Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi Prof. Dr. Ahmet Yaman’a Cevap 2

KUTSANAN GELENEĞİN FAİZ ANLAYIŞI

Sayın Yaman, bize karşı Diyanet’i savunmak için yazdığı “Dinin kaynağı ben miyim?” başlıklı yazısında aşağıdaki gerçek dışı sözlerin bize ait olduğu izlenimini vererek banka faizlerini helal saydığımız imasında bulunmuştur [1]: “Sadece Kur’ân’ı ve çıkarımlarınıza uygun olması şartıyla Sünnet’i esas alan bir hareket tarzını takip ettiğiniz zaman şöyle “dînî” hükümler koyabilirsiniz: Kur’ân ribâyı açık bir dille (Âli İmrân 3/130) yasaklamaktadır. Kur’ân’ın karşı çıkıp yasakladığı ribâ, asıl borcun birkaç defa katlanarak artmasıyla yapılan acı bir sömürüdür. Çağdaş ekonomide oynadığı rol ile faiz, Kur’ân’daki ribadan tamamen farklıdır. İlgili âyet ‘ed’âf-ı mudâ’afe’ tabiri ile fâhiş faizi ve tefeciliği kastettiğinden, hal-i hazırdaki mutedil banka faizlerine şüpheli nazarla bakılamaz.”

Allah Teâlâ; “Bu Kur’ân, en sağlam yolu gösterir.” (İsrâ 17/9) dediği için sadece Kur’ân’a uymanın kişiyi yanlış yola sokacağı iddiası âyete ters düşer. Aşağıda görüleceği gibi Kur’ân, oranı ne olursa olsun, borca yapılan her ilaveyi faiz sayar. Ama Kur’ân’ı uzakta tutan veya kendilerine uyduranlar, din adına her türlü yanlışı yapabilmektedirler. Önce Kur’ân-Sünnet bütünlüğü içinde faizi kısaca anlatacak, sonra geleneğin onu ne hale getirdiğini özetleyeceğiz. Son olarak Sayın Yaman’ın da bildiği yazılarımızdan örnekler vererek yukarıdaki iddianın gerçek dışı olduğunu ortaya koyacağız.

KUR’AN-SÜNNET BÜTÜNLÜĞÜ İÇİNDE FAİZE KISA BİR BAKIŞ

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Faiz yiyenler, şeytanın, peşine takılıp aklını çeldiği kimsenin davranışından farklı bir davranış göstermezler[2]. Bu onların “alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir” demeleri sebebiyledir. Allah alım-satımı helal, faizli işlemi haram kılmıştır. Her kime Rabbinden bir öğüt ulaşır da faize son verirse, geçmişte olan kendinindir. Onun işi Allah’a aittir. Kim de faizciliğe dönerse, onlar o ateşin arkadaşlarıdır; orada ölümsüzdürler.” (Bakara 2/275) Mallar ya alım satım ya da ödünç şeklinde değiştirilir. Alım satım, para verip ekmek almak gibi farklı iki şeyi değiştirmektir. Onun peşini de vadelisi de olur. 75 liraya alınan bir malı 100 liraya satan kişi, o maldan 75 liraya bir tane daha alabiliyorsa 25 lira kâr etmiş olur. Bir mal satın almak, üretim çarkını canlı tutmaktır. Tüketilen bir dilim ekmek için ne kadar çok kişinin çalıştığı düşünülürse katkıda bulunulan ekonomik hareketin boyutu anlaşılır. Aralarında fark olmayan mallar ancak borçlanma yoluyla değiştirilebilir. Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem “Faiz yalnızca borçta olur[3] demiştir. Çünkü ihtiyaç fazlası parası olan kişi onu, güvenini kazanmış varlıklı birine vererek hem çeşitli tehlikelere karşı korumak hem de gelir elde etmek ister. Bu da ancak faizli borç şeklinde olur. Bir âyet şöyledir: “İnsanların malları içinde artsın diye faize verdiğiniz şey Allah katında artmaz.” (Rum 30/39) Yani borç verme, tek başına gelir sağlayan bir iş değildir ki, borç veren ondan pay alabilsin. Gelir getiren işi borç alan yapabilir. Borç veren o işin sıkıntısına da katlanmadığından faiz, hak edilmiş kazanç olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “(Faizden) Tevbe ederseniz ana mallarınız sizindir; ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” (Bakara, 2/279) Bu sebeple faizli borç vermeyi ticarete benzeterek “Alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir” demek, tam bir yanıltmadır.

Faizden Korunma Duvarı

Borç ile alım satım arasında benzerlik vardır. İnsanla maymun arasında da benzerlik vardır ama birine insan, diğerine maymun denmesi aradaki farktan dolayıdır. “Alım satım tıpkı faizli işlem gibidir” diyenler aradaki benzerliği kullanarak faizli borca alım satım görüntüsü verebilirler. Allah’ın Elçisi altın, gümüş, arpa, buğday, hurma ve tuzun bazı değişim şekillerini örnek vererek faize alım satım görüntüsü vermenin önünü kapatmıştır. Ebû Saîd el-Hûdrî’nin (r.a.) bildirdiğine göre o, şöyle demiştir: “Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma ve tuza karşılık tuz, misli misline ve peşin olur. Kim artırır ya da fazlasını isterse faize girer. Bu konuda alan da veren de birdir.”[4] Bu ve benzeri hadisler, faize karşı bir korunma duvarı oluşturmuştur. Çünkü bu gibi malları kendi cinsiyle değiştirirken değişimin peşin olması şartı, faize açılan bir kapıyı kapatmıştır. Buna satış denirse daha sonra 110 lira almak için 100 lira borç vermek faiz; ama 100 lirayı vadeli 110 liraya satmak ticaret sayılırdı ve faiz yasağının bir anlamı kalmazdı.

Hadis, altı malı kendi cinsiyle peşin değişirken miktarların eşit olmasını şart koşarak faize açılan bir kapıyı daha kapatmıştır. Faizcinin asıl isteği, verdiği borçtan fazlasını almaktır. Faiz yasağını ticaret görüntüsü altında delebilirse onu yapmaktan çekinmez. Mesela borç isteyene önce, belli bir vadeye kadar faizsiz 110 altın borç verir. Sonra o altınları peşin 100 altına satın alır. Borçlu oradan 100 altın ile ayrılır ama borcu 110 altın olur. Belli malların kendi cinsleriyle değiştirilmesi hâlinde bedellerin eşit miktarlarda olması şartı bu kapıyı kapatmıştır. Allah’ın Elçisi bir de şöyle demiştir: “Gümüşe karşılık altın elden ele satıldığında gümüşün fazla olmasında bir zarar yoktur, fakat veresiyesi olmaz. Arpaya karşılık buğday elden ele satıldığında arpanın fazla olmasında bir zarar yoktur, fakat veresiyesi olmaz.”[5]

Altın ile gümüş ve buğday ile arpa birbirlerinin yerine konabilirler. Bunların fiyatları arasında uzun süre önemli değişiklik göstermeyen oranlar bulunur. Bu malların değişiminin peşin olması şart koşulmazsa faize giden bir kapı açık kalır. Meselâ 1 gr. altın 10 gr. gümüş değerinde iken faizci, önce elindeki 1 kilo gümüşü bir yıl sonra alacağı 110 gr. altına karşılık satabilir. Borçlu oradan 1 kilo gümüşle çıkar ama borcu 1100 gr. gümüş değerinde olan 110 gr. altın olur. Böylece alım satım perdesi altında %10 faizli ödünç işlemi yapılmış olur. 20. asrın ilk çeyreğine kadar altın ve gümüş, para olarak kullanılıyordu. Onun yerini artık kağıt para almıştır ama onlara olan güven her gün daha da artmaktadır. Bu iki maden, iki farklı para cinsi gibiydi. Onların birbirleriyle veresiye değişiminin faiz sayılarak yasaklanması veresiye döviz satışını da faizli işlem kapsamına sokmuştur. Abdullah b. Ömer demiştir ki: Beqî’de deve satardım. Dinara karşılık satar yerine dirhem alırdım, dirheme karşılık satar yerine dinar alırdım.

