Altınoluk’â Cevap

Öncelikle şunu söylemek gerekir ki, bu yazıyı Sayın YILMAZ’a cevap olsun diye yazmıyorum. Nisan 2001 tarihli Altınoluk dergisinde yayınlanan yazımız etrafında oluşan değerlendirmeler içinde, Kur’an’a açıkça aykırı gördüğüm konuların bir kısmını, bu vesile ile dile getirme fırsatı bulduğum için yazıyorum. Bunun sebebi, Allah’a karşı görevini ihmal etmiş duruma düşmemektir. Allah insanı, tarikattan ve tasavvuftan değil, Kur’an’a aykırı tutum ve davranışlardan sorumlu tutar. Şimdi Sayın YILMAZ’ın bizim yazımızla ilgili değerlendirmelerinden önemli gördüklerimizi başlıklara ayırarak gözden geçirelim. Bir karışıklığa meydan vermemek için Sayın YILMAZ’a ait sözleri YILMAZ, bize ait olanları da BAYINDIR diye başlatacağız.

CIMBIZLA YAPILAN ALINTI YILMAZ- Sn. Bayındır, mülakatında bizim İslam Tasavvufu adlı kitabımıza ve ilim dalımıza yönelik eleştirilerde bulunduğu için kendisine cevap vermek lüzumu hâsıl oldu. Söze, “Kimileri huşû için şeyhini düşünür” ifâdesinden başlamak isterim. Önü ve sonu alınmadan, seçilen lâfızlara dikkat etmeden, adeta cımbızla çekilen bu alıntı, el-Luma’ Tercemesi’nin (İslam Tasavvufu) sonundaki “Suallere Cevaplar” bölümünde râbıta konusundaki suallere cevaplar arasında yer almaktadır.”

BAYINDIR – Görüşmenin Huşu ile ilgili bölümünde şunları söylemiştik: “Kimileri huşu için namazda şeyhini düşünür. Bu, Allah’a saygısızlıktır. Şeytan bunu yapana vesvese vermez. O da kendini huşu ile namaz kılıyor sanır.” Şimdi Sayın YILMAZ’ın sözünü ettiği kitabın ilgili bölümünü aktararak o cümleyi cımbızla çekip çekmediğimize bakalım:

Soru- Tasavvufla ilgili bir kitapta şöyle yazıyor: “Kişi namazı huşû ile kılamıyor, Allah’ın huzurunda olduğunu düşünemiyorsa, Nebimizi düşünmeli; onu da beceremiyorsa şeyhini düşünmeli; sanki şeyhi onun önünde namaz kılıyormuş gibi düşünmeli ve utanarak namaz kılmalıdır.” Namazda bir insanı düşünmek nasıl oluyor. İzah eder misiniz? Cevap- Alıntıda yapılan sıralama bizim yukarıdan beri saydığımız tedricî ölçülere uygun düşmektedir. Çünkü hedef, huşû ile dîvân-ı ilâhide durmaktır. Bu olmayınca gönlü Allah Resulü’ne raptetmektir. İnsan kalbi değişkendir. Devamlı yeni şeyler düşünür ve havâtır kalbi işgal edebilir. Buna engel olmak için bir yoğunluk gerekiyor. Bunun için namazda olduğu bilincini diri tutacak araçlar bulmak gerekiyor. İnsanı en çok şoke edip ilgisini toplamaya yarayacak şey, çok sevdiği veya korktuğu şeylerle yüz yüze gelivermesidir. Namazda bir an şeyhi gözünün önünde canlanan kimse onun şok etkisiyle halinden ve gafletinden irkilip utanarak Allah’a yönelmeye çalışacaktır. Namazda kişinin şeyhini hatırlaması herhalde başka dünyalık şeyler hatırlamasından; işini, eşini, çoluk çocuğunu düşünmesinden daha iyidir. Namaza girerken veya namaz esnasında mahcup bir eda ile şeyhini ve onun kendi önünde namaz kıldığını düşünmesi niye mahzurlu olsun. Çünkü zaten bin bir türlü dünyalık insan zihninden eksik olmuyor. Burada şunları sormak gerekir: Soruda şöyle bir sıralama yer alıyor: “Kişi namazı huşû ile kılamıyor, Allah’ın huzurunda olduğunu düşünemiyorsa, Nebimizi düşünmeli; onu da beceremiyorsa şeyhini düşünmeli; sanki şeyhi onun önünde namaz kılıyormuş gibi düşünmeli ve utanarak namaz kılmalıdır.” Siz de, “Alıntıda yapılan sıralama bizim yukarıdan beri saydığımız tedricî ölçülere uygun düşmektedir.” diyorsunuz. Şimdi lütfen söyler misiniz, yazımızda geçen; “Kimileri huşu için namazda şeyhini düşünür.” ifadesinin neresi cımbızla çekilmiştir? Kişi namazı Nebi aleyhisselam veya şeyhi için mi kılar ki, namazda gönlünü onlara bağlasın? Gönlünü onlara bağlamak kişinin namazda olduğu bilincini nasıl diri tutar? Bu durumda Nebi aleyhisselam elçi, şeyh de öğretmen olmaktan çıkarılmış ve Allah ile kul arasında bir arabulucu konumuna sokulmuş olmaz mı? Şirk zaten bu şekilde değil midir? Diyorsunuz ki; “İnsanı en çok şoke edip ilgisini toplamaya yarayacak şey, çok sevdiği veya korktuğu şeylerle yüz yüze gelivermesidir. Namazda bir an şeyhi gözünün önünde canlanan kimse onun şok etkisiyle halinden ve gafletinden irkilip utanarak Allah’a yönelmeye çalışacaktır.” Şeyhin gözü önünde canlanması kişide şok etkisi yapar da Allah’ın huzurunda olduğunu bilmesi onu etkilemez mi?

Halbuki, Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Müminler yalnız şu kimselerdir ki, Allah hatırlanınca yürekleri titrer; kendilerine onun ayetleri okununca da bu onların inançlarını artırır; bir de yalnız Rablarına güvenip dayanırlar. Onlar o kimselerdir ki o namazı dosdoğru kılar, kendilerine azık olarak verdiğimizden başkalarını da geçindirirler. İşte gerçek müminler onlardır. Onlar için Rabları katında dereceler, bağışlanma ve bol rızık vardır.” (Enfal 8/2-4) Kalbini ürpertebilmek için Allah’ı değil de şeyhini düşünenler nereye konabilir? Diyorsunuz ki; “Namazda kişinin şeyhini hatırlaması herhalde başka dünyalık şeyler hatırlamasından; işini, eşini, çoluk çocuğunu düşünmesinden daha iyidir. Namaza girerken veya namaz esnasında mahcup bir eda ile şeyhini ve onun kendi önünde namaz kıldığını düşünmesi niye mahzurlu olsun. Çünkü zaten bin bir türlü dünyalık insanın zihninden eksik olmuyor.” Siz de bilirsiniz ki, namaz kılan kişi, doğru yolda olduğu için şeytan onun önüne geçip, zihnine bin bir türlü dünyalık getirebilir. Çünkü şeytanın işi budur. O, Allah’tan kıyamete kadar süre alınca şöyle demişti: “…. And olsun ki ben de onlar için, senin doğru yolunun üzerinde oturacağım. Sonra onlara; önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım. Onların çoğunu sana şükreder bulamayacaksın.” (Arâf 7/16-17) İnsan yanlış bir şey yapsa şeytan önüne çıkmaz, koluna girip destek verir. Dolayısıyla şeytan vesvesesi, doğru yolda olan kişinin engel olamayacağı bir şeydir. Yetkiyi Allah’tan almış bir varlığın çalışmasını, insan nasıl durdurabilir? Namaz kılanın dünyalık şeyler hatırlaması; işinin, eşinin, çoluk çocuğunun hatırına gelmesi bundandır. Namazda yanlış bir şey yapana şeytan vesvese vermez, destek verir, iyi bir şey yaptığını telkin eder, o da kendini huşu ile namaz kılıyor sanır. Çünkü Şeytan şöyle demişti: “Ya Rabb! Beni azdırmana karşılık, onlar için bu dünyada kesinlikle süsleme yapacağım, onların hepsini kesinlikle azdıracağım. Ama senin kullarını, onların ihlaslı olanlarını değil.” (Hicr 15/39,40) İhlas, Allah’ın dışında her şeyden uzaklaşmaktır. İbadet yaparken, yukarıdaki gibi ayet ve hadislerde olmayan davranış ihlası ortadan kaldırır ve şeytana zemin hazırlar. İhlaslı olmak için Nebimizin gösterdiği gibi davranmak gerekir.Nebimiz aleyhisselam Allah’ın elçisidir, Allah’tan ne almışsa bize onu bildirmiştir. Onun bildirdikleri içinde, namazda Allah’tan başkasını düşünmek yoktur.

