürenlere /itibarsızlaştıranlara, doğruluktan şaşılmamasını isteyenleri de öldürenlere /itibarsızlaştıranlara acıklı bir azabın müjdesini ver. Çalışmaları, dünyada da ahirette de boşa çıkacak olanlar onlardır. Onların yardımcıları da olmaz.” (Âl-i İmrân 3/21-22)

“acıklı bir azabın müjdesini ver” emrini ilk yerine getiren Muhammed aleyhisselamdır. O zaman onun karşısında herhangi bir nebîyi öldürmüş biri yoktu. Allah koruma sözü verdiği için onu da öldüremezlerdi (Mâide 5/67). Öldürme anlamı verilen katl= قتل kelimesi, itibarsızlaştırma anlamına da gelir.[28] Bu sebeple bu gibi âyetlerdeki katl kelimesine “itibarsızlaştırma” dışında bir anlam verilemez. Kur’an’a göre bunu yapanlar İsrailoğullarıdır[29]. Şu âyetlere göre onlar, Nebîmizi itibarsızlaştırma faaliyetlerini, o hayatta iken başlatmışlardı: 

وَإِنَّ مِنْهُمْ لَفَرِيقًا يَلْوُونَ أَلْسِنَتَهُم بِالْكِتَابِ لِتَحْسَبُوهُ مِنَ الْكِتَابِ وَمَا هُوَ مِنَ الْكِتَابِ وَيَقُولُونَ هُوَ مِنْ عِندِ اللّهِ وَمَا هُوَ مِنْ عِندِ اللّهِ وَيَقُولُونَ عَلَى اللّهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ . مَا كَانَ لِبَشَرٍ أَن يُؤْتِيَهُ اللّهُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ ثُمَّ يَقُولَ لِلنَّاسِ كُونُواْ عِبَادًا لِّي مِن دُونِ اللّهِ وَلَـكِن كُونُواْ رَبَّانِيِّينَ بِمَا كُنتُمْ تُعَلِّمُونَ الْكِتَابَ وَبِمَا كُنتُمْ تَدْرُسُونَ .

Ehlikitaptan birtakımı kitaptan okuyormuş gibi dillerini eğip bükerler ki okuduklarını kitaptan sanasınız. Ama kitaptan değildir. “O Allah katındandır.” derler; ama Allah katından değildir. Allah’a karşı bile bile yalan söylerler.

Allah’ın kendisine kitap, hikmet ve nebilik verdiği bir insanın kalkıp da insanlara, “Allah’tan önce bana kul olun!” demesi olacak şey değildir. Onun diyeceği şudur: “Kitabı öğreterek [30] ve üzerinde sürekli çalışarak kendinizi Rabbinizin yoluna adayan kişiler olun.  (Âl-i İmrân 3/78-79)

Allah sistemini, imtihan için kurduğundan kimseyi insan ve cin şeytanlarına karşı korumaz. Nitekim Âdem ve Havva’yı İblis’e karşı uyarmış ama korumamıştır. Aynı şekilde bizi de Ehlikitabın bir kesimine karşı uyarmış ama onlara karşı korumamıştır. Allah’ın uyarıları şöyledir:

قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ مَنْ آمَنَ تَبْغُونَهَا عِوَجًا وَأَنتُمْ شُهَدَاء وَمَا اللّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ. يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوَاْ إِن تُطِيعُواْ فَرِيقًا مِّنَ الَّذِينَ أُوتُواْ الْكِتَابَ يَرُدُّوكُم بَعْدَ إِيمَانِكُمْ كَافِرِينَ.

“De ki: “Ey ehlikitap /kitaplarında uzman kişiler! Gerçekliğine bizzat şahit olduğunuz halde neden Allah’ın yolunda bir eğrilik olmasını isteyerek inanmış kimseleri o yoldan engelliyorsunuz? Yaptığınız hiçbir şey, Allah’a gizli kalmaz.”

Ey inanıp güvenenler! Kendilerine kitap verilenlerin bir kesimine gönüllü olarak boyun eğerseniz inanıp güvendikten sonra sizi ayetleri görmez hale getirirler (kâfir yaparlar).” (Âl-i İmrân 3/99-100)

Yahudiler, Tevrat’ı devre dışı bırakmış, yerine Yahudi âlimlerin yorumlarını içeren Sözlü Tevrat’ı yani Talmud’u geçirmişlerdir. Onlara göre Allah Musa aleyhisselama, kitap ile birlikte onun açıklaması niteliğindeki Talmud’u da vermiştir[31]. Tevrat, sadece ibadette okunur. Tek kaynak Sözlü Tevrat yani Talmud’dur. Problemlere çözüm, Yazılı Tevrat’ta değil, Sözlü Tevrat’ta aranır[32].

Sözün Arapça karşılığı “hadis”tir. Nebîmiz, hadislerinin yazılmasını yasaklamış ve şöyle demiştir:

“Benden bir şey yazmayın. Kim benden, Kur’an dışında bir şey yazmışsa onu yok etsin. Benim sözlerimi anlatabilirsiniz, onda bir sıkıntı yoktur.” (Müslim Adâb 32)

Hadisleri bir araya getirmeyi düşünen Halife Ömer’in bunu çok düşündüğü ve sahâbîlerle istişare ettikten sonra, “Size bir sünen kitabı yazmaktan bahsetmiştim. Fakat sonradan düşündüm ki sizden önce Ehlikitap Allah’ın kitabından başka kitaplar yazmış ve o kitaplar üzerine düşerek Allah’ın kitabını terk etmişlerdir. Yemin ederim ki Allah’ın kitabını hiçbir şeyle gölgelemem”

Ömer radıyallahu anh, kaza ve kaderle ilgili yanlış yorumları engellemiştir.[33]

Ali radıyallahu anhın da yanlış kader inancı konusunda ciddi tepkileri vardı. Bir ihtiyar  ona, “kaza ve kader bizi nasıl yönetiyor?” diye sorunca şöyle demişti:

“Yazıklar olsun! Herhalde sen kazayı zorunlu, kaderi olmuş-bitmiş sanıyorsun! Öyle olsa sevap, ceza, vaad, azab tehdidi, emir ve yasaklar anlamsızlaşırdı! Allah’ın günahkârı yeren, iyi davrananı da öven bir sözü olmazdı. Güzel davranan, kötü davranana göre övgüye layık olmaz, kötü davranan da iyi davranana göre kötülenmeyi hak etmezdi. Senin söylediğin söz, putperestlerin, şeytan yandaşlarının, yalancı şahitlerin, iyi davranışlara kör bakanların sözüdür. Onlar bu ümmetin kadercileri ve Mecusileridir. Allah Teâlâ seçim hakkı tanıyarak emirler vermiş, uyarıda bulunarak yasaklar koymuştur. Kolay şeylerle sorumlu tutmuş, zor durumda kalanı isyankar saymamış, kimseyi baskıyla itaat altına almamıştır. Yarattıklarına eğlence olsun diye elçi göndermemiş, gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri boşuna yaratmamıştır. Senin söylediğin kâfirlik edenlerin tahminidir. kâfirlik edenlerin ateşten çekecekleri var![34]

Kur’an’da olmayan bir inanç esasının hadislerle konması Talmud anlayışının bir yansımasıdır.  Tevrat yerine Talmud’u koyanların müşrik olduğunda şüphe yoktur. Allah Teâlâ müşriklerin, kaza ve kader konularında şöyle bir faaliyette bulunacağını bize bildirmiş ve şöyle demiştir:

سَيَقُولُ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ لَوْ شَاء اللّهُ مَا أَشْرَكْنَا وَلاَ آبَاؤُنَا وَلاَ حَرَّمْنَا مِن شَيْءٍ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِم حَتَّى ذَاقُواْ بَأْسَنَا قُلْ هَلْ عِندَكُم مِّنْ عِلْمٍ فَتُخْرِجُوهُ لَنَا إِن تَتَّبِعُونَ إِلاَّ الظَّنَّ وَإِنْ أَنتُمْ إَلاَّ تَخْرُصُونَ . قُلْ فَلِلّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَلَوْ شَاء لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ

“Şirke düşenler /Allah’ı ikinci sıraya koyanlar diyecekler ki “Allah farklı bir tercihte bulunsaydı biz de atalarımız da şirke düşmez, hiçbir şeyi de haram saymazdık.” Onlardan öncekiler de bu şekilde yalana sarıldılar ve sonunda baskınımızı tattılar. De ki “Yanınızda (bu tercihi Allah’ın yaptığına dair) bir bilgi mi var ki karşımıza çıkarabilesiniz. Siz sadece varsayımlarınızın peşinden gidiyorsunuz; siz sadece delilsiz konuşuyorsunuz.”

De ki: “Kesin delil Allah’ın delilidir. Tercihi (size bırakmayıp) Allah yapsaydı elbette hepinizi yola getirirdi.” (En’am 6/148-149)

Allah Teâlâ bu âyetlerde, kendi tanımladıkları kader inancını savunanlara şu soruyu sormamızı istiyor:“Yanınızda bir bilgi var mı ki çıkarıp bize gösteresiniz. ” Ama onlar “sadece zanna uyudukları ve sadece attıkları” için bu konuda soru sorulmasını istemiyorlar.

3- Hudeybiye Antlaşması

Muhammed aleyhisselam Hendek Savaşından sonra gördüğü bir rüya üzerine, hac aylarından Zilkade ayında Medine’den ashabıyla birlikte hacca gitmek üzere Mekke’ye doğru yola çıktı. Kaynaklarda umre için çıktığı söylense de Kur’an bu seyahatin hac için olduğunu açıkça göstermektedir. Müşrikler, içlerinden bir türlü atamadıkları korkularından dolayı Müslümanları Mekke’ye sokmak istemediler ve karşılarına Hâlid b. Velîd kumandasında 200 kişilik bir süvari birliği çıkardılar. Bunun üzerine Resûlullah, bir ağacın altında Müslümanlardan, Kureyş ordusuyla çarpışacaklarına dair söz aldı. Bunu şu âyetten öğreniyoruz:

لَقَدْ رَضِيَ اللَّهُ عَنِ الْمُؤْمِنِينَ إِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ فَعَلِمَ مَا فِي قُلُوبِهِمْ فَأَنزَلَ السَّكِينَةَ عَلَيْهِمْ وَأَثَابَهُمْ فَتْحًا قَرِيبًا.