Allah’ın Elçisi’ne geldim, Hafsa’nın evindeydi; “Ey Allah’ın Elçisi, müsaadenle bir şey sormak istiyorum; ben Beqi’de deve satıyorum; dinara karşılık satıp yerine dirhem alıyorum. Dirheme karşılık satıp yerine dinar alıyorum. Ona karşılık onu alıyor, buna karşılık bunu veriyorum.” dedim. Dedi ki: “Günün fiyatıyla almanda sakınca yoktur; ama aranızda bir şey bırakarak ayrılmayın.”[6] Bu hadis, faize açılan bir kapıyı daha kapatmıştır. Yoksa 1 dinar (altından basılan madeni para), 10 dirhem (gümüşten basılan madeni para) değerinde iken faizci bir süreliğine 1100 dinar ödünç verir, sonra onları borçludan peşin 10.000 dirheme satın alarak faiz yasağını delebilirdi. Çünkü bu iki işlem sonunda, alım satım görüntüsü altında %10 faizle ödünç vermiş olurdu. Yukarıdaki altı mal, ödünç verilebilen malların birer örneği olduğu için hadisler, alım satım görüntüsü altında faiz yasağını delmenin yollarını kapatmıştır. Gelenekte hadisler farklı bir sahaya kaydırılarak muamele-i şer’iyye adı verilen göstermelik satışlarla faiz yasağı delinmiştir. Meselâ ödünç isteyen taraf bir malını, ödünç verecek olanın önüne koyup “bunu sana 10 altına sattım” diyebilir. O da onu satın ve teslim alır ve parayı öder. Arkasından; “Bu malı, bedelini bir yıl sonra ödemem şartıyla bana 11 altına sat” diyerek peşin 10 altına sattığı malını veresiye 11 altına geri alabilir. Böylece mal devreden çıkar ve 11 altına karşılık 10 altın borç alınmış olur. Bir satış içinde iki satış denen bu işlemin birçok usulü geliştirilmiştir.

Ebû Hureyre’nin bildirdiğine göre Allah’ın Elçisi bir satış içinde iki satışı yasaklamış[7] ve şöyle demiştir: “Kim bir satış içinde iki satış yaparsa ya bedellerin düşüğünü alır, ya da faize girer.”[8] Hadise göre yukarıdaki işlemde alacaklı taraf ya 10 altın alır ya da faize girer. İlgili hadislerin yanlış yorumlanması sebebiyle[9] Osmanlılar muamele-i şer’iyyeyi uygulamış ve o usulle borç veren çok sayıda para vakfı kurmuşlardır. 1456-1551 yılları ara­sında İstanbul’da 1161 adet para vakfının olduğu tespit edil­miştir[10].

İstanbul Müftülüğü Şer’iyye Si­cilleri Arşivi’nde yapılan bir araş­tırmada, İstanbul Mahkemeleri dene­timinde 3950 adet para vakfının bulun­duğu ortaya çıkmıştır[11]. Bu uygulama, Osmanlı Devletinde yürür­lükte olan hukuk düzeninden bir sapma değildir. Çünkü Osmanlı sultan­ları, hâkim ve müftülerin, Hanefî Mezhebinde sahih görülen görüşle hüküm ve fetvâ vermelerini emretmişlerdi[12]. Burada Osmanlı’ya yük­lenme yerine Osmanlı ulemasına yüklenmek gerekir. Çünkü bu konuda yeterli mücadele vermemişlerdir[13].

GELENEĞİN FAİZ ANLAYIŞI

Geleneğe göre Kitap ve Sünnet, birbirinden ayrı iki kaynaktır. Bu anlayış, Kur’ân ve Sünneti bir bütünlük içinde görmeyi ve Sünneti doğru anlamayı imkânsız hale getirir. Bu yazının ekinde yer alan Kitap ve Hikmet başlıklı makalede görüleceği gibi Sünnet, ikinci kaynak değil, peygamberimizin Kitap’tan çıkardığı hükümlerdir. Sünnet, ait olduğu yere konulamadığı için birçok konu gibi faiz konusu da Kur’ân-Sünnet bütünlüğü içinde ele alınamamıştır.

Yukarıdaki âyette, alım satım ile faiz kesin olarak ayırt edildiği,“alım satım da tıpkı faizli işlem gibidir” diyenler şeytana uymakla suçlandığı halde mezhepler, çok sayıda âyeti ve hadisi görmeyip altı mal hadisini merkeze alarak faizi, alım satımın bir bölümü haline getirmişlerdir. Onunla da yetinmeyip bir yandan altı mal hadisinden faiz illetleri çıkararak ticaretin önemli bir bölümünü faiz yasağı kapsamına sokmuşlar, diğer yandan faiz yasağının alım satım görüntüsü altında delinmesinin yollarını açık bırakmışlardır. Hanefilere göre faiz illeti kadr ve cins’tir. Kadr, ölçek ve tartıdır.

Hanbelîlerin[14] temel yaklaşımı da Hanefiler gibidir. Buna göre tartı veya ölçekle işlem gören iki mal, mesela bakır ile demir veya sütle zeytinyağı veresiye değiştirilemez, yoksa faiz olur. Elinde koyun sütü olan bir kadın, çocuğuna keçi sütü içirmek isterse onu keçi sütüyle, ancak eşit ölçekte ve peşin değiştirebilir, yoksa faize girer. Çünkü ikisi de süttür, ikisi de ölçekle işlem görmektedir. Malikîler, hadislerdeki arpa, buğday, hurma ve tuza bakarak faizin, saklanabilen temel gıda maddelerinde veya gıda maddelerini lezzetlendiren şeylerde olacağını söylemişlerdir. Onlara göre hiçbir müslüman, ileride teslim edeceği buğdaya karşılık yağ, un, tuz, bakliyat vs. alamaz. Bunlar kendi cinsleriyle değiştirildiğinde miktarların eşit olması da gerekir, yoksa faiz olur.[15] Şafiîlerde de durum yaklaşık olarak aynıdır.[16] Bir kimse, daha sonra vereceği iki ekmeğe karşılık komşusundan iki ekmek alsa faize girmiş olur. Şafiî ve Malikîlere göre faizin bir illeti de semeniyet yani para olma özelliğidir. Ancak bu özellik altın ve gümüş paralar dışında bulunmaz[17].

Gelenekte sistem, yanlış bir zemine kurulduğu için faizin tam tarifi bile yapılamamıştır. Bu sebeple geleneğin faizsiz olduğunda icma ettiği faizli bankalar kurulabilir. Kâğıt para, Şafiî ve Malikî mezheplerine göre altından üretilmediği için, Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre de tartı veya ölçekle işlem görmediği için faizli mallardan değildir. İlk iki mezhebe göre bankalar, kâğıt parayla olan işlemlerini borcu ifade eden sözlerle değil de alım satım sözlerini kullanarak yaparlarsa hiçbiri faiz kapsamına girmez. Hanefî ve Hanbelî mezheplerine göre de döviz satışı hiçbir kurala tabi değildir. Aynı tür kâğıt paraların değişimi peşin olduğu takdirde miktarlarının eşit olması gerekmez. Bu mezheplere göre bankalar, kendilerinden mesela bir milyon lira kredi isteyen birine önce bir yıl vadeli bir milyon yüz bin lira faizsiz borç verip daha sonra onu bir milyon liraya peşin olarak satın alabilirler. O kişi bankadan bir milyon lira ile çıkar ama borcu bir milyon yüz bin lira olur. Mezheplerin icmasına göre bu işlem faiz değildir ama Sayın Yaman’ın üyesi bulunduğu Din İşleri Yüksek Kurulu haklı olarak bunu faiz sayar.

Madem her şey olup bitmiştir ve geleneğin icması vazgeçilmezdir, öyleyse neden geleneğe aykırı fetva veriyorsunuz?

Mezheplerin tamamı yukarıda geçen Abdullah b. Ömer hadisini değerlendirme dışı bırakmışlardır. Dolayısıyla günlük kura uymadan yerli para ile yabancı paranın, tarafların anlaştıkları fiyatla değişimi esasına göre işleyen faizli bir banka kurulabilir. Amerikan doları 1,5 TL. iken %10 faizle 1.500.000 TL. kredi tahsis edilecek kişiye bir yıl vadeli 1.000.000 USD borç verilir. Sonra bu para ondan peşin 1.350.000 TL. karşılığında satın alınır. Bu kişi bankadan çıkarken borcu bir milyon dolar olur ama cebindeki para 900.000 ABD doları karşılığı olan 1.350.000 TL. olur. Kurul, muhtemelen bu icmaya da uymayacaktır. Sayın Orhan ÇEKER, Ahmet YAMAN’ın yazısına şu yorumu eklemişti: “Ahmedim ağzıne kalemine sağlık. Geçende TV.de İcma’ın egemenliğiyle (kadiliği) ilgili konuşmanı dinledim. Aynen katılıyorum. Zamanımızda bütün gavurluklar işaret ettiğiniz o bozuk anlayıştan kaynaklanıyor. Doğru görüşü her zaman haykıracağız.”[18] Acaba Kitap ve Sünneti bir bütün olarak almak mı gavurluk yoksa onları, icma adını verdiğiniz geleneğe mahkum etmek mi? Doğru görüşü haykırmanızı bekliyorum.