RÂBITA YILMAZ- “… Kitapta bir önceki soruda “râbıtanın, Allah ile murâkabeye varmak için yapıldığını..” söylemişiz…” BAYINDIR – Altınoluk ile yaptığımız görüşmede Râbıta konusu yer almamıştı. Madem Sayın YILMAZ râbıtadan bahsetti, o zaman bu konuya değinmek görev oldu. Sayın YILMAZ şöyle diyor: “… Râbıtasız olmaz. Çünkü râbıtanın amacı gafleti kovup kalbin zulmetini defederek şeytanın vesveselerinden kurtulmak suretiyle “râbıta-i huzur”a ermektir. Yani sâlik’in daima Allah’ın huzurunda bulunduğu duygusuna ermesini sağlamaktır. Her an Allah’ı karşımızda görür gibi yaşamaktır. Bunu sağlamak zor bir iştir. Çünkü Allah müşahhas bir varlık değildir. Bunu kavramak için kulun zihnen ve manen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas bir objeye ihtiyaç vardır. Tasavvufta bu obje Allah’ın en mükemmel tecellilerinin mazharı olan “insân-ı kâmil” konumundaki şeyhtir. Sâlik önce bu insan-ı kâmile, ardından Hz. Rasûl’e ve onun ardından Rabb-i Müteâl’e kalbini rabtetmeli ve bu suretle huzur-i kalbe erip fena fillâh’a varmalıdır. Râbıtaya somuttan soyuta geçmek için ihtiyaç vardır. İnsanoğlu doğrudan “Her nerede bulunursa bulunsun Allah’ın huzurunda olduğu” duygusunu canlı tutabilmede zorlanmaktadır. Buna muktedir olabilenler için râbıtaya ihtiyaç yoktur.” Bu ifadelere göre Râbıta, İnsan-ı kâmil konumundaki şeyhe yapılır. İnsan-ı kâmil, son derece tehlikeli bir kavramdır. Şeyhi doğrudan doğruya Allah yerine koymaktır. Bunun böyle olduğunu daha sonra, Sayın YILMAZ’ın Altınoluk dergisine yazdığı bir yazıdan okuyacağız.

Sayın YILMAZ’a göre râbıtanın gerekçesi şudur: “… Allah müşahhas (somut) bir varlık değildir. Bunu kavramak için kulun zihnen ve manen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas (somut) bir objeye ihtiyaç vardır. Tasavvufta bu obje Allah’ın en mükemmel tecellilerinin mazharı olan “insân-ı kâmil” konumundaki şeyhtir…” Müşahhas, somut olan, gözle görülen ve kendine dokunulabilen demektir. Tecelli, gözükmek, ortaya çıkmak anlamınadır. Allah’ın tecelli etmesi de Allah’ın gözükmesi veya gücünün ortaya çıkması anlamına gelir. Mazhar, ise ortaya çıkma yeri demektir. Şeyhin, “Allah’ın en mükemmel tecellilerinin mazharı” olması, “Allah’ın kendinin veya gücünün en mükemmel şekilde, onun şahsında ortaya çıkması demek olur. Yani Allah, gözle görülen ve kendine dokunulan bir varlık olmadığından müridin, daima Allah’ın huzurunda bulunduğu duygusuna ermesi için kalbini önce; Allah’ın en mükemmel görüntülerinin ortaya çıktığı “insân-ı kâmil” konumundaki şeyhe bağlamasına, zihnini ve hedefini onun üzerinde yoğunlaştırmasına ihtiyaç duyulur. İşte râbıtanın sebebi budur. Şeyh somut, Allah ise soyut bir varlıktır. Râbıta sayesinde somuttan soyuta, yani şeyhten Allah’a geçmek mümkün olur. Bunun daha açık ifadesi, müridin Allah’a gereği gibi kul olması için, önce şeyhe kul olmasını ve böylece bir kulluk eğitiminden geçmesini sağlamak maksadıyla râbıtanın gerekli görülmesidir. Bu, müride Allah’ın bağışlamayacağı şirk suçunu işleterek yaptığı bütün hayırların yok olmasına sebep olmaktır. İslam adına böyle bir şeyi yapmaktan daha ağır bir suç olabilir mi? Müridin, önce şeyhe kul edildiği, “Biz Bilmeyiz Büyükler Bilir” başlığı altında verilen alıntılarda da görülecektir. Çünkü tarikatta “Mürit, nefsini yaratılmışların en hakiri görecek ve inanacak ki, Allah ile bitecek işi ancak şeyhinin araya girmesi ile olacaktır.” O zaman ona yakışan, şeyhine karşı yıkayıcı önünde ölü gibi olmasıdır.” Sayın YILMAZ, yukarıda, râbıta ile ilgili sözlerini şöyle devam ettiriyor: “….Sâlik önce bu insan-ı kâmile (yani şeyhe), ardından Hz. Rasûl’e ve onun ardından Rabb-i Müteâl’e kalbini rabtetmeli (bağlamalı) ve bu suretle huzur-i kalbe erip fena fillâh’a varmalıdır.” Allah ile kul arasına hiçbir şey girmemesi gerekirken araya önce şeyh, sonra Nebi aleyhisselam  konulmaktadır. Nebimiz  Allah’ın Elçisidir. Elçi, birinin sözünü diğerine ulaştıran kişidir. Allah kendi sözlerini ona vahiy yoluyla bildirmiş, o da onları bize ulaştırmıştır. Ne ayette, ne hadiste ne de onun herhangi bir uygulamasında Sayın YILMAZ’a delil olabilecek bir şey bulunabilir. Elçiyi, elçilik görevi dışında, Allah ile kul arasında bir arabulucu saymak onu tanrılaştırmak olur. Şeyhe gelince, o olsa olsa bir öğretmen olabilir. Ona bundan ileri bir vasıf verilemez. Ama yukarıda o, bir tanrı yerine konmuştur. Burada ayrıca fenâ fî’ş-şeyh, yani şeyh ile bütünleşme, fenâ fî’r-resûl Elçi ile bütünleşme ve fenâfillah, yani Allah ile bütünleşme gibi İslam ile ilgisi olmayan Hint kaynaklı kavramlar kullanılmaktadır.

Sayın Ahmet TAŞGETİREN’in, Altınoluk dergisinin Nisan 2001 sayısında kullandığı şu cümleler bu anlayışın insanı ne hale getirdiğini göstermektedir: Sayın TAŞGETİREN diyor ki; “…tasavvufun bilinen simaları, “Muhammed’in ayağının tozu olmayı en büyük şeref bilmişler” Allah bize değer vermiş ve Elçisini göndermiş. Bize düşen, şükredip o Elçinin tebliğlerini kavramak ve Allah’ın isteklerini yerine getirmektir. Allah, Muhammed aleyhisselamı elçi yapmakla onun değerini düşürüp bizim değerimizi abartmış mı ki, onun ayağının tozu olmayı şeref bilerek yapılan bir yanlışı düzeltmiş olalım. Bu, Kitap ve Sünnet’in neresine sığar?