“O ağacın altında sana biat ettiklerinde /bağlılık sözleşmesi yaptıklarında, Allah o müminlerden razı oldu. Onların kalplerinde olanı bildi de onlara iç huzuru verdi ve onları yakın bir fetih ile ödüllendirdi.” (Fetih 48/18)

Müslümanlardaki kararlılığı gören Mekkeliler, büyük bir korkuya kapılınca Müslümanlar Mekke’yi alacak duruma geldiler. Ama Allah, Nebî’mizin savaşa girmesini istemedi ve âyette zikrettiği fethin gerçekleşmesini erteledi. Bunun sebebini şu âyetlerden öğreniyoruz:

Mekke’nin yanı başında sizi onlara üstün kıldıktan sonra onların elini sizden, sizin elinizi de onlardan çektiren odur. Allah ne yaptığınızı daima görendir. Kâfirlik eden, Mescid-i Haram’a girmenizi ve bekletilen kurbanların varacağı yere ulaşmasını engelleyen onlardır. Bilmediğiniz mümin erkeklerle mümin kadınları, bilmeden ezip geçecek ve bundan dolayı zor duruma düşecek olmasaydınız (Allah size Mekke’yi fethettirirdi). Ama Allah, tercih ettiğine ikramda bulunmak için böyle yaptı. Eğer (müminlerle kâfirler)  birbirlerinden ayrılmış olsalardı onlardan kâfirlik edenleri kesinlikle acıklı bir azaba uğratırdık.” (Fetih 48/24-25)

Nebîmizin Hac için yola çıkmadan önce gördüğü rüya, sadık rüya idi. O sene olmasa da daha  sonra mutlaka hacca gideceklerdi. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

“Allah, elçisini, onun rüyasının gerçekliğini kesinlikle onayladı. Allah gerekli desteği verirse güven içinde, kiminiz saçlarını kazıtmış, kiminiz de kısaltmış olarak ve korkmadan Mescid-i Haram’a mutlaka gireceksiniz. Ama Allah sizin bilmediğinizi bildiğinden, rüyanın gerçekleşmesinin öncesinde, yakın bir fethe /Mekke’nin fethine imkan verecektir.” (Fetih 48/27)

Bu seyahatin umre değil hac seyahati olduğunun delili, bu âyette geçen, “saçlarınızı kazıtmış veya kısaltmış olarak, Mescid-i Harama güven içinde, kesinlikle gireceksiniz.” ifadesidir. Çünkü bu ifade sadece hacılar için kullanılır. Hacılar Arafat ve Müzdelife vakfelerini yapıp şeytanı taşladıktan sonra saçlarını kazıtır veya kısaltır, sonra Kabe’ye gelip farz olan tavaflarını yaparlar. Umrede ise önce tavaf sonra sa’y edilir. Saçların kazıtılması veya kısaltılması en son yapılır.     

4- Günahların Affı İçin Mekke’yi Fetih Şartı

Hudeybiye dönüşünde inen Fetih Suresinde, Mekke’yi fethin önünde bir engel kalmadığını bildiren şu âyetler indi:  

إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُّبِينًا. لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِن ذَنبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُّسْتَقِيمًا . وَيَنصُرَكَ اللَّهُ نَصْرًا عَزِيزًا .

“Sana, her şeyin önünü açacak bir fethin /Mekke’yi fethin yolunu açtık. Allah bunu, (Bedir’de) işlediğin önceki ve sonraki günahını bağışlamak, sana olan nimetini tamamlamak ve seni (hedefe götürecek) dosdoğru bir yola yöneltmek için yaptı. Bir de Allah bunu, sana güçlü bir yardımda bulunmak için yaptı.” (Feth 48/1-3)

Ayette yer alan önceki günah, Bedir’de düşmanı takip etmeme (Enfal 8/15-16), sonraki günah da düşmanı etkisiz hale getirmeden esir alma günahıdır (Muhammed 47/4). Allah Teâlâ Nasr Suresini indirerek, Nebîmizin işlediği bu günahların affını, Mekke’yi fetih şartına bağladı. 

إِذَا جَاء نَصْرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ . وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللَّهِ أَفْوَاجًا . فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا.

“(Ya Muhammed!) Allah’ın yardımı gelip o fetih /Mekke’nin fethi gerçekleştiğinde insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiklerini görürsen her şeyi güzel yapan Rabbin’e /Sahibine o zaman yönel ve mağfiret /bağışlanma dile! O, tövbeleri /dönüşleri kabul eder.” (Nasr 110/1-3)

Nebîmizin başından geçen bu olaylar, hem yanlış kader inancının Müslümanlara bulaştırılmaması hem de günahlardan nasıl tevbe edileceğinin insanlara gösterilmesi açısından çok güzel bir örnektir. Ayrıca yöneticilerin hedeflerine ulaşmaları için takınmaları gereken tavrın ne olması gerektiği konusunda da bulunmaz bir örnektir. Bütün bunlar, şu âyetin de gereklerindendir:

“Sizin için yani Allah’tan ve ahiret gününden beklentisi olan ve Allah’ı (onun sözlerini) hep aklında tutanlar için, Allah’ın resulünde güzel örnekler vardır.” (Ahzâb 33/21)

E- MÜSLÜMANLARIN İÇLER ACISI HALİ

Buraya kadar açıkça görüldüğü gibi mezheplerin oluşturduğu kader inancı Kur’an’a aykırıdır. Sünni mezheplerin kader anlayışının özetini tekrarlayalım:

“Herhangi bir şeyin belirli bir şekilde meydana gelmesini, Allah’ın ezelde dilemiş olmasına kader, o şeyi, zamanı gelince meydana getirmesine de kaza denir. Allah’ın ezelden dilediği bir şeyin olmaması mümkün değildir. Allah’ın ilmi, kulun seçimine bağlı olup, Allah’ın ezelî mânada bir şeyi bilmesinin, kulun irade ve seçimi üzerinde zorlayıcı bir etkisi yoktur.[36]

Bunu kabul ettirebilmek için zamanın göreceli olduğunu, yani onun için bir zaman kavramından söz edilemeyeceğini söylerler. “Allah’ın ezelden bilmesi” nitelemesini yapmalarının sebebi odur. Allah, olacak her şeyi ezelden biliyorsa onun bizleri imtihan etmesinin de bir anlamı kalmamaktadır. Onun için buna karşı çıkarak ayetlerin anlamını bozmaya çalışanlar da vardır. Bu arada Sünni mezhepler, ecelin kısalmasını da kabul etmezler. Bunların en kötü sonucu ise Nebîmizin ve dürüst sahabinin tanrılaştırılmasıdır. Şimdi bu konulara kısaca değinelim.

1- Allah’ın Zamandan Münezzeh Olduğu İddiası

Allah’ın imtihan için yarattığı insan ve cinlerin bütün davranışlarını önceden bildiği iddiasını savunanlar; şimdiki zaman, geçmiş ve gelecek zaman kavramlarının Allah için söz konusu olamayacağını söylerler. Yapabildikleri tek şey, zamanı yaratılmış bir varlık sayıp her şeyi yaratanın Allah olduğuna dair ayetleri kendilerine delil almalarıdır. Halbuki zaman, bir varlık değildir. 

Zaman, hareketler arasındaki öncelik ve sonralık sıralamasını anlayabilmek için ihtiyaç duyulan kavramdır. Allah’ın yaptığı işlerde de öncelik ve sonralık sıralaması olduğu için O, bütün zaman kiplerini kendisi için de kullanır.

Zaman görecelidir. Allah’a göre bir gün, bize göre bin yıl gibidir. İlgili âyetler şöyledir:

يُدَبِّرُ الْأَمْرَ مِنَ السَّمَاء إِلَى الْأَرْضِ ثُمَّ يَعْرُجُ إِلَيْهِ فِي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ أَلْفَ سَنَةٍ مِّمَّا تَعُدُّونَ.

“Gökten yere her işi o düzenler; sonra (sonuçları) sizin hesabınıza göre süresi bin yıl olan bir zaman diliminde ona yükselir.” (Secde 32/5)

وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِ وَلَن يُخْلِفَ اللَّهُ وَعْدَهُ وَإِنَّ يَوْمًا عِندَ رَبِّكَ كَأَلْفِ سَنَةٍ مِّمَّا تَعُدُّونَ.

“Senden azâbın çabuk gelmesini istiyorlar. Allah sözünden asla caymaz. Rabbinin /Sahibinin katındaki bir gün sizin saydığınız bin yıl gibidir.” (Hac 22/47) 

Yedi âyette gökler ile yerin altı günde yaratıldığı bildirilir. Allah’a göre bir gün, bize göre bin yıl olduğundan bu süre bizim açımızdan altı bin yıldır. O âyetlerden bir şudur:

وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَلَئِنْ قُلْتَ إِنَّكُمْ مَبْعُوثُونَ مِنْ بَعْدِ الْمَوْتِ لَيَقُولَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ هَذَا إِلَّا سِحْرٌ مُبِينٌ.