FAİZ ORANI İLE İLGİLİ GÖRÜŞÜMÜZ

Sayın Yaman, bizim faiz görüşümüzün şöyle olduğunu ima ediyor: “Kur’ân ribâyı açık bir dille (Âlü İmrân 3/130) yasaklamaktadır. Kur’ân’ın karşı çıkıp yasakladığı ribâ, asıl borcun birkaç defa katlanarak artmasıyla yapılan acı bir sömürüdür. Çağdaş ekonomide oynadığı rol ile faiz, Kur’ân’daki ribadan tamamen farklıdır. İlgili âyet ‘ed’âf-ı mudâ’afe’ tabiri ile fâhiş faizi ve tefeciliği kastettiğinden, hal-i hazırdaki mutedil banka faizlerine şüpheli nazarla bakılamaz.” İlgili âyette, ana paranın değil, faizin katlanarak artmasından bahsediliyor. 2007’de basılan Ticaret ve Faiz kitabımızda Al-i İmran Suresi130. âyete şu meali vermişiz. “Müminler! Kat kat katlanan faizi yemeyin. Allah’tan korkun, belki umduğunuza kavuşursunuz.” (Ali İmran, 3/130) Sonra da şu açıklamayı yapmışız: “Kat kat katlanma, faizin özelliğidir. %10 ile alınan borcun faizi anaparaya eklenirse, ikinci yıl %21’e, üçüncü yıl %33’e çıkar ve zamanla anaparayı geçer[19].”

Faizin azının ve çoğunun olamayacağını da şu şekilde ifade etmişiz: “Ayette “… tevbe ederseniz, anaparanız sizindir” (Bakara 2/279) buyrularak sadece anaparanın alınmasına izin verildiğine göre oranı ne olursa olsun faizin yasaklandığı kesin olarak ortaya çıkar[20].” Sayın Yaman’a o kitabı hediye etmiştim. Bu konuda hiçbir zaman farklı bir görüşümün olmadığını gayet iyi bildiği halde böyle üstü örtülü bir iftira ile nereye varmak istiyor? Kitap ve Sünneti geleneğe mahkûm edenler, her hangi bir konuda çözüm üretememektedirler. Bu gibilerin yeni işi, tarihte görülmediği biçimde geleneği kutsamak ve Kitap-Sünnet bütünlüğü içinde sunulan çözümlerin duyulmaması için olağanüstü gayret göstermektir. Mücadele ettiğimiz yanlışları bize mal etmeleri ise bir başka garipliktir. İlim alanında iflas bu olsa gerektir. Ahmet Yaman’ın bize mal ettiği yanlışları ele almaya devam edeceğiz. Selam, doğrunun peşinden ayrılmayanlara olsun. 12.09.2011

KİTAP VE HİKMET

Sanıldığının aksine Allah Teâlâ bütün nebîlere Kitap ve Hikmet vermiştir. En’âm 83 ve devamı ayetlerde Nuh’tan İsa’ya kadar 18 nebîyi saymış[21] ve şöyle buyurmuştur: “Bunların babalarını, soylarını ve kardeşlerini de seçtik; onlara doğru yolu gösterdik.” Böylece bütün nebîlere işaret ettikten sonra Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Onlar, kendilerine kitap, hüküm ve nebîlik verdiğimiz kimselerdir.” (En’âm 6/89) Gelenekte dört ilahi kitabın indiği kabul edilir. Bunlar Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’ân’dır. Peygamberimize dayandırılan bir rivayette Âdem’e 10 suhuf, Şît’e 50 suhuf, İdris’e 30 suhuf ve İbrahim aleyhimusselama 10 suhuf olmak üzere 100 suhufun indiği de iddia edilir[22]. Böylece toplam sekiz nebîye kitap verilmiş olur.

Hâlbuki yukarıdaki âyetler, bütün nebîlere kitap ve hüküm verildiğini bildirmektedir. Onlara verilen hükme, şu âyette hikmet denmiştir. “Allah nebîlerden söz aldığı gün onlara, “Size Kitap ve hikmet veririm de elinizde olanı tasdik eden bir elçi gelirse ona kesinlikle inanacaksınız ve destek vereceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi? Bu ağır yükü yüklendiniz mi?” demişti. Onlar da “kabul ettik” demişlerdi. Allah “Siz buna şahit olun, sizinle beraber ben de şahidim” demişti.” (Al-i İmran 3/81)

Şu âyete göre nebîlerin görevi, toplumlarına o kitabı hâkim kılmaktı. “İnsanlar tek bir topluluktu. Sonra Allah onlara, müjde veren ve uyarıda bulunan nebîler gönderdi. Onlarla birlikte hep doğruları gösteren kitap da indirdi ki, ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında o kitap hâkim olsun. Onda ayrılığa düşenler kendilerine Kitap verilenlerden başkası olmadı[23]. O açık belgeler geldikten sonra birbirlerinin haklarına göz diktikleri için böyle oldu. Sonra Allah inanmış olanları, anlaşamadıkları konuda, kendi izniyle doğruya ulaştırdı. Allah gerekli gayreti göstereni[24] doğru bir yola yöneltir.” (Bakara 2/213)

Kendilerine kitap gelen toplumların ileri gelenleri de o kitapla hükmetmek zorundadırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “İçinde hidayet ve nur olan Tevrat’ı biz indirdik. Allah’a teslim olmuş nebîler, Yahudiler arasında onunla hükmederlerdi. Din adamları ve bilginler ise kendilerinden Allah’ın kitabını korumaları istenmesi sebebiyle onunla hükmederler ve ona şahit olurlardı. Siz, insanlardan korkmayın; benden korkun. Ayetlerimi geçici[25] bir bedelle değişmeyin. Allahın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler kâfir olanlardır.” (Mâide 5/44) Hikmet, doğru hükümdür[26].

Peygamberimiz, Kur’ân’dan doğru hükümler çıkarıp uygulamış, bize de onun yöntemini öğretmiştir. Kur’ân’da bütün ayrıntıları ile yer alan o yönteme göre davranılırsa Kitap ile Sünnet arasında tam bir uyumun olduğu görülecektir. Allah’ın iki türlü âyeti vardır; biri yarattığı âyetler ki, bütün ilimlerin kaynağıdır. Bilim adamları, var olan bilgileri iyi öğrenir, doğru bir yöntem takip eder ve sağlam duruşlu olurlarsa yaratılmış âyetlerdeki hikmetleri bulabilirler. Yukarıdaki âyette bilginler diye tercüme ettiğimiz kelime hibr’in çoğulu ahbâr = الأَحْبَارُ’dır. Hibr (الحبر) eser bırakan âlime denir[27]. Bunlar, Allah’ın yarattığı âyetlerle indirdiği âyetleri birlikte değerlendirirlerse hikmete kolay ulaşırlar. Çünkü hikmet, din ile bilim arasındaki ortak zemindir. Allah, kendi dinini fıtrat yani doğallık olarak tanımlamış ve şöyle buyurmuştur: فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذٰلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ. “Sen yüzünü dosdoğru bu dine, Allah’ın fıtratına çevir. O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. İşte sağlam din bu dindir. Ama insanların çoğu bunu bilmezler.” (Rum 30/30) İlk inen âyetlerin, fıtrata yani yaratılış kanununa dikkat çekmesi de çok önemlidir. “Rabbinin adıyla oku; yaratan odur. O insanı alaktan[28] yaratmıştır. Oku. Rabbin sonsuz ikram sahibidir. Kalemle öğretmiştir. İnsana bilmediğini öğretmiştir.” (Alak 96/1-5) Kur’ân’ın büyük bir bölümü, doğadaki âyetlere dikkat çeker.