Tasavvufun bilinen simaları bu sözü kendileri için değil, ama müritler için söylemiş olabilirler. Onlara göre mürit kendini, yaratılmışların en hakiri görmelidir. Kendileri ise pek yüce bir yerde bilinirler. Çünkü Sayın TAŞGETİREN’e göre mürşit, “insanların kalbini emanet etmeleri, kendisi ile bütünleşme çabası içine girmeleri, teslimiyet diye nitelenebilecek bir bütünleşme arayışı içinde olmaları gereken kişidir.” O tasavvuf büyükleri, bu gibi şeyler için Nebimiz aleyhisselamın adını kullanmasalar kimi inandırabilirler? Kalbini birine teslim eden kişi, bunu din adına yapmışsa, gerçekten “yaratılmışların en hakiri” durumuna düşmüş olur. Bu kişi, kalbini teslim ettiği şeyhi, ister istemez yaratılmışların en şereflisi görecektir. Bunun böyle olduğu, ileride Sayın YILMAZ’ın yazılarında açıkça görülecektir. Kur’an, Allah’a teslim olmayı; tasavvuf, şeyhe teslim olmayı emreder. Arada korkunç bir fark vardır.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: De ki: Allah’ın yakınından bize ne bir fayda ne de zarar verecek olanı çağıralım da Allah bizi doğru yola sokmuşken ökçelerimiz üzerine geri çevirilmiş mi olalım? Tıpkı şeytanların açık araziye çektikleri şaşkın kimse gibi mi? Hem onu, “Bize gel.” diye doğru yola çağıran arkadaşları da olsun. Onlara de ki, “Doğru yol ancak Allah’ın yoludur. Bize verilmiş olan emir, alemlerin Rabbine teslim olmamız içindir. (En’am 6/71) Kur’an, Allah’ın yakınından bize ne bir fayda ne de zarar verecek olanlar kapsamına Nebimiz aleyhisselamı da sokar. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ” De ki: “Benim size ne zarar vermeye gücüm vardır, ne de sizi olgunlaştırmaya. De ki: “Beni Allah’ın azabından hiç kimse kurtaramaz. Ben ondan başka bir sığınak da bulamam. Benimkisi yalnız Allah’tan olanı, onun gönderdiklerini tebliğdir o kadar.” (Cin 72/21-23) “(Ya Muhammed) De ki: “Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim.” (Araf 7/188)

RÂBITA VE MURÂKABE YILMAZ- “… râbıta, Allah ile murâkabeye varmak için yapılır….”

BAYINDIR – Murâkabenin kök anlamı, bekleme ve gözetlemedir. Murâkabe, bir işin karşılıklı yapıldığını gösteren fiil kalıbında olduğu için karşılıklı olarak birbirini bekleme ve gözetleme demek olur. Biri diğerine, “Şu evi sana hibe ettim, ama benden önce ölürsen ev bana döner.” şeklinde bağış yaparsa ona ruqbâ denir. Ruqbâ, murâkabe anlamınadır. Çünkü bu iki kişiden her biri evin sahibi olmak için, diğerinin daha önce ölmesini gözetler. Bir de teveccüh vardır, bir tarafa yönelme anlamına gelir. Allah ile murâkabe noktasına gelen kişide, yalnız Allah’ta bulunan özelliklerin ortaya çıktığı iddia edilir. Altınoluk camiasının el kitabı olan “Adab”a göre, murâkabe ve teveccühe devam eden kişiye vezaret mertebesi, yani bakanlık verilir. Buna sahip olan, mülk ve melekûtta kolayca tasarrufa başlar; hatırlardan geçen işlere vâkıf olur. Gönülleri hidayet nuruyla aydınlatmak da onun için mümkündür. Türkçe’de mülk, mülkiyet, melik ve mâlik kelimeleri vardır. Bunlar Arapça’dan geçmiştir ve aynı köktendir. Mülk, yönetilebilen bir şeyi hakimiyeti altında tutmaktır. Mülkiyet, mülk olma anlamına gelir. Ev ve otomobil birer mülktür. Ama havadaki kuş ve denizdeki balık yakalanıncaya kadar üzerinde mülkiyet kurulamaz. Mülk sahibine mâlik denir. Malın hem kendine hem de kullanma hakkına sahip olanın mülkiyeti tamdır. Bir kişi, bir malın kendisine, diğeri de kullanma hakkına sahip ise o mal üzerinde, her ikisinin de mülkiyeti eksik olur. Çünkü biri onu kullanamaz, diğeri de satamaz. Melik, saltanat sahibi kişi, sultan anlamına gelir. Devleti yönetmede yetki sahibi olanların tamamı melik konumundadır. Mülk konusunda Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki: « Ey mülkün mâliki olan Allah’ım! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Sen kimi dilersen onu yükseltirsin, kimi dilersen onu da alçaltırsın. Bütün iyilikler yalnız senin elindedir. Çünkü senin gücün her şeye yeter.” (Ali İmran 3/26) Allah, her şey üzerinde tam bir mülkiyete sahiptir. Üstelik onları yaratan, öldüren ve yeniden yaratacak olan da odur. Onun insanlara verdiği mülkiyet hakkı, birkaç şeyin sahibi olmak veya belli bir yeri yönetmekle sınırlıdır. Bu konuda müslüman kâfir ayırımı yoktur. Tasarruf, bir şeyi çekip çevirme yetkisidir. Kişi, sahibi olduğu malı ister kullanır, ister satar, isterse başkasına kullandırır. Başkasının malı üzerinde tasarruf, o şahsın iznine bağlıdır. Yukarıda, “Adab” kitabında sözü edilen mülkün, müslüman kâfir, herkese verilen mülk olmadığı açıktır. Çünkü bir çocuk, henüz ana rahminde iken bile, miras yoluyla böyle bir mülke sahip olabilir. Ama murâkabe ve teveccühe devam eden kişiye verildiği iddia edilen “mülkte tasarruf yetkisi”nin, müslüman kâfir, küçük, büyük herkeste olabilecek bir yetki olmadığı açıktır. Melekût da mülk anlamınadır, ama yalnız Allah’a ait olan mülk demektir. İnsanın iç aleminde ve kâinatta tasarruf yetkisi melekût kapsamına girer. Adab kitabının iddiasına göre, murâkabe ve teveccühe devam eden kişi, kendine verilen bakanlık sayesinde hem kâinatta hem de insanın iç aleminde tasarrufa yetkili hale gelmiş olur. Çünkü o, mülkte ve melekûtta kolayca tasarrufa başladığı gibi hatırlardan geçen işlere vâkıf olmaya ve gönülleri hidayet nuruyla aydınlatmaya da başlar.

Sayın YILMAZ’ın Türkçe’ye çevirdiği kitapta da büyüklerin murâkabesi ile ilgili şunlar vardır: “Onlar murâkabe ile gönüllerini Allah’a bağlarlar. Allah’ın murâkabe konusunda kendilerini korumasını dilerler. Çünkü Allah Teâlâ onları nücebâsından ve has kullarından kılmış; hallerini başka kimselere açmamalarını istemiş ve işlerini bizzat yönettiğini ifade buyurmuştur: “O salihleri yönetir” (el- A’raf 7/196) Bunlara tanınan yetkileri,

Sayın YILMAZ’ın Altınoluk’ta yayınlanan bir yazısından okursak hallerini başka kimselere açmama yalanına neden ihtiyaç duyulduğu ortaya çıkar: “Velîlerin üstün vasıflı olanlarına “evtâd” (direkler) denir. Onların üstünde “revâsî” (dağlar) vardır. Bir felaket zamanında kullar evtâda yönelir, evtâd da revâsîye yönelir. Revâsîyi Kutup idare eder. Kutuptan sonra gelen iki kişiye “imâmân” denir. Bunlardan birine “imam-ı yemîn”, diğerine “imam-ı yesâr” adı verilir. İmam-ı yemîn kutbun hükümlerine, imam-ı yesâr da hakikatine mazhardır. Kutup ölünce onun yerini imam-ı yesâr alır. Kutup ile iki imam, üçleri oluşturur. Kutup en büyük velîdir. Bütün erenlerin başı, Allah’ın izniyle kâinatta tasarruf sahibidir. Gavs: Darda kalındığında sığınılan ve istimdâd edilen yani yardım istenilen kutuptur. Darda kalan sûfiler, “Yetiş ya Gavs!” diye gavsa sığınırlar. Gavs, istimdad edene yardım elini uzatır. Abdülkadir Geylânî, “Gavs-ı a’zam” lakabıyla ünlüdür. Ancak bütün bu sığınma ve istimdâdlar, zahirde gavsa ise de hakikatte Allah’adır. Çünkü alemde yegane mutasarrıf Allah Teâlâ’dır. Ondan başka fail-i mutlak yoktur. “Gavs” olarak bilinenler, esmâ ve sıfât-ı ilahî mazharıdırlar. Bunlardan başka, sayıları bir rivayette sekiz, diğer bir rivayette kırk olan “nücebâ” ile, sayıları on ya da üç yüz olan “nukabâ” denilen ve insanların iç dünyalarından haberdar olan şahsiyetler vardır. Genel olarak ricâlü’l-gayb ve gayb erenleri olarak anılan bu Hakk dostlarının makamı boş kalmaz. Ölenin yerine sırayla kendisinden sonraki yükseltilir. Eğer halk, onlarda böyle yetkiler olduğuna inansa, ihtiyaçları için kapılarına dayanır ve gerçek yüzlerini ortaya çıkarır. Kendilerine karanlıkta işaret edilmesi bundandır.