“O, gökleri ve yeri altı günde yaratmış olandır. O sırada Arş’ı /yönetim merkezi[37] suyun üstündeydi. Onları yaratması, hanginiz daha iyi davranacak diye sizi zorlu bir imtihandan geçirmesi içindir. Onlara “Öldükten sonra tekrar diriltileceksiniz.” desen, ayetleri görmezlikte direnenler kesinlikle şöyle derler: “Bu açık bir sihirden başka bir şey değil!” (Hud 11/7)

Ölen vücut için hareket duracağından zaman da durur. İlk ölen insan bile yeniden diriltilince öldüğünü düşünemez, yeni uykuya geçtiğini sanır. Allah Teala şöyle buyurur:

  وَمَا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ أَوْ هُوَ أَقْرَبُ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

“O saatin /kalkış saatinin oluşu, göz açıp kapayıncaya kadar, belki daha da yakındır[38]. Allah her şeye bir ölçü koyar.” (Nahl 16/77)

Beden toprakta çürü­müş, yeniden yaratılmış, aradan milyarlarca yıl geçmiş ama o bunların farkında bile olmamıştır. İşte ölüm ve yeniden diriliş bize bir uyuklama kadar yakındır. Bu konuyu daha açık olarak anlatan âyet şudur:

وَلِلّهِ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ وَمَا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ أَوْ هُوَ أَقْرَبُ إِنَّ اللّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

“Göklerin ve yerin gaybını /gizlisini saklısını bilmek Allah’a mahsustur. O saatin /kalkış saatinin oluşu, göz açıp kapayıncaya kadar, belki daha da yakındır. Allah her şeye bir ölçü koyar.” (Nahl 16/77)

Vücut yeniden yaratılınca ruh gider, kendi vücuduna girer. İlgili âyetler şöyledir:

وَإِذَا النُّفُوسُ زُوِّجَتْ  عَلِمَتْ نَفْسٌ مَا أَحْضَرَتْ

“nefisler/ruhlarla bedenler eşleştirildiğinde, her nefis (o gün için) ne hazırladığını öğrenecektir.” (Tekvîr 81/7 ve 14)

Ahirette yeniden yaratılan bedene gelen ruh ile kişi, daha yeni uyuklayıp uyanmış gibi olur:

وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَإِذَا هُمْ مِنَ الْأَجْدَاثِ إِلَى رَبِّهِمْ يَنْسِلُونَ . قَالُوا يَا وَيْلَنَا مَنْ بَعَثَنَا مِنْ مَرْقَدِنَا هَذَا مَا وَعَدَ الرَّحْمَنُ وَصَدَقَ الْمُرْسَلُونَ

“Sûra üflenir, hemen mezarlarından kalkar ve hızlıca Rablerine doğru giderler. ““Vay halimize! Uyuduğumuz[39] yerden bizi kim kaldırdı? Derler.” (Yasin 36/51-52)

Bu âyetlere göre ilk ölen ile son ölen insanın zaman algısı aynıdır. Allah’a göre ise ilk insanın ölümü ile yeniden diriliş arasındaki süre elli bin yıldır. Bunu şu âyetlerden öğreniyoruz:

سَأَلَ سَائِلٌ بِعَذَابٍ وَاقِعٍ. لِّلْكَافِرينَ لَيْسَ لَهُ دَافِعٌ . مِّنَ اللَّهِ ذِي الْمَعَارِجِ . تَعْرُجُ الْمَلَائِكَةُ وَالرُّوحُ إِلَيْهِ فِي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ أَلْفَ سَنَةٍ

“Birisi, (ileride) gerçekleşecek olan azabı (hemen şimdi) istedi. Kafirlerin başına gelecek olan ve kimsenin engelleyemeyeceği azabı… (Göklere) yükselten araçların sahibi Allah’tan gelecek azabı… Süresi elli bin yıl olan bir günde /zaman diliminde melekler ve ruhlarla birlikte ona yükselir.” (Meâric 70/1-4)

Kur’an’da kameri yıl esas alınır (Tevbe 9/36).  Bir kameri yılın uzunluğu 354 gündür. Allah’a göre bir gün, bize göre bin yıl olduğu için Allah’a göre bir yıl, bize göre 354.000 yıl eder. İlk insanın ölümü ile yeniden diriliş arası Allah’a göre elli bin yıl ettiğinden bunun bize göre uzunluğu, 50.000 X 354.000 =17.700.000000 (on yedi milyar yedi yüz milyon) yıl olur.

Şu âyete göre başlangıçtan ilk insan oluşuncaya kadar geçen süre de aynıdır. 

يَوْمَ نَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ كَمَا بَدَأْنَا أَوَّلَ خَلْقٍ نُعِيدُهُ وَعْدًا عَلَيْنَا إِنَّا كُنَّا فَاعِلِينَ. 

“O gün gökleri, yazılı sayfaları dürer gibi dürecek, yaratmayı da ilk başlattığımız gibi tekrarlayacağız. Bu sözü verdik, biz bunu mutlaka yapacağız.” (Enbiya 21/104)

Bütün bu âyetlere göre göklerin ve yerin toplam ömrü şöyledir:

17.700.000000 + 17.700.000000 = 35.400.000000 yıl.

Bu kadar açık âyetlere rağmen, uydurdukları kader inancını insanlara kabul ettirmekte zorlananların zamanın ayrı bir varlık olarak yaratıldığını  bu sebeple Allah’ın, zaman kavramıyla ilişkisinin olmadığını söylemeleri, kabul edilemez. 

 2- İmtihan Sistemine Karşı Tavır

Allah, düzenini imtihan için kurduğunu söylese de yanlış kader inancı sebebiyle doğru düşünme yeteneğini kaybetmiş Müslümanların halini şu âyetin ışığında bir kez daha görmeye çalışalım:

وإِذِ ابتلى إِبراهِيم ربُّهُ بِكلِماتٍفأتمّهُنّ قال إِنِّي جاعِلُك لِلنّاسِ إِمامًا قال ومِن ذُرِّيّتِي قال لاينالُ عهدِي الظّالِمِين

“Bir zamanlar Rabbi /Sahibi, İbrahim’i birtakım yükümlülüklerle yıpratıcı imtihanlardan geçirmiş, o da onları tam olarak başarmıştı.” (Bakara 2/124) 

Tefsir alimlerinden Fahreddin er-Râzî (ö. 606 h.) bu âyeti şöyle tefsir eder:

 “Allah Teâlâ’nın İbrahim aleyhisselama yüklediği görevleri imtihan diye nitelemesi kelimenin kapsamını genişletmesidir. İmtihan, tecrübe ve sınama gibi şeyler bizde olur; çünkü emir verdiğimiz kişinin ne yapacağını bilmeyiz. Bizim örfümüzde böyle kullanımlar çok olduğu için Allah’ın, emrini ve yasağını mecaz olarak imtihan diye nitelemesi uygun olmuştur. Zira imtihan etme ve bir şeyin iç yüzünü öğrenme çabası Allah’a yakıştırılamaz. Çünkü o, ezelden ebede, sınırsız bütün bilgileri, ayrıntısıyla birlikte bilir[40].”

Maturîdî mezhebinin kurucusu Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (ö. 333/944) de İbrahim aleyhisselamın imtihana çekilmesini kabul etmez. Onun sözleri şöyledir:

“Allah’ın kişiyi imtihan etme ihtimali yoktur. Çünkü o, ezelden ebede, olanı ve olacağı bilir. Ama bir şeyi emretmesine veya yasaklamasına onun tarafından imtihan denmiştir[41].”

Allah Teâlâ, yarattığı ve yaratmayı planladığı şeyleri elbette bilir. Ama kulunun, imtihan sırasındaki davranış biçimini önceden planlamadığı için şöyle buyurmuştur:

 وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنكُمْ وَالصَّابِرِينَ وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ

“Biz, içinizden cihad edenleri ve sabırlı davrananları bilinceye, iç yüzünüzü ortaya çıkarıncaya kadar sizi, kesinlikle yıpratıcı bir imtihana sokacağız.” (Muhammed 47/31)

İmam Maturîdî, bu âyette, akıl almaz çarpıtmalar yaparak kader inancını korumaya çalışır. Ona göre âyetteki “حتّى نعلم (hattâ na’leme) = biz bilinceye kadar” ifadesi üç ayrı anlama gelebilir.

Birincisi şöyle olabilir: “Allah’ın evliyası, içinizden cihad eden ve sabredenlerle, cihad etmeyen ve sabırsızlık gösterenleri bilene kadar.”

Allah’ın evliyasının kimler olduğunu şu âyetten öğreniyoruz:

أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ. الَّذِينَ آمَنُواْ وَكَانُواْ يَتَّقُونَ

“Bilesiniz ki Allah’ın evliyası /dostları[42] üstünde bir korku olmaz. Onlar üzülmezler de. Onlar inanıp güvenen ve kendilerini yanlışlardan koruyan kimselerdir.”(Yunus 10/62-63)

Evliya, veli’nin çoğuludur. Veli, aralarında kendileri dışında bir şey olmayan iki veya daha çok şeye denir. (Müfredat) Allah ile arasına, başka birini koymayan herkes Allah’ın velisidir. Araya başkasını koyanın Allah ile ilişiği kesilir. Allah imtihanı, başkaları görsün diye mi yapıyor!

Maturîdî’nin“حتّى نعلم (hattâna’leme) = biz bilinceye kadar” sözüne verdiği ikinci anlam şöyledir:

“İlimden maksat malumdur. Dilde böyle bir kullanım olabilir. Mesela “namaz Allah’ın emridir” sözü, Allah’ın emrettiği şeydir anlamına gelir.”

Bu söz de kabul edilemez. Çünkü emr (=الامر) isimdir; onun zamanla bir bağı yoktur. “حتّى نعلم(hattâna’leme) = biz bilinceye kadar” sözü ise gelecek zamanı gösteren fiildir. Arap dili açısından bu sözü gelecek zamandan soyutlamak mümkün değildir.

İmam Maturîdî’nin tefsirinde geçen üçüncü görüş şöyledir:

“حتّى نعلم (hattâna’leme) = biz bilinceye kadar” sözü, Allah’ın olacağını bildiği şeyin oluşunu bilmesi demektir[43].

Bu sözü anlamak da mümkün değildir. Allah kendini mi imtihan ediyor ki olacağını bildiği şeyin olup olmayacağını bilme ihtiyacı duysun!

Kaderi bir inanç esası haline getirme gayretinde olanlar, hiçbir delile dayanmadan, kendilerini soktukları bu çukurdan çıkamadıkları için son çare olarak şunu söylerler: 

“Kader iç yüzünü yalnız Allah’ın bilebileceği bir sırdır.”

3- Meşiet Kavramının Uydurulması

“Bir şeyi oluşturma” anlamına gelen şâe (شاء) fiiline irâde = isteme anlamı verilerek Kur’an, çelişkili bir kitap gibi gösterilmiş ve çok sayıda ayet, kaderciliğe alet edilmiştir.

Şâe(شاء), şey (شيء) mastarından türetilmiştir[44]. Fiil, mastarın içerdiği anlamı, zamanla bağlantılı hale getirir[45]. Şey; isim olarak varlık (= الموجود)[46], mastar olarak da (الإيجاد =) var etme anlamındadır.

Şâe (=شاء), geçişli (müteaddî) olduğundan tümleç (mef’ûl) alır[47]. Onun tümleci, cümlenin akışından anlaşıldığı için çoğu zaman söylenmez. İmanın oluşmasından söz ediliyorsa tümleç “iman”, kâfirliğin oluşmasından söz ediliyorsa “kâfirlik”, başka bir şeyden söz ediliyorsa tümleç o şey olur.