Kur’ân’ı, Arapçayı ve üzerinde çalışılan konudaki fıtrat âyetlerini bilenlerin katıldığı birçok çalışma yaptık. Gördük ki bu yöntem, mevcut bilime, ileri hedefler göstermektedir. Allah Teâlâ, Âdem aleyhisselama önce fıtratı, varlıkların içinde gizlediği bilgiyi öğretmişti. Çünkü “وَعَلَّمَ آدَمَ الأَسْمَاء كُلَّهَا = Âdem’e o isimlerin hepsini öğretti”, ifadesinde isimleri gösteren zamir akılsız varlıklar için olan “hâ= هاzamiridir. Âdem, varlıklarda olan ama meleklerin bilmediği bilgileri öğrenince “hâ= هاzamirinin yerini, akıllı varlıklar için kullanılan “hum = هم“ zamiri aldı ve ifade; ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلاَئِكَةِ “…sonra onları (o bilgi kaynaklarını) meleklere gösterdi” şekline dönüştü. Çünkü akıl, insanın yararlanacağı bilgi anlamına da (Müfredat) gelir. Meleklerin akılsız zannettikleri varlıklarda, onların bilmediği bilgi vardı. O bilgi, dışarıdan bakılınca görülemeyeceği için Allah Teâlâ ona “gayb” dedi ve Meleklere şöyle seslendi: “Size demedim mi, ben göklerin ve yerin gaybını bilirim.” (Bakara 2/33)

Allah Âdem’i, bu bilgi ile meleklere üstün kıldı, onlar bundan dolayı Âdem’e secde ettiler. Bu bilgi, insanı bilim ve medeniyet kuran varlık yaptı. En bilgili insan, Âdem aleyhisselâmdır. O bilgi ona yazıyla öğretilmişti. “Rabbin kalemle öğretti; o insana bilmediğini öğretti.” (Alak 96/4-5) Doğru Hüküm Verme Yeteneği Doğru hüküm verme yeteneğine de hikmet denir. Bir âyet şöyledir: يُؤتِي الْحِكْمَةَ مَن يَشَاء وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلاَّ أُوْلُواْ الأَلْبَابِ “Allah gereği gibi çalışana hikmeti verir. Kime hikmet verilirse ona çokça hayır verilmiş olur. Bu zikri (bilgiyi) sadece sağlam duruşlu[29] olanlar elde ederler.” (Bakara 2/269) Peygamberimizin şöyle dediği rivayet edilmiştir: لاَ حَسَدَ إِلَّا فِي اثْنَتَيْنِ: رَجُلٌ آتَاهُ اللَّهُ مَالًا فَسُلِّطَ عَلَى هَلَكَتِهِ فِي الحَقِّ، وَرَجُلٌ آتَاهُ اللَّهُ الحِكْمَةَ فَهُوَ يَقْضِي بِهَا وَيُعَلِّمُهَا “İki kişiden başkası kıskanılmaz; biri Allah’ın verdiği serveti yerli yerinde tüketen kişi, diğeri de Allah’ın hikmet verdiği kişi ki, kararını ona göre verir ve onu öğretir”[30]. İbn Abbas demiştir ki, “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem beni bağrına bastı ve “Allahım, ona hikmeti öğret” dedi[31]. Bu âyet ve hadisler, hikmetin yani doğru hüküm verme yeteneğinin öğrenilebilen bir şey olduğunu göstermektedir. İbrahim aleyhisselamın, Kâbe’yi bina ettikten sonra Mekke halkı ile ilgili olarak yaptığı şu dua da aynı anlamı vurgulamaktadır: “Rabbimiz! İçlerinden onlara bir elçi gönder; senin âyetlerini okusun; Kitab’ı ve hikmeti öğretsin ve onları geliştirsin. Güçlü olan sen, doğru karar veren sensin”.(Bakara 2/129)

İbrahim aleyhisselamın duasının kabul edildiğini gösteren âyet şudur: “Allah bu müminlere gerçek bir iyilikte bulundu. Çünkü içlerinden bir elçi gönderdi; o onlara Allah’ın âyetlerini okumakta, onları geliştirmektedir; onlara Kitabı ve hikmeti öğretmektedir. Onlar, önceleri açık bir şaşkınlık içinde idiler.” (Al-i İmran 3/164) Kur’ân’dan hüküm çıkarma konusunda Allah Teala Peygamberimize şu emri vermiştir: إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللّهُ وَلاَ تَكُن لِّلْخَآئِنِينَ خَصِيمًا “Sana bu kitabı, tümüyle gerçek olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şekilde hükmedesin. Sakın hainlerin savunucusu olma.” (Nisa 4/105) Görevi ile ilgili yaptığı her konuşma, her uygulama ve verdiği her onay, onun Kur’ân’dan çıkardığı hikmettir. Peygamberimizin şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur: “Bakın! Bana kitap ve beraberinde onun misli verildi[32]. Sizden birinin, koltuğuna yaslanmış, verdiğim bir emir veya koyduğum yasakla ilgili şöyle dediğini sakın görmeyeyim: “Bilmeyiz, biz Allah’ın Kitab’ında bulduğumuza uyarız”[33].

Kur’ân’ın içindeki hikmet, toprağın içindeki maden gibidir. Topraktan maden çıkarmak için nasıl bilgi birikimine, alete, edevata ve ekip çalışmasına ihtiyaç varsa Kur’ân’ın hikmetlerine ulaşmak için de benzer şeylere ihtiyaç vardır. Kur’ân’da açıklanan bu yöntemin kısa sürede unutulduğu anlaşılmaktadır. Çünkü problemler çözen, gittikleri yere ilim ve medeniyet götüren ve insanların gönüllerini fetheden müslümanların yerini daha sonra sıkıntı kaynağı olan ve çözümsüzlükler üreten müslümanlar almıştır. Peygamberimizin hikmeti öğrettiği sahabenin gittiği her yerde hâkim unsurun hala müslümanlar olması bundandır. Ama sahabeden sonra gidilen yerlerde ancak geçici hâkimiyetler kurulabilmiştir. Çünkü oralara hikmet götürülememiştir.

Hikmet – Sünnet ve Sünnet – Vahiy İlişkisi

İmam Şafiî Sünnetin Hikmet olduğunu söylemiştir. Onun sözlerinden bir kısmı şöyledir: “Kur’an bilgisine sahip güvendiğim bir zattan şunu işittim: Hikmet Allah’ın Elçisi’nin Sünnetidir. Hikmet Kur’ân’a tabi kılınmış, Kitap ve hikmet öğrenimi Allah’ın kullarına ikramı sayılmışken, doğrusunu Allah bilir ama buradaki hikmete Allah’ın Elçisi’nin Sünneti dışında bir şey denemez.[34]” Bu sözlere katılmamak mümkün değildir. Peygamberimizin ümmetine öğrettiği iki şeyden birinin Kur’ân, diğerinin de Sünnet olduğunda ittifak edildiğine göre Sünnetin hikmet olması kaçınılmazdır. Ancak İmam Şafiî’nin şu sözüne katılma imkânı yoktur: “Allah’ın Elçisi’nin Sünneti, Allah tarafından onun, özel ve genel hükümlerdeki muradını açıklar. Ondaki hikmeti Kitabıyla eş tutmuş ve onu Kitab’a bağlamıştır. Bunu, yaratıkları içinde bu Elçiden başkası için yapmamıştır”[35]. Al-i İmran 81. Âyette kitap ve hikmetin, bütün nebîlere verildiği bildirildiği için son cümle buna ters düşmektedir. Ayrıca Sünnet, Allah’ın muradını açıklayan vahiy olsa Peygamberimizin Kur’ân’ı uygularken hata yapmamış olması gerekir. Çünkü Allah Teâlâ önce ona hata yaptırıp sonra uyarıda bulunacak değildir. Bir gün, Ebu Süfyan başkanlığında bir ticaret kervanının Şam’dan gelmekte olduğu duyulmuştu. Kervanı takip için Peygamberimiz bir bölük Müslüman ile yola çıktı. Durumu haber alan Mekkeliler de kervanı korumak için ordu çıkardılar. Allah, ya kervanı ya da Mekke ordusunu Müslümanlara vereceğini vaat etti. İlgili âyet şöyledir: “Bir gün Allah, o iki topluluktan birinin sizin olacağına söz vermişti. Siz silahsız olanı (kervanı) istiyordunuz. Allah da kendi sözleri gereği hakkı ortaya çıkarmak ve o kâfirlerin kökünü kazımak (için Mekke ordusunu vermek) istiyordu. İstiyordu ki, hakkı ortaya çıkarıp batılı etkisiz hale getirsin. Varsın o günahkârlar hoşlanmasınlar.” (Enfâl 8/7–8)