Sayın YILMAZ, “… Râbıta, Allah ile murâkabeye varmak için yapılır….” diyor. Râbıta yapan, o makamlara çıkabildiğine göre kendine râbıta yapılan şeyh hangi mertebede olur? Bunu da Adab kitabından dinleyelim: “… Bu üstün tarikata sülûk, kendine bağlanılan şeyhle râbıtaya bağlıdır. Onun sevgisi, murad olan bu yolu çabuk aldırır. Onun çekim kuvveti, anlatılan kemalât (olgunluklar) ile boyayıp süsler. Onun bakışı kalp hastalıklarına şifadır. Yüzünü göstermesi, manevi hastalıkları giderir. O, anlatılan olgunlukların sahibi, vaktin imamı, zamanın halifesidir. Kutuplar, bedeller onun makamları sayesinden yetişip yaşarlar. Evtad, nücebâ, onun kemalât denizinden akıp gelen bir katredir. Onun irşadı güneş misalidir. Kendi istemeden her şeye feyzini yağdırır. Ya bir de isterse… düşünün artık olacağı…” Demek ki, murâkabe ve teveccüh sayesinde kendine bakanlık verilen, hem kâinatta hem de insanın iç aleminde tasarrufa yetkili hale gelmiş olan nücebâ, sadece, şeyhin kemalât denizinden akıp gelen bir damlaymış. Bunlar büyük bir iftiradır. Kur’an’a bu kadar ters ifadeler, nasıl bir araya getirilebiliyor, sonra sanki Kur’ân hükümleri imiş gibi takdim edilebiliyor, hayret doğrusu!! İnsanların iç dünyalarından haberdar olmak da ne demek oluyor. Daha sonra, ilgili ayetlerde görüleceği gibi Nebi aleyhisselam bile kimsenin iç dünyasından haberdar olamazdı. Bu inancın tek dayanağı hurafelerdir. Bir hurafe, bir başka hurafeyi zorunlu kılmaktadır. Kalbi bir kişiye emanet edip, onunla bütünleşebileceğine inanmam için, onun kendi iç dünyasından haberdar olduğuna inanmak gerekli olur. Böyle sayılmayan birine kalp nasıl emanet edilebilir?

Sayın YILMAZ’ın tercüme ettiği kitapta, murâkabeye delil olarak sadece “O salihleri yönetir” (el- A’raf 7/196) ayeti gösterilmiştir”. Ayetten cımbızla çekilen bölümü, başı ve sonu ile birlikte okumak, yapılan yanlışın ne boyutta olduğunu görmek için yeter. Orada Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: ” Allah’ın yakınından çağırdıklarınız da, sizin gibi kullardır. Eğer haklıysanız onları çağırın da size cevap versinler bakalım. Onların yürüyecek ayakları mı var, yoksa tutacak elleri mi var, ya da görecek gözleri mi var, veya işitecek kulakları mı var? De ki: “Ortaklarınızı çağırın sonra bana tuzak kurun, hiç göz açtırmayın.” “Çünkü benim velim Kitap’ı indiren Allah’tır. O, iyilere velilik eder.” “O’nun berisinden çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler.” (Araf 7/191-197) Onlar da bizim gibi kullar olduğuna göre, Allah’ın hiçbir nebiye vermediği yetkileri onlara yakıştırırken neye dayanılır? Aşağıdaki konu üzerinde biraz düşünen herkes, din adına yapılan bu yanlışlığın affedilemez boyutta olduğunu kolaylıkla fark eder. Hz. Nuh’un gemisi, dağlar gibi dalgalar içinde onları çalkalıyordu. O, bir kenarda duran oğluna şöyle seslendi: “Yavrucuğum! Bizimle birlikte bin, kâfirlerle beraber olma.” O, “Bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur” diye cevap verdi, Nuh ise: “Onun merhamet ettikleri bir yana, bugün Allah’ın bu işinden koruyacak biri yoktur” dedi. Aralarına dalga girdi, oğlu da boğulanlara karıştı. “Ey yer, suyunu yut ve ey gök sen de tut!” denildi. Su çekildi, iş bitti ve gemi Cudî üzerine oturdu. “Haksızlık yapan kavim def olsun.” denildi. Nuh Rabbine seslendi: “Rabbim! Oğlum benim ailemdendir. Senin verdiğin söz elbette doğrudur. Hem sen karar verenler arasında en isabetli kararı verirsin” dedi. Allah, “Bak Nuh! dedi. O senin ailenden değildir; çünkü o uygunsuz bir iştir. Bilmediğin şeye karışma. Kendini bilmezlerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.” “Rabbim! dedi. Hakkında bir bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana acımazsan kaybedenlerden olurum” (Hud 11/40-47) Hz. Nuh’un Allah’tan yanlış bir istekte bulunmuş olmaktan dolayı takındığı tavır ile, yukarda din adına takınılan tavrı ibretle izlemek gerekir.

RÂBITA ŞİRKTİR YILMAZ – “… Kitapta, bir önceki soruda “râbıtanın, Allah ile murâkabeye varmak için yapıldığını ve murâkabe noktasına gelen bir sâlikten râbıtanın düştüğünü, böyle bir kişinin râbıtasının şirk sayılacağını” söylemişiz…”