“Şeyi var etme” anlamında olan  “şâe (شاء) fiili, insanın seçimine bağlı şeylerin oluşumu ile ilgili konularda kullanıldığı için çok önemlidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

إِنَّهُ لَقَوْلُ رَسُولٍ كَرِيمٍ . ذِي قُوَّةٍ عِندَ ذِي الْعَرْشِ مَكِينٍ . مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ . وَمَا صَاحِبُكُم بِمَجْنُونٍ . وَلَقَدْ رَآهُ بِالْأُفُقِ الْمُبِينِ . وَمَا هُوَ عَلَى الْغَيْبِ بِضَنِينٍ . وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَيْطَانٍ رَجِيمٍ . فَأَيْنَ تَذْهَبُونَ . إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِّلْعَالَمِينَ . لِمَن شَاء مِنكُمْ أَن يَسْتَقِيمَ . وَمَا تَشَاؤُونَ إِلَّا أَن يَشَاء اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ .

Kur’ân, kesinlikle değerli bir elçinin /Cebrail’in getirdiği sözdür. Güçlü ve arşın/ yönetim merkezinin sahibi yanında itibarlı olan, orada kendisine itaat edilen ve güvenilir olan elçinin… Arkadaşınız (Muhammed) cinlerin etkisinde değildir. Cebrail’i, o açık ufukta (Nur dağında) kesinlikle gördü.[48]. O, (kendisine bildirilen) gaybı /Kur’an’daki bilgileri [49] kimseden saklayacak değildir. Bu Kur’ân, kovulmuş şeytanın[50] sözü değildir. Öyleyse nereye gidiyorsunuz? Kur’ân, herkes için akılda tutulması gereken bir bilgiden /zikirden başka bir şey değildir [51]. İçinizden dosdoğru olmayı tercih eden herkes için… Sizin bir şey yapmanız, ancak varlıkların sahibi olan Allah’ın, şartları oluşturması ile mümkündür.” (Tekvîr 81/19-29)

Allah Teâlâ her kesin imtihanı kazanmasını ister. İlgili âyetlerin bir kısmı şöyledir:

يُرِيدُ اللّهُ لِيُبَيِّنَ لَكُمْ وَيَهْدِيَكُمْ سُنَنَ الَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ وَيَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ . وَاللّهُ يُرِيدُ أَن يَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَيُرِيدُ الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الشَّهَوَاتِ أَن تَمِيلُواْ مَيْلاً عَظِيمًا . يُرِيدُ اللّهُ أَن يُخَفِّفَ عَنكُمْ وَخُلِقَ الإِنسَانُ ضَعِيفًا .

Allah, her şeyi size açık açık göstermek, sizi sizden öncekilerin sünnetlerine /yollarına yöneltmek ve tövbenizi kabul etmek ister. Allah, daima bilen ve kararları doğru olandır. Allah, tövbenizi /dönüşünüzü kabul etmek ister /irade eder. Arzularının peşine takılanlar ise büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler /irade ederler.

Allah yükünüzü hafifletmek ister; çünkü insanı zayıf yaratmıştır[52]. (Nisa 4/26-28)

Ayette geçen sünnet = السنة , Allah’ın nebîlerinin uyguladığı yol ve yöntemdir. Bu yola giren, nebîlerin yoluna girmiş ve sünnete uymuş olur. Allah’ın bizden istediği budur. Bir âyet şöyledir:

شَرَعَ لَكُم مِّنَ الدِّينِ مَا وَصَّى بِهِ نُوحًا وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِهِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى أَنْ أَقِيمُوا الدِّينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا فِيهِ كَبُرَ عَلَى الْمُشْرِكِينَ مَا تَدْعُوهُمْ إِلَيْهِ اللَّهُ يَجْتَبِي إِلَيْهِ مَن يَشَاء وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَن يُنِيبُ

Allah Nuh’a ne emretmişse onu, sizin için bu dinin şeriatı /kanunu[53] yapmıştır. Sana vahyettiğimiz, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: “Bu dini ayakta tutun ve dinde ayrılığa düşmeyin!” Kendilerine yaptığın çağrı, müşriklere ne kadar ağır geldi! Allah tercih ettiğini kendisine (elçi) seçer;, kendisine yöneleni bu dine kabul eder. (Şûrâ 42/13)

ولو شاء ربُّك لآمن من فِي الأرضِ كُلُّهُم جمِيعًا أفأنت تُكرِهُ النّاس حتّى يكُونُوا مُؤمِنِين

“Tercihi (size bırakmayıp da) Rabbin yapsaydı yeryüzünde olanların tamamı, kesinlikle inanırdı. Durum böyleyken, mümin olsunlar diye bu insanları sen mi zorlayacaksın? (Yunus 10/99)

Allah’ın irade ettiği şey, ancak onun “ol” emri ile gerçekleşir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

إِنّما قولُنا لِشيءٍ إِذا أردناهُ أن نقُول لهُ كُن فيكُون

“Biz bir şeyin olmasını istediğimizde, onun için sözümüz sadece “Ol!” demektir. Sonra o şey oluşur.” (Nahl 16/40)

Allah, imtihanla ilgili konularda “ol” emrini, sadece gereğini yapanlar için verir. Gereğini yapmayan, sonuca ulaşamaz. Allah Teala şöyle buyurur:

ومن أراد الآخِرة وسعى لها سعيها وهُو مُؤمِنٌ فأُولئِك كان سعيُهُم مشكُورًا

“Kim de ahireti ister ve bir mümin olarak onun için gereği gibi çalışırsa, işte onların çalışması karşılığını bulacaktır.  ” (İsra 17/19)

Menfaatleriyle çatışıncaya kadar her insan Allah’a kul olmak ister. Menfaatler öne geçerse Allah uyarıda bulunur; insan o uyarıyı kendi içinde hissedebileceği gibi başkalarından da duyabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

وما كان اللّهُ لِيُضِلّ قومًا بعد إِذ هداهُم حتّى يُبيِّن لهُم مّا يتّقُون إِنّ اللّه بِكُلِّ شيءٍ علِيمٌ.

“Allah, bir topluluğu yoluna kabul ettikten sonra nelerden sakınacaklarını onlara açık açık göstermeden onları asla sapık saymaz.” (Tevbe 9/115)

Kişi, yaptığının yanlış olduğunu iyice anladıktan sonra menfaatlerini tercihe devam ederse Allah onun yoldan çıkışını onaylar. Bunlardan birçoğu, sapıklığını gizlemek için dini kendine uydurmaya çalışır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

… وويلٌ لِّلكافِرِين مِن عذابٍ شدِيدٍ . الّذِين يستحِبُّون الحياة الدُّنيا على الآخِرةِ ويصُدُّون عن سبِيلِ اللّهِ ويبغُونها عِوجًا أُولئِك فِي ضلالٍ بعِيدٍ

Göklerde ne var ve yerde ne varsa kendisine ait olan Allah’ın yoluna… Çetin bir azaptan dolayı kafirlerin vay haline! Onlar, dünya hayatını sevip Âhirete tercih eden, (insanları) Allah’ın yolundan engelleyen ve o yolda bir eğrilik olmasını isteyen kimselerdir. Onlar derin bir sapkınlık içindedirler. (İbrahim 14/2-3)

“Bir şeyi yaptı” anlamına gelen شاء (şâe) fiiline, “bir şeyi istedi” anlamının verilmesiyle ortaya çıkan tahribata birkaç örnek verelim:

 وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Biz, her elçiyi [55] ancak kendi halkının dili ile gönderdik ki [56] (ayetleri) onlara açık açık anlatsın. Sonra Allah, (sapkınlığı) tercih edeni sapkın sayar, (doğru yolu) tercih edeni de yoluna kabul eder[57]. O, daima üstün ve bütün kararları doğru olandır.” (İbrahim 14/4)

Tefsir ve meallerin çoğunda âyete şu anlam verilmiştir:

Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah, dilediğini saptırır, dilediğini de yola getirir…

Allah dilediğini yola getirecek ve dilediğini saptıracaksa neden elçi gönderir? Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur?

سَيَقُولُ الَّذِينَ أَشْرَكُواْ لَوْ شَاء اللّهُ مَا أَشْرَكْنَا وَلاَ آبَاؤُنَا وَلاَ حَرَّمْنَا مِن شَيْءٍ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِن قَبْلِهِم حَتَّى  ذَاقُواْ بَأْسَنَا قُلْ هَلْ عِندَكُم مِّنْ عِلْمٍ فَتُخْرِجُوهُ لَنَا إِن تَتَّبِعُونَ إِلاَّ الظَّنَّ وَإِنْ أَنتُمْ إَلاَّ تَخْرُصُونَ. قُلْ فَلِلّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَلَوْ شَاء لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ .

“Şirke düşenler /Allah’ı ikinci sıraya koyanlar [58] diyecekler ki “Allah farklı bir tercihte bulunsaydı biz de atalarımız da şirke düşmez, hiçbir şeyi de haram saymazdık.”[59]. Onlardan öncekiler de bu şekilde yalana sarıldılar[60] ve sonunda baskınımızı tattılar[61]. De ki “Yanınızda (bu tercihi Allah’ın yaptığına dair) bir bilgi mi var ki karşımıza çıkarabilesiniz. Siz sadece varsayımlarınızın peşinden gidiyorsunuz[62]; siz sadece delilsiz konuşuyorsunuz.”

De ki ‘Kesin delil Allah’ın delilidir. Tercihi (size bırakmayıp) Allah yapsaydı elbette hepinizi yola getirirdi.” (En’âm 6/148-149)

Diyanet İşleri Başkanlığı Meali şöyledir:

“Putperestler diyecekler ki: “Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Onlardan öncekiler de aynı şekilde (peygamberleri) yalanladılar ve sonunda azabımızı tattılar. De ki: Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.”

De ki: Kesin delil, ancak Allah’ındır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi.

Bu meâl, kendi içinde tam bir çelişki oluşturmaktadır. Bu yanlış meale göre Allah, müşriklerin sözüne önce yalan demiş sonra da onları tasdik etmiş olmaktadır.

وَلَوْ شَاء اللّهُ لَجَعَلَكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلكِن يُضِلُّ مَن يَشَاء وَيَهْدِي مَن يَشَاء وَلَتُسْأَلُنَّ عَمَّا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ . 

“Tercihi Allah yapsaydı hepinizi tek bir ümmet haline getirirdi[63]. (sapıklığı) tercih edeni sapık sayar, (doğru yolu) tercih edeni de yoluna kabul eder. Yaptıklarınızdan elbette sorguya çekileceksiniz.” (Nahl 16/93)

Diyanet İşleri Başkanlığı Meali şöyledir:

“Allah dileseydi hepinizi bir tek ümmet kılardı; fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yaptıklarınızdan mutlaka sorumlu tutulacaksınız[64].”

