Osmanlının Çöküş Devrinde Din – 2

1900’lü yılların başı.. Henüz altı asırlık Osmanlı Devleti ayakta.. O devirde yaşayan halkın din anlayışının, dine bakışının ne düzeyde olduğunu merak edenler varsa, o dönemde öğretmenlik yapmış bir Osmanlı aydınının şu tespitlerini bir kenara not etmelidirler.. Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü buhranı gözler önüne seren bu tespitler, Osmanlı’nın aslında neden tarih sahnesinden silinip gittiğinin açık bir göstergesi. Evet, Osmanlı teknolojik gelişmelere ayak uyduramadı, askeri sahada meydana gelen gelişmeleri takip edemedi, ülkenin dört bir yanı istila edilmeye başlanmıştı… Bunlar doğru. Fakat Osmanlı’yı bu kadar güçsüzleştiren, düşmanlarının karşısında aciz duruma düşüren, gelişmelere ayak uyduramayacak derecede körleştiren şey, başka bir şeydi! Osmanlı, hayati derecede mühim bir şeyi kaybetmişti. Gerçekten de “kaybedilen” o kadar hayati bir şeydi ki, altı asır boyunca dünyayı titreten koskoca Osmanlı onu kaybeder etmez tarih sahnesinden silinip gitti. Kaybedilen; “iman”dı! İsmail Hakkı Baltacıoğlu, 1900’lü yıllarda İstanbul’da öğretmen okullarında görev yapmış bir ilim adamıdır.

Kadıköy Darulmuallimin’inde[1] öğretmenlik yaparken başından geçen bir olayı şöyle anlamaktadır: “Bir gün terbiye[2] dersinde dinden, din duygusundan din eğitiminden ve Hz. Peygamber’in büyüklüğünden bahsettim. Dersten sonra bahçeye çıktım. Öğrencilerin arasında gezinmekteydim. Dersi dinleyenlerden –sınıfın en zekilerinden- bir öğrenci yavaşça yanıma yaklaştı. “Hocam! Ders esnasında söylediğiniz şeylere, gerçekten bütün samimiyetinizle inanıyor musunuz?” dedi. “Söylediğim şeylere vicdanımla, samimiyetimle inanmak?!” Bu garip soru beni hayli düşündürdü! Demek ki söylenilen şeylere samimiyetle, vicdanıyla inanmamak da vardı!.. Fe Sübhânellah dedim kendi kendime. O genci senlerden sonra yine gördüm. O parlak zekası sönmüş, ruhu iskeletini taşıyamayan bir hasta gibi büzülmüştü. Bir gönül hastası, bir ruh hastası idi!.. Sanki onun ruhunda, doldurulamamış bir çukur açılmış ve ruhunun diğer parçaları da onun içine çökmüştü! Başka bir olay da şu: Öğretmenlik hayatımın bir kısmı, Çapa’daki Darulmuallimat’ta[3] geçmiştir. Orada ders verdiğim zaman zarfında, hem müspet fikirlerden hem de mukaddes duygulardan bahsediyordum. Müspetler sahasında verdiğim eğitim ile en çok, “Olay ve kanun fikri”ni yerleştirmeye çalışıyordum. Her hadiseyi sebepsiz, illetsiz ve evvelsiz olarak düşünmeye alışmış olan bu gençlerin kafalarını değiştirmek için daha başka vasıta bilmiyordum.. Fakat verdiğim eğitim, hedef aldığım noktaya hiç de ulaşmamış olacak ki, bir gün bir öğrencim bana şöyle bir çıkış yaptı: “Hocam! Sen benim dinimi yıktın! Allah’ımı aldın! Beni mabudsuz bıraktın!.. Bir öğretmen için bu ne ağır bir ithamdı!.. Fakat bunda benim ne suçun olabilirdi?! O öğrenciyi bu derece haksız töhmete ve suçlamaya tek bir şey götürebilirdi: “Kuvvetsiz bir iman, zayıf ve cansız bir itikad! Çünkü bir din, bir iman zayıf olduğu taktirde, ilim ve ispat karşısında duramaz, yıkılır!..”