BAYINDIR – İşte Sayın YILMAZ’a göre râbıta şirktir. Murâkabe noktasına gelenin râbıtası şirk ise, başkalarının râbıtası da şirk olur. Çünkü iman ve şirk konuları kişiye göre değişmez. Gerek burada alıntısını yaptığımız yazılara ve gerekse tasavvuf kitaplarına göre müridin tek görevi, kayıtsız şartsız şeyhe teslim olmak yani ona kul olmaktır. Mürit şeyhe, şeyh Allah’a kul olur. Râbıtayı, murâkabe noktasına ulaşmış büyükler için şirk sayıp mürit için bir görev bilme, bu anlayışın sonucudur. Aşağıdaki ifade de bu anlayıştan kaynaklanmıştır: “Mürit, aracısız olarak, Allah Teâlâ’dan feyiz alabiliyorsa râbıtayı terk etmesi vaciptir. Bu durumda râbıta ile uğraşmak, perdeli basamağı, yüzyüze olma basamağına tercih etmek olur. Bu ise Allah Teâlâ’dan yüz çevirmek sayılır. Ancak râbıtayı bırakmasına rağmen şeyhinin sevgisini kalbinden çıkarmaz, ona bağlılığını terk etmez. Çünkü bu, yüz yüze olma halini artırır.” Allah’tan yüz çevirme kişiye göre değişmez. Biri için yüz çevirme sayılan bir davranış diğeri için de aynı sayılır. İnsanlar, Allah’tan feyiz alabilen ve alamayan diye ayrılamaz. Birinin râbıta yapmasını diğerinin de râbıtayı terk etmesini vacip saymak olmaz. Farzlar ve vacipler kişiye göre değişmez. Yukarıdaki yazıdan geriye sadece şu kalır: “Râbıta, Allah Teâlâ’dan yüz çevirme sayılır.” Bazı şeyhlerin resimleri müritlere dağıtılır ve râbıta yaparken ona bakmaları söylenir. Eğer mürit heykeli yasak bilmese, evine şeyhinin heykelini koyar, râbıta yaparken onun karşısına geçer, kendini alçaltır, son derece tevazu ile yalvarır ve ruhaniyetinden yardım isterdi. Ona karşı . kendini yok sayıp, bütün hücrelerini şeyhiyle doldururdu. Heykel yerine şeyhin hayalini koymak neyi değiştirir? Puta tapanlar da zaten taştan veya ağaçtan değil, onun temsil ettiği varlığın ruhaniyetinden yardım beklerler. Çünkü râbıta yapan mürit, şeyhinin dışında her şeyden ilgisini kesmek ve kalbinde yalnız ona yer vermek zorundadır. O, şeyhin suretini anlının ortasında hayal eder, sonra onu kalbinin ortasına indirir, kendini yok, şeyhini var bilir. Sonra onun ruhaniyetine yönelir, kendisinde cezbe ve gaybet ortaya çıkıncaya kadar râbıtaya devam eder. Cezbe kendinden geçmesi, gaybet ise kendini ve sahip olduğu özellikleri bırakıp şeyhin suretinde kaybolmasıdır. Bu noktaya gelince şeyhin ruhaniyetini, olgunluklarıyla birebir suretinde gözlemler, şeyhin sıfatlarıyla, kendine has halleri ile hallenir. Biri doğuda, biri batıda da olsa, şeyhin ruhaniyeti müridi râbıta ile terbiye eder ve onu, Allah’a ulaştırır. Şu ayet buraya ne kadar da uygun düşmektedir: “İyi bil ki, o saf din Allah için olan dinidir. Onun yakınından veliler edinenler “Biz onlara başka değil sadece bizi Allah’a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ederiz.” derler. işte Allah, onların aralarında tartışıp durdukları şeyde hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve gerçekleri örtüp duran kimseleri doğru yola sokmaz.” (Zümer 39/3)

Tarikata göre şeyh bir çeşme gibidir. Engin denizinden, râbıtasını yapan müridin kalbine feyiz aktarır. Râbıta yapan müritte, şeyhin ruhaniyeti tasarrufa başlar. Üzerine ilahi kemâlâtı ve rabbani tecelliler feyzini yağdırır. Böylece onu yüksek makamlara ulaştırır. Feyiz veren şeyh, ister ölü, ister diri olsun, ister yaptığını anlasın, ister anlamasın fark etmez. Hakiki şeyh, müritle Rabbı arasında vasıtadır. Ondan yüz çevirmek Allah’tan yüz çevirmektir. Râbıta edilen mürşid-i kâmil, fenafillah makamına ulaştıktan sonra, bekâbillah makamı da kendisi için hasıl olmalıdır. Fena fillah, onun beşeri vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilahi vasıflarla donanmasıdır. Beka billah da kendi sıfatlarının yerine Allah’ın sıfatlarının geçmesidir. Yani Allah ile bütünleşmesidir. Durum böyle olunca, mürit inanır ki, şeyhini nerede düşünse, ruhaniyeti orada hazır olur. Yine inanır ki, şeyhin ruhani tasarrufları Hak Teâlâ’nın tasarruflarıdır. Madem şeyhten yüz çevirmek Allah’tan yüz çevirmektir öyleyse mürit şeyhin sevgisini daima içinde beslemeli, her durumda ona bağlılığını korumalıdır. Bütün vakitlerde râbıtaya devam etmeli, hiçbir şekilde ondan ayrılmamalıdır. Eğer bu şirk değilse, şirk diye bir şey olmaması gerekir. Burada şeyh, tam bir ilah konumundadır. Çünkü ilah, kendine kulluk edilen her şeye verilen isimdir. İlah kelimesinin, hayran kalma anlamı da vardır. Çünkü kul, kulluk ettiği şeyin özelliklerini düşününce hayranlık duyar. Allah’ın dışında, kendine kulluk edinilen her şey onu öyle kabul edene göre ilahtır. Putlara ilah derlerdi, çünkü onların kulluğu hak ettiklerine inanırlardı. Onlara verilen isimler bunların inançları sebebiyledir, yoksa onlarda bir şey olduğundan dolayı değildir.

BİZ BİLMEYİZ BÜYÜKLER BİLİR YILMAZ- “Sn. Bayındır: “Tasavvufta, ‘biz bilmeyiz, büyükler bilir’ anlayışı vardır” demektedir. Bu söz tasavvuf kitaplarında yer almasa bile halk tasavvufunda sûfîlerin fail-i mutlak olarak Allah’ı görüp kendilerine bir varlık izâfe etmediklerini, olsa olsa kemal ehli, ilim ve irfan sahibi insanların sözlerine kendilerinden daha çok güvendiklerini belirten bir temkin ifadesidir. Ama her halükarda: “Biz bilmeyiz büyükler bilir” sözü, “Her şeyi ben bilirim, en doğrusu benim anladıklarımdır. Müslümanlık bizden sorulur” anlayışından çok daha doğru, çok daha insânî ve çok daha İslamîdir. Bu şu demektir: “Dini naslar; âyet ve hadisler bellidir ve ortadadır. Yorum ve hüküm çıkarmak ancak ehlinin işidir. Ben kendimi o seviyede görmüyorum. Bu liyâkate hâiz kimselerin yolundan gidiyorum.” Böyle bir düşünce neden içi boşaltılmış bir zikre kapı açsın.”

BAYINDIR – Buradaki büyükler sözü ile Allah Dostları adını verdiğiniz tarikat büyükleri ve şeyhler kastedilmektedir. Tarikatlarda bu büyüklerin, her an Allah’la ilişkide oldukları, onun izni i olmadan bir şey söylemedikleri, ya da yaptıkları her şeyin mutlaka bir hikmeti olduğu inancı hakimdir. Bu sebeple “Biz bilmeyiz, büyükler bilir” anlayışı tasavvuf kitaplarında çok etkin ve detaylı olarak işlenmiştir. Altınoluk okuyucusunun el kitaplarından olan “Adab”ta geçen şu sözler, başka bir yoruma ihtiyaç bırakmayacak derecede açıktır: “….. Müridin kalbinde şeyhin işlerine itiraz olmamalıdır. Aklına yatmayan bir şey gördüğü zaman, ne kadar iyiye yormak gerekli ise o kadar yormalıdır. İyiye yormak için bir çıkar yol bulamazsa kusuru kendine yüklemelidir. Musa ile Hızır’ın (A.S) olayını okumalı, onu kendine temel almalıdır. Çünkü itiraz, her suçtan büyük bir suçtur. İtiraz eden, özürlü olamaz. Kaldı ki, itirazdan doğan kaybın ilacı yoktur. O kaybı gidermek de kolay değildir. Bu itirazın bir başka olumsuz yanı feyiz yollarını müride kapamasıdır.” “….. Mürit şuna inanmalı: Allah ile bitecek işi ancak şeyhinin arabuluculuğu ile olabilir.” “… Mürit şeyhin sözlü emrini yapmak zorundadır. Sebebine gelince, şeyh hali ve makamı gereği bazı işler işleyebilir. Emir olmadığı halde mürit onlardan birini yapınca, kendisine öldürücü zehir olabilir.” “ Mürit şeyhinin kendisine emrettiği şeyi yapmakta acele etmelidir. Ve derhal o emri yerine getirmelidir. Hiçbir tevil ve tehir yoluna sapmamalıdır. Zira tevil ve tehir yol kesicilerin en büyüğüdür.” “ Mürit nefsini yaratılmışların en hakiri görecektir.” Kendisine yakışan odur ki, yıkayıcı önünde ölü gibi ola. Şeyhin sözünü hiçbir şekilde redde yeltenmeye, isterse hak müritten yana olsun. Şuna tam inanması icab eder: Şeyhinin yanılması, kendine göre doğru saydığından daha kuvvetlidir.” “… Halifelerden ve müritlerden biri şeyh tarafından kendisine üst tanıtılırsa ona da aynı şekilde teslim olmalıdır; emrini dinlemelidir.” Tasavvufla ilgili kitaplarda bu tür şeyler sayılamayacak kadar çoktur. Düşünen herkes, çok iyi anlar ki, bütün bunlar, müridi şeyhe kul yapmaktan başka bir gaye taşımaz.