Kadercilerin Arap diline bile müdahale edip yanlış anlamı sözlüklere kadar yerleştirmiş olmaları, gerçekten çok şaşırtıcıdır. Bütün bunlar şu atasözümüzü hatıra getiriyor:

“Et bozulunca tuz çare, tuz bozulunca ne çare!”

4- Ecel Konusu

Yazımızın girişinde geçtiği gibi kader, bir şeyin değerini, özelliklerini ve sınırlarını gösteren ölçüdür. Ecel de o şey için biçilen son süredir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

مَا خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ وَأَجَلٍ مُسَمًّى وَالَّذِينَ كَفَرُوا عَمَّا أُنْذِرُوا مُعْرِضُونَ.

“Gökleri, yeri ve bu ikisinin arasında olanları sadece o gerçek için (sizleri imtihan için) ve belli bir süreliğine yarattık.” (Ahkaf 46/3)

İnsanlar hakkında da şöyle buyrulur:

هُوَ الَّذِي خَلَقَكُم مِّن طِينٍ ثُمَّ قَضَى أَجَلاً وَأَجَلٌ مُّسمًّى عِندَهُ ثُمَّ أَنتُمْ تَمْتَرُونَ

“O, sizi balçıktan[65] yaratan, sonra bir ecel belirlemiş olandır. Onun katında süresi belirlenmiş bir ecel daha vardır. Sonra siz, tereddüt içindesiniz.” (En’âm 6/2)

Âyetlere göre göklerin ve yerin tek bir eceli olduğu halde insanın iki eceli vardır. Bunlardan biri, her varlıkta olan ecel-i müsemmâ yani yaşayacağı ömür, diğeri de tabiî eceldir. Tabiî ecel, vücudun dayanma süresidir. Tabipler ömür biçerken ona bakarlar. Ecel-i müsemmâyı Allah’tan başkası bilemez. Ecel-i müsemma  uzamaz ama kısalabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

وَمَا يُعَمَّرُ مِن مُّعَمَّرٍ وَلَا يُنقَصُ مِنْ عُمُرِهِ إِلَّا فِي كِتَابٍ إِنَّ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرٌ

“Kendisine bir ömür biçilenin, ömrünün sonuna kadar yaşatılmasının da ömrünün kısaltılmasının da mutlaka yazılı bir kaydı tutulur. Bu, Allah için çok kolaydır.” (Fâtır 35/11)

Bazı yanlış davranışlar ecel-i müsemmâyı kısaltır. Bunun örneği Yunus aleyhisselam ve kavmidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

وَإِنَّ يُونُسَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ. إِذْ أَبَقَ إِلَى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ. فَسَاهَمَ فَكَانَ مِنَ الْمُدْحَضِينَ. فَالْتَقَمَهُ الْحُوتُ وَهُوَ مُلِيمٌ. فَلَوْلَا أَنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُسَبِّحِينَ. لَلَبِثَ فِي بَطْنِهِ إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ. فَنَبَذْنَاهُ بِالْعَرَاءِ وَهُوَ سَقِيمٌ. وَأَنْبَتْنَا عَلَيْهِ شَجَرَةً مِنْ يَقْطِينٍ. وَأَرْسَلْنَاهُ إِلَى مِئَةِ أَلْفٍ أَوْ يَزِيدُونَ. فَآَمَنُوا فَمَتَّعْنَاهُمْ إِلَى حِينٍ.

“Elbette Yunus da elçi olarak gönderilenlerdendi.  Bir gün o, dopdolu bir gemiye kaçtı. Kura çekti ve gemiden atılanlardan oldu. Hemen onu balık yutuverdi, o sırada kendini kınıyordu. Eğer o, boyun eğenlerden olmasaydı insanların) diriltilecekleri güne kadar kesinlikle balığın karnında kalırdı. Sonra onu, hasta haldeyken çıplak bir alana attık. Onun üzerine kabakgillerden (kendini örtecek) bir bitki bitirdik. Onu (tekrar) yüz bin hatta daha fazla kişiye elçi gönderdik. (Yunus’un geri dönmesinden) Sonra ona inandılar. Biz de onları bir süre nimetlerden yararlandırdık.” (Sâffât 37/139-148)

Sonra Yunus aleyhisselam kavmine geri döndü. Daha önce ona inanmayan kavmi bu defa inandı ve yok olmaktan kurtuldu. Bunu da şu âyetler haber vermektedir:

فَلَوْلَا كَانَتْ قَرْيَةٌ آَمَنَتْ فَنَفَعَهَا إِيمَانُهَا إِلَّا قَوْمَ يُونُسَ لَمَّا آَمَنُوا كَشَفْنَا عَنْهُمْ عَذَابَ الْخِزْيِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَتَّعْنَاهُمْ إِلَى حِينٍ.

“Keşke (azap gelip çatmadan) iman edip imanının faydasını gören bir kent olsaydı! Bunun tek istisnası Yunus’un halkıdır. İman ettiklerinde rezil edici azabı dünya hayatında üzerlerinden kaldırdık ve onları bir süre nimetlerden yararlandırdık.” (Yunus 10/98)

Ecel konusunu Allah’ın bütün elçileri ümmetlerine bu şekilde anlatmıştır. Bir ayet şöyledir:

قَالَتْ رُسُلُهُمْ أَفِي اللَّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَدْعُوكُمْ لِيَغْفِرَ لَكُمْ مِنْ ذُنُوبِكُمْ وَيُؤَخِّرَكُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى.

“Elçileri şöyle dediler: “Gökleri ve yeri bölünme kanunuyla yaratan Allah hakkında şüphe mi olur! O, günahlarınızı bağışlamak ve belli bir süreye kadar yaşatmak için size davette bulunuyor.” Onlar ise “Siz de tıpkı bizim gibi bir beşersiniz. Atalarımızın kulluk ettiği şeylerden bizi uzaklaştırmak istiyorsunuz, o halde bize boyun eğdirecek açık bir delil /mucize getirin!” demişlerdi.” (İbrahim 14/10)

Ayetler açık olmasına rağmen oluşturdukları kader batağında boğulan mezhepler, ecel konusunda da farklı bir anlayış içindedirler. Bunu Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde şöyle özetler: 

“Selefiyye, Mâtürîdiyye ve Eş’ariyye’den oluşan Ehl-i sünnet âlimlerine göre ecel daha çok “Allah’ın canlıların öleceğini bildiği zaman” diye tarif edilir. Buna göre ecel, hayat süresi ve ölüm için takdir edilen zamanı ifade ettiğinden kaderle ilgili bir konudur. Bu sebeple canlıların her birinin yaşayacağı ecel tek olup kesinlikle değişmez[66].”

SONUÇ

Kader, Allah’ın her bir şeye koyduğu ölçü, kanun ve kurallardır. Bu ölçülere uygun davranmanın tek yolu, Kur’an’a uymaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: 

اتَّبِعُواْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكُم مِّن رَّبِّكُمْ وَلاَ تَتَّبِعُواْ مِن دُونِهِ أَوْلِيَاء قَلِيلاً مَّا تَذَكَّرُونَ .

“Rabbinizden /Sahibinizden size indirilene uyun; Allah ile aranıza koyduğunuz velilere uymayın. Doğru bilgileri ne kadar az kullanıyorsunuz!” (A’raf 7/3)

Allah, sistemini imtihan için kurmuş, başarının ölçülerini koymuş ve şöyle demiştir: 

  وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنكُمْ وَالصَّابِرِينَ وَنَبْلُوَ أَخْبَارَكُمْ

“Biz, içinizden cihad edenleri ve sabırlı davrananları bilinceye, iç yüzünüzü ortaya çıkarıncaya kadar sizi, kesinlikle yıpratıcı bir imtihana sokacağız.” (Muhammed 47/31)

İmtihan, bilgi imtihanı değil, sabır ve cihad imtihanıdır. Bu yüzden Allah, daha birçok âyette, sonucu önceden bilmediğini açıkça söylemiştir. Ama Allah’ın belirlediği kaderi /ölçüyü bırakıp kendilerine göre bir kader /ölçü oluşturanlar, bunları kabul edemezler. Maturîdî mezhebinin kurucusu Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (ö. 333/944) tefsirinde şöyle der:

“Allah’ın kişiyi imtihan etme ihtimali yoktur. Çünkü olacak şeyleri ezelden bilir, onların ne zaman olacağını da ebede kadar bilir[67].”

Eş’ârî mezhebinin kelam ve tefsir âlimlerinden Fahreddin er-Râzî (ö. 606 h.) de şöyle der:

 “İmtihan, tecrübe ve sınama gibi şeyler bizde olur; çünkü emir verdiğimiz kişinin ne yapacağını bilmeyiz. Bizim örfümüzde böyle kullanımlar çok olduğu için Allah’ın, kendi emir ve yasaklarını, mecaz olarak imtihan diye nitelemesi uygun olmuştur. Zira bir şeyin iç yüzünü öğrenme çabası ve imtihan  Allah’a yakıştırılamaz. Çünkü o, ezelden ebede, sınırsız bütün bilgileri, ayrıntılarıyla birlikte bilir[68].”

Bunlar kaderi;“insanların sorumluluk doğuran eylemlerini, Allah’ın ezelde irade edip zamanı gelince yaratması[69] şeklinde tanımladıkları için çıkmaza girmişler ve Allah’ı da kendilerine göre tanımlamak zorunda kalmışlardır. Bir şey, ona benzer şeylerle tanınıp tanımlanabilir. Allah’ın bir benzeri olmadığı için o kendini nasıl tanıtmışsa ancak öyle tanıyabiliriz. İlgili âyetler şöyledir: 

لاَّ تُدْرِكُهُ الأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ. قَدْ جَاءكُم بَصَآئِرُ مِن رَّبِّكُمْ فَمَنْ أَبْصَرَ فَلِنَفْسِهِ وَمَنْ عَمِيَ فَعَلَيْهَا وَمَا أَنَاْ عَلَيْكُم بِحَفِيظٍ 

“Hiçbir bakış Allah’ı tam olarak kavrayamaz ama o, bütün bakışları kavrar. O, lütufkârdır ve her şeyin iç yüzünü bilir. Rabbinizden size, kendisini tanıtan göstergeler gelmiştir. Kim onları görürse kendi lehine olur. Kim de körlük ederse kendi aleyhine olur. (Onlara de ki:) Ben sizin başınızda bekçi değilim.” (En’âm 6/103-104)

Allah sistemini imtihan için kurduğunu, sonucu önceden bilmediğini söylüyorsa ona inanmak zorundayız. Yanlış kader anlayışını savunanlar, Allah’a âlim demeye çalışırken zalim dediklerini bilmiyorlar. Bunların zihinleri, Allah’ın her şeyi bildiğine dair âyetlerle karıştırılır. Allah elbette her şeyi bilir. Arap dilinde “şey” varlık anlamındadır[70]. Olmayana şey denmez. İmtihan bilgi imtihanı değil, cihad ve sabır imtihanıdır. Cihad, düşmanın, şeytanın ve arzuların baskısına var gücüyle direnmek[71] sabır ise şartlar ne olursa olsun kararlı davranıp duruşunu bozmamaktır[72]. Bedir Savaşı ile ilgili âyetlerde görüldüğü gibi bunlar, imtihanla yüz yüze gelmeden bilinemez.