Bu iki olay, ikisi de, gençliğin hissi ve vicdani sahasında kalmıştır. Bir üçüncü olay biliyorum ki, bunu yapan da aşırı davranışlar gösteren taşkın ve kudurmuş bir kişiliğe sahiptir. Bu kişi inkarı meslek, dinsizliği mezhep edinmiştir. Şimdi sekiz sene oluyor. İstanbul’da bir vaiz dinlemiştim. Vaiz, ilmi mahdut, hissi galip bir sarıklı, bir medreseliydi. Dinden ve medeniyetten bir hayli bahsetti. Bundan bir sene kadar önce yine aynı adama rastladım. Sarığını çıkarmış, cübbesini atmış, sakalını kazıtmıştı! Bu sefer bana yine dinden bahsetti. Fakat ümitleri sönmüş bir karamsar, bir münkir gibi! “Türklerin en büyük felaketi işte bu dindir!” dedi. Türklüğün bekası için, medeniyeti (Batı medeniyetini) almak, dini atmak istedi. Bu sözler beni ürküttü. İmanın ve itikadın bu iflası karşısında dondum kaldım! Sonunda din ve iman hakkında şayan-ı dikkat, istatistiğe dayalı bir araştırma yaptım.1331 (Hicri) senesi (Miladi 1913) Darulmuallimin’de 16-23 yaş arası üçüncü ve dördüncü sınıf öğrencilerinden 90 kişi üzerinde yaptığım araştırmanın sonucu şudur: 3 Öğrenci : Cevap yok. 1 Öğrenci: Dine taraftar değil, her yönüyle mütereddit. 1 Öğrenci: Şimdilik dine taraftar. 1 Öğrenci: Az alakadar. 1 Öğrenci: Din yerine “vicdan” kelimesini tercih ediyor. Her ne kadar taraftarsa. 1 Öğrenci: “Halk kütlesi bir ırktan teşekkül etmiş olsa idi milliyetin kuvvetli bir iman şeklinde tecellisinden sonra dinin lüzumunu hissetmezdim.” Diyor. 1 Öğrenci: Ne aleyhinde ne de lehinde. Dini siyasi, ictimai bir kanun gibi kabul ediyor. 1 Öğrenci: “ Din, hayatımızın ve işlerimizin düzenleyicisi olmamalı.” Diyor. 1 Öğrenci: “ Fazla bağımlılığım yok.” Diyor. 1 Öğrenci: Dine taraftar olmaya lüzum hissetmiyor. 1 Öğrenci: “ Milliyet de bir dindir. Fazlasına taraftar değilim.” Diyor. 1 Öğrenci: Dine harfi harfine itaat etmeyi pek sevdiğini söylüyor. 75 Öğrenci: Taraftar olduğunu söylüyor, fakat bunlar da genellikle dinden hurafelerin kalkmasını, dinin ilerlemeye mani olmamasını, dinin medeniyeti kabul etmesini şart koşuyor! Bir kısmı da dinden taassup masallarının, husumetin, mübalağanın kalkmasını istiyor. Görüldüğü gibi 90 öğrenciden 89 öğrencinin dinle ilişkisi ya hiç yoktur, ya zayıftır, yahut bir takım şartlara bağlıdır! Yarın milleti terbiye edecek bu öğretmenlerin fikirlerindeki dağınıklık, beni endişelendirdi.”[4]

Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır

__________________________________________

[1] Darulmuallimin: Erkek Öğretmen Okulu [2] Terbiye: Eğitim. [3] Darulmuallimat: Kız Öğretmen Okulu [4] Din ve Hayat, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Osmanlıca’dan çeviren ve sadeleştiren: Abdullah Özbek, İstanbul, 1996, s. 15-21