Müslümanlar kervanı ellerinden kaçırdılar ve beklemedikleri bir anda Bedir’de, Mekke ordusuyla karşılaştılar ama Allah’ın savaşla ilgili koyduğu kurala uymadılar. Kural şöyledir: “(Savaşta) Kâfirlerle karşılaştığınız zaman, onları yere serinceye kadar boyunlarını vurun. Sonra (esirlerin) bağını sıkı tutun. Daha sonra da onları karşılıklı veya karşılıksız serbest bırakın. O savaş, ağırlıklarını bırakıncaya kadar böyle yapın…” (Muhammed 47/4) “Onları savaşta yakalarsan öyle bir dağıt ki, arkalarındakiler de dağılsınlar. Belki akıllarını başlarına alırlar.” (Enfal 8/57) “Düşmanı kovalamakta gevşeklik göstermeyin. Siz acı çekiyorsanız, onlar da sizin gibi acı çekiyorlar; üstelik sizin Allah’tan beklentiniz var. Onların böyle bir beklentileri de yok.” (Nisa 4/14)

Bedir’de Müslümanlar canla başla savaşarak düşmana ağır bir darbe indirdiler. Ama geri çekilen düşmanı takip edip darmadağınık hale getirmediler. Üstelik onlardan kalan ganimeti ve birkaç esiri alıp döndüler. Allah Teâlâ bu davranışın suç olduğunu bildirdi: “Hiçbir nebî, savaş meydanında iyice ağırlığını koyuncaya kadar esir alma hakkına sahip değildir. Siz dünya malını istersiniz. Allah ise sizin için sonrasını ister. Allah güçlüdür, doğru karar verir. (Zafer sizin olacak diye) Allah tarafından yazılmış bir yazı olmasaydı aldığınız (o esirlerden) dolayı sizi ağır bir azap yakalayacaktı.” (Enfâl 8/67–68)

Peygamberimizin buradaki davranışı hikmete uygun değildi. “Allah, hakkı ortaya çıkarmak ve o kâfirlerin kökünü kazımak[36] istiyordu ama Müslümanlar, hikmete uymadıkları için Mekke’ye kadar yürüyüp orayı fethetme fırsatını kaçırdılar. Hicretin 6. yılında, Hudeybiye antlaşmasıyla bu fırsatı tekrar yakalamışlardı. Mekke’den dönerken inen Fetih Suresi şöyle başlamaktadır: “Senin için fethin önünü tam olarak açtık ki, Allah, önceki günahınla ondan sonraki günahını bağışlasın, sana olan nîmetini tamamlasın ve seni dosdoğru bir yola yöneltsin.” (Fetih 48/1-2)

Peygamberimizin Abese Suresindeki şu âyetlerle ortaya konan bir günahı daha vardı. “Yüzünü ekşittin ve sırtını döndün; o kör[37], sana geldi diye[38]. Ne biliyorsun, belki o kendini geliştirecekti veya bilgi edinecek[39], o bilgi ona yarayacaktı? Sana ihtiyaç duymayan adama gelince, sanki ona değil de duvara konuşuyorsun! Onun kendini geliştirmemesinden sana ne! Oysa bir gayretle sana gelen kişi, Allah’tan korkuyor, ama sen onunla ilgilenmiyorsun!” (Abese 80/1-10) Allah Teâlâ “Bir şey isteyene ve sorana ilgisiz davranma[40] emriyle bu davranışı yasaklamıştı. Bir de onun şöyle bir emri vardır: وَلاَ تَطْرُدِ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِم مِّن شَيْءٍ وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِم مِّن شَيْءٍ فَتَطْرُدَهُمْ فَتَكُونَ مِنَ الظَّالِمِينَ “Sabah, akşam dua edip Rablerinin yüz göstermesini isteyenleri uzaklaştırma. Onların hesabı senden, senin hesabın da onlardan sorulmaz. Onları uzaklaştırırsan zalimlerden olursun.” (En’âm 6/52) “Allah senin önceki günahınla ondan sonraki günahını bağışlasın” ayetinde sözü edilen günahlar bunlar olmalıdır. Fetih ile ilgili istiğfarın zamanı, Mekke’nin fethinden önce inen[41] şu âyetlerde açıklanmıştır: “Allah’ın yardımı gelip önün açıldığında, insanların dalgalar halinde Allah’ın dinine girdiğini gördüğünde, her şeyi güzel yaptığından dolayı Rabbine yönel ve bağışlanma dile. Çünkü o, kendine yönelenleri kabul eder.” (Nasr 110/1-3) “Önce yaptığın hatayı düzelt, sonra bağışlanma talebinde bulun;” bu, son derece önemlidir. Bu âyetler, müslümanların hayatında devrim yapacak niteliktedir. Ama âyetler arası ilişki kurularak hikmetin bulunması emri unutulduğu için yukarıdaki âyetler çok ters anlamlara çekilebilmiştir.

Mesela hem Suudi Arabistan tarafından, hem de Türkiye Diyanet Vakfı tarafından milyonlarca nüshası basılmış olan, Kur’an’ı Kerim ve Açıklamalı Meâli’nde Fetih suresinin ilk âyetleri ile ilgili bir açıklama yapılmıştır. Açıklamanın tam anlaşılabilmesi için önce burada o âyetlere verilen meali görelim: “Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir. Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder.” (Fetih 48/1-3)

Açıklama aynen şöyledir: “Geçmişte ve gelecekte günahtan uzak bulunan Peygamber’e tamamlanan ilâhî nimet, Mekke ve Taif’in fethi, dünyada şerefinin yüce kılınması, yardım ve zafere nail olması, baş kaldıranların boyun eğmesi şeklinde tecelli etmiştir…[42]” Allah günahının bağışlanacağını bildirirken onun; geçmişte ve gelecekte günahtan uzak olduğunu söylüyorlar. Bunlar bu ifadeleriyle Allah’a, onun bilmediği şeyi hatırlatarak onun bir yanlışını mı düzeltiyorlar? Sonra âyete, Peygamberimizin gelecekteki günahının bağışlanması anlamı verilirken, şu meali verdikleri âyeti hiç mi hatırlamadılar? “De ki, ben peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkâf 46/9)

Üzücü olanı, bunların, bu zatlara mahsus bir hata olmaması, geleneğin üzerinde icma ettiği hatalardan olmasıdır. Kitap-Sünnet Bütünlüğü Açısından Safa İle Merve Arasında Sa’y İmam Şafiî şöyle diyor: “Nebî’nin sünnetlerinin üç yönü olduğu hususunda farklı görüşü olan bir âlim bilmiyorum. Onu ittifakla ikiye indirmişlerdir. Çünkü ilk ikisi aynı noktada birleşen iki alt dal gibidir:

1- Kur’ân’la bağlantısı olan sünnet

  1. Kur’ân’da nass olan bir konuda, Allah’ın Elçisinin Kur’ân nassı gibi açıklama yapması.
  2. Kur’ân’da özet geçen konularda Allah’tan alarak onun muradını açıklaması.

Bu iki konuda ihtilaf yoktur.

2- Allah’ın Elçisinin, Kur’ân’da nass bulunmayan konularda koyduğu sünnet. (İhtilaf buradadır.) Kimine göre Allah’ın, Elçisine itaati farz kılması ve rızasına uygun davranacağını bilmesi sebebiyle Kitabında nass bulunmayan konularda ona sünnet koyma hakkı vermiştir. Kimine göre de Allah’ın Elçisi, namazın farzlığı temelinde, namaz sayısını ve uygulamasını açıklayan sünneti gibi Kitapta temeli olan bir konuda sünnet koymuş, onun dışında asla koymamıştır… Kimine göre de bu konuda ona Allah’ın emri (risaleti) gelmiş ve Allah’ın farz kılmasıyla sünneti sabitlenmiştir. Kimine göre ise onun sünneti, Allah tarafından kalbine konan hikmettir[43].” Allah’ın Elçisi, Kur’ân’da nass bulunmayan konularda sünnet koyuyorsa Kitap-Sünnet bütünlüğünden söz edilemez.