BEN YOK, BİZ YOK, ŞEYH VAR YILMAZ – Sn. Bayındır’ın özen gösterdiği tevhid hassasiyetini sufiler, iskatu’l-yâât anlayışı ile iyelik bildiren “benim elim, benim malım, benim canım” gibi ifadelerden bile tecerrüd edip azamet-i ilahiyye karşısında ser-fürû etmek mânâsında anlamaktadır.

BAYINDIR – Acaba durum, Sayın YILMAZ’ın dediği gibi mi, yoksa Allah’ın büyüklüğü karşısında baş eğme adına insanları şeyhe kul yapmak için Allah’ın adının kullanılması mıdır? Yakarıdan beri anlatılanlar, müridin Allah’ın büyüklüğü karşısında mı, yoksa şeyhin büyüklüğü karşısında mı baş eğdiğini gösterir. Tarikatta müridin içine, ”ben yok, biz yok, şeyh var” inancı yerleştirilir. Çünkü onlar için şeyh her şeydir. İdeolojiler insanlara “Ben yok, biz var” inancını aşılarlar. Çünkü ayakta durmaları birbirlerine dayanmalarına bağlıdır. İslam’da ise “Ben var ve benlerden oluşan biz vardır.” İslam’da “Ben” çok önemlidir. Tarikatta müridin içine, ”ben yok, biz yok, şeyh var” inancının nasıl yerleştirildiğine bakalım: “Mürit, kendi acizlik ve çaresizliğini daima mürşit huzurunda düşünmelidir. Mürit bilmelidir ki, hedefe ulaşmak, ancak mürşidinin rızasını kazanmakla olur. Onun rızasını kazanmaktan başka her tarafın kapalı olduğunu bilmelidir. Mürit, mürşidinin ilgisini, sürekli üzerinde tutmadıkça kendi şahsi eser ve kıymetinin hiç olduğunu kavramaya borçludur. Sâdık mürit ve sâlik, sâdık irade sahibi olduğu için varlığını mürşidin varlığında yok ederse artık kendi nefsini arasa da bulamaz. Kendini her yoklayışında mürşidinin gerçek varlığından başka bir şey göremez…” “Sâlik, mürşidinin yanında ve uzağında daima onun rızasını elde edeceği yolda yürümeğe bakmalıdır. Mürşidinin nelerden hoşlanacağını anlamak ve ona göre çalışmak zorundadır. Bu iş gayet zordur ve derin bir dikkat ve öngörüye bağlıdır. Allah’ın yardımı ve derinden derine desteği eksik olmazsa o başka. … Bu iş, Allah’ın kolaylık verdiğine kolay! Yoksa başarılamayacak kadar çetindir.” Gerçekten çok çetin bir iş. Bir kişinin, kendi gibi bir kula kul olması, son derece çetin ve onur kırıcıdır. İslam’da “Ben var ve benlerden oluşan biz vardır.” İslam’da “Ben” çok önemlidir. Bunu büyüklenme anlamındaki benliklenme = enaniyet ile karıştırmak büyük hata olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman etmiş olanlar! Kendinizi ve ailenizi bir ateşten koruyun ki onun yakacağı yalnız insanlar ve taşlardır. Onun başında iri gövdeli, katı yürekli melekler vardır. Allah’ın buyurduğu hiçbir şeye karşı durmazlar, onlara ne buyurulmuşsa onu yaparlar.” (Tahrim 66/6)

Onlara: “Allah’ın indirdiğine ve o Elçiye gelin” dense hemen şöyle derler: “Babalarımızı ne şekilde bulmuşsak o bize yeter”. Ya babaları bir şeyi bilmiyor yahut doğruyu tutturamamışlarsa? Ey inananlar! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolu tuttuktan sonra sapmış biri size zarar vermez. Hepiniz de Allah’a döneceksiniz. Yaptıklarınızı size o bildirecektir. (Maide 5/104-105) Ahirette Allah Teâlâ şöyle diyecektir: İşte bize teker teker geldiniz. Tıpkı sizi ilk defa yarattığımız gibi. Sizi hayaline daldırdığımız şeyi de arkanızda, geride bıraktınız. Size eşlik edecekler diye kuruntusunu ettiğiniz şefaatçılarınızı da yanınızda görmüyoruz. Bağlarınız büsbütün kopmuş. Kuruntusunu ettiğiniz ne varsa, yanınızdan kaybolup gitmiş. (En’am 6/94) Bundan dolayı Hz. Yusuf aleyhisselam, anasını ve babasını tahtın üzerine oturttuktan, onlar ve kardeşleri kendisi için secdeye kapandıktan sonra şunları söylemişti: “Rabbım! Sen bana bu iktidardan bir pay verdin, bana o olayları yorumlamayı öğrettin. Ey yerlerin, göklerin yaratıcısı! Sen benim bu dünyada da, öbür dünyada da velimsin. Benim ruhumu müslüman olarak al ve beni iyiler arasına kat.” (Yusuf 12/101)

Burada Nebimizle ilgili şu rivayeti de görmek gerekir: Ebu Hureyre radiyellahu anh bildiriyor: “Kabilenin en yakınlarını uyar.” (Şuarâ 26/214) ayeti inince Nebi aleyhisselam kalktı ve şöyle bir konuşma yaptı: “Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; Allah’ın yanında size hiç bir faydam olmaz. Ey Abdumenaf oğulları! Allah’ın yanında size hiç bir faydam olmaz. Ey Abdulmuttalib oğlu Abbas! Allah’ın yanında sana hiç bir faydam olmaz. Ey Safiyye, (Resulullah’ın halası)! Allah’ın yanında sana hiç bir faydam olmaz. Ey Muhammed kızı Fatma! Allah’ın yanında sana hiç bir faydam olmaz.” (Buhârî, Vesâyâ, 11)

ŞEYHLE BERABER OLMA YILMAZ- Allah, herkes ve her varlıkla beraber. Ama insanlar bunun ne kadar farkında?

BAYINDIR – Nebilerin görevi insanların bunun farkına varmalarına çalışmak olmuştur. Onların yolundan yürüyenlerin görevi de budur. Tasavvuf, Allah ile beraber olma yerine şeyh ile beraber olmanın yollarını öğretmektedir. Şu sözlere bakın: Şeyhin kalbi ile müridin kalbi arasında vasıta yoktur. Onlar Allah Teâlâ’nın bulunduğu oturumda bulunurlar, dolayısıyla Allah Teâlâ’yı zikirle elde edilecek fayda, bu zatları görmekle aynen elde edilir. Allah’ın Elçisine tam uymayı, bu kamil şeyhin sevgisi ile bir tutması gerekir. Mürit inanır ki, .. nerede aklına getirirse şeyhin ruhaniyeti orada hazır olur. Yine inanır ki, şeyhin ruhanî tasarruflarını Allah Teâlâ’nın tasarrufları saymak gerekir. Mürit şeyhin sevgisini daima içinde taşımalı, her durumda ona bağlılık göstermelidir. … Her zaman râbıtaya devam etmeli, hiçbir şekilden ondan ayrılmamalıdır. Kendini yok, şeyhi var bilmelidir. Belaların kalkması için en kuvvetlisi budur. Bu, olsa olsa belaların inmesi için en kestirme yol olur. İslam aleminde tarikatların ne kadar yaygın olduğu, başımızın beladan kurtulmadığı düşünülünce sebebi anlaşılır.

YANLIŞ YOL YILMAZ – Tasavvuftaki tevhid duyarlılığı, kudsî hadiste haber verilen, insanın farz ve nâfileleri ifadan sonra ulaşacağı “Ve nihayet ben kulumu severim. Ben onu sevince de gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı… olurum” (Buhari, Rikak, 37) ifadesindeki gönül enginliğine ermek, bilgi kadar duygu ile de tevhidi teneffüs etmektir. Ve yüreğinin derinliklerinde: “Attığın zaman sen atmadın” (el-Enfal 8/17) âyetinde anlatılan ve “Allah’tan başka hiçbir kuvvet ve gücün olmadığını” ifade eden fail-i mutlak inancına ermektir.