Yanlış kader anlayışını savunanlar şu âyeti de kendilerine delil alırlar:

مَا أَصَابَ مِن مُّصِيبَةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي أَنفُسِكُمْ إِلَّا فِي كِتَابٍ مِّن قَبْلِ أَن نَّبْرَأَهَا إِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرٌ

Yeryüzünde veya kendinizde meydana gelen her şeyin, biz onu ayrı bir varlık olarak yaratmadan önce mutlaka yazılı bir kaydı tutulur. Bu, Allah için kolaydır. (Hadîd 57/22)

Bu âyet, geleneksel kaderle ilgili değildir. Çünkü Allah, bir şeyi önce kayda geçirir, sonra yaratır.

قُل لَّن يُصِيبَنَا إِلاَّ مَا كَتَبَ اللّهُ لَنَا هُوَ مَوْلاَنَا وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ

“De ki: “Allah’ın (onaylayıp) yazmadığı bir şey asla başımıza gelmez. O bizim mevlâmız /en yakınımızdır.” Müminler yalnız Allah’a güvenip dayansınlar.” (Tevbe 9/51)

Bizimle ilgili kaydın güzel olması için şöyle dua etmemiz öğütlenmiştir:

وَاكْتُبْ لَنَا فِي هَـذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الآخِرَةِ إِنَّا هُدْنَـا إِلَيْكَ

“Bu dünyada da Ahirette de bize güzel şeyler yaz; biz sana yöneldik.” (Araf 7/156)

Kadercilerin iddia ettikleri gibi her şey ezelden belli olsaydı Kur’an’da şu âyet olmazdı.

رَبَّنَا آَمَنَّا بِمَا أَنْزَلْتَ وَاتَّبَعْنَا الرَّسُولَ فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدِينَ

 “Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve bu elçiye tabi olduk. Bizi (buna) şahit olanlarla birlikte yaz.” (Âl-i İmran 3/53)

Yanlış kader anlayışını kabul ettirmeye çalışanlar, bazı âyetlere de yanlış mealler vermişlerdir. O âyetlerden biri şöyledir:

وَلَوْ شَاء اللّهُ لَجَعَلَكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلكِن يُضِلُّ مَن يَشَاء وَيَهْدِي مَن يَشَاء وَلَتُسْأَلُنَّ عَمَّا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ . 

Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Yapmakta olduğunuz şeylerden mutlaka sorguya çekileceksiniz[73]. (Nahl 16/93)

Bu yanlış mealler için şâe = شاء fiilinin anlamı değiştirilmiştir. Fiilin kökü, “var etme” anlamında olan “şey =شيء” kelimesidir[74]. Onun, açıkça zikredilmeyen ama cümlenin akışından anlaşılan bir mefulü yani nesnesi mutlaka olur. Eğer fiil, imtihanla ilgili âyetlerde geçer, öznesi de Allah olursa anlamı “(kulunun tercih ettiğini) var etti” şeklindedir. Özne insan olursa o zaman da  “(tercih ettiğini) yaptı” anlamına gelir. Şâe fiilinin anlamını bozanlar, ona “isteme ve dileme” anlamı vermişler ve bunu, sözlüklere sokmayı bile başarmışlardır. Anlam değişince özneler de değişmiş ve Kur’an, çelişkili bir kitap haline getirilmiştir[75]. Yukarıdaki âyetin doğru anlamı şudur: 

“Tercihi Allah yapsaydı hepinizi tek bir ümmet haline getirirdi[76]. Ama Allah, (sapıklığı) tercih edeni sapık sayar, (doğru yolu) tercih edeni de yoluna kabul eder. Yaptıklarınızdan elbette sorguya çekileceksiniz.” (Nahl 16/93)

Bütün bunlar, İsrailoğullarının, daha Nebîmiz hayatta iken başlattıkları ve daha sonra kabul ettirdikleri Kur’ansız din anlayışının çağımızdaki devamından ibarettir. Onlar, dünyanın her yerinde kurdukları eğitim kurumları ile bu faaliyetlerine devam etmekte, Kur’ansız İslam anlayışıyla yetiştirdikleri gençleri, akademisyen sıfatıyla Müslümanların üniversitelerine göndermektedirler. Yapmamız gereken tek şey, Allah’ın rızasına odaklanmak, O ne diyorsa onu yapmaktır. O’nun ne dediğini öğreneceğimiz tek kaynak da Kur’an’dır.

Abdulaziz BAYINDIR

______________________________________________

[1] Ahmed b. Faris b. Zekeriya, Mu’cemu mekâyîs’ul-luğa, Beyrut, tarihsiz. قدر md.

[2] Rağıb el-İsbahânî, el-Müfredât, Tahkîk: Safvân Adnan Davudî, Dımaşk ve Beyrut 1412/1992, جهد md. 

[3] el-Müfredât صبر md.

[4] Bakara 2/153, 155, 249, Âl-i İmrân 3/17, 146, Enfâl 8/46, 66, Enbiya 21/85, Sâffât 37/102.

[5] Tahrif (التحريف), iki tarafa yüklenebilecek bir anlamı, kolayca anlaşılmayacak biçimde, sözün akışına uygun olmayan tarafa çekmektir. Tahrif, metinde değil anlamda olduğu için Kur’an, önceki kitapların ana metinlerini tasdik eder. Ama tahrif kelimesi de tahrif edilip ona “tebdil” yani metni değiştirme anlamı verildiği için hem Kur’an’ın önceki kitapları tasdik ettiği unutturulmuş hem de Kur’ân âyetlerinde yapılan anlam kaydırmalarının üstü örtülmüştür. En fazla tahrif, Yahudileri rahatsız eden âyetlerde olmuştur. Nitekim bu âyetteki tahrif, meal ve tefsirlerde Kur’an ile değil Tevrat ile ilişkilendirilmiştir.

[6] Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, s. 30-31, paragraf 67-71’in özeti. İstanbul 1986.

[7] Diyanet İlmihali c. I, s. 135, Kaza ve Kadere İman, (Kader bölümünün yazarı Ahmet Saim KILAVUZ) İlmi Müşavere ve Redaksiyon Heyeti, Hayrettin KARAMAN, Ali BARDAKOĞLU, Telif Heyeti, Hüseyin ALGÜL, Ali BARDAKOĞLU, İbrahim Kafi DÖNMEZ, Mehmet ERKAL, Ömer Faruk HARMAN, Ahmet Saim KILAVUZ, Süleyman ULUDAĞ, İrfan YÜCEL.  İstanbul 1998.

[8]  Diyanet İlmihali c. I, s. 133.

[9] Müslim, “Îmân”, 1; Ebû Dâvûd, “Sünnet”, 15; İbn Mâce, “Mukaddime”, 9.

[10] Muhammed aleyhisselam 610’da nebî olarak görevlendirildi. Nebîliğinin 5. yılına denk gelen 614’te Perslerin Kudüs’ü aldığı anlatılır.  (Meydan Larousse, Sasani, sf. c. 11, s. 24 1981) Herakleios’un Bizans İmparatoru olmasından sonra İranlılara karşı Hazarlar ile anlaştığı ve tam dokuz yıl sonra, 622 yılında Sasanileri yenilgiye uğrattığı belirtilir. (Meydan Larousse Kudüs Md. c7, s. 612 (1981) Bedir Savaşı 624’te yapılmıştır. Burada iki yıllık bir fark vardır. Bunu araştırıp gerçeği ortaya çıkarmalarını tarihçilerimizden bekliyoruz.

[11] Ahmet Turan Yüksel, Nebi Bozkurt, Kervan, DİA, Ankara, 2002,  c. 25. s, 298-299.

[12] Ahmet Turan Yüksel, Nebi Bozkurt, Kervan,DİA.

[13] Mustafa Fayda, “Bedir Gazvesi”, DİA, İstanbul, 1992, c. 5. s. 325-327.

[14] Zafer meleklerin yardımıyla olmaz. Allah zaferi doğru tercihte bulunana verir. (Bkz: Al-i İmran 13) Herşey Allah’ın koyduğu ölçülere göredir.

[15] Bu sûrenin 10. âyetine göre Allah Teâlâ melekleri, kâfirleri öldürsünler diye değil; müminler için müjde olsun ve kalpleri yatışsın diye göndermiştir. Bedir savaşında müşriklerin sayısı binden azdı. Gelen bin melek onların boyunlarına ve parmak uçlarına vursaydı, hiçbir müşrik ayakta kalamazdı. Bu sebeple âyetteki “boyunlarının üstüne ve parmak uçlarına vurun” emri meleklere değil, müslümanlara verilmiştir.

[16] Ömer Nasuhi BİLMEN, Büyük İslam İlmihali, Allah’ın Sıfatları.

[17] Bakara 2/7, 114, Al-i İmran 3/105, 176, Maide 5/33, Nahl 16/106, Casiye 45/10.

[18] Maide 5/41, Tevbe 9/101.

[19] Enfal 8/68, Nahl 16/94, Nur 24/11, 14, 23.

[20] el-Müfredât توب md.