Gelenekte uygulama bunun ötesine taşınmış, bazen Kitap’taki açık hüküm bir kenara bırakılarak ona ters görülen hadis alınmıştır. Bazen de hem âyet, hem de hadis bırakılarak yeni bir yol çizilmiştir. Çalışmalarımızı inceleyenler bunun onlarca örneğini görebilirler. Safa ile Merve arasında sa’y örneğini vererek hikmeti kavrayamamanın fakihleri ne hale getirdiğini görmeye çalışalım. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Safâ ile Merve Allah’ın koyduğu işaretlerdendir. Her kim hac veya umre niyetiyle Kâbe’yi tavaf ederse, bu ikisi arasında sa’y etmesinde bir günah yoktur. Kim içinden gelerek bir iyilik yaparsa, Allah onun karşılığını verir. O her şeyi bilir.” (Bakara 2/158) “Sa’y etmesinde bir günah yoktur” sözü, kimseye sa’y görevi yüklemez ama Allah’ın Elçisinin şöyle dediği rivayet edilmiştir: اسْعَوْا فَإِنَّ اللَّهَ كَتَبَ عَلَيْكُمْ السَّعْي “Sa’y edin çünkü Allah size sa’yi farz kılmıştır.”[44]

İmam Nevevî, Müslim şerhinde konu ile ilgili olarak şunları söyler: “Sahabeden, tabiînden ve sonraki ulemadan büyük bir kesime göre Safa ile Merve arasında sa’y, haccın rükünlerindendir; o olmadan hac olmaz. Onun eksikliği demle (koyun veya keçi kesmekle) veya başka bir şeyle giderilemez. Malik, Şafiî, Ahmed, İshak ve Ebû Sevr bu görüşte olanlardandır. Seleften bazıları ise bunun nafile = tatavvu’ olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hanîfe’ye göre ise sa’y vaciptir; terk eden günahkâr olur ama yerine bir dem (koyun veya keçi) keserse haccı sahih olur[45].” Nevevî el-Mecmû’unda şu ilaveleri yapmaktadır: İbn Mes’ûd, Übeyy b. Ka’b, İbn Abbas, İbn’uz-Zübeyr, Enes ve ibn Sîrîn sa’yin tatavvu’ olduğunu, rükn veya vacip olmadığını, terk edene dem gerekmediğini söylemişlerdir.

Mezhebimize göre sa’y, hac ve umrenin rükünlerindendir, o olmadan bunlar tamam olmaz. Dem (koyun veya keçi kesmek) onun eksikliğini gidermez. Bir adım eksik olsa hacc tamam olmaz ve ihramdan çıkamaz. Aişe, Malik, İshak, Ebû Sevr, Davûd ve bir rivayete göre Ahmed bu görüştedir. İbn’ul-Munzir dedi ki: Ebû Ticrâh’ın kızının rivayet ettiği hadis sabitse sa’y rükündür. Hadis şudur: “Sa’yedin; çünkü Allah size sa’yi yazdı.” Şafiî dedi ki; bu hadis olmasaydı sa’y nafile olurdu. Ona nafile diyenler âyete dayanmışlardır. Çünkü “sa’yin günah olmaması” farz olduğunu değil, mubah olduğunu gösterir[46]. Hanefîlerin görüşünü Serahsî şöyle anlatıyor: “Şafiî’ye göre sa’y hac ve umrenin rükünlerindendir; sa’y olmadan, kimsenin haccı ve umresi tamam olmaz. Onun delili, Nebî sallallahu aleyhi ve sellemin Safa ile Merve arasında sa’yettikten sonra ashabına söylediği şu sözdür: “إن الله كتب عليكم السعي فاسعوا“ = Allah size sa’yi yazdı; sa’yedin” Yazılan şey rükündür. Peygamberimiz bir de şöyle demiştir: ما أتم الله تعالى لامرئ حجة ولا عمرة لا يطوف لها بين الصفا والمروة = Allah, Safa ile Merve arasında sa’yetmeyen kişinin ne haccını tam sayar, ne umresini.”

Delilimiz Allah Teâlâ’nın şu sözüdür: “Kim hac veya umre niyetiyle Kâbe’yi tavaf ederse, o ikisi arasında sa’y etmesinde bir günah yoktur.” Böyle bir söz vacip için değil, mubah içindir. Bu sebeple âyetin zahiri say’in vacip olmamasını gerektirir. Ama biz Sa’yin vacip olduğu hükmünde âyetin zahirini terk ederek icma deliline dayandık[47].” Örneğimizde görüldüğü gibi dört mezhep, sa’y konusunda âyetle hadisler arasında zıtlık görmüştür. Şafiî ve Malikî mezhepleri; bir rivayete göre de Hanbelîler, Kur’ân’ı bırakıp hadisi almışlardır. Hanefîler ise hadisi bırakıp âyete uyduklarını söylemişler ama o noktada duramayıp âyeti de bırakmışlar ve olmayan bir icmaya dayanarak sa’yi vacip saymışlardır. Hanefîlerin vacib kavramına verdikleri anlam başkası tarafından verilmediği için böyle bir konuda icma iddiası olamaz. Demek ki, sanılanın aksine bu mezheplerin uyguladığı herhangi bir usul ve yöntem yoktur. Konuya, Kur’ân-Sünnet bütünlüğü açısından bakınca görülür ki; Cahiliye döneminde Safa ile Merve tepelerinde Kureyş’e ait İsaf (إساف)ve Naile (نائلة) adında iki put vardı[48], onların arasında sa’y ederlerdi. “Cahiliye halkı sa’yi putları için yapıyorlar” diyerek Müslümanlar sa’yi terk ettiler[49].

Yukarıdaki âyet, sa’yin putlar için değil Allah için yapıldığını, Safa ile Merve’nin, Allah’a ibadetin simgelerinden olduğunu bildirdi. “Sa’y edin çünkü Allah size sa’yi farz kılmıştır”[50] hadisinin, Kur’ân’dan bir hikmet olduğunu anlamak için yukarıda geçen ayeti açıklayan ikinci âyeti bulmak gerekir. Çünkü hikmete ulaşmanın tek yolu budur.

Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Elif, Lâm, Râ. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmış, ve de hakîm olan ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah tarafından açıklanmıştır. Bu, Allah’tan başkasına kul olmayasınız diyedir. (De ki;) Ben onun tarafından bir uyarıcı ve müjdeciyim.” (Hûd 11/1-3) Bu amaçla Kur’an’a baktığımızda şu âyetin de konu ile ilgili olduğunu görürüz: “Hac ve umreyi Allah için tamamlayın.” (Bakara 2/196) Hac ve umre ibadetlerinin ortak rükünleri tavaf ve sa’ydır. Ayette “Her kim hac veya umre niyetiyle Kâbe’yi tavaf ederse…” buyrulduğuna göre tavaf açısından bir eksik olmadığı anlaşılır. Öyleyse tek eksik, günaha girmemek için terk edilen sa’y’dir. O eksiğin tamamlanması emredildiği için Peygamberimizin şu sözü, o emrin gereğidir: ما أتم الله تعالى لامرئ حجة ولا عمرة لا يطوف لها بين الصفا والمروة = Allah, Safa ile Merve arasında sa’y etmeyen kişinin ne haccını tam sayar, ne umresini.” “Allah size sa’yi farz kıldı; sa’yedin” Aişe validemizin şu sözü, bu konunun onlar tarafından kavrandığını gösterir: لعمري ما أتم الله حج من لم يسع بين الصفا والمروة ولا عمرته، = Hayatıma yemin ederim, Safa ile Merve arasında sa’y etmeyenin ne haccı tamam olur, ne de umresi[51].

Böylece Kur’an ile Sünnet arasında, Kur’an ile sahabi sözü arasında tam bir bütünlüğün olduğu ortaya çıkar. İşte Kur’an’da olan ve Peygamberimizin sahabeye öğrettiği hikmetin bir örneği budur. Kur’an’ı, Kur’ân’ın gösterdiği yolla hikmete ulaşma yöntemi sahabeden sonra unutulduğu için tefsirlerde Bakara 196. âyetin “وَأَتِمُّواْ الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ لِلّه” bölümü açıklanamamıştır. Kitap ile Sünnet arasındaki bütünlüğün görülememesi, dini anlama ve uygulamada ardı arkası kesilmez yanlışlara ve sıkıntılara sebep olmuştur. Sünnetin, vahy-i gayri metluv sayılması, Kitap ile Sünnetin iki ayrı kaynak kabul edilmesi ve Sünnetin Kitap üzerine hâkim (السنة قاضية على الكتاب) görülmesi bu yanlışların en önemlilerindendir.