BAYINDIR – Tasavvufta buna gönül zenginliği değil, fena fillah adı verilmekte, bununla kişinin Allah ile bütünleşmesi, yani haşa, Allahlaşması kastedilmektedir. Şu ifadeler Sayın YILMAZ’a aittir: “Fenâ fillâh, kulun insan olma özelliklerinden ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilâhî özelliklerle donanmasıdır. Kulun iş yapma şuurunu kaybetmesi, onun yerine Allah’ın geçmesidir. Kulun, fiilini görmemesi diye ifade edebileceğimiz bu durumda onun yerine Allah geçer. Allah görür, Allah duyar ve Allah tutar. Böylece “Ben onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum” kudsi hadisinin hükmü gerçekleşmiş olur. Sizin tevhit dediğiniz, Allah ile bütünleşmeden, yani kişinin haşa Allahlaşmasından başka bir şey değildir. Bu anlayıştan Allah’a sığınmak gerekir. Bahsi geçen hadis-i kudsî şöyledir: Allah Teâlâ buyurdu ki: “Kulumun, farz kıldığım şeylerle bana yaklaşmasından daha sevimlisi yoktur. Kulum bana nafilelerle de yaklaşmaya devam eder. Öyle olur ki artık onu severim. Onu sevdim mi işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli ve yürüdüğü ayağı olurum. Benden isterse kesinkes veririm. Bana bir sığınsın, onu muhakkak korurum.” Allah’ın emir ve yasaklarına uyan kişi, emredilenlerin güzelliğini ve yasaklanan şeylerin kötülüğünü kavrar. Yaptıklarını şuurlu olarak yapar, izzetli ve şerefli olur. Her şeye bu açıdan bakacağı için kolay kolay kötü duruma düşmez. Bu kişi öyle hale gelir ki, Allah’ın emrine aykırı şeylere kulağını ve gözünü kapar. Allah’ın istediği şeyleri tutar ve Allah’ın istediği tarafa yürür. Muhammed aleyhisselam, “Mü’minin ferasetinden çekinin, çünkü o Allah’ın nuruyla görür.” buyurmuştur. Ferâset, ayrıntılara bakarak bir görüş, tahmin ve kavrayışla doğruyu yakalamak demektir. Şu âyetler üzerinde düşündüğümüzde konu iyice anlaşılabilir. “Ey inananlar, eğer Allah’tan sakınırsanız o size doğruyu eğriden ayıracak bir güç verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar.” (Enfal 8/29) “Ey inananlar, Allah’tan sakının ve elçisine inanın ki, size rahmetinden iki pay versin, sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın ve sizi bağışlasın.” (Hadîd 57/28) Günahkâr Müslümanlar bunları görecek durumda değillerdir. Günahtan zevk almaları, Allah’ın emirlerini yerine getirmemekten sıkılmamaları bundandır. Feraseti de büyütmemek gerekir. Bir kişinin daha faziletli olması görüşünün daha doğru olduğu anlamına gelmez. Sahabenin en faziletlisi Hz. Ebubekr’dir. Muhammed aleyhisselam, bir konuda Hz. Ebubekr’in görüşünü tercih etmiş, daha sonra bunun yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Allah ondan razı olsun, Hz. Ömer anlatıyor: Bedir Savaşı’nda esirler alınınca Muhammed aleyhisselam Hz. Ebubekr ve Ömer’e “Bu esirlerle ilgili görüşünüz nedir?” diye sordu. Hz. Ebubekr dedi ki “Ey Allah’ın Nebisi, bunlar amca oğullarımız ve soydaşlarımızdır. Onlardan fidye almanı uygun görüyorum; böylece kâfirlere karşı güçlenmiş oluruz. Belki Allah ilerisinde onlara Müslüman olmayı nasip eder.” Muhammed aleyhisselam “Senin görüşün nedir Hattaboğlu?” diye sordu. Dedim ki, “Hayır, vallahi ey Allah’ın Elçisi, ben Ebubekr’in görüşüne katılmıyorum; benim görüşüm şudur: izin ver onların boyunlarını vuralım. Akîl’i (kardeşi) Ali’ye bırak boynunu vursun, şu akrabamı da bana bırak boynunu vurayım. Çünkü bunlar küfrün liderleri ve ileri gelenleridir.” Muhammed aleyhisselam Ebubekr’in görüşünü benimsedi, benim görüşümü benimsemedi. Ertesi gün geldim bir de gördüm ki Muhammed aleyhisselam ile Ebubekr oturmuş ağlıyorlar. Dedim ki, “Ey Allah’ın Elçisi! Söylesene, sen ve arkadaşın niçin ağlıyorsunuz? Eğer ağlamaya değer görürsem ben de ağlarım, ağlamaya değer görmezsem sizinle ağlar gibi gözükürüm.”Muhammed aleyhisselam buyurdu ki; “Arkadaşlarının esirlerden fidye alınması yolunda bana sundukları görüşe ağlıyorum. Çünkü onlara azabın şu ağaçtan daha yakın bir şekilde geldiği bana gösterildi. Allahü Teâlâ şu âyeti indirdi. “Yeryüzünde düşmanını ezmedikçe bir elçinin esirler alması doğru olmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki, Allah öbür dünyayı diliyor. Allah güçlüdür, hakîmdir. Eğer daha önceden Allah tarafından verilmiş bir hüküm olmasaydı aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azab dokunurdu.” (Enfal 8/67-68) Demek ki, olayların arkasındaki gerçeği Muhammed aleyhisselamda Hz. Ebubekr de görememiştir. Çünkü bunların her ikisi de insandır ve faziletli olmaları yanılmalarına engel değildir. Durum açıkça meydanda iken o kudsi hadisi, kulun beşer olma özelliklerinden ve aşağı arzulardan sıyrılıp ilâhî özelliklerle donanması, onun iş yapma şuurunu kaybedip yerine Allah’ın geçmesi gibi Kur’an’a taban tabana zıt bir anlama alet etmek kabul edilemez.

POSTACILIK YILMAZ – Bizim anlayışımıza göre dinde Nebimizin konumu, mesaj getiren bir postacılık değildir. O’nun asıl özelliği “üsve-i hasene”; yâni model şahsiyet olmasıdır. O canlı Kur’an’dır. Din ve beden ilimleri gibi, ilimlerin tecrübi olanları üstatsız öğrenilemez. BAYINDIR- Postacı mektup ve posta evrakı getirir. Onların içinde ne olduğunu bilmesi gerekmez. Elçi ise birin sözünü diğerine ulaştıran kişidir. Sözü ulaştırabilmesi için onu anlaması ve kavraması gerekir. Allah Teâlâ Muhammed aleyhisselama şöyle buyuruyor: Seni insanlara resul olarak gönderdik, şahit olarak Allah yeter.” (Nisa 4/79) Arapça’da bir sözü ve elçiliği yüklenen kişiye resul denir. Bir fıkıh terimi olarak resul, işe kendini karıştırmadan birinin sözünü bir başkasına ulaştırmakla görevli kişidir. Dini terim olarak da Allah’ın hükümlerini halka ulaştırmak üzere görevlendirdiği insana resul denir. Bunun Türkçe karşılığı elçidir. Allah Teâlâ elçilerinin görevini üç şekilde belirlemiştir: Tebliğ yani emri yerine ulaştırma: Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Elçilere apaçık tebliğden başka ne düşer?” (Nahl 16/35) “Ey Elçi! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun.” (Maide 5/67) 2) Beyan, yani emri açıklama: Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz ne elçi gönderdiysek sadece kendi halkının diliyle gönderdik ki, onlara açık açık anlatsın.” (İbrahim 14/4) “Biz Kitap’ı sana, başka değil, sadece ayrılığa düştükleri şeyi onlara açıklayasın ve bir de inanan kimselere yol gösterici ve rahmet olsun diye indirdik.” (Nahl 16/64) 3) Müjdeleme ve uyarma: Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz elçileri, başka değil, sadece müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim inanır ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (En’am 6/48) “Biz seni bütün insanlara sadece bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak göndermişizdir.” (Sebe 34/28) Allah Teâlâ elçilerinin yetkisiz olduğu hususları şöyle belirlemiştir: 1) Elçinin koruma görevi yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Eğer yüz çevireceklerse çevirsinler, biz seni onlara bekçi göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir.” (Şura 42/48) 2) Elçinin vekillik görevi yoktur. Ne halka karşı Allah’ın vekili, ne de Allah’a karşı halkın vekilidir. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah dileseydi şirke düşmezlerdi. Biz seni onların üzerinde bir koruyucu yapmadık. Sen onların üzerinde bir vekil de değilsin.” (En’am 6/107) “Sen sadece bir uyarıcısın. Her şeye vekil olan Allah’tır.” (Hud 11/12) 3) Elçi kimseyi yola getiremez. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sen, sevdiğini doğru yola getiremezsin, ama Allah, dilediğini doğru yola getirir. Doğru yola girecekleri en iyi o bilir.” (Kasas 28/56) Elçi sadece doğru yolu gösterir: Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kuşkusuz sen kesinkes doğru yolu gösterirsin.” (Şura 42/52) 4) Elçi baskı yapmaya yetkili değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün. Sen onların tepesine dikilecek değilsin.” (Ğaşiye 88/21-22) Nebimiz aleyhisselam bizim için güzel bir örnek, bir model şahsiyettir. Ama o hiçbir tarikatın şeyhi değildir. Hiçbir tarikat da onu model olarak almamaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kuşkusuz Allah’ın elçisinde sizin için, Allah’a ve son güne bel bağlayıp da Allah’ı sık sık ananlar için pek güzel bir örnek vardır”. (Ahzâb 33/21) İşte bütün gayretimiz, Nebimizin yolunda gitmektir.

VESVESE YILMAZ – Sn. Bayındır mülakatın bir yerinde: “Namazın farzları, vacipleri ve sünnetleri arasında içine vesvese getirmemek diye bir şey yer almaz” diyor. Ona bakarsak fıkıh kitaplarımızda namazda huşu ve ihlas diye bir farz, vâcip veya sünnet de yer almaz. Aslında İslamî ilimler tefsiri, hadisi, fıkhı ve ilm-i kelamı ile bir bütündür. Ve her biri, bu bütünün parçaları mesabesindedir. Dolayısıyla ilimler arasında bir görev dağılımı vardır. Her ilim her şeyle meşgul olmaz, olamaz. Olursa eksik olur.

BAYINDIR – İslam ile ilgili hiçbir ilim, Kur’an’ın açık hükümlerine aykırı olamaz. Biz, Kur’an’a açıkça aykırı gördüğümüz konularda Kur’an ayetleri ile uyarılarda bulunmaya çalışıyoruz.

MÜRŞİD – İSA-MESİH İLİŞKİSİ YILMAZ- Sn. Bayındır tasavvuftaki mürşidi, neredeyse Hıristiyanlıktaki İsa-Mesih gibi görmektedir. Mülâkatında her ne kadar teşbih lafızları kullanmasa da düşüncelerini şu cümlelerle belirtmektedir: “Allah’ın dûnunda, yani onun yakınında başka tanrılar edinme inancı bu şekilde oluşur. Halbuki yukarıdaki ayetler Allah’ın bize uzak olmadığını, Allah’ın yeryüzü kralları gibi değil, bize bizden daha yakın olduğunu; dolayısıyla aracıya gerek olmadığını bildirmektedir.” Bu cümleler, Sn. Bayındır’ın neyi kastettiğini; tasavvuftaki mürit-mürşid ve Allah ilişkisini nereye oturttuğunu gayet iyi ortaya koymaktadır. Oysa İslam’da Hıristiyanlıktaki gibi bir ruhbanlık anlayışı yoktur. Kul Rabbına şahsen aracısız teveccüh edebilir. Mürşid ve şeyhlerin, kulu Rabbinin yoluna yönlendirmeleri, ruhbanlığı andıran bir faaliyet değildir. Yürünecek yolda birlikte yürümek ve mürşidin müride rehberlik etmesi demektir. Ruhbanlıkta râhib olmadan Hakk’a teveccüh mümkün değildir. BAYINDIR – İslam’da Hıristiyanlıktaki gibi bir ruhbanlık elbette yoktur ama tasavvufta vardır. Mürşid ve şeyhler, kulu Rabbi’nin yoluna yönlendirmeye değil, Allah yolunda teslim almaya çalışırlar. Ruhbanlıkta râhib olmadan Hakk’a teveccüh mümkün değildir de tasavvufta şeyh olmadan mümkün müdür? Râbıta ve insan-ı kâmil ile ilgili sözlerinizi nereye koyabilirsiniz? Sizin kitaplarınız şu tür cümlelerle dolu değil midir? “….. Mürit şuna inanmalı: Mabud sultanla bitecek işi ancak şeyhinin tavassutu ile olacaktır.” Altınoluk’un Nisan 2001 sayısında yayınlanan şu ifadeleri nereye yerleştirebilirsiniz? Ayet-i celîle de şöyle buyurulmuştur: – “Ey kullarım! Sizin her birinize iki şey vâcib ettim. Önce şeriat, sonra tarikat” (Mâide 5/48) Hak Teâlâ Hazretleri âhirette kullarına soracak, diyecek ki: – Ey kulum! Benim böyle bir emrim var idi. Sen tarikatı aradın mı? – Aradım amma bulamadım, derse ve o devirde mürşid bulunmamış ise sorumluluk Allah Teâlâ’ya ait olur. Halbuki Allah Teâlâ sorumlu tutulabilir mi? Öyle ise her zaman, halkı aydınlatmak için bir kulunu âleme açıklamıştır. Yoksa kulun gücü dışında bir sorumluluğu olmuş olacaktır. Eğer o kimse derse ki: – Mürşidi buldum amma kalbim sevmedi, teslim olamadım. Allah Teâlâ Hazretleri buyurur ki: O kuluma başka kullarım tâbi olmamış mı idi? Büyük bir topluluğun tanıklığıyla onun mürşid olduğu belli olmamış mıydı? Mâdem onun hakkında böyle bir topluluğun tanıklığı var idi, senin de şeriata göre bunu kabul etmen gerekli olmuştu, diyecek ve o kul azaptan kurtulamayacaktır. Öncelikle yukarıdaki ayetin tarikatla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ayetleri cımbızla alıp ilgisiz manalara çekmek, şeyhi kutsallaştırma dışında ne anlama gelebilir? O ayette Allah Teâlâ, Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlardan her biri için bir şeriat ve bir yol belirlediğini ifade etmektedir. Ne bu ayet, ne bir başka ayet, elbette mürşidin aracılığından bahsetmez. Ama önce ayete yanlış anlam verip arkasından koskoca dünyada bir tek mürşidin bulunacağından ve insanların ona teslim olması gerektiğinden, o mürşidi bulup tabi olmayanın azaptan kurtulamayacağından bahsetmek bir ruhbanlık inancı oluşturmak değil midir? YILMAZ – Tasavvuftaki murâkabe kavramına baksanız, murâkabede sâlikin “Allah’ın, kendisine şahdamarından daha yakın oluşunu” (Kaf 50/16) ve “Nerede bulunursa bulunsun Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu” (el-Hadid 57/4) düşünmek demek olduğunu görecek ve mürşidsiz, onun öğretileriyle teveccühün gerçekleştiğini müşahede edecektiniz.

BAYINDIR – Tasavvuftaki murâkabe kavramına yukarıda değinmiş, oradaki korkunç durumu, sizin yazılarınızla ortaya koymuştuk. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, mürşidi, Hıristiyanlıktaki İsa-Mesih gibi hatta ondan da aşırı durumda gören, tasavvufçulardır. Tasavvufta mürşidin, insan-ı kâmil sayıldığını yukarıda, Sayın YILMAZ’ın râbıta ile ilgili yazısından öğrenmiştik. Sayın YILMAZ’a göre “İnsan-ı kâmil Allah’ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır. İnsan-ı kâmil, maddî ve manevi bütün kemâl mertebelerini kapsamak