[21]Âyette geçen جَهَالَةٍ = cehâlet’in Türkçe karşılığı cahillik veya cahillik etmektir. Cahillik, bilmemek, cahillik etmek de yanlış iş yapmaktır. Züleyha ve diğer kadınların onu elde etmeye çalışmaları karşısında Yusuf aleyhisselamın söylediği şu sözler, cahillik etme anlamına uygun düşmektedir: “Rabbim! Bu kadınların istediklerini uymaktansa hapsi tercih ederim. Onların oyununu benden savmazsan onlara karşı çocukça davranır ve cahillik edenlerden olurum.” (Yusuf 12/33) . Yusuf (as) kendine hakim olamamaktan korkuyordu. Allah Teâlâ kimseye gücünün üstünde bir sorumluluk yüklemediği için (Bakara 2/286) bu âyette gecen cehalet kelimesine “bilmeden” anlamı verilemez.

[22] Muhammed HAMÎDULLAH, Casim AVCI,  Uhud Gazvesi, DİA, , İstanbul 1-2012, c.42. s. 54-57.

[23] Allah size ölümü gösterdi ki sıtmaya razı olasınız.

[24] Galip duruma gelmişken geri çekilen Mekkelilerin, yeni bir hücum için toparlandıkları haberi yayılıyordu.

[25] Mustafa ÖZKAN, Medine Vesikası, DİA, İstanbul 2016, Ek 2 cilt, s. 212-215.

[26] Ahmet Özel, Esir, DİA, İstanbul 1995, c. 11, s. 382-389. Bu rivayetler Sahih-i Müslim, Tirmîzî, Nesâî, Sünen-i Ebî Davud’da yer alır. Ayrıntılı açıklama için bkz. http://www.hablullah.com/?p=2100

[27] Sünni kaynak: İbn Kudâme Cemâlüddîn Yûsuf b. Hasen el-Makdisî (909/1503), el-Muğnî, c. 11, s. 393-394, Dar’ul-fikr, Beyrut, 1405 h. Şii kaynak: el-Hasen b. Yusuf b. el-Mutahhar (öl. 726 h.), Tahkik ve neşr, Müessesetü âl-i Beyt, c. 9, s. 148. İran, Kum 1414 h.

[28]  el- Müfredât, قتل md.

[29] Bakara 2/65, Âl-i İmran 3/21, 112, 181, 182,  Nisa 4/155.

[30] Kelimenin yaygın olan kıraati ta’lamune = تَعْلَمُونَ şeklindedir (Taberî). Meal, bu kıraate göre verilmiştir.

[31] Salime Leyla GÜRKAN, Talmud, DİA, c.39, s.550. 2010 .

[32] Baki ADAM, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat, s.169, Pınar yay.

[33] Mustafa FAYDA, Ömer, DİA.

[34]ٍ İbnu Ebî’l-Hadîd, Şerhu Nehc’il-Belâğa, c. I, s. bab 76 (Mektebet’u-şia eş-Şâmile).

[35] âyette geçen şâe = شاء fiilinin kökü, “var etme” anlamında olan şey =شيء’dir. (el-Müfredât شيء md.). Allah her şeyi, bir ölçüye göre yaratır. (Kamer 54/49, Ra’d 13/8) İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır. (Enbiyâ 21/35) Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece iyi işler yapanı doğru yolda sayar. (Nur 24/46) Yaptığının iyi mi yoksa kötü mü olduğunu da kuluna ilham eder. (Şems 91/7-10) Buna göre şâe = شاء fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı” insan olursa “tercihinin gereğini yaptı” anlamına gelir.

[36] Ömer Nasuhi BİLMEN, Büyük İslam İlmihali, s. 30-31, paragraf 67-71’in özeti. İstanbul 1986.

[37] “Sizin ilahınız tek bir ilahtır. O, göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin Sahibidir. Güneşin doğuş noktalarının da Sahibidir.  Biz, en yakınınızdaki göğü (birinci katı) bir süsle; yıldızlarla süsledik. Onu, her inatçı şeytana karşı koruduk. Onlar, Mele-i A’lâ’yı (büyük meleklerin toplantısını) dinleyemez; her taraftan taşlanırlar. Hep kovulurlar; azap yakalarını bırakmaz. Onlardan kim bilgi hırsızlığı yapacak olsa, delici bir göktaşı hemen onun peşine düşer.” (Saffat 37/5-10) 

[38] Ölüm ile uyku, insan açısından aynıdır. (Zümer 39/42) Uyurken kapanan göz, uyanınca açılır. Ölürken kapanan göz de yeniden dirilince açılır. Her ikisi de gözü kapayıp açmadır. İnsan bu arada geçen sürenin farkında olmaz. (Bakara 2/259, Kehf 18/19, Yasin 36/51-52)

[39] (مرقد) Merkad, kısa ama tatlı bir uyku uyunan yer anlamındadır. (Bkz. el-Müfredat)

[40] Fahreddin er-Razi, Et- Tefsiru’l-Kebir, Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabi, Beyrut-Lübnan, 1999/1420, c. 2, s. 31.

[41] İmam Maturîdî, Tevilât, Bakara 124. âyetin tefsiri.

[42] Evliya, veli kelimesinin çoğuludur. Veli, aralarında kendileri dışında bir şey olmayan iki veya daha çok şeye denir (Müfredat). Allah ile arasına başka birini koymayan herkes Allah’ın velisi yani dostudur. Araya başkasını koyan ise Allah ile bağını koparmış olur (Bakara 2/2122Ra’d 13/2125).

[43] İmam Maturîdî, Tevilâtu’l-Kur’an, Muhammed 31’in tefsiri, Thk: Murteza Bedir, Kontrol: Bekir Topaloğlu, İstanbul, 2008, c. 13 s. 411-412.

أحدها: أي: حتى يعلم أولياؤه المجاهدين منكم والصابرين من غير المجاهدين وغير الصابرين، فيكون المراد من إضافة العلم إلى نفسه علم أوليائه؛ كقوله – تعالى: (إِن تَنصُرُوا اللَّهَ يَنصُركُم)، وقوله – عَزَّ وَجَلَّ -: (يُخَادِعُونَ اللَّهَ وَهُوَ خَادِعُهُم)، ونحوه، فالمراد منه أولياؤه على أحد التأويلات، واللَّه أعلم.

والثاني: يكون المراد بالعلم: المعلوم، وذلك جائز في اللسان واللغة؛ كقول الناس: الصلاة أمر اللَّه: أي: مأمور اللَّه، وكقوله – عَزَّ وَجَلَّ : (وَاعبُد رَبَّكَ حَتَّى يَأتِيَكَ اليَقِينُ)، أي: الموقن به، وقوله: (وَمَن يَكفُر بِالإِيمَانِ)، أي: بالمؤمن به، ونحو ذلك كثير.

والثالث: أي: يعلم كائنًا ما قد علمه أنه سيكون؛ إذ لا يجوز أن يوصف هو بعلم ما سيكون بعلمه كائنًا، أو بعلم ما قد كان بعلمه أنه يكون كائنًا،

[44]Şâe (شاء)’ nin aslı şe-ye-e (شَيَأَ)’dir. Yâ (ي)’dan önce fetha olduğu için yâ elife dönüşmüş, şâe (شاء) olmuştur.

[45]Daha geniş bilgi için bkz: Cemalü’d-Din EbiAbdillah Muhammed b. Abdilllah b. Malik et-Tâî’l-Ceyyânî, Şerhu’l-Kafiyeti’ş-Şafiyye, thk: Abdül Mün’imAhmed, Daru’lMe’munli’Türas, Mekke, 1406/1986, c. 1, s. 103.

[46]Ahmed b. Muhammed b. Ali el-Mekarri’l-Feyyûmi, Misbah’l Münir fi Ğaribi’ş-Şerhi’l-Kebir, Matbaatü’lYemeniyye, c. 1, s. 159. “وَالشَّيءُ فِي اللُّغَةِ عِبَارَةٌ عَن كُلِّ مَوجُودٍ إمَّا حِسًّا كَالأَجسَامِ أَو حُكمًا كَالأَقوَالِ”

[47]En’am 80. âyette (شاء)’in mef’ulüشَيئًا olarak geçmektedir:  إِلَّا أَن يَشَاءَ رَبِّي شَيئًا

[48] Hira Dağı, Kabe’nin etrafında binalar yokken, kolayca görülürdü. Allah Teala şöyle buyurmuştur: O, söylediğini kendi arzusuna göre söylemiyor.(Söylediği) söz, kendine gelen vahiyden başkası değildir.Bunu ona, gücü sağlam olan (Cebrail) öğretiyor. Sağlam yapılı olan (Cebrail) doğruldu. (O zaman) Muhammed, (Mekke’ye göre) en yüksek ufukta (Hira Dağında) idi.Sonra (Cebrail) yaklaştı ve aşağıya süzüldü.(Muhammed ile) İki yayın üst üste gelen iki yarısı gibi oldular; hatta birbirlerine daha da sokuldular.(Cebrail Allah’ın) kendine vahyettiğini, (Allah’ın) kuluna (Muhammed’e)vahyetti.(Muhammed’in) Gördüğünü gönlü yalanlamadı.Onun gördüklerine yine de kuşkuyla mı bakacaksınız? (Necm 53/3-12)

[49] “Bütün gizli bilgileri (gaybı) bilen O’dur. O, gaybını kimseye açmaz;uygun bulduğu bir elçi olursa başka. Onun da önüne ve arkasına gözcüler diker(Böylece) O elçi bilsin ki Rabbi tarafından gönderilenleri, melekler ona tam olarak ulaştırmış, o da onlarda olanın hepsini almış ve her şeyi tek tek kav­ramıştır.” (Cin Suresi 72/26-28)

[50] 22. âyete göre Mekkeliler Muhammed aleyhisselamın cinlerin etkisinde kaldığını söylüyorlardı. Cinler, birinci kat göğe çıkar, Mele-i A’lâ’dan bazı dostlarına haberler getirirlerdi. (Cin Suresi 72/1-12) İnsanların ve cinlerin yoldan çıkmış olanına şeytan denir (En’âm 6/112). Muhammed aleyhisselam o sözleri, böyle bir şeytandan almamıştır.

[51] Zikir, kafaya yerleşmiş kullanıma hazır bilgidir. Allah’ın zikri, Allah’ın âyetlerinden öğrenilir. Onu akla ve dile getirmek de zikirdir. Akıldan çıkarılmaması gerek zikir yani doğru bilgi Allah’ın Kitabında olandır. Bu sebeple ilâhî kitapların ortak adı Zikir’dir. (Enbiya 21/24) Bir âyet şöyledir: Dikkat, kalpler ancak Allah’ın zikri (doğru bilgi) ile yatışır. (Ra’d 13/28)

[52] Burada Arap dilinde sıkça kullanılan iltifat sanatı vardır. Zihinleri uyanık tutup konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamak için geçişli fiil geçişsiz hale getirilmiştir. İltifat sanatı dikkate alınmadan verilecek meal şöyle olur: “Allah yükünüzü hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır.” Dikkatlice düşünmeyen bir Türk bu cümleden, insanı Allah’tan başka birinin yarattığını sanabilir. Yanlış anlamaya fırsat vermemek için meal, bu sanatın Türkçede olmadığı dikkate alınarak yapılmıştır.   