Nebî’nin Hikmeti İle İnsanların Hikmeti Arasındaki Fark

Bedir savaşı ile ilgili âyetlerde görüldüğü gibi Peygamberimizin verdiği hükümlerin doğruluğu Allah tarafından denetlenmekte, yanlış bir şey olursa ayetle müdahale edilmektedir. Öyleyse onun koyduğu ve Allah’ın müdahale etmediği sabit olan hükümlerin tamamı hikmettir ve müslümanların o hükme uyma zorunluluğu vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Hayır; Rabbine and olsun ki bunlar inanmazlar. Ama aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem yapar, sonra verdiğin kararı, içlerinde bir sıkıntı duymadan kabul eder ve tam olarak teslim olurlarsa başka.” (Nisa 4/65)

Müslümanlarda böyle bir denetim olmadığı için müslümanların verdikleri hükümlerin Kitap ve Sünnet açısından denetime tabi tutulması gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Müminler! Allah’a itaat edin, bu Elçiye itaat edin; sizden olan yetki sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Elçisine götürün. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız böyle yaparsınız. Böylesi hayırlı olur ve çok güzel sonuç verir.” (Nisa 4/59)

Demek ki, müslümanların yönetimle olan ihtilaflarını Kur’ân ve Sünnete göre karara bağlayan yetkili kurumların oluşması bu âyetin gereğidir. Ama ben böyle bir kurumun varlığını şimdiye kadar duymadım. Sonuç olarak müslümanların, her şeyi yeni baştan ele alma mecburiyetleri vardır.

  • Prof. Dr. Ahmet Yaman, Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi ve Akdeniz Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı.

2011 yılı Ramazan ayındaki teravih tartışmaları üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bizi hedef alan basın açıklamasına, “Dinin Kaynağını (mı) Tartışıyoruz” başlıklı yazıyla cevap vermiştim. Sayın Yaman da buna karşılık “Dinin kaynağı ben miyim?” başlıklı bir yazı kaleme almıştı…

Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır

______________________________________________

[1] Ahmet Yaman’a; “… bana ait olmayan şeyleri, hayali örneklerle bana mal etmeye çalışmanızın sizi vicdanen rahatsız ettiğinden şüphem yoktur” şeklinde laf dokundurmuştum. O da bana, 5 Eylül 2011 tarihli elektronik postasında «vicdanen son derece müsterih olduğumu beyan ederim» şeklinde cevap verdi.

[2] Ayette geçen, يتخبطه الشيطان من المس ifadesi, genellikle “şeytanın dokunup çarptığı “ şeklinde anlaşılır. Bize göre bu anlayış doğru değildir. يتخبطه الشيطان şu anlamlara da gelir: مسه بخبل, ona takılıp aklını çeldi, (Lisanu’l-Arab خبط mad.) يفسده بخبله aklını çelerek onu bozuyor. (ez-Zebîdî, Tâc’l-arûs, خبط mad.) الخبل aklını ve organını bozma anlamına gelir: خبله إذا أفسد عقله وعضوه (Lisanu’l-Arab خبل mad.) Yanlış bir şeye takılmamış olan, faize alım satım demez. Dolayısıyla ayet, böyle kimselerin şeytana takıldığını ve sağlıklı düşünemediğini ifade etmektedir.

[3]. Dârimî, Büyu 42.

[4]. Müslim, Müsâkât 82.

[5]. Ebû Davûd, Buyu’, 12.

[6]. Ebû Davûd, 14; Nesâî, Büyu, 50.

[7] Tirmizi, Sünen, büyû’ bab 18, hadis no 1231; Tirmizi’ye göre bu hadis hasen ve sahihtir. Abdullah b. Amr, İbn Ömer ve İbn Mes’ud’un da bu konuda rivayetleri vardır. İbn Ömer rivayeti, büyû’ bab 68, hadis no 1309’dadır. Nesaî, Sünen, Büyû’, bab 73, hadis no 4632; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II/71, 174, 175, 177, 179, 205. Beyhakî, es-Sünenu’l-kubrâ, hadis no 10660, 10661(Ebu Hureyre’den) 10662 (Abdullah b. Amr rivayeti); 11172 (İbn Ömer rivayet)

[8] Ebu Davud, Sünen, Büyû’ bab 55, hadis no 3461; Muhammed b. Hibban (ö. 354 h.) Sahih-i İbn Hibban, Beyrut 1993/1414, ikinci baskı, Şuayb el-Arnaut tahkikiyle, c. 11, s. 348; Ahmed b. el-Huseyn el-Beyhakî (384/458 h.), Sünenu’l-Beyhakî el-Kubrâ, Mekke, 1994/1414, Tahkik; Muhammed Abdulkadir Ata, 1992/1413 Beyhakî 10661 riba kaydı yok, Beyrut, c. 5, s. 343; Muhammed b. Abdullah el-Neysâbûrî (321/405 h.) el-Müstedrek ale’s-sahihayn, Tahkik; Muhammed Abdulkadir Ata, hadis no 2292, Beyrut 1990/1411.

[9]. İlgili hadisler ve değerlendirmesi ile ilgili olarak bk. Abdulaziz BAYINDIR, Ticaret ve Faiz, İstanbul 2007, s. 68. (Bir Safkada İki Safka Yasağı)

[10] Ömer Lutfi Barkan ve Ekrem Hakkı Ayverdi, İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546) Tarihli, İstanbul 1970 s.XXX, 41 numaralı dipnot

[11] İsmail KURT, Para Vakıfları, İstanbul l996, s. l69. Kitabın sonunda İstanbul’daki para vakıflarının bir listesi yer almaktadır.

[12] Ali Haydar, Dürer’ül-hükkâm şerhü Mecellet’il-ahkâm, İstanbul 1330, c. IV, s. 696-700. 

[13] Faiz sisteminde faiz hileleri ile ilgili olarak bkz. Abdulaziz BAYINDIR, Ticaret ve Faiz, s. 218 vd.

[14]. İbn Kudâme, Abdullah b. Ahmed (ö. 620 h.) el-Muğnî, Beyrut, 1404/1984, c. IV, s. 138.

[15] İbn Rüşd, Muhammed b. Ahmed, (ö. 520/1126) Mukaddimât (el-Müdevvenetü’l-Kübrâ ile birlikte), Matbaa-i Hayriyye, 1324, c. III, s. 49-51.

[16].İbn Hacer el-Heysemî, Havâşî eş-Şirvânî ve İbn Kâsım el-Abbâdî alâ Tuhfeti’l-muhtâc bi şerhi’l-minhâc, İstanbul tarihsiz, c. IV, s. 272-278.

[17] İbn Hacer, a.g.e. IV, s. 279; Ali el-’Adevî, Hâşiye ‘ale’l-Haraşî alâ muhtasar-i Seydi Halil, Beyrut, c. V, s. 56. İmam Malik’in görüşü farklıdır, o, para olarak kullanılan her şeyi para sayar.

[18] Bkz. http://www.timeturk.com/tr/2011/08/17/dinin-kaynagi-ben-miyim.html

[19] BAYINDIR, Ticaret ve Faiz, s. 41.

[20] BAYINDIR, a.g.e. s. 74.

[21] Ayetlerdeki sıralama şöyledir: “İbrahim, İshak, Yakub, Dâvûd, Süleyman, Eyyub, Yusuf, Musa, Harun, Nuh, Zekeriya, Yahya, İsa, İlyas, İsmail, Elyesa, Yunus ve Lut. (aleyhimusselâm).

[22] Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr et-Taberî (il.310 h.), Tarih’ul-Umem ve v’el-Mülûk (Tarih’ut-Taberî) Beyrut 1407, c. I s. 187, ez-Zemahşerî (467-538 h.), el-Keşşâf, el-a’lâ Suresinin tefsiri.

[23]– Kişi kendi durumunu Allah’ın kitabıyla karşılaştırmazsa sapık olduğunu anlayamaz. Bunu anlayanlardan kimi yolunu düzeltir, kimi de bile bile sapıklık içinde kalır. Bu da kendine kitap ve nebî gönderilen toplumlarda ayrılıklara sebep olur.

[24] Ayetteki من يشاء = men yeşâ’ya “gereği gibi çalışma” anlamını verdik. Çünkü شاء “şeyi yaptı” demektir. Her eylem ve her varlık şey kelimesinin kapsamına girer ve her şey bir kanun ve kurala göre oluşur. İyiliğin kuralları olduğu gibi kötülüğün de kuralları vardır. Namaz kılmak için onun kurallarına uymak gerekir. Hırsızlık yapmanın da kuralları vardır. Allah namazı emretmiş, hırsızlığı haram kılmıştır. İyinin ve kötünün ölçülerini koyan, bunlardan birini yapmak isteyen için gerekli şart ve imkânları yaratan Allah’tır. Bu sebeple شاء fiili insan için kullanılırsa anlamı “ölçülere uygun davrandı” olur. İyiyi veya kötüyü, ayrı bir varlık olarak ortaya çıkaran Allah olduğu için faili Allah olan شاء fiilinin anlamı; “şeyi veya şeyin ölçüsünü var etti” olur. Allah Teâlâ,“Bir şeyi var etmek istediğinde sadece “ol” der; sonra o şey oluşur.” (Yasin 36/82) Bu sebeple faili Allah olan شاء fiili, o konuda Allah’ın ol emrinin çıktığını gösterir. Artık o şey mutlaka olur.

[25] قليلا kelimesinin iki kök anlamı vardır; biri, azlık diğeri de istikrarsızlık, bir yerde kalamama, yerinden olmadır. Bir yerde sürekli durmayan kişi için تَقَلقلَ الرَّجُل denir.

[26] Hikmet (الحِكْمَةُ), hüküm (حكم) kökünden mastar-ı nev’dir; hükmün doğru olanı anlamındadır.

[27] Mütercim Asım, Kamus حبر md.

[28] Alak (علق), alaka’nın çoğuludur. Alaka (علقة); döllendikten sonra rahim cidarına yapışan yumurtadır.

[29] ألَبَّ بالمكان، أي أقام به ولزِمه. İsmail b. Hammâd el-Cevherî, es-Sıhâh, Tahkik Ahmed Abdulgafur Attar, 3. Baskı, Beyrut (لب). أصلٌ صحيح يدلُّ على لزومٍ وثبات، وعلى خلوص وجَوْدة. Kök anlamı, yapışıp kalmak, saf ve iyi olmaktır. Bir yere yerleşen için ألَبَّ بالمكان denir. Bir işte sebat gösteren için رجلٌ لَبٌّ بهذا الأمر denir. Ferrâ dedi ki, Kocasını seven kadına امرأةٌ لَبَّةٌ denir. İçinde daima kocasının sevgisini taşıyor demektir.

معجم مقاييسُ اللّغة لأبي الحسين أحمد بن فارِس بن زكَرِيّا (395) [30] Buhârî, ilim, 15.

[31] Buhârî, Fedâil’ul-ashâb, 24.

[32] Ebû Dâvûd, Sunneh 6, luzumu’s-sunneh. Hadisin ravilerinden Ebû Amr b. Kesîr b. Dinar ile ilgili olarak Halil Ahmed es-Seharenfuri diyor ki, “Bu şahsın ne zaman yaşadığı bilinmemektedir. Elimdeki hadis ve rical kitaplarının hepsinde aradım, büyük bir gayret göstermeme rağmen bulamadım. (Bkz. Halil Ahmed es-Seharenfuri, Bezlu’l-Mechud fi halli Ebi Dâvûd, c. 18 s. 126, Dar’ul-Kütüb’il-ilmiyye Beyrut tarihsiz.) Hadisin senedi problemli olmakla birlikte manası sahihtir.

[33] Ebu Davûd, Sunneh 6 (4605).

[34] İmam Şafii (150-204 h), er-Risale, tahkik ve şerh; Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut, tarihsiz, Paragraf 252, 254, s. 78.

[35] İmam Şafii, er-Risale, Paragraf 257, s. 79.

[36] Enfâl 8/7.

[37] Surenin iniş sebebi ile ilgili rivayet şudur: Abdullah b. Ümmü Mektum, Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve selleme gelerek “Ya Muhammed, beni yanına al ve bilgilendir” dedi. Peygamberin yanında müşriklerin büyüklerinden biri vardı. Peygamber ondan yüz çevirip müşrike yöneliyor ve şöyle diyordu: ‘Ey falanın babası, sözümde bir sakınca görüyor musun? O da, (putlara akıtılan) kanlar hakkı için hayır, sözünde bir sakınca görmüyorum diyordu.’ (Muvatta, Kur’ân, 8; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an, 72. (beni bilgilendir) ifadesi Tirmizî’de geçer.)

[38] Bir yazıda veya konuşmada “Sen…” veya “Siz …” yerine “O…” veya “Onlar…” denmesi, Arap edebiyatında ifadeye güzellik katar. Buna iltifat denir. Burada da iltifat olduğundan “Yüzünü ekşitti ve sırtını döndü, o kör, ona geldi diye” ifadesinden sonra “Ne biliyorsun, belki o kendini geliştirecekti” denerek üçüncü şahıstan ikinci şahsa geçilmiştir. Türkçede iltifat sanatı olmadığından, yanlış anlamayı önlemek için tercüme bu sanata göre değil, cümlenin akışına göre yapılmıştır. [39] Bilgi diye çevrilen kelime “zikir”dir. Zikir, sürekli akılda tutulan kullanıma hazır bilgidir. (Müfredat)

[40] Duhâ 93/10

[41] Bu, çoğunluğun görüşüdür. Bkz. Ebussud el-İmâdî (öl. 982 h.), İrşad’ul-akl’is-Selîm ilâ mezâyâ’l-Kur’ân’il-Kerim, Beyrut, c. IX s. 208

[42] Hayrettin KARAMAN, Ali ÖZEK, İbrahim Kâfi DÖNMEZ, Mustafa ÇAĞIRICI, Sadrettin GÜMÜŞ, Ali TURGUT, Kur’anı Kerim ve Açıklamalı Meâli, TDV yayınları, Ankara 2005.

[43] İmam Şafiî, er-Risale paragraf 299-305, s. 91-93.

[44] Ahmed b. Hanbel, C. 6, s. 421; İbn Huzeyme, 2765.

[45] Ebû Zekeriyya Muhyiddin b. Şeref en-Nevevî, Sahihu Müslim bi Şerh’in-Nevevî, Beyrut tarihsiz, Hac, 43, c. 9 s. 20-21.

[46] en-Nevevî, Kitab’l-Mecmu’ tahkik eden, notlar ekleyen Muhammed Necîb el-Mutıî, Beyrut, tarihsiz, c. VIII, s. 65-66.

[47] Serahsî, Şemsüddin, el-Mebsût, Mısır 1324/1906 c. IV. s. 50. Serahsî, Hanefîlerin görüşünü şöyle anlatır: وحجتنا في ذلك قوله تعالى فمن حج البيت أو اعتمر فلا جناح عليه ان يطوف بهما ومثل هذا اللفظ للاباحة لا للايجاب فيقتضى ظاهر الآية ان لا يكون واجبا ولكنا تركنا هذا الظاهر في حكم الايجاب بدليل الاجماع … [48] İsmail b. Hammâd el-Cevherî (öl. 393 h.) es-Sıhah, tahkik Ahmed Abdulgafûr Attâ 4. baskı, Beyrut 1404/1984, اسف m.

[49] Ahmed b. Ali b. Hacer el-Asklânî, (773-852 h.) Feth’ul-Bârî Şerhu Sahîh’il-Buhârî, Beyrut, Beyrut, tarihsiz, c III,s. 500, Hac 79, Vücub’us-Safâ v’el-Merve. [50] Ahmed b. Hanbel, C. 6, s. 421; İbn Huzeyme, 2765.

[51] Müslim Hac, 260 (1277).

Prof.Dr. Ahmet Yaman’ın yazısına ulaşmak için tıklayınız. Diyanetin basın açıklamasına ulaşmak için tıklayınız. Prof.Dr. Ahmet Yaman’ın yazısına verdiğimiz ilk cevabı okumak için tıklayınız.