[53] İlgili ayetlerden biri de şöyledir:

“Biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen nebilere nasıl vahyettiysek sana da öyle vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakup’a, torunlarına, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a ve Süleyman’a da vahyetmiş, Davud’a bir kitap vermiştik. “ (Nisa 4/163)

Din fıtrattır (Rum 30/30). Adem’den Nuh’a kadar olan dönemde farklı din ve tabiat kanunlarının (fıtratın), Nuh’tan bugüne ise mevcut din ve tabiat kanunlarının geçerli olduğu anlaşılmaktadır. Nuh Tufanı, ilimde buzul çağının sona ermesi olarak bilinmektedir. Buzul çağı ile şimdiki dönem arasındaki bu fıtrat ve din farklılığı insanların yaşam kurallarının (şeriatının) değişmesi sonucunu doğurmuştur.

[54] Şedîd = شديد, sıkıca bağlı demektir. (Müfredat) Allah’ın ödülü veya cezası kulun fiiline bağlıdır: “Kim bir iyilikle gelirse ona, on katı verilir. Kim de kötülükle gelirse sadece bir katı ile cezalandırılır. Kimseye haksızlık yapılmaz.” (En’âm 6/160)

[55] Resul (رسول), “gönderilen” demektir. Bir bilgiyi iletmek için gönderilen elçiye resul dendiği gibi onunla gönderilen bilgiye de resul denir. (Müfredat) Kur’an’daki resul kelimeleri ya elçi ya da Allah’ın Kitabı anlamındadır. Elçi ölümlü, Kitap kalıcıdır. Uhud savaşında Nebîmiz’in öldüğüne dair haberlerin yayılması üzerine Allah Teâlâ şöyle demiştir: “Muhammed sadece elçidir. Ondan önce de elçiler geldi. O ölse veya öldürülse, gerisin geri mi döneceksiniz?” (Al-i İmran 3/144) Âyet, Allah’ın kitabının, her topluma kendi dili ile ulaştırılması gerektiğini bildirmektedir. “Kuluna bu Furkan’ı (Kur’an’ı), bütün bir alemin (tüm dünyanın) uyarıcısı olsun diye indiren Allah, bereketin ve iyiliğin kaynağıdır.” (Furkan 25/1)

[56]  Bu ayette iltifat sanatı kullanılmıştır. Bu sanatla ilgili olarak 52. dipnota bakınız. 

[57] Şâe = شاء fiilinin kökü, “var etme” anlamında olan şey =شيء’dir. (Müfredât). Allah her şeyi, bir ölçüye göre yaratır. (Kamer 54/49, Ra’d 13/8) İmtihanla ilgili şeyleri iyi ve kötü diye ikiye ayırmıştır. (Enbiyâ 21/35) Allah, herkesin doğru yolda olmasını ister (Nisa 4/26) ama sadece iyi işler yapanı doğru yolda sayar. (Nur 24/46) Yaptığının iyi mi yoksa kötü mü olduğunu da kuluna ilham eder. (Şems 91/7-10)

Buna göre şâe = شاء fiilinin öznesi Allah olursa “gerekeni yaptı” insan olursa “tercihinin gereğini yaptı” anlamına gelir. Bir ayet şöyledir: ”Gerekeni Allah yapsaydı hepinizi tek bir toplum haline getirirdi. Ama Allah, (sapıklığın) gereğini yapanı sapık sayar, (doğru yolda olmanın) gereğini yapanı da yoluna kabul eder. Yaptıklarınızdan elbette sorumlu tutulacaksınız.” (Nahl 16/93)

Kur’an’da olmayan kader inancını İslam’a yerleştirmek isteyenler, büyük bir çarpıtma yaparak şâe = شاء fiiline irade yani isteme ve dileme anlamı vermiş, bu yanlış anlamı, tefsirlere hatta sözlüklere bile yerleştirerek birçok ayetin mealini bozmuşlardır. Yukarıdaki âyetin meali şöyle olmuştur:

“Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Ama O, dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola eriştirir. Bütün yaptıklarınızdan elbette sorumlu tutulacaksınız.”

Bunu yapanlar Kur’an’ı, çelişkili bir kitap gibi göstermeyi de başarmışlardır. Ayrıntı için bkz: http://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-meset-irade-ve-fitrat.html

[58] Bu yalan, insanların iradeli varlıklar olmadığı, Allah neyi emrettiyse onu robot gibi yaptıkları yalanıdır. Bu tip insanlar, yaptıkları hataları Allah’a mal etmek için her şeyin ezelden yazılı olduğu, Allah’ın zaman ve mekana tabi olmadığı gibi bir takım iftiralar üreterek bambaşka bir din sistemi oluşturmaya çalışırlar. Kasas 28/68’e göre insanların ve meleklerin tercih hakkı vardır. Bu düşüncenin temelinde kendi kabahatini Allah’a yükleme amacı yatar.

En’âm 148 ve 149. âyetlere verilen geleneksel meali iyi düşünenler görür ki kader inancı, müşriklerin inancıdır. Bu inancı müslümanların içine sokanlar, kelimelerle oynadıkları için iki ayeti birbirine ters olacak şekilde meallendirerek Kur’an’ı çelişkili bir kitap gibi göstermişlerdir. Bu âyetlere verilen geleneksel meal şöyledir: “Müşrik olanlar diyecekler ki: Allah dileseydi ne biz müşrik olurduk ne de atalarımız. Bir şeyi haram da kılmazdık, Bunlardan öncekiler de aynı şekilde yalanladılar ve sonunda azabımızı tattılar.  De ki: Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz sırf bir zanın ardından gidiyorsunuz ve siz ancak atıyorsunuz. De ki: Kesin delil, ancak Allah’ındır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi.”

[59] Bkz. En’âm 138-139. Lev şâellahu (لَوْ شَاء اللّهُ) ifadesinin başındaki lev (لَوْ), “ikincisi olmadığı için birincinin olamayacağını gösteren şart edatıdır.” Bu, şart ve cezanın müsbet yani olumlu olduğu durumlardadır. Buradaki gibi ceza “مَا أَشْرَكْنَا = şirke düşmezdik” şeklinde menfi yani olumsuz ise o zaman lev (لَوْ), ikinci olduğu için birincinin olmadığını gösteren edat olur. Olumlu olan (لَوْ شَاء اللّهُ) ifadesine “Allah emretmeseydi” şeklinde olumsuz anlam vermemiz bundandır. Bu, müşriklerin huyudur; kendi günahlarının sorumluluğunu Allah’a atarak işin içinden sıyrılmaya çalışırlar. Bir ayet de şöyledir: “Bir edepsizlik yaptılar mı “atalarımızdan böyle gördük. Allah bizden böyle istemiştir” derler. De ki “Allah edepsizlik istemez. Allah hakkında bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?” (Araf 7/28) .

[60] Nahl 16/35.

[61] Bugün aynı çukura düşmüş olan müslümanlar uydurdukları kader inancının olumsuz baskısından bir türlü kurtulamıyorlar.

[62] Maide 5/35

[63] Birinizi diğerinizden ayırmaz, hepinizi mümin yapardı. Bkz. Maide 5/48

[64] http://www.kuranikerim.com/mdiyanet/nahl.htm

[65] Yediğimiz gıdaların oluşması, su ile toprağın birleşmesine bağlıdır. Bu sebeple sadece Adem ve Havva değil, bizim de ana mademizi oluşturan şey, çamurdur. “Yarattığı her şeyi güzel yaratan ve o insanı (Âdem’i) yaratmaya çamurdan başlayan O’dur. Sonra onun soyunu bir özden; zayıf bir sudan yaratmıştır. Sonra (organlarını tamamlayarak) dengesini kurmuş ve ona ruhundan üflemiştir. (Ruhu üflemesiyle birlikte) size dinleme, ileri görüşlü olma (basiret) yeteneği ve gönüller vermiştir. (Bu yetenekleri) Ne kadar az değerlendiriyorsunuz!” (Secde 32/7-9)

İnsanı çamurdan süzülen bir özden yarattık.  Sonra onu, karar-ı mekînde (kalarak gelişebileceği rahim tüpünde) nutfe (döllenmiş yumurta) haline getirdik. Sonra nutfeyi, alaka haline (rahim duvarına yapışık hale) getirdik. Alakayı bir çiğnem et gibi yaptık. O et parçasını kemiklere dönüştürdük ve kemikleri etle donattık. Sonra da onu başka bir yaratık haline getirdik. Yaratanların en güzeli olan Allah, bereketin ve iyiliğin kaynağıdır.” (Müminûn 23/12-14)

[66] Cihat TUNÇ, Ecel, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1994.

[67] Ebu Mansur el-Maturîdî, Te’vîlât, Thk: Ertuğrul Boynukalın, Kontrol: Bekir Topaloğlu, İstanbul, 2006, Bakara 124. âyetin tefsiri, c. 1, s. 226.

[68] Fahreddin er-Razi, Et- Tefsiru’l-Kebir, Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabi, Beyrut-Lübnan, 1999/1420, Bakara 124. âyetin tefsiri, c. 2, s. 31.

[69] Yusuf Şevki Yavuz, “Kader”, TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA), c. 24. s. 58-63, 2001, İstanbul.

[70]  el-Müfredât شيء md.

[71] el-Müfredât, جهد md. 

[72] el-Müfredât صبر md.

[73] Diyanet Meali http://www.kuran.gen.tr/?x=s_main&y=s_middle&kid=1&sid=16

[74]  Arap dilinde “şey =شيء” hem isim, hem mastar olur. İsim olarak varlık, mastar olarak da var etme anlamına gelir.(el-Müfredât شيء md.)

[75] şâe = شاء fiili ile ilgili ayrıntılı bilgiyi şu linktedir: https://www.suleymaniyevakfi.org/akaid-arastirmalari/kuranda-sey-mesiet-irade-ve-fitrat.html

[76] Birinizi diğerinizden ayırmaz, hepinizi mümin yapardı. Bkz. Maide 5